Showing posts with label Londra Günlükleri. Show all posts
Showing posts with label Londra Günlükleri. Show all posts

Ayrımcılığa mı uğruyoruz, ayrımcılık mı yapıyoruz?

No comments

03 July 2024

“Londra’ya geldiğinizden bu yana ayrımcılık deneyimi yaşadınız mı?” Göçmenlere sahada sorduğumuz sorulardan biri de bu… Bu soruyu sorarak aydınlatmak istediğimiz birçok nokta var aslında; ama bazen öyle oluyor ki ayrımcılığa uğradığını söyleyen kişinin ayrımcı bir dil kullandığına şahit oluyorsunuz.  


Tuncay Bilecen


Ayrımcılık olarak tarif edilen olgu; kişinin ayrımcılık olarak neyi tarif ettiği, dil becerisi, ev sahibi toplumla kurduğu ilişki, emek piyasasındaki konumu, yerleşilen toplumun sosyo-ekonomik yapısı, ulusal politikaları, kültürel benzerlik ve farklılıklarına göre değişebilir. Bütün bu parametreler “ayrımcılık deneyimi” olarak yaşanan olayın boyutunu belirliyor; çünkü bazen göçmenin ayrımcılık olarak ifade ettiği şey yaşadığı toplum açısından olağan bir durum da olabiliyor. 


“GOOD GOOD!”


Bizim kültürel kodlarımızda “small talk” dedikleri bir hadise yok. Biz birine halini hatırını sormak istediğimizde, bunu gerçekten istediğimiz ve karşı tarafın halini merak ettiğimiz için sorarız genellikle. Şimdi bu kültürel kodlarla Londra’ya gelmiş birinin birkaç selamlaşma sonrasında yaşadığı hayal kırıklığını düşünün. Bunu hepimiz yaşamışızdır. İlk geldiğim günlerde konuk olduğum üniversitenin ortak mutfağında karşılaştığım bir akademisyen selam verdikten sonra “how is it going?” diye sormuştu, bu soru üzerine üç dakika konuştuğumu hatırlıyorum. Karşımdaki kişi ağzı açık beni dinlemek zorunda kaldı. Oysa sonradan öğrendim ki bu soruya verilen yanıt “good good!”tan ibaretmiş. Yaşadığım bu kültürel çatışmayı bir ayrımcılık deneyimi olarak ifade edebilir miyiz? Elbette hayır. 


Kendi kültürel değerlerini referans noktası yapmak üstelik başka bir toplumda yaşarken bu konuda ısrarcı olmak uyum sürecini uzatmaktan başka bir işe yaramıyor. Buradan bağlı olduğumuz kültürel değerleri terk edelim, içinde yaşadığımız toplumun değerlerini kabul edelim mesajı çıkarılmasın.   


TOPLUMUN İMAJINI BOZANLAR


Ayrımcılık sadece kültürel farklılıklarla ilgili bir durum değil elbette. Son yıllarda, özellikle aşırı sağın yükseldiği ülkelerde karşımıza çıkan yabancı düşmanı politik söylem, göçmen karşıtı yasalar, kamusal alanda yapılan ayrımcı muamele göçmenler için hayatı daha da zorlaştırabiliyor. 


Görüşmeler sırasında “burada hiç ayrımcılıkla karşı karşıya geldiniz mi?” sorusunu sorduğum bir görüşmeci şu cevabı vermişti: “Eskiden halk seviyordu insanları. Şimdi sevmiyorlar, ters bakıyorlar. Dünyanın her yerinde ırkçılık var. Diyorlar ya İngiltere’de ırkçılık yok, olmaz olur mu? İnsanların ülkesine geliyorsun ilticacı olarak, insanların ülkesindeki malları gasp ediyorsun, iş olanaklarını alıyorsun…  İster istemez bundan hoşlanmıyorlar.”


Başka bir görüşmeci ise Türkiyeli toplumun içinden çıkan bazı kişilerin toplumun imajını olumsuz yönde etkilediğini söylüyordu: “Bir yandan Türkiyeliler aslında burayı canlandırdılar, marketler, restoranlar çok ciddi etkileri var, ama çok abuk sabuk şeylerde de Türklerin çok kötü şeyleri var… Yok, bilmem Diana’nın cenazesinde çiçek çalan Türk, yok bilmem Kraliçe’nin kuğusunu yiyen Türk… Yani böyle o kadar saçma sapan şeylerle Türkler ortaya çıkıyor ki, yok bilmem en büyük mafyanın başında Türk mafyası… Adamlar ırkçılık yapsa da haklı.”


“AYRIMCILIK YAPSALAR DA HAKLILAR”


Göçmenler zaman içerisinde yaşadıkları sosyal ortama adapte olurken, nasıl ilk geldikleri sırada oraya son yerleşmiş olan göçmen grubu tarafından dışlanıyorlarsa, bulundukları yeri sahiplenme duygusuyla kendilerinden sonra gelen göçmen grubunu da dışlamaya başlıyorlar. Bu dışlama bazen değerler, tutum ve davranışlar üzerinden de tezahür edebilmektedir. Ayrımcılık deneyimine ilişkin sorulara verilen cevaplardan çıkan ilginç sonuçlardan biri de göçmenlerin ayrımcılığı olumlaması, adeta haklı görmesi veya yeni gelen göçmen gruplara karşı ayrımcı bir dil kullanması idi: “İngilizler Londra’da kalmıyorlar artık. Boşalttılar Londra’yı… Londra, kozmopolitik, bütün ülkelerin insanların bulunduğu bir yer oldu. (Ayrımcılık) yapsalar da ben haklı buluyorum. Çok iyi bir şeyler yapmıyoruz. Altlarında Türkler’in en son model arabalar (…) aynı zamanda yardım alıp da bütün bunları yapan yine Türkler… Şimdi bunları düşününce bizim ülkemize böyle yabancılar gelse, ülkeyi böyle kullansalar, acaba biz böyle aman ne güzel der miyiz? Hiç sanmıyorum. Onun için ben biraz normal görüyorum yani. Yapsalar da normal görüyorum.”


GÖÇMENİN GÖÇMENE AYRIMCILIK YAPMASI


Ayrımcılık deneyimi kamusal alandan ziyade daha çok işyerlerinde hissediliyor. Bir görüşmeci yaşadığı deneyimden yola çıkarak buna ilişkin “invisible border” örneğini vermiş, eşit koşullarda yarışılsa bile üst düzey görevlere Türkiyelilerin gelmesinin çok daha zor olduğunu belirtmişti. Doğrudan olmasa da hissedilen bir ayrımcılık yaşadıklarını belirtenler bunu karşı tarafın “üstten bakması” olarak ifade ediyorlar. 


Ayrımcılığa en çok uğrayan göçmenlerin bir süre sonra yeni gelen göçmenlere ilişkin ayrımcı bir dil kullanması göçmenlik psikolojisinin tipik özelliklerinden biridir. Bir görüşmeci, kendi deneyiminden yola çıkarak Türkiyeli göçmenler arasında siyahlara veya diğer göçmen gruplarına ilişkin bulunan önyargıların devam ettiğini belirtmektedir: “Ezildiğini hisseden ezeceği başka bir grup bulduğunda kendini şahlanmış hissediyor.  Sınıf çatışmasından çok güç çatışması desek daha iyi olur belki. Bence işin içinde ırkçılık da var. İlk geldiğim yıllarda dikkatimi çekiyordu. Otobüste otururken Türkçe konuşan birileri kimse Türkçe bilmiyormuş gibi yüksek sesle konuşuyor. Onların siyahlara ve Hintlilere karşı ırkçı yorumlarına şahit oluyorsun.” 


“PEKİ, BİZİM TOPLUM AYRIMCILIK YAPIYOR MU?”


Kendisinin uğradığı ayrımcı muameleyi duygulanarak anlatan; ama birkaç dakika sonra özellikle sonradan gelen göçmenlere ilişkin fark etmeden ayrımcı ifadeler kullanan çok kişiyle karşılaştım. Bu yüzden artık görüşmelerde “peki, bizim toplum ayrımcılık yapıyor mu?” sorusunu da soruyorum. Bu soruya gelen bir yanıtla yazıyı sonlandıralım: “Çok, bir kere siyahları sevmiyorlar zenci diyerek. Hintli, Pakistanlı ve Bangledeşlileri sevmezler. Siyahlarla evliliğe çok tepki gösteriyorlar. Çok rahatsız oluyorlar. Aslında başka bir kültürden evliliğe karşılar. Mesela aydın görünen birinin ben şöyle dediğine şahit oldum: ‘Ya bizim köyden kimse yok ki kardeşimi evlendirelim.’ Düşünün o kadar. Bırak Türkiyeli olmayı, kendi köyünden birini istiyor kardeşini evlendirmek için. O kadar artık. Ben şöyle düşünüyorum, Türkiye’deki insanlar son otuz yılda ilerlediler, ama otuz yıl önce buraya gelenler o dönemde kaldılar. Maalesef zihniyet olarak hiç değişmediler.” 


Fotoğraf: Brexit oylaması sonrasında göçmenlerin çoğu daha fazla ayrımcı muameleye kaldıklarını ifade ediyor.  


Ahmet Sapaz: Londra'da Centilmenler Kulübü’nde otuz sekiz yıl

No comments

15 February 2024

Bu söyleşide Ahmet Sapaz; İngiliz yönetici sınıfının dışında kraliçenin eşini, iki oğlunu Norveç Kralı’nı, Danimarka Kraliçesi’ni ağırladıkları “Centilmenler Kulübü”nde geçen 38 yılını anlatıyor. 


Tuncay Bilecen



Wimpy Kralı Ali Usta iflas edince tekrar işsiz kaldınız.


Ali Usta’nın iflas ettiğini Türkiye’de öğrendim, İngiltere’ye döndüm. Artık geleli beş yıl olmuştu. Yavaş yavaş çevreyi tanımış, dil sorununu aşmıştım. Önce inanamadım tabi Ali Usta’nın iflas ettiğine. Çünkü 70-80 tane dükkânı var. Nasıl olur? diyorum içimden. Dört farklı yerde menajerlik yapmıştım ona. O dükkânları tek tek dolaştım. Gerçekten de kapatılmış.  Dükkânlar kilitli, içerisi postacının mektuplarıyla dolmuş. Gideyim bari işsizliğe yazılayım dedim. Ben şirketteyken cinlik yapmışlar. Her yıl izne giderken işyerinde beni girdi-çıktı göstermişler. Böylece süreklilik önlenmiş. Bir aylık başvuru süresini de kaçırmışım. Dolayısıyla hiçbir hakkım olmadı. Gittim işsizliğe kaydoldum. Haftanın ilk üç günü ödemiyorlar. Çalışma günü beş gün kabul edildiği için iki gün ödediler bana. Her hafta da imzaya gideceksin. İşsizlik kurumunun önü ana baba günü gibi, sırada sokaklarda gördüğümüz esrarcı, eroinci tipler de var. İşlerin de tam ölü zamanları, grevlerle ülke çalkalanıyor. Ekonomi gerçekten durmuş. 


Sonra tekrar garsonluk işine mi döndünüz?


Gazeteleri karıştırdım. Bayswater semtinde bir Yahudi şirketinin dört yıldızlı oteli garson arıyordu. Niteliğine bakmadan hemen işe başladım. Üç ay çalıştım orada. Arkadaşım Hasan Saat, bana “gel sana burada bir iş var, burası nezih bir yer, Centilmenler Kulübü’nde birlikte çalışalım” dedi. Haftada 38 saat çalışıldığını ve ücretin de fena olmadığını da ekledi. 


Buradaki yeni işiniz neydi?


İşim kulübün ana barını çalıştırmaktı; yani kulübün bar menajeriydim. Meğer Hasan işten çıkacakmış, beni biraz da bunun için aldırmış. 14 Şubat 1976’da işe başladım. Ha babam de babam devam ederken tam 38 sene olmuş. Burası şimdiye kadar çalıştığım yerlerden çok farklıydı. Dört binin üzerinde üyesi vardı. İngiltere’de yönetici sınıf dediğimiz lordların, sörlerin yüksek eğitimli, elit insanların kullandığı otel ve sosyal tesisti. Barmenlik farklı bir meslek, başka hiçbir mesleğe benzemiyor. Kişiyle aranda 50 santim var. Yüz yüzesin. Kraliçenin eşi, iki oğlu, Norveç’in Kralı, Danimarka’nın Kraliçesi zaman zaman bunlar da geliyor. Onlara servis yapıyorsun. Çok saygın insanlarla çalıştım, sana bir tanıdık gibi yaklaşıyorlar. Damak tadını öğrenip kişiye özel kokteyller yapıyorsun. Zaman oluyor bu insanlarla sohbet ediyorsun. O tür bir kulübe üye olmak adeta bir statü göstergesiydi. Üyeler Oxford veya Cambridge mezunuydular. Bunlar “jump up” değildir, soydan asil insanlardır. Kulübe ölünceye kadar da üye olarak kalırlar. O kulübün insanlarından çok şeyler öğrendim. Hatta onlardan ilham alarak, köyüme dair belgesel niteliğinde bir çalışma yapıp kitap olarak bastırdım ve insanlara dağıttım. Bu arada Türkiye’de beş baskı yapmış, “İçki ve Koktely” adlı bir kitabım vardır. 


Nasıl bir çalışma yaptınız köyünüze ilişkin?


Köyün tarihçesini, ilgili bilgilerini, iki yüz senelik soy sop zincirini tek tek tespit edip yazıya döktüm. İngiliz gibi düşünmenin ne olduğunu, milliyetçiliğin yalnız bayrak dalgalandırmak olmadığını, erdemliliğin kayıp değil kazanç olduğunu öğrendim. Gerçek milliyetçiliğin efelenmeden, kırıp dökmeden ülke çıkarlarını korumak olduğunu öğrendim. 


Bunca yıllık çalışma deneyimi size başka neler kattı?


Açıkçası onlardan diplomasiyi öğrendim ve şunu düşündüm: İngiltere bir imparatorluk, biz de öyleydik. Onlar nerelerden çekildilerse o topraklarda kurulan ülkelerle dost kaldılar. Bizim çekildiğimiz yerlerde kurulan ülkeler ise bizim düşmanımız, onların dostu oldu. İşte buna İngiliz gibi düşünmek diyorlar. Bu ülkeyi yönetenler gerçekten liyakat sahibi, zeki ve kültürlü insanlar. Torpille, ahbap çavuş ilişkisiyle iş yapmıyorlar, işi hak edene veriyorlar. Sakin düşünüp sağlıklı karar veriyorlar. Bilhassa çocuklarının eğitimine çok önem veriyorlar. 


Ne zaman emekli oldunuz?


2014’ün şubatında emekli oldum. Tam 38 çalıştım. Her iki yılda bir başkan değişir orada. Başkan, “ne olur gitme, benim başkanlığımda da kal burada” dedi. “Artık yeter” dedim. “İşi tadında bırakmak lazım.” Çıkarken de bana emeğimin karşılığı olarak 15 bin sterlinlik hediye çeki ve kulübün ömür boyu emekliliğini verdiler. 


Emekli olduktan sonra kulübe gitmeye devam ettiniz mi?


Çok seyrek. Eskiler emekli oldular. Şimdi tanıdık kimse de kalmadı. Yüze yakın personelden birkaç kişi var sadece. Gençler durmuyor. 


Türkiye’ye geri dönmeyi düşündünüz mü hiç?


Gurbete giden herkesin ilk yıllarda kafasında taşıdığı düşüncedir bir gün mutlaka ülkesine geri dönmek. Bu düşüncenin kolay kolay gerçekleşmeyeceğini yıllar ilerledikçe anlar insan. Farkında olmadan da kafandan silinip gittiğini görürsün. Çünkü zaman her şeyi değiştirmiştir. Çevreye alışmış, çoluğa çocuğa karışmışsındır. Onların okul yılları, gelecekleri, tahsilleri senin vatana dönme fikrini fersah fersah geçer. Artık nerede yaşıyorsan, orası vatan olmuştur senin için. Biz buraya geçici olarak geldiğimizi düşünüyorduk. Bir ev alıp borçlanmak neyimize diyorduk. Fikrimi değiştiren Kıbrıslı, 'Tenekeci’ namıyla bilinen rahmetli İbrahim Usta’dır. Beni emlâk acentesine götürerek ev almaya ikna etmeye çalışırdı. Böylece 1978 yılında şimdi oturduğumuz evimizi 20 sene borçlanarak aldık. Daha sonra insanların birbirlerini görerek fikirlerini değiştirdiklerine, ev satın aldıklarına şahit oldum. 


Hayatın bana öğrettiği en büyük ders, dünyanın neresine gidersen git orda sana yol gösterecek, rehber olacak bir tanıdığın, arkadaşın, dostun olacak. Rehber güvencedir, ışıktır. 


Zamanla birçok şeyi öğreniyorsun ama iş işten geçtikten sonra bu öğrendiklerinin bir değeri kalmıyor. Önce bir rehber, sonra cesur bir duruş, hayatın başarısı bu yollardan geçiyor. Yatırım diye Türkiye’ye yatırdığımız, her ne varsa, hepsinden zarar ettik. Düzeni olmayan, adalet kavramı oturmamış, uyanıklığın geçer akçe olduğu bir ülkede yatırım ancak bu kadar olurdu. 



*Fotoğraf: Ahmet Sapaz, 38 yıl çalıştığı kulüpten emekli olup ayrılırken… Kulübün Genel Müdürü Mr.Telfer emeklerinin karşılığı olarak kendisine hediye çeki takdim ediyor. 


Ahmet Sapaz, Centilmenler Kulübü'nde geçen 38 yılın anılarını; BİR BARMENİN ANILARI, OXFORD & CAMBRIDGE CENTİLMENLER KULÜBÜ'NDE 38 YIL başlığıyla kitaplaştırdı.





https://www.youtube.com/c/BisikletliGazete

https://twitter.com/BisikletliGaze1

 



‘British jobs for British workers' masalının sonu

No comments

25 December 2022

Birleşik Krallık’ın ekonomik gerçekliğinden bihaber ırkçılar istedikleri kadar “British jobs for British workers” diye atıp tutsunlar, hepimiz biliyoruz ki bu ülkede göçmenler elini atmasa hiç yapılmayacak “Britishlerin” elini bile sürmeyeceği yüzlerce işkolu var. Son günlerde yaşanan tedarik sorunu, popülist Brexit kararının faturasını başta göçmenler olmak üzere tüm Birleşik Krallık halkının ödeyeceğini gösteriyor.


Tuncay Bilecen



Birleşik Krallık’ı Brexit’e götüren süreç daha dün gibi hatırımızda. Avrupa Birliği’nden çıkılması gerektiğini savunan güruh neredeyse propagandasının tamamını göçmen karşıtlığı üzerine kurmuştu. "77 milyon Türk İngiltere kapısına dayanacak!" diyen Boris Jonhson, UKIP lideri Nigel Farage ile birlikte kampanyanın bayraktarlığını yapıyor, her fırsatta da göçmenlere saldırıyordu. İkisinin de ortak tutumu British jobs for British workers” şiarından hareketle her fenalığın faturasını göçmenlere kesmekti. Örneğin göçmenler İngilizce öğrenmeden ve kendilerini British hissetmeden Birleşik Krallık’a adım atmamalıydı.[1]




Brexit’in İngiltere siyasetinde yarattığı kaosu iyi değerlendiren Johnson, krizi fırsatı çevirerek muradına erdi ve önce Muhafazakâr Parti başkanlığı sonra da Başbakanlık koltuğuna oturdu. Daha sonra da bu söylediklerinin bir kısmını ya inkâr etti ya da kendisine özgü üslubuyla konuyu saptırdı. Şu anda direksiyonunda Boris Johson’ın oturduğu Birleşik Krallık, popülist göçmen karşıtlığının bedelini ekonomide birçok alanda kendisini gösteren sıkıntılarla ödüyor.

TIR ŞOFÖRÜ KITLIĞI

Kamuoyunda “tır şoförü kıtlığı” olarak bilinen mesele, petrol istasyonlarına yakıt tedarikinde yaşanan sıkıntılarla yani uzun kuyruklarla ve belli başlı ürünlerin artık marketlerde bulunamamasıyla yani boş raflarla kendisini gösterdi.  Ancak göçmen alımında “puanlama sistemi”ne yakın dönemde geçilen buna rağmen istisnai bir şekilde tır şoförü almak için yeni bir vize türü yaratmaya çalışan Birleşik Krallık’ta Johnson’a göre ortada yine bir problem yoktu ve bu “kontrolsüz göç” için bir gerekçe olamazdı.


MEYVELERİ KİM TOPLAYACAK?
Birleşik Krallık’ın ekonomik gerçekliğinden bihaber ırkçılar istedikleri kadar British jobs for British workers” diye atıp tutsunlar, hepimiz biliyoruz ki bu ülkede göçmenler elini atmasa hiç yapılmayacak, “Britishlerin” elini bile sürmeyeceği yüzlerce işkolu var. Hatta ekonominin çarkları bu insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor.  Salgının ilk aylarında İngiltere tüm dünyaya kapılarını kapatmışken meyve toplamak için dünyanın dört bir yanından gelecek gündelikçi işçiler için yapılan istisnai düzenlemeyi hatırlayalım. Bu sayede 14 farklı ülkeden 7 bin meyve toplayıcısı gelmişti Birleşik Krallık’a. 

37 FARKLI ÜLKEDEN 16 BİN İŞÇİ GELDİ
Home Office’in istatistiklerine göre 2021’de meyve toplamak için Barbados, Nepal, Tacikistan ve Kenya dahil 37 farklı ülkeden 16 bin işçi geldi. Bu konuda en çok işçi sağlayan dört ülke Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ve Moldova oldular.  Times'ın haberine göre, tarlada çalışacak göçmen işçi bulamadığı için tarlasına 37 “British işçi” alan bir tarla sahibi 7 haftanın sonunda sadece bir işçinin çalışmaya devam ettiğini söylüyordu. Tarla sahipleri yerli halkın çalışmak istememesi nedeniyle saat ücretine yüzde 12 zam yaparak saatlik meyve toplama ücretini 15-20 sterline yükseltmiş.




JOHNSON'IN SÖYLEDİKLERİ VE GERÇEKLER

Muhafazakâr Parti’nin kongresine kıtlık tartışmalarıyla giren Boris Johnson bu konuda pembe bir tablo çizmeyi sürdürdü. Johnson'ın konuşmasına yanıt veren Küçük İşletmeler Federasyonu (Federation of Small Businesses FSB) başkanı Mike Cherry, başbakanın vizyonunun ve söylediklerinin "küçük işletmelerin ve serbest tüccarların yaşadıkları gerçeklikle örtüşmediğini” ifade etti. BBC's Today programına konuşan Iceland genel müdürü Richard Walker ise mevcut koşuların sürdürülemez olduğuna işaret ederek önümüzdeki günlerde fiyat artışlarının kaçınılmaz olduğuna dikkat çekti. Guardian gazetesi bu yüzden Johnson’un Manchester’daki parti kongre konuşmasını içi boş (vacuous) ve tumturaklı (bombastic) olarak nitelendirdi.

Birleşik Krallık, popülist Brexit kararının sancılarını ekonomide içine düştüğü krizlerle yaşarken, ekonominin çarklarını çeviren göçmenler kıymetlerinin anlaşılması bir yana günah keçisi olmaya devam ediyorlar.




Kaynaklar:

https://www.nytimes.com/2019/07/06/world/europe/uk-boris-johnson-immigrants-english.html

https://www.dailymail.co.uk/news/article-9982957/UKs-far-flung-army-fruit-pickers-16-000-workers-flew-2021-season-37-countries.html

https://www.bbc.com/news/business-58815961



[1] “I want everybody who comes here and makes their lives here to be and to feel British, that is the most important thing. And to learn English, too often there are parts of our country, parts of London still and other cities as well, where English is not spoken by some people as their first language. And that needs to be changed.”

 

Bu ülkeden gitmek: “Yeni Türkiye’nin göç iklimi"

No comments

11 October 2022

İngiltere’nin Türkiye’den yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya olduğu hepimizin malumu… Bu konuyu güncel gelişmelerin ışığında ele alan kitaplardan biri de "Bu ülkeden gitmek"...







Tuncay Bilecen


2014-2015 yılları arasında Londra’da Ankara Anlaşmasıyla ilgili yaptığımız çalışma için Home Office’ten aldığımız bilgi setinde 2002’den bu yana anlaşmadan kabul alanların sayısı 4.220 kişi olarak yer alıyordu. Türkiyeli toplum olarak abartma huyumuz bu konuda da devam ediyor, sahada “en az 30-40 bin kişilik Ankara Anlaşmalı varmış” cümlelerini sık sık duyuyorduk. Ancak bu rakamlar son üç yıldaki rekor başvurularla gerçeğe dönmüş gibi görünüyor. Anlaşma yapmak için başvuranların sayısı 2016’da 3.560, 2017’de 5.205, 2018’de ise 7.607. Bu sayılar 2019 ve 2020'de ise 20 binlerin üzerine çıktı. Bu da bize özellikle son dört - beş yılda Türkiye'den ciddi bir nüfusun yurt dışına çıktığını gösteriyor.



GİDENLERİN HİKÂYESİNİ ANLATAN KİTAP


Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna’nın kaleme aldığı Bu Ülkeden Gitmek, Metropolis Yayıncılıktan çıktı. “Yeni Türkiye’nin göç iklimini buradakiler ve oradakiler anlatıyor” alt başlığıyla yayımlanan kitap, son yıllarda “bu ülkede artık yaşanmaz” diyerek çekip gidenleri, gitme niyeti taşıyanları ve ne olursa olsun gitmeyi son seçenek olarak görenleri konu alıyor. 


Kitabın odağında iki kavram var: Huzursuzluk ve güvensizlik. Bu iki duyguyu içinde taşıyanların, Türkiye’de artık nefes alamayanların hikâyesi anlatılıyor Bu Ülkeden Gitmek’te. İbrahim Sirkeci, kitaba yazdığı “Sunuş”ta göç olgusuna ilişkin yaptığı genel değerlendirmede öncelikle son yılların popüler konusu olan göçe dair kalıplaşmış yargıları ele alıyor; ilk olarak göçün son yıllarda çok gündemde olmasına karşın dünya nüfusunun sadece yüzde 3.4 kadarının uluslararası göçmen olduğunu hatırlatıyor. Sirkeci, Türkiye’nin OECD üyesi gelişmiş ülkeler arasında, vatandaşları kitleler halinde göç eden / iltica eden tek ülke olduğunu vurguluyor. Bugünkü tablo daha farklı olsa da güvensizlik göç motivasyonunda başat faktör olmaya devam ediyor.


KİMLER GÖÇ EDİYOR?


“Türkiye’yi terk edenler arasında iş insanlarının ve girişimcilerinin yanında sanatçılar, akademisyenler, askerler, diplomatlar, mühendisler, doktorlar, öğrenciler, berberler, müteahhitler, mimarlar ve aklınıza gelebilecek her meslekten insan var. Türkiye’de mutlu olamayanlar tablosunda maalesef toplumun tüm kesimlerinden, hemen her kültür, etnik ve inanç grubundan insana rastlıyoruz” (s. 11). 


Kitabın odağında, sözü edilen huzursuz yurttaşların Türkiye’yi neden terk etmek istedikleri sorusu var. Önsözde bu durum; “Amacımız, Türkiye’de yaşayan, somut yaşamsal bir tehditle yüz yüze kalmamış olsa da, yani gitmek zorunda olmasa da, gerek duygusal gerekse de zihinsel olarak tehdit altında olduğunu, bu nedenle de gitmek zorunda kaldığını hisseden kişilerin hikâyelerine kulak vermek” (s. 17) şeklinde ifade ediliyor. Bu bakımdan çalışmanın sorunsalı göç edenlerin “Türkiye’de sürdürdükleri yaşamdan neden vazgeçtikleri, maddi ve manevi olarak nasıl karar verdikleri, hangi aşamada harekete geçtiklerini öğrenmek” (s. 23) olarak belirlenmiş. 


Yazarlar kitabın akademik bir çalışmanın ürünü olmadığını, herhangi bir sosyolojik araştırma metodunu kullanmadıklarını, daha çok gazetecilik perspektifinden konuya yaklaştıklarını peşinen ifade ediyorlar. Fakat bu durum kitabın niteliğini düşürmüyor, tersine röportaj tekniğinin iyi kullanılması sayesinde gitmek isteyenlerin hangi saiklerle gitmek istediklerini, gidenlerin neler yaşadığını etraflıca öğreniyor, özetle kitapta görüşmecilerin gür sesini duyabiliyoruz. 


KİTABIN ODAĞINDA ENDİŞELİ MODERNLER VAR


Görüşmeciler, 28-40 yaş aralığında; 16’sı kadın, 11’e erkek, toplam 27 kişiden oluşuyor. Kartopu yöntemiyle ulaşılan bu kişilerle derinlemesine mülakat yapılmış ve veri içerik analizi metoduyla işlenmiş. Yazarlar, görüşecekleri “kişileri belirlerken demografik kriterlerden ziyade kişilerin hikâyelerine öncelik” verdiklerini farklı meslek gruplarından kişileri seçmeye özen gösterdiklerini belirtiyorlar (s. 24). Ancak kitabın tamamı okunduğunda, görüşmecilerin yaş, cinsiyet, meslek olarak farklılıklar arz etseler de dünya görüşü olarak birbirlerine çok benzer oldukları görülüyor.


Bu benzerlikler görüşmecileri politik değerler bakımından ortak bir kümeye dâhil etmemize yol açıyor. Bu bakımından kitabın özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında göç edenlerin tamamının ruh halini yansıtmadığı bir gerçek. Bu da bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Örneğin bu kümenin fertleri için “Gezi” bir milat: “Bu çalışma için yaptığımız görüşmelerde bize ilginç gelen şeyse şu oldu: Demografik ve sosyokültürel özellikleri bakımından büyük çoğunluğu ‘Gezi katılımcısı’ olabilecek görüşmecilerimiz, Gezi’yi genel olarak Türkiye tarihinin negatif bir kırılma ânı olarak anımsıyorlar. Daha doğrusu, Gezi olayı belleklerde bir hayal kırıklığı olarak yer etmişe benziyor.


Gezi sürecindeki orantısız polis şiddetinin şok ediciliği, Gezi’den sonra iktidarın gitgide tırmandırdığı ayrıştırıcı dil ve baskı politikaları, Türkiye’de göç etmek isteyen görüşmecilerin ‘ülkeden umudu kesme’ tutumunu besleyen sembolik araçlar olarak karşımıza çıkar”  (s. 50-51). Nitekim görüşmecilerden Yılmaz bunu, “Gezi öncesi gibi değiliz, Gezi sonrasında Gezi öncesi gibi kalamadık”, “Gezi birçok hareketi yardı ve Gezi’den sonraki yapamama-edememe hali, Gezi’den önceki yapamama-edememe halinden daha ağır bir külfet olmaya başladı” şeklinde ifade ediyor. Görüşmecilerden ikisi ise gazetecilik mesleklerini Gezi sonrasında sürdüremediklerinden söz ediyorlar. 


Fotoğraf: Gözde Kazaz ve H.İlksen Mavituna’nın yazdıkları Bu Ülkeden Gitmek adlı kitap 2018’de Metropolis Yayınevi’nden çıktı. 


“Bizim toplum acıyı seviyor, mutluluğu değil”

No comments

12 October 2021

Her göçmenin hikâyesi büyük göç anlatısının bir parçasıdır. Göçmenlerin kişisel tarihlerine yapılan yolculuklar da bu anlatının ortaya çıkmasına katkı sağlar. Bu yazıda, Sevim Demir’in kişisel tarihine yolculuk yaparak Londra’da yaşayan Türkiye toplumunun yaşadığı dönüşümün izlerini süreceğiz. 




Tuncay Bilecen


Göçmenler üzerine çalışmanın en keyifli taraflarından biri de birçok insanla tanışmak ve bu insanların hikâyelerini onların ağzından dinlemek. Kayıt tutma, bellek havuzu oluşturma gibi bir kültürümüz olmadığı için ne yazık ki böyle birçok hikâye, yazılmadan, kayıtlara geçmeden kişilerle birlikte yok olup gidiyor. Göçmenlerin ardında bıraktığı yüzlerce belgeyi ve fotoğrafı düşünün bir de… Böylece bir kültür mirası eriyen buzdağı gibi insanlarla birlikte yavaş yavaş yok oluyor. Bu söylediklerime tezat gibi gelecek, ama çoğu göçmenin gönlünde yatan aslan yaşadıklarını bir gün kayda geçirmektir. Hani, “hayatımı yazsam roman olur” cinsinden bir istektir bu. Nitekim bunu gerçekleştirenler de yok değil; fakat bu metinler maalesef sınırlı bir çevreye ulaşıyor ve üzerlerinde çalışma yapılmadan tıpkı o sandıkta solan fotoğraflar gibi kitaplık raflarında solup gidiyor. 

Sevim Demir, dört aylık evliyken, 1986’da eşiyle birlikte Londra’ya gelmiş. 12 Eylül darbesinin acı günlerinde birçok yakınının dünyanın dört bir yanına dağıldığını söylüyor. “Dil kursuna gidip biraz kendimizi düzelttikten sonra döneriz dedik ama hiçbir şey düşündüğümüz gibi olmadı maalesef” diyor. “Uzun yıllar burada kaldık. Bir ev alır, Türkiye’ye geri döneriz dedik ama hayallerimiz geldiğimiz gibi değildi. Bunu her zaman söylüyorum; benim bu ülkeye geldiğimde çektiğim sıkıntıyı herhalde dünyanın hiçbir yerinde çekemezsiniz.”


Nasıl sıkıntılardı bunlar?


“Konut sıkıntısı, iklim farklılığı gibi… Bir evin içinde yirmi kişiyle bir buzdolabını paylaşmak veya bir odayı başkalarıyla paylaşmak gibi. Bir evi tanımadığın insanlarla paylaşmak çok ağır bir yüktü. Alıştığım kültüre aykırıydı, affedersin lavaboya çıkarken her ülkenin insanını görüyorsun. Daha yirmi üç yaşındaydım ülkeye geldiğimde. Son derece zor bir süreçti. Ben yazıyorum zaten. İleride bir kitap olarak yayınlayacağım.” 


Londra’da hangi işleri yaptınız?


“O zaman herkes gibi ben de tekstilde çalıştım. Çalışanlar Türk, sahipleri Türk… 15 yıl bilfiil Türk fabrikasında çalıştım. Bu 15 yıl 40 yıla bedeldi. 15 yıl gündüzü tanımadan çalıştım, 5.30 yola çıkıp… O yıllarda dil öğrenmem mümkün değildi. Bir de ekonomik sıkıntım vardı. Kira vereceksin, alışverişini yapacaksın. Türkiye’deki insanların birtakım beklentileri oluyor sizden. Hepsini kaldırmak çok güçtü. 10-11’den sonra eve geldiğin bir ortamda okula gitmek mümkün değildi o yıllarda.”


Tekstildeki iş ortamınızdan biraz söz eder misiniz?


“Çalışma koşulları son derece kötüydü. Tekstil kıyafet üzerine olduğu için toz oluyordu, son derece eski fabrikalardı. Türkiye’de ahır deriz ya, içine girdiğinizde dışarı çıkıp nefes almak istersiniz, öyle bir ortamdı. Hiçbirimiz işi bilmiyorduk. Son derece düşük ücretlerle uzun saatlerle çalışıyorduk. 23 yaşında olmama rağmen en büyüklerden biri bendim. Haftanın her günü çalışıyorduk. Günde en az en az çalıştığımızda 13 saat çalışıyorduk. Bu 14-15 saat oluyordu bazen. Herhalde Londra’da en çok çalışan on kadın işçiden biriyimdir o kuşaktan. Londra beni tanır, para kazanmak için durmadan çalışırdım.”


Londra’da yaşayan Türkiyeli topluluk sizce dışarıdan nasıl görünüyor?


“İçine kapalı. Çünkü burada genelde buraya ekonomik şartlar nedeniyle kırsal kesimden geldikleri için atıyorum köyde iki ineği olan, iki koyunu olan bu ülkeye geldi. Cenazelere gidiyorum en basiti, bizim toplum acıyı seviyor, mutluluğu değil. Hüzün, acı onları daha çok mutlu ediyor. Neşe, mutlu etmiyor Türkleri. Geçen sene cenazede bir kadın dikkatimi çekti,  ben İngiliz zannetmiştim sarışındı. ‘Neden bu kadar cenazelere gidiyorsunuz, sürekli ağlıyorsunuz?’ dedi. Çok ilgimi çekmişti. Gerçekten öyle. Uyumsuzluk var bir de. Mesela öncelikle en basiti, herkes siyah giyiniyor. Bu bir tarz değil. Yüz kişiden biri başka renk giyiyorsa, geri kalanı siyah giyiyor.”


“Bir de kendilerini hiç geliştirmediler; sanat, sinema, tiyatro hiç mutluluk vermiyor. Sadece derneklerin ortak kahvaltı programları mutluluk veriyor insanımıza, bir de cenazeler. Her cenazeye katılıyorlar. Acıyı seviyorlar. Buradan giden insanlar Türkiye’de de fark ediliyor. Bunlar niye böyle diye…  Çünkü eğitim seviyesi düşük. Bir de bu toplumun intihar sorunu var, kumar ve uyuşturucu sorunu var.”



Londra’da boş vakitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? 


“Kızlarım olduktan sonra işi bıraktım. Onların eğitimine son derece önem veren annelerden biriyim, çünkü o sıkıntıları ben çok çektim. Özellikle Türkiye’ye geri dönüş kararı aldığımızda çocuklarım çok zor günler geçirdiler. O zaman sekiz yaşındaydılar. Türkiye’ye yerleşmek için gittiğim gün orada yapamayacağımı fark ettim. Türkiye’de geçen beş yılın ardından ise çocuklarımı kaybedeceğimi anlayınca geri dönme kararı aldım. Londra’ya ilk geldiğimde yaşadığım sıkıntıyı bu sefer çocuklarla yaşadım. O yüzden onların eğitimi benim için çok önemli. Yirmi yaşında ikiz kızlarım var. Kızlarımdan biri UCL Üniversitesinde mimarlık okuyor, diğeri Londra Art Üniversitesinde grafik tasarım ve moda tasarım okuyor.” 


“Bizim toplumu çok yakından takip ediyorum. Cemevi’ne, CHP’ye ve Türk Eğitim Birliği’ne üyeyim. Day-Mer’e üye değilim, ama etkinliklerine giderim. Akşam tiyatroya gittim mesela. Sanatı çok severim. Sosyalleşmeyi severim. Siyasî olmayan köy dernekleri ve Cemevi’nin bütün faaliyetlerine gider, elimden gelen yardımları da bütçem elverdiği ölçüde yapmaya çalışırım.” 


“Ben çok eğitimli bir insan değilim, ama çok okuyorum, farklı kültürden insanlarla iletişimim var. Çevremdeki arkadaşlarım ‘Sevim Sultan’ derler bana, çünkü onlara doğruyu yanlışı daima söylediğimi bilirler. Her zaman toplumla yaşamayı seviyorum. Gençlere emek veriyorum, bu emeğin karşılığını almayı da seviyorum. (Burs verdiği öğrencinin ona göndermiş olduğu notunu gösteriyor.) Kayserili, köyde yaşıyor. Köylü çocuğu… Çok güzel bir yazı göndermiş bana. Hayatım bundan sonra öğrencilerle geçecek. Türkiye’nin genelinde yardıma muhtaç öğrencilerimiz var. Öğrenci fonunda görev alıyorum. Türkiye’deki fakir üniversite öğrencilerini tercih ediyorum. Bundan sonraki yaşamım da öğrencilerle geçecek. Aydan aya öğrencilere sadece kendim değil sosyal çevremle birlikte destek olmaya çalışıyorum. Bunu genişleteceğim.”


*Fotoğraflar: Sevim Demir’in (sağdaki) tekstilde çalıştığı günlerden bir fotoğraf… Sevim Demir, bundan sonra Türkiye’de üniversite okuyan üniversite öğrencilerine yönelik burs kampanyaları düzenlemeyi sürdüreceğini ifade ediyor.

“Restoranlarımızın başarısı Türk mutfağının zenginliği sayesindedir”

No comments

04 November 2020

Ankara Otelcilik Okulu’nun kurucu müdürü olan ve İngiltere’de birçok önemli otelde yöneticilik yapan Yunus Aslan’la görüşmemizin geri kalan kısmını yayınlıyoruz. Söyleşinin bu kısmında, Aslan’ın otel yöneticiliği serüvenini ve Türkiyeli etnik ekonomiye ilişkin görüşlerini okuyacaksınız.






Tuncay Bilecen


Yunus Aslan, Türkiye’de henüz turizmin kelime anlamının bilinmediği dönemlerde ateşten gömleği giyerek yine o vakte kadar ihmal edilmiş olan otelcilik sektörünü geliştirmek için ABD’de eğitime gönderiliyor. Gittiği okul bu alanda dünyanın en itibarlı üniversitelerinden biri olan Cornell Üniversitesi… 


“HOCAM OTELCİ OLURSAK BİZE KIZ VERMEZLERMİŞ”


Türkiye’ye döndüğünde de birçok güçlükle karşılaşıyor. Aslan’ın Otelcilik ve Türkiye kitabından okuyalım: “Bir keresinde çağrılı olduğum bir kokteylde kendimi otelcilik okulu müdürü diye tanıtmam üzerine şaşkın bakışları üzerimde topladığımı hiç unutmuyorum. Okulun kurucularından ABD’li eğitim müşaviri Profesör Lanza’ya daha tanımadan ve uygun bir bina bulunmadan bu okulun niye açıldığını sormak zorunda kaldım. Lanza’nın yanıtı, ‘tanınmayı ve uygun bir bina bulmayı bekleseydik, bir on yıl daha geçerdi. Bu okulun hemen açılması lazımdır’ olmuştu.” 


Bu dönemde Türkiye’de otelcilik sektörü çok zayıf olduğu için öğrenciler de bu alanda eğitim almaya pek istekli değildir. Öğrencilerin bu tereddüdünde bu alanda kendilerine bir istikbal görmemiş olmalarının büyük bir etkisi vardır: “Toplumsal statü açısından pek de bir itibar görmeyen bir meslekti otelcilik o zamanlar. Bir okulunun olması bile ilk başlarda bu izlenimi kolay kolay ortadan kaldıramadı. Öğrencilerimizden hep ‘hocam bize kız vermezlermiş, evlenemezmişiz’ diye kaygı dolu yakınmalar duyduk.” 





ÖĞRENCİLERİNE STAJ YERİ BULMAK İÇİN YOLLARA DÜŞEN HOCA


Hal böyle olunca öğrenciler için staj yeri bulmak da bir hayli zordur. Yunus Hoca, bıkıp usanmadan öğrencilerini yerleştirecek bir yerler arar. Çoğu zaman kapılar yüzüne kapansa da o vazgeçmez, en sonunda bütün öğrencilerini bir yerlere yerleştirmeyi başarır. Bu öğrencilerden biri de daha önce bu sayfaya üç hafta boyunca konuk ettiğimiz Ahmet Sapaz’dır… Sapaz anılarında bu yolculuğu şöyle anlatıyor: “Yıl 1965, Mayısın yirmi altısı… İzmir istikametine doğru yola çıkıyoruz. Ne için gittiğimiz belli de nerede bir staj yeri bulacağımız belli değil. Sonu ne olacağı bilinmeyen bir yola çıktık gidiyoruz.” Fakat işler yolunda gitmiyor ve kapılar yüzlerine kapanıyor. “Zaman kıt. Başka yerlerden staj yeri temin etmek de zor. Çünkü yok! Ülkede birkaç otelin dışında, bugünkü anlamda, ne otel ne de tesis var. Müdürümüz Yunus Aslan sıkıntılı. Ne yapıp yapıp ta bizlere bir yer bulurum diye durmadan düşünüyor ama kolay bir çıkış yolu bulamıyor. Sonunda kararını veriyor. Çocuklar: Ümidim tamamen yitmedi. İzmir’e gideceğiz. Allah büyüktür! Sizlere bir yer bulacağım. Hazır olun: yarın gidiyoruz!”  Ve çileli bir yolculuğun sonunda umutların tükendiği anda Efes Oteli’nde Ahmet Sapaz ve arkadaşları için bir staj yeri ayarlanıyor. “Hocanın yürüyüşünde bir farklılık vardı. Yere basarak mı yoksa basmadan mı geliyor pek fark edilmiyordu. Ama gelişi iyi bir gelişe benziyordu. Yanımıza yanaşıp da gözlerinin içinin güldüğünü fark edince: hoca iyi haberle geliyor dedik. Hoca çok mutluydu. Efes Oteli’nin yarısını kendisine bağışlasalar bu kadar mutlu olamazdı.” 


Kitabı bırakıp sohbete geri dönelim. Yunus Aslan’a tüm göçmenlere sorduğum soruyu soruyorum:
“İngiltere’de çalışırken hiç ayrımcılığa uğradığınızı hissettiniz mi?”


“Irkçılık burada suçtur. İşi hak edene hakkıyla verirler. Çalıştığın yere bağlı. Ben Hilton otellerinde çalıştım genelde. Beni Hilton’un bütün kurslarına gönderdiler. Hep Türkiye’ye gittiğim için çok yükselemedim ama yine de gönderirlerdi. Mesela bizim Ercüment Acar vardı, Sheraton Genel Müdürü idi. Bütün otellerin genel müdürü oldu. Kademeleri çok rahat yükseldi. Bazı müşteriler ‘siz Türk müsünüz?’ diye merak ediyorlardı. Türkler nasıl geliyor diye merak edenler de vardı.” 


“Niye Türkiye’de çalışma gereği duydunuz?”


“Türkiye’ye çok emeğim geçti. En birincisi hükümet beni burslu Amerika’ya gönderdi sırf Türkiye’de Otelcilik okulunda çalışayım diye. O var. Bir de Türkiye’yi çok seviyorum. Amerika’ya gitmeden önce Eskişehir Ticaret Lisesi’nde öğretmendim. İki tane beden eğitimi öğretmeni vardı. 19 Mayıs’ta çocukları ben hazırlıyordum, 19 Mayıs resmigeçidinde çocukların önünde ben yürüyordum. Yani böyle çok emek verdim. Kitapta bunların hepsi var. Tabi böyle olunca vazgeçemiyorsun. Memlekette benim ismim bir sokağa verildi. Şimdi o da beni oraya çekiyor.” 


“Londra’da sizi çeken şey ne?”


“Dikkatimi çeken şey bir kere, az da olsa aldığın para yetiyor burada. Burada görülecek çok şey var. Herkese her istediğini veriyor İngiltere… Mesela sporu seviyorsan her yaşın sporu var burada imkânı da var. Tiyatroyu seviyorsan, okulu seviyorsan yani her aradığını burada bulabiliyorsun. Çok aktivite var, gitmeye yetişemezsin.” 


“Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?”


“Burada milyarların döndüğü bir kebap endüstrisi var… Binlerce kebapçı var, bu alanda binlerce insan çalışıyor, ama maalesef bunları yönlendiren bir kurum yok. Aslında bu Türkiye’nin ve Türk mutfağının tanıtımı için çok önemli bir potansiyel. Kebapçılar eğitim bekliyor. Restoranların ismi Türkçe ama tabelalarına ‘Turkish restaurant’ yazmıyorlar. Türk mutfağı dünyada ilk üçün arasında. Dolayısıyla bu restoranlarımızın başarısı Türk mutfağının zenginliği sayesindedir.”


Fotoğraflar: Yunus Aslan, “Otelcilik ve Türkiye” adlı kitabında Türkiye’de otelcilik sektörünün gelişimi için yaptığı katkıları ve İngiltere’de otel yöneticiliği yaptığı yılları anlatıyor.  


 


Otellere adanmış bir ömür: Yunus Aslan

No comments

01 November 2020

Yunus Aslan, Türkiye’de otelcilik ve turizm sektörünün gelişmesi için en fazla emek veren kişilerden biri. 1961’de devlet bursuyla Amerika’ya giden Aslan bu konuda dünyanın bir numaralı üniversitesi olan Cornell Üniversitesi’nde otelcilik eğitimi alıyor, Türkiye’ye dönüp Ankara Otelcilik Okulu’nun kurucu müdürlüğünü yapıyor ve yolu 1974'te Londra'ya düşüyor...


Yunus Aslan, Türkiye’de otelcilik ve turizm sektörünün gelişmesi için en fazla emek veren kişilerden biri. 1961’de devlet bursuyla Amerika’ya giden Aslan bu konuda dünyanın bir numaralı üniversitesi olan Cornell Üniversitesi’nde otelcilik eğitimi alıyor ve Türkiye’ye dönüp Ankara Otelcilik Okulu’nun kurucu müdürlüğünü yapıyor. 1974’te yolu Londra’ya düşen Yunus Aslan’la kendi kişisel tarihi üzerinden Londra’daki Türkiyeli toplumu konuştuk. 


Birkaç hafta önce Ahmet Sapaz’la üç haftalık bir röportaj serisi yapmış, Ankara Otelcilik Okulu’nun ilk mezunlarından olan Sapaz’ın Londra serüvenine, Londra’da yaşayan Türkiyeli topluma ilişkin gözlemlerine genişçe yer vermiştik. Bu hafta, işte o okulun kurucu müdürü Yunus Aslan’ı konuk ediyoruz sayfamıza. Londra’nın güneyinde South Bromley’de şirin bir kafede buluşuyoruz Yunus Bey’le. Eğitim macerasıyla sohbete başlıyoruz. 


Önce devlet bursuyla Amerika’ya gönderilmenizden başlayalım.


Eskişehir Ticaret Lisesi’nde öğretmen olarak çalışırken 27 Mayıs İhtilali’nin hemen ardından okul müdürümüz İrfan Tarı beni odasına çağırttı. “Seni ABD’ye göndermek istiyorlar, gider misin?” diye sordu. Meğer Türkiye genelinde sicili en iyi olan altı öğretmeni ABD’ye göndermek için aday olarak belirlemişler. Altı kişi elenerek ikiye düşürüldü, ben birinci seçildim. Bursa’dan meslektaşım Halis Sözeri’yle ABD’nin ünlü George Town Üniversitesi’ndeki dil okuluna gönderildik. Ondan sonra Cornell Üniversitesi’nde otelcilik tahsili yaptım. Sonra Türkiye’ye dönüp otelcilik okulunu açtım ve oranın kurucu müdürü oldum. Daha sonra otelcilik sektöründe Türkiye’nin tanınmış otellerinde yöneticilik yaptım. Bu döneme ilişkin anılarımı Otelcilik ve Türkiye adlı kitabımda bir araya getirdim. 


Londra’ya ne zaman ve niye geldiniz?


1974’te geldim. Türkiye’de iyi bir işe sahipken neden bir kez daha yurtdışına çıktığım sorulursa, dışarıya alışmış olmamdır bunun nedeni. Belki meslekte daha da yükseleme isteği de vardı, İmbat Otel’de çalışırken İngiltere’de Metropolitan Otel şirketine başvuruda bulundum. Başvurum otel yönetimince kabul edilince, dünya güzellik yarışmalarına katılan güzellerin konakladığı Londra’daki Britanya Oteli’ne verdiler beni. Yiyecek – içecek supervisor’ı olarak işe başladım. 


Niye ABD’de değil de Londra? 


O zaman bizim talebeleri Londra’ya gönderiyorduk staja. Kardeşimi de göndermiştim. Fazla da düşünmedim. Daha yakın olduğu için Türkiye’ye… Hem maddî yönden hem de ulaşım yönünden kolaylığı olduğu için… 


Eşiniz ve çocuklarınız sonradan mı geldi?


1971’de Turizm Eğitim Merkezleri’nde (TÜREM) müdürken evlenmiştim. 1972’de kızım doğmuştu. Evliydim ama tek gelmiştim, bir süre sonra eşimi ve kızımı getirdim. Ama onları kısa süre sonra geri gönderdim. Bir gün Londra’da Turizm Ataşesi Münce Giz Bey’in evine gitmiştim. Benim kızın yaşlarında iki kızı vardı onun da. Çocuklara Türkçe soruyorum bana İngilizce yanıt veriyorlar. Benim kızım Türkçeyi unutabilir korkusuyla Türkçeyi iyi öğrenmesi için annesiyle birlikte Türkiye’ye gönderdim, iyi yaptığımı düşünüyorum. Özel bir Türk kolejinde ortaokulu bitirdikten sonra buraya geldi, Westminster Üniversitesi’nde Business ve Finance dalında master yaptı. 


Hep Londra’da mı çalıştınız?


Şirketim beni bir süre sonra bir kademe daha yükselterek Belfast’taki Europe Oteli’ne yiyecek – içecek müdürü olarak atadı. Daha gittiğim ilk gün çalıştığım oteli IRA bombaladı.

 Canımı zor kurtardım tekrar Londra’ya geldim. Tabi şirket falan bir tarafa. Öğrencim vardı burada Paddington’ta… Senator Otel’de genel müdürdü, Önder. Sağ olsun beni bavul taşıyıcısı olarak başlattı. Gece 12’de görev alıyorum. Önder bana yine bir iyilik yaptı, personele verilmeyen bir müşteri odasını bana verdi. Öyle bir başlangıç oldu. Bir iki hafta sonra aynı şirkette kontrol görevi aldım. Sonra da Hilton’a geçtim. 


Hep otellerde çalıştım ve eğitim işiyle ilgilendim. Cornell Hotel School’un “field interviewer’ı olarak, okul adına imtihan ve mülakatlar yaptım. Eğitimi hiç bırakmadım. İzmir’de otelde çalışırken bile izin günümde gidip 9 Eylül Üniversitesi’nde konferans verirdim. 


Buraya geldiğinizde Türkiyeli göçmen var mıydı?


Çok azdı. Neredeyse birbirimizi tanırdık. Kıbrıslı çoktu. O zaman için 50-60 bin Türkiyeli var deniyordu Kıbrıslılar dâhil. Şimdi kaç kişiye ulaştı, bilmiyorum.


O vakitler göçmenler açısından hangi meslek revaçtaydı?


Aşçılık. Bunun sırrı da şu; çalışma müsaadesi alabilmek için gelenlerin İngilizlerin yapamadığı bir işi yapması gerekiyor. Bizim Türk yemeklerini de bizim aşçılardan başkası yapamıyor. O nedenle aşçı getirmek daha kolay oluyordu. Profesör bile olsa aşçı olarak geliyordu. O zaman da gelirlerdi, şimdi de diyorlar hocam bize aşçı bul. Ama İngilizler bir yeni şart daha koşmuşlar, lise mezunu aşçı olacak. İzmir Ekonomi Üniversitesi, Mutfak Bölümü var, oradan bulabilirsiniz dedim. Böyle bir tavsiyede bulundum. 


Şu anda yeni gelen göçmen grubuna ilişkin gözleminiz nedir?


Bizim adetlerimizden vazgeçemiyorum. Her gün Kuzey Londra’ya giderim. Türk televizyonu izlerim. Maçları izlerim. Şu anda Bromley dâhilinde bir sağlık turizmi çıktı. Ankara Anlaşması çıktı. Sağlık turizmi dolayısıyla gelenler yoğunlukta çevremde. Bizim Türkiye’de diş tedavisi çok iyi. Buradan Türkiye’ye hasta gönderiyorlar. Hükümet de bunu destekliyor. Buna aracılık etmek için gelenler var. 


Dışarıdan bakıldığında bizim toplum nasıl görünüyor?


Şimdi bunu ben iki türlü cevap vereceğim. Burada olsun yurtdışında olsun, çok iyi kendini yetiştirmiş Türkler de var, içine tamamen kapanmış olup değişmek istemeyenler de… Tahmininizden daha çok kaliteli insan var. Ben Hilton’da çalışırken, genel müdürle Arsenal’ın maçına gittim. Ben bile bilmiyorum, genel müdür bana dedi ki, “Yunus bak” dedi, “şu orta koltukları hep Türklere aittir. Çok işadamı var, mühim Türk var” dedi. Ben bunu bile bilmiyordum, bunu bana Fransız genel müdür söyledi. Bu bir… İkincisi hiç intibak edemeyen, etmek istemeyen Türkler de var… Bunların çoğu Kuzeyde… Mesela Türk gazetelerinde okuyorum. Düğünlerde ve mühim maçlardan sonra arabalar konvoy yapıyor kuzeyde. Hepsine de ceza kesiyorlar. Yine de devam ediyorlar. İşte buraya uymak istemeyenlere bir örnek. 


(Sürecek…)


Tuncay Bilecen




© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan