Reform Partisi’nden “kalıcı oturumu” kaldırma vaadi

No comments

22 September 2025

İngiltere’de göçmen karşıtlığı ile bilinen ve şu anda anketlerde birinci sırada yer alan Reform UK partisi, göçmenlerin beş yılın sonunda elde ettiği süresiz oturum hakkını kaldırmayı vaat etti. Parti, planlarının kamu maliyesinde yüz milyarlarca sterlin tasarruf sağlayacağını savunsa da bu iddianın hiçbir bilimsel temeli bulunmuyor.

Reform UK, iktidara gelmesi halinde göçmenlerin Süresiz Oturum İzni (ILR) hakkını kaldıracağını açıkladı. Mevcut sistemde göçmenler beş yılın ardından süresiz oturum ve vatandaşlığa geçiş hakkı kazanabiliyor. Yeni planda ise göçmenler her beş yılda bir vize yenilemek zorunda kalacak.

Parti ayrıca İngiliz vatandaşları dışında kimsenin refah yardımlarına erişemeyeceğini belirtiyor. Reform UK, bu düzenlemelerin kamuya maliyetinin önümüzdeki yıllarda 234 milyar sterlin azalacağını öne sürdü. Ancak Reform Partisi’nin bu hesaplamalarının hiçbir bilimsel dayanağı bulunmuyor.

Reform UK’in politika şefi Zia Yusuf, Telegraph gazetesine yazdığı makalede “Ucuz yabancı işgücü dönemi sona eriyor” ifadesini kullandı. Yusuf, bu düzenlemeyle yüz binlerce göçmenin oturum hakkını kaybedeceğini, sosyal yardımlara bağımlı olanların büyük kısmının gönüllü olarak ülkeyi terk edeceğini söyledi. Ayrılmayanların ise “kitlesel sınır dışı programı” çerçevesinde gönderileceğini belirtti.

Hükümet cephesinden ise planlara sert tepki geldi. Bir hükümet sözcüsü, Reform’un önerilerini “ucuz bir siyasi manevra” olarak nitelendirerek, mevcut sistemde yabancı uyrukluların sosyal yardımlara erişiminin zaten ciddi kısıtlamalara tabi olduğunu ve bunun daha da daraltılması için çalışmaların sürdüğünü vurguladı.

 



Ferdinand artık ölümsüz! 22 öykücü öykülerini Ferdinand'a adadı

No comments

21 September 2025

Rize’nin İyidere ilçesinde, 2018 yılında kurban bayramının ilk günü Karadeniz’in azgın sularına atlayarak kaçan ve dört gün sonra Sürmene'den karaya çıkan boğa Ferdinand'ı hatırladınız mı?


Haberlere konu olunca şarkıcı Haluk Levent’in sahiplenip İzmir'de bir çiftliğe yerleştirdiği Ferdinand öykücülere ilham kaynağı oldu. İnci Gürbüzatik ve Dursaliye Şahan’ın önderliğinde 22 yazar bir araya gelerek asi Ferdinand için öyküler yazdı. Öykü kitabını oluşturan eserlerin ortak teması ise hayvan hakları.

Kahraman Ferdinand'ın arka kapağında yazar Dursaliye Şahan şunları söylüyor: 

"O artık İzmir’de. Güneşi bol bir çiftlikte, kasabın bıçağından muaf bir hayat sürmekte. Biz 22 yazar, bu kitaptaki öykülerimizi Kahraman Ferdinand’ın gıyabında; doğaya, özgürlüğe ve barışa ithaf ediyoruz."

Kitabın derleyenlerinden biri olan İnci Gürbüzatik ise önsöz yazısında, yazarlara Ferdinand için yazılan öykülerin tarihsel değerini şöyle açıklıyor: "Bir olayı öyküleştirmek onu unutulmaktan kurtarır. Öykü, olay ve kahramanını ölümsüz kılar, belgeler çünkü. Ölüme direnip olağanüstü bir çabayla yaşama kaçan mucizevi bir boğa, magazinin değil öykünün konusudur bizim için. Ölüme boyun eğmeyen 'o' asi boğanın yaşam direnci, mücadelesi, gözü kara kaçış serüveni sözümüzdür. Onun yaşam mucizesini öyküleştirerek belgelerken biz de onun gibi firardaydık. Biz de daha iyi, yaşanası bir dünya, ülke için onun korku dolu gözlerinden umuda kulaç attık. Boğa Ferdinand’ın başardığı sıra dışı yaşam mücadelesidir bize öykülerimizi yazdıran. Öykülerimiz tarihe gereken notu düşmüştür artık."

    

Kitaba katkıda bulunan yazarlar:

Atiye Güner, Aycan Saraçoğlu, Cemil Uslu, Dursaliye Şahan, Güler Kalem, Gülsüm Öz, Handan Ünlü Haktanır, Hatice Dökmen, İnci Gürbüzatik, Kazım Altan, Leyla Serpil, Muhsin Boz, Münevver İzgi, Nilgün Çelik, Sibel Unur Özdemir, Sıla Ayman, Şükran Günay, Süreyya Köle, Tuncay Bilecen, Yasemin Coşkan, Zafer Doruk, Zeynep Alanç.




👉Kitaba Türkiye'den erişim adresi: https://tinyurl.com/mstvf9nv


👉Kitaba yurt dışından erişim adresi: https://tinyurl.com/ycxbevme







Stand Up to Racism etkinliği 23 Eylül'de Day-Mer'de gerçekleştirilecek

No comments

19 September 2025

Londra’nın Hackney bölgesinde faaliyet gösteren “Stand Up to Racism” hareketinin katılımıyla,  23 Eylül Salı günü saat 19.00’da Day-Mer Kültür Merkezi'nde ırkçılık ve faşizme karşı örgütlenme toplantısı gerçekleştirilecek.



Etkinlikte konuşmacılar arasında uzun yıllar milletvekilliği yapmış olan Diane Abbott MP ve yerel aktivist Samira Ali yer alacak. Katılımcılar, ırkçılığa ve göçmen karşıtlığına karşı yürütülen mücadelelerin nasıl daha güçlü bir şekilde örgütlenebileceğini tartışacak.

Toplantıda, göçmen topluluklarının ve yerel halkın bir araya gelerek son dönemde artan ırkçı, aşırı sağ harekete karşı dayanışmayı büyütmek hedefleniyor.

 “Stand Up to Racism” hareketi, Birleşik Krallık genelinde göçmen haklarının savunulması, İslamofobi ve ırkçı saldırılara karşı toplumsal tepkinin örgütlenmesi için uzun süredir eylemliliklerde bulunuyor. 

Etkinlik Detayları

  • Tarih: 23 Eylül Salı

  • Saat: 19.00

  • Yer: Day-Mer Kültür Merkezi

  • Adres: 16 Howard Road,  London, N16 8PU

  • Konuşmacılar: Diane Abbott MP, Samira Ali


Viyana'da Yeni Hayat: ALİ GEDİK'İN GÖÇ HİKÂYESİ BÖLÜM II (YOUTUBE VİDEOSU)

No comments

 Ramazan Yaylalı’nın Ali Gedik’le gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci ve son bölümünde göçmenliğin zorlu ilk yıllarını geride bırakan Ali Gedik’in Viyana macerasına tanıklık edeceksiniz.



Gedik, Viyana’da kendi deyimiyle bir süre “gurbet içinde gurbet” yaşasa da kısa sürede Viyana’ya adapte olup burada bir gençlik merkezinde sosyal danışman olarak çalışmaya başlayacak ve bir dizi tesadüf sonucu Şivan Perwer’le tanışacak, bu tanışıklık bir dostluğa dönüşecek ve kendisiyle Avusturya’da birçok konser organizasyonuna imza atacaktır.

Bu söyleşinin başlıkları şöyle; 👉 Ali Gedik’in zorlu evlenme macerası… Dört defa istemelere gitmelerine rağmen kaynanasının kızını vermek istememesi. 👉 Müstakbel eşiyle paspas altına mektup bırakmak suretiyle uzun süre yazışmaları… 👉 1983’de eşi Sevim’i başka bir şehre kaçırması… Eşinin deyimiyle “sen kaçırmadın, biz birlikte kaçtık!” 👉 1986’da kızları Orkide’nin doğması. 👉 1989’un sonunda zorlu mücadelenin sonucunda Avusturya vatandaşlığını alması. 👉 Mücadele arkadaşlarıyla, Türkiye’deki sorunlar dışında Avusturya’daki sorunlara da eğilme gerekliliği konusunda yaşadığı çatışmalar… 👉 1990, Ekim’inde Avusturya’da genel seçimler öncesinde kendisine Yeşiller’den adaylık teklifinde bulunulması. Bulunduğu siyasi yapının bu teklifi “burjuva partisine girelim, belki bize bir faydası olur” şeklinde karşılaması. 👉 Bir göçmen olarak Yeşiller Partisi’nden ikinci sıra aday gösterilmesi. 👉 “Eyaletteki oy oranı düşünüldüğünde ben milletvekili olamazdım, ama bir göçmen olarak ikinci sıradan aday gösterilmem sembolik olarak müthiş bir mesajdı.” 👉 Adaylığına ilişkin olarak Avusturya basınının ırkçı neşriyata başlaması… Bir göçmen işçinin aday olmasına, onları temsil edeceğine tahammül edememeleri. 👉 Gelen tepkiler üzerine Yeşiller Partisi’nin Ali Gedik’ten geçmişini inkar eden ve ortamı yumuşatacak bir açıklama istemesi. Bunun üzerine adaylıktan çekilmesi. 👉 Bu adaylığı nedeniyle iki seneye yakın süre iş bulamaması… 👉 Bunun üzerine Voralberg eyaletinden 1993’te Viyana’ya taşınmaya karar vermesi. 👉 “Viyana’ya geldiğim ilk yıl gurbet içinde gurbet yaşadım.” 👉 Voralberg ‘i özlemesi… 👉 1994’te Viyana’da bir gençlik kuruluşunda, gençlik danışmanı olarak işe başlaması… 👉 Fabrika işçiliğinden sosyal danışmanlığa gelmesi entegrasyon sürecini hızlandırması. 👉 Dönemin Viyana’da yaşayan göçmen gençlere ilişkin gözlemler… 👉Kürt siyasal hareketine yakın durması. 👉 Şivan Perwer’le ilginç tanışma hikâyesi… 👉2002’de Şivan Perwer’le Avusturyalı sanatçı Willi Resetarits ile ortak projede bir araya getirilmesi. Avusturya’da bir konser organizasyonu yapılması. 👉 Daha sonra bu birlikteliğin birçok verimli çalışmaya vesile olması…




İngiltere - Fransa arasındaki göçmen anlaşmasında hukuksal kriz

No comments

17 September 2025

İngiltere ile Fransa arasında imzalanan göçmen iade anlaşması, daha başlamadan ciddi engellerle karşılaştı. Londra’daki Yüksek Mahkeme, 25 yaşındaki Eritreli bir gencin Fransa’ya gönderilmesini geçici olarak durdurdu. Sığınmacı genç, Libya’da modern kölelik ve kötü muameleye maruz kaldığını öne sürerek koruma talep etti. Mahkeme en az 14 günlük bir durdurma kararı vererek, iddiaların araştırılmasına fırsat tanıdı.



Hükümet açısından bu karar, planlanan "bir giren, bir çıkan" iade uçuşlarının başlamasını geciktirdi. Aslında yetkililer, bu hafta boyunca Fransa’ya düzenli uçuşlar yapılmasını bekliyordu. Ancak modern kölelik ve insan ticareti yasalarının devreye girmesi, sürecin düşündüklerinden çok daha karmaşık olduğunu gösterdi.

Home Office’in kendi insan ticareti biriminin, Eritreli gencin iddialarını zayıf bulmasına rağmen, kararın kesinleşmemiş olması büyük bir açmaz yarattı. Mahkeme sürecinde bakanlığın kendi uzmanlarının da bu gencin Fransa’dan başvurusunu sürdürmesinin beklenmeyeceğini belirtmesi, hükümetin pozisyonunu daha da zayıflattı. Bu nedenle sabah uçağıyla gönderilmesi planlanan yolcu, son anda listeden çıkarıldı.

Siyasi açıdan risk büyük. Zira hükümetin kendi avukatları bile, bu tür engellemelerin caydırıcılık etkisini ortadan kaldırabileceğini mahkemede dile getirdi. Nitekim benzer iddiaları olan pek çok göçmenin, süreci aylarca hatta yıllarca uzatabileceği endişesi var. Muhalefetteki Muhafazakârlar, gelişmeyi hükümetin yetersizliğinin kanıtı olarak gösterirken; iktidar ise anlaşmanın tamamen çökmediğini, ama sürecin kolay olmayacağını kabul ediyor.

Yeni İçişleri Bakanı Shabana Mahmood, göreve başlar başlamaz yasa dışı göçle mücadelede "ne gerekiyorsa yapılacak" demişti. Ancak ilk büyük sınavında karşılaştığı bu hukuki engel, hem bakanın hem de hükümetin göç politikasındaki kararlılığını test ediyor. Önümüzdeki haftalarda Fransa’ya iadelerin başlayıp başlamayacağı, bu sürecin en kritik sorusu olacak.

Kaynak: BBC

Göçmenlik; “mutlak yalnızlık içinde parasızlık”

No comments

 Murat Sevinç, Hey Garson’da “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenleri ve dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

Tuncay Bilecen 

                                                




              

 
Murat Sevinç’in 90’lı yılların ilk yarısında Londra’ya dil öğrenmek amacıyla gittiği döneme ilişkin gözlemlerine yer verdiğ Hey Garson adlı kitabından Can Öktemer’le bu konuda yaptığı röportaj vesilesiyle Londra’da doktora sonrası araştırma yaptığım sırada haberdar oldum. Yirmi beş yıl önce, akademisyen olmayı kafasına koyan yirmili yaşlarındaki bir gencin hocasının nasihatını dinleyip dil sorununu halletmek için Londra’nın yolunu tutması ve burada yazarın kendi ifadesiyle “herkesin yaşayabileceği türden, son derece sıradan hikâye”leri gazete yazısı olarak kaleme almasıyla başlıyor kitabın serüveni. Aradan geçen çeyrek asır sonrasında hikâyelerin güncel hale gelmesinin nedeni ise Türkiye’nin yeni göç iklimi… Gezi olaylarıyla başlayan ve 15 Temmuz’la zirveye çıkan “bu ülkeden artık kaçmak lazım furyası”na yönelik bir deneyim aktarımı ve tavsiyeler olarak da okunabilir kitap.

 

TÜRKİYE’Yİ TERK ETME İSTEĞİ

Türkiye’den kaçıp gitmek isteği son birkaç yılda özellikle orta sınıfların ana gündem maddelerinden biri. Bu konuda yapılan akademik çalışmalarda Türkiye’nin istikrarsız politik yapısı ve kendilerini kısıtlanmış hisseden kesimlerin varlığı kadar bu kesimlerin çocuklarının geleceğine ilişkin kaygıları da göç etme nedenleri olarak öne çıkıyor. Sevinç, günümüz dünyasında geçmişe kıyasla mobilize olmanın kolaylığını vurguladıktan sonra kaçıp gitme isteğinin nedenlerini şu şekilde ifade ediyor: “Koca memleket bu niteliklerden ibaret değil kuşkusuz, ancak iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hâle geldi; şirretliğin, kibrin, duyarsızlığın ve kinin, tozu kiri altında.  (…) Sıkıldı çocuklar. Daha fazla imkân var artık ellerinde. Burada bir gelecek görmüyorlar. Bana kalırsa hatalı ve fazla aceleci bir öngörü bu, ama hâl böyle. Yalnızca iş güç seçeneklerinden söz etmiyorum. Eğitimli orta sınıfın yaşam tarzı kaygısı, başlıca umutsuzluk nedeni. Gezi eylemlerindeki ‘bana karışma’ talebinin temsilcilerinden söz ediyorum. Türkiye’ye bakınca tarikatları ve eli palalı serserileri görüyorlar. Kaba sabalık, nobranlık, hoyratlık görüyorlar. İnşaat, top toprak görüyorlar. Trafikte kırmızı ışık yanınca duracak kadar olsun ‘uygarlaşmayı’ reddedenleri görüyorlar.” (s. 75)

Gençlerin çareyi ülkeyi terk etmelerinde bulmalarını Türkiye’ye özgü sebeplerle sıralayarak anlamaya çalışan yazar, kendi kişisel tarihinden verdiği örneklerle kaçıp gitmenin bir kurtuluş olamayacağını kaçılan yerde yaşanacak olası güçlükleri de vurgulayarak anlatıyor.  Bu yüzden daha kitabın başında şunu söylüyor: “Bugün sıklıkla dile getirildiği gibi ‘Türkiye’den kaçmak’ için değil, aksine bir an önce memlekete dönüp istediğim işi yapabilmek için gittim Londra’ya.”  (s.12).

 

“MUTLAK YALNIZLIK İÇİNDE PARASIZLIK”

Zincirleme bir etkileşimle eğitimli kesimlerin bir bir ülkeyi terk etmesinin geride kalanlarda yaratacağı hayal kırıklığı ve ülkenin böylece çoraklaşacak olması kitabın izleğinde yer alan diğer bir husus. “Taş yerinde ağırdır” mesajını örtük alarak kitabın genelinden alıyor okur. Murat Sevinç, Robert Fisk’le tesadüfen tanışmasını ve Fisk’in kendisine bu minvaldeki sözlerini de kitaba konu ediyor: “Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. ‘Eğer burada kalırsam, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin’ dedi. Şunu ekleyerek; ‘İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.’” (s.72)

Bir buçuk yıllık “göçmenlik” deneyiminin dil öğrenmek, farklı kültürlerden insanları tanımak kadar yazara kattığı bir şey daha var, o da zor koşullarda hayatta kalmayı öğrenmek olarak ifade edilebilir. Bu, bir bakıma göçmenliğin kısa süreli bir tatbikatını yapmak anlamına geliyor. Dil bilmeyen, paraya çevirecek bir vasfı olmayan ve kaçak olarak çalışmak zorunda  kalan milyonlarca göçmenin yaşadıklarının bir benzeri… Yazar bunu Türkiye’de tecrübe edilenle kıyaslayarak “mutlak yalnızlık içinde parasızlık” olarak ifade ediyor: “Orada deneyimlediğim parasızlık, Türkiye’dekinden farklıydı. Burada, başınız sıkıştığında birine gider, borç bulamazsanız bile hiç olmazsa çay kahve içip sohbet edersiniz. Yurtdışında yoksulluğun ileri bir evresi olan, ‘mutlak yalnızlık içinde parasızlık’ duygusuyla tanıştım. İlk zamanlarda en yoğun hissettiğim duygu buydu. Yalnızlık.” (s. 50)

 


“HAYATTA KALMAK İÇİN ÇALIŞMALIYIM”

Dil kursunun ücretini ve kaldığı süre içindeki masraflarını çıkarmak için neredeyse haftanın her günü çalışmak zorunda kalan yazar, bu sayede Londra’daki restoranlarda çalışanların koşullarına ilişkin gözlem ve kıyaslama yapma imkânı da buluyor. “Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada, akıl almaz bir biçimde emeğimin karşılığı olan bahşişler garsonlara verilmiyordu.” (s. 40). Bu kısımda üstü kapalı olarak Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomiye de değinilmiş oluyor; çünkü etnik ekonomiler bir bakıma yeni gelen göçmenlerin hayatta kalmaları için bir sığınak görevi görürken bu ekonominin hızla gelişmesini sağlayan ucuz ve uysal emeği de kolayca bulmuş olurlar. “Orada çalıştığım beş buçuk ay boyunca, iki hafta dışında verilen yemek, pilav ya da makarnaydı. Dedim ya, adamcağız nereden sömüreceğini bilemez hâldeydi. (…) Üç beş kez et yemeği verildiğini hatırlıyorum; o da Ramazan ayındaydı. Müslüman ya bizimki, insafa gelmişti demek ki!” (s. 41).  


Etnik ekonominin içerisinde işletme sahibi olarak çalışmanın da kendine özgü zorlukları vardır. Göçmenliğin ilk yıllarında edinilen “hayatta kalmak için çalışmalıyım” motivasyonu bir süre sonra bir yaşam tarzı haline gelebilir. Aslında böylece göçmen beraberinde getirdiği ne kadar yaratıcı özellik varsa onları körlemekle meşguldür, çünkü ayakta durmaya çalışmaktan kendini gerçekleştirmeye zaman bulamamaktadır. Bu tür özellikleri yoksa bu sefer istikameti para kazanmaktan ibaret olan bir yaşam tarzını benimseyecek, bu defa bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma ve para kazanma hırsı esir alacaktır göçmeni. Murat Sevinç’in tanıdığı restoran sahiplerinden biri de böyle biridir, onlar sıfırdan başlayan ve belli bir servet eden göçmenler gibi yaşamlarını sürekli ertelemekle meşguldürler. Yıllar sonra ziyaret ettiği “patronunu” yine bıraktığı yerde bulur: “Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?” (s. 57).

           

MUTLAK YALNIZLIK

Bunun bir başka yansıması ise göçmenliğin cefa döneminden sefa dönemine geçenlerin bir başka deyişle sınıf anlayıp da bilinç olarak sınıf atlayamayanların başarı öykülerini her önüne gelene bıkmadan usanmadan anlatmalarıdır. “Biz de sıfırdan başladık ve bu hallere geldik” temalı hikâyeyi defalarca dinleyen kişinin ilk defa dinlemiş gibi tepki göstermesi teamüldendir. Kitabın yazarının yolu böyle Türkiyeli bir işverenin sahibi olduğu zincir restoranlardan birine düşer. “Dedikodu gibi olacak ama bu Türk lokantasının sahibi, haftada iki üç kez çalışanlarını toplayıp hayat hikâyesini anlatıyordu. Kabul, sıfırdan başlayıp olağanüstü başarıya ulaşmış. Etkileyici bir yaşamı vardı var olmasına da, bir kez dinleyince anlaşılan bir hikâyeyi defalarca dinlemek bezdiriciydi. O da öyle tatmin oluyordu belli ki.”  (s. 66).

Londra göçmenler açısından ilk yıllarda yaşamanın bir zor olduğu bir şehir olduğu kadar çok kültürlü yaşam tarzıyla bir o kadar da renkli bir şehirdir. “Mutlak yalnızlık” olmasa Londra’nın yoksulluğu daha bir dayanılabilir yoksulluktur. “Orada yaşadığım süre içinde, elimden geldiğince yararlanmak, görmek ve duymak gibi bir hevesim vardı. Tüm bunları, ayda kırk sterline, bolca yürüyerek ve sonrasında çalınacak bisikletim sayesinde yapabiliyordum.” (s. 42).

“Hey Garson”da yirmili yaşlarda Londra’nın çok kültürlü dünyasına ayak basan bir gencin farklılıkların birarada yaşamasına ilişkin deneyimine de yer veriliyor:  “Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii, her ne demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün! Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi biliyordu ama herkes biliyormuş gibi davranıyordu! (…) Oysa Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü olabileceği, özgürce dile getirebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım. Hatta, anlamakta zorlandım. (s. 55).

 

ASGARÎ NEZAKETTE BULAŞABİLMEK

Kitap, sadece “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenlere seslenmiyor. Dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson’da Türkiye’de sosyal hayatta gördüğümüz nezaketsizliklere dair de “karşılaştırmalı dokundurmalar” yer alıyor. Murat Sevinç, ısrarla bu kabalık meselesini gündemde tutuyor. Bir taraftan da Türkiye’de kamusal alanda şahit olduğu tatsızlıkları böylece gündeme getiriyor.  “Bir de tabii, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ ifadeleri. İlk paragrafta, Türkiye’deki garsonlar kim bilir neler çekiyor, demiştim ya, işte o mevzu. Dilin ve davranışın parçası bunlar. Ben garsonlara nasıl davranılması gerektiğini ve Türkiye halkının bu konularda ne denli vahim durumda olduğunu Londra’da fark ettim. Vahametin çok önemli bir nedeni, her zaman altını çizmeye çalıştığım, karşısındakini ‘eşit kabul etmeme’ sorunundan kaynaklanıyor. (…) Türkiye’deyse ortalama bir lokanta müşterisi, garson yokmuş gibi davranır. Akıl almaz bir durum bu. Konuşmaz, teşekkür etmez, ‘lütfen’ demez, vesaire. Türkiye’de lokantaya gitmek, hele ki alışık olmadığınız bir mekânsa, pek çok açıdan eziyet aslına bakılırsa ancak beni en çok rahatsız eden ve sinirlendiren şey, müşterilerin garsonları görmezden gelmeleri. (s. 34).  Türkiye’de servis sektöründe çalışan insanların görmezden gelinmesine, kamusal alanda insanların birbirleriyle eşit ilişki kuramamasına birçok yerinde değiniliyor kitabın. “Bu yazı bir öneriyle, ricayla bitsin. Hani torun tombalak AVM’ye gidiyor ve acıkınca üst kattaki atıştırmacılara oturuyorsunuz ya… Hani siz o koridorlarda köftenizi yerken, çevrenizde üniformalar içinde birileri dolaşıyor, tepsilerinizi alıp götürüyor ve sonrasında sizin döküntülerinizi temizliyor… Hatırladınız mı o üniformalı kadın ve erkekleri? İşte o kadın ve erkekler bir iş yapıyorlar ve sizlerle eşit yurttaşlar. Bir gün olsun, o insanların ‘var’ olduklarını fark edip ‘merhaba’ diyebilir, teşekkür edebilir, hâl hatır sorabilirsiniz. Hiçbir farkınız yok. Eşitsiniz. Başka işler yapıyorsunuz yalnızca.”(s. 70).  

 Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

 

·       Bu yazı Göç Dergisi’nin Ekim sayısında kitap kritiği olarak yayınlanmıştır.

 

Yazar              :           Murat Sevinç

Kitabın Adı    :           Hey Garson!

Yayınevi         :           April Yayınları

Basım Yılı      :           2018

Sayfa Sayısı   :           99


 

 

Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 comment

16 September 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan