Londra Hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Londra Hikayeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Önce bir şey beni çeker, sonra ben onu çekerim”

Hiç yorum yok

26 Mart 2025

“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.







Gulseren DAŞ

 Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı.  “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.

Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.

Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek, fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?

Nilay İşlek ben, yeterli midir?

Gayet yeterli...

Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya, küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.

Alaylısınız o zaman!

Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım. Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.

Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Gri havası...

Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok güzel kareler çıkabiliyor...

Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize, şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim. Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum, gri havasını seviyorum.

Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen olarak yaşadığın zorluklar var mı?

Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle konuşamadığım zamanlar oldu.  Karakter olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.

‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’

Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen, yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın, bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara, kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini empoze etmeye çalışırım.

Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu, ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?

Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş.  Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.

Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...

Artlens, art ve lens kelimelerinden türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra, hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye; gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.  İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya başladık.  Hocalarımız hep akademik altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu. Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.

“Formasyon altyapısı önemli”

Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.

Fotoğraf üreten biri olarak ne tür kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?

Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim, feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf tekniği en kolay öğrenilecek şey.

“Londra inanılmaz renkli bir şehir”

Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim. Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir. Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir.  Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii, burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli. Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor. İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.

Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?

Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir eserleri.  Ben de boş Londra sokaklarını çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar, günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim ki ben bunları fotoğraflamalıyım.

“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”

Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya 1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum. Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o zaman bir sergi de düşünebilirim.

Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?

Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok, görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.

Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?

Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var. Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz, çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum. Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek, fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum. Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür ediyorum.




Londra’da bir modern zaman dervişi: Aydın Usta

Hiç yorum yok

11 Ağustos 2022

Gülseren Daş’ın hazırladığı Londra Hikâyeleri Bisikletli Gazete’de başlıyor. Bu söyleşinin konuğu saz yapımcısı Aydın Usta…  Saz yaparken kullandığı ağaçların yerine yenilerini dikmeyi görev edinen, “lokman hekim değiliz, ölümsüzlüğü bulmadık” diyerek birikimini sakınmadan herkesle paylaşan saz yapımcısı Aydın Usta’nın hikâyesini kendisinden dinledik.

 


Gülseren DAŞ 

gdas22@yahoo.com 

 



Üç yıl önce dünyada kimsenin hayalini bile kuramayacağı pandemi, yaşattığı kayıpların yanı sıra hepimizin hayatına beklemediğimiz farkındalıklar da getirdi.  Günlük koşuşturmayı bir kenara bıraktığımızda elimizde ne yapacağımızı bilemediğimiz kocaman bir zaman dilimiyle kala kaldık. Endişeler, hayata dair korkular ve eşsiz üzüntülerimizin arasından bazı umutlar, ertelediğimiz hayaller de yeşermeye başladı. Birçok insan için pandemi aynı zamanda kendini ve yeteneklerini gözden geçirip yeni adımlar atma aracı oldu.

Türkiye’den gelip bir hayat kurmaya çalışan, ne buralı ne oralı olabilenler için ise Londra’da kök salmanın, burayı ev edinmenin vesilesi oldu. Chingford’da küçük bir tezgâhla başlayıp şimdi hatırı sayılır bir enstrüman üretim atölyesine hayat veren Aydın Usta’nın hikâyesi de bir yerleşme, kök salma hikâyelerinden biri...  Çalışmayı bitirip, atölyesinden beş metre ilerideki evine gittiğinde atölyeyi özlediğini söyleyen Aydın Usta, bu işi aşkla yapan bir modern zaman dervişi. Saz üretiminde kullandığı ağaçların yerine yenilerini dikmeyi görev edinen, ‘lokman hekim değiliz, ölümsüzlüğü bulmadık’ diyerek  birikimini sakınmadan herkesle paylaşan ve ‘kendimin hem ustası hem çırağıyım’ diyerek öğrenmenin matematiğini ortaya koyan Aydın Usta ile sizin için görüştük. 

 

Aydın Usta, öncelikle bizi kabul ettiğin için teşekkür ederiz. Klasik bir soru ile başlayalım, müzik ile tanışıklık nereden geliyor?

Sazı nasıl öğrendiğimle başlayayım, güzel bir hikâyedir. Devlet parasız yatılı okulunda okuyordum, 13 yaşlarındayım; bir gün yurtta garip, tıngır tıngır bir ses duydum, koridora çıktım ve sesin geldiği yere doğru yürüdüm.  Yurtta koğuş sistemi vardı, koridor uzun, baktım bir odadan geliyor ses, canlı olduğunu fark ettim, kaset değildi. İkinci gün yine gittim dinledim, ama cesaret edip odaya giremedim. Ancak birkaç gün sonra kapıyı çalıp içeri girebildim ve Ahmet Korkunç ile tanıştım. Gözleri görmeyen bir arkadaş, görme engelliler okulu müzik bölümünden gelmiş. 

Türkiye koşullarında daha ulaşılabilir ve ucuz olduğu için görme engelliler okulunda bağlama öğrenmeyi seçmiş, benden birkaç sınıf yukardaydı. Arkadaşlığımız ilerledikçe benim bağlamaya ilgim arttı. Tabii ilk zamanlarda sazına dokundurtmazdı, ben uzaktan bakarak öğrenmeye çalışıyordum, sonra bir anlaşma yaptık. Ben onun sazını kullanmaya başladım, karşılığında da derslerini çalışabilsin diye ders kitaplarını okudum ona. Zamanla edebi kitaplar da okudum, şu an Erzincan’da edebiyat öğretmeni.

Bağlama ile tanışıklığımdan sonra hızımı alamadım. O zamanlar enstrümanlara ve internete ulaşım bu kadar kolay değildi. Çevremde müzisyen kimse de yoktu. Ahmet, kara düzen çalıyordu, ben kendi kendime öğrenmeyi denedim, bir gün bir yerde bağlama düzenini gördüm çok ilgimi çekti. Soracak edecek kimse de yok, mantığını kendim çözdüm. Bir sazın kendi içindeki uyumunu, akordunu notalarını gidişatını çözmem bir senemi aldı. Müziği kendin öğrenince aktarması da daha kolay oluyor.

 

‘Sizi kimin alkışladığı önemli’

2002’de üniversiteye gittiğimde canlı müziğe başladım. Türk halk müziğinin yanı sıra sanat müziği de öğrendim.  Üniversitede matematik öğretmenliği okudum, ama müzik hep fonda devam etti, sahne aldım, eğitmenlik yaptım. Mezun olduktan sonra özel sektörde öğretmenliğe başladım, bana göre olmadığına karar verdim. Türkiye’de öğretmenleri çok yıpratıyorlar, özellikle dershaneler. Hayatımı müzisyen olarak sürdürmeye karar verdim. Bu dönemde iki üç yıllık sağlam bir müzik eğitiminden geçtim. Haftanın yedi günü 8-10 saat egzersiz yapıyordum. Sonra atamam oldu ve devlet okulunda öğretmenliğe başladım.

Öğretmenlik yaparken dikkatimi inşaat sektörü çekti. Restorasyon okudum akabinde de mimarlık ve kendi ofisimi açtım. Ama haftanın birkaç gününü yine  müziğe ayırıyordum. Sahne benim için iş değil dinlenme yeriydi. 15 saat çalışmadan sonra sahneye çıktığımda kendimi yenilenmiş hissediyordum.  O dönem sahnedeyken ne kadar çok bağırırsam, müziği ne kadar çok dinleyiciye içirirsem o kadar iyi müzisyen olacağımı düşünüyordum. Alkışlar beğenilmemin ölçütü gibi geliyordu. Ama zamanla olgunlaştıkça aslında alkışın değil seni kimin alkışladığının önemli olduğunu gördüm. Bu nedenle daha kaliteli dinleti müziği yapmayı seçtim.

 


Londra’ya ne zaman geldin, bağlama atölyesi kurma fikri nereden doğdu?

Atölyeden başlayayım, zaten benden bahsetmiş olurum. Yaklaşık üç yıl önce Londra’ya taşındım. 2008 yılında Antep’te bir işyerim vardı, daha çok enstrüman satışı ve eğitimine odaklanmıştım. Ufak tefek tamir işleri yapıyordum ama üretim atölyesi değildi. O zamandan beri içimde yeşeren bir heves, merak. Üretim yapan ustaların yanına gittiğimde oturur onları izlerdim, nasıl yaptıklarına dair fikirler üretir, tahminlerde bulunurdum.

 

‘Pandemi nedeniyle üretime odaklandım’

Pandemi sürecinde baya bir zamanım oldu ve daha da odaklandım. Pandemiden önce evlerine ya da işyerlerine gittiğim eş dostun duvarlarında asılı kırık, kullanılmayan tozlu sazlar dikkatimi çekiyordu, onları tamir etmeye başladım. Güzel, olumlu sonuçlar almaya başladım, Londra’da böyle bir atölye ihtiyacı olduğunu ve benim bu yönde adım atmam gerektiğini söylediler. Bu arkadaşların teşviki ile oldu.

 

Kültürel anlamda zengin bir şehirde yaşıyoruz, arzın bu kadar çeşitli olduğu bir yerde bağlamaya bu kadar talep olacağını düşünüyor muydunuz?

Londra’ya gelirken böyle bir hayalim yoktu aslında, ilk geldiğim zamanlar farklı birkaç iş denedim, dil büyük bir engel. Bağlama ile ilgili ufak tefek tamirlerime olumlu geri dönüşler aldıkça insanlar beni birbirlerine tavsiye etmeye başladılar. Atölye açma fikri aslında tamirlerimden memnun kalan insanların önerileriyle gerçekleşti. Ben de onlardan cesaret alarak başladım, niyetim ufak tamirler ve müzik yapmak, kafa dinleyebileceğim bir alan yaratmaktı. Talep artınca planlar da büyüdü.

Londra’da bu kadar saz aşığı olduğunu asla tahmin etmiyordum. 

Ufak bir tezgâh ile başladım, sonra iş büyümeye, talepler artmaya başladı, ben de daha ciddi tamirler yapma cesareti buldum. Mesela bir enstrümanın ses kapağının değişmesi neredeyse enstrümanın baştan yapılması demek. Bu tarz ağır işlemleri yaptıktan sonra neden üretmeyeyim dedim. Yaklaşık bir senedir de kendi sazlarımı üretiyorum.

 

Bağlama dışında da enstrümanlar var atölyede...

Evet atölyeye her enstrüman geliyor, sebebi de şu; müzisyen kökenli olduğum için ilgi duyduğum, sesini sevdiğim enstrümanları denemek isterim. Her birinin ayrı bir lezzeti var. Bir sazı yapmaya başladığında, ağacı tanıdığında yani işin mantığını çözdüğünde diğer sazların üretimi de kolaylaşıyor. Artık yavaş yavaş denklem kurmaya başlıyorsunuz, farklı yöntemler deniyorsunuz. Ben de araştırmalara yöneldim, bağlamada standart bir formumuz yok hala, dünyada kabul gören bütün enstrümanlara baktığınızda alt eşikten çıkan tel hiçbir zaman kapağa değmiyor. Yalnızca bizim bağlamada kapağa değerek geliyor, bunda bir anormallik var. Bizim de eşiğimiz yüksekte olsa, teller direkt eşikten koparak orta kapağa gelse nasıl bir ses elde ederiz, gibi deneme çalışmalarım var.

 

Matematik öğretmenliği, mimarlık derken kendinizi bambaşka bir ülkede enstrüman üretirken bulmuşsunuz, ne tür zorluklarla karşılaştınız?

Belli bir tecrübe ve birikimden sonra her şeye sıfırdan başlamak insanı zorluyor, ama geliştiriyor da... Pes etmeden, dişinle tırnağınla başardığın şeylerin tadı da bir başka oluyor.

Ben bu işe aşk ile başladım, kolay olmadı. Çünkü çıraklık yapmadım, okulunu okumadım. Başladığımda yanımda yöremde soru sorduğum üreticiler sağ olsunlar meslek sırrı diyerek bilgilerini ve deneyimlerini benimle paylaşmadılar, hatta yanlış yönlendirenler oldu. Aklıma yatmasa bile ustası böyle önerdi deyip denediğim ve doğru olmadığını gördüğüm birçok yöntem/malzeme vs. denedim.

İnternet eksiklikleri olsa da büyük bir nimet. İnternette Afrikalı bir üreticinin videosunu izledim. Çok ilkel koşullarda sokak ortasında testere ve çivi ile elektro gitar üretiyordu. Fakirliği görseniz inanamazsınız, ama ürettiği enstrümanlar sahnelerde kullanılıyor. Benim için inanılmaz ilham verici oldu o video. İlla bir usta gerekiyorsa bu Afrikalı üretici benim ustam diyebilirim. 

Onlarca deneme yaparak öğreniyorum. Her başarısızlık bile bana artı olarak dönüyor. Şimdi ise internette paylaştığım videolara sorular geliyor,  ‘şunu nasıl yaptın, bunu nasıl yaptın’ diye. Tabii ben meslek sırrı demiyorum, paylaşıyorum. Dünyanın sırrını çözmüş değiliz, bir lokman hekim değiliz ölüme çare bulmadık, elimden gelen bir şey varsa o bilgiyi seve seve paylaşıyorum.

 

Enstrümanı olanlara önerebileceğiniz, sazlarını güvenle muhafaza etmenin  püf noktaları var mı?

Londra’da enstrüman üretmenin zorlukları var. Hammadde bulmak başlı başına bir problem, bin bir güçlükle Türkiye’den getirtmek zorunda kalıyoruz. İngiltere’nin değişken iklimi de hiç yardımcı olmuyor. Oysaki kullandığımız ağacın bir standarda oturması gerekiyor. Ağacı her ne kadar kesip enstrüman da yapsanız hala canlı bir organizma olarak devam ediyor hareket etmeye. Türkiye’den gelen ağaçlarda eğilme bükülmeler oluyor.

Atölyenin her köşesinde nem alıcılar var. Birden fazla sazı olan herkese tavsiye ederim evde bulundursunlar, sazlarının yanlarına asabilecekleri poşetli nem alıcılar bulunuyor.  Sazlarını ısı kaynaklarından uzak tutsunlar. Araba bagajında asla bırakmayın. Hem ağacın sıcak/soğuk duyarlılığı hem de kullandığımız tutkalların erime dereceleri çok belirleyici oluyor.

Ben ağaçlarımı Türkiye’den getirttikten sonra en az iki yıl burada beklettim hava koşullarına uyum sağlasınlar diye, ne kadar bekletirseniz o kadar iyi sonuç alırsınız.

 

Üretim konusunda ilerliyorsunuz, peki bu işi teorik olarak geliştirme çalışmalarınız var mı?

En iyi ustayım diyen bile işin tam sırrına eremiyor, ama ben teoride kötü olduğumu düşünmüyorum. Dünyada özellikle keman ve gitar üretimi standardı gelişmiş, bazı ülkeler kendi keman üretimlerini devlet garantisi altına almış. Ben üretirken onları takip etmeyi tercih ediyorum. Eğitim almaya, ya da alaylı olmaya karşı değilim ancak her ikisinin de handikapları var. Okulda öğrenen, kitapları ve hocalarını, alaylılar ise ustalarını taklit etmekten öteye gidemiyor, kendi özgünlüklerini ortaya koyamıyorlar. Ben deyim yerindeyse kendimin hem ustası hem çırağıyım.

12 yıllık öğretmenlik hayatımın da etkisi var, öğrencilerim hep ‘hocam matematik ne işimize yarayacak’ derlerdi. Ben bu işi öğrenmede kullandım, denklem kurmak, farklı bileşenleri değerlendirip analizler yapabilmek, varsayımlardan bir sonuca ulaşmak matematiktir. Benim de üretimdeki doğrularım matematikten geliyor. Mimarlığın da şöyle bir faydası oldu; böylece görme becerim ve estetik duygularım gelişti.

 

‘Her saz için bir ağaç dikeceğim’

 

Aydın Usta başarılarınızın devamını diliyoruz. Son olarak yakın gelecekle ilgili planlarınız var mı ve insanlar sana nasıl ulaşabilir?

Saz üretimini bırakmayacağım, daha da ilerletip belirli standartlara oturtacağım. Bizde en önemli sorun tekne, çünkü bir standardı yok, tekne öyle olunca sap ve kapağın da standardı olmuyor. Itri’den beri bizim kabul ettiğimiz sistem ‘yerinden’ düzenidir. Bunu elden geçirip daha evrensel bir çerçeveye oturtmak gerek. Ben de önümüzdeki dönemde üretimde ve teoride bunu hedefleyerek çalışacağım. Kullandığım ağaçların yerine her saz için yeni bir ağaç dikmeyi de hedefliyorum. Doğayı korumak gelecek nesillere ve kendimize borcumuz. Dileyenler bana, Instagramda london_luthier hesabından ulaşabilirler. İlginiz için teşekkür ederim.




👉Söyleşiyi podcast olarak dinlemek için tıklayın



 




“Restoranlarımızın başarısı Türk mutfağının zenginliği sayesindedir”

Hiç yorum yok

04 Kasım 2020

Ankara Otelcilik Okulu’nun kurucu müdürü olan ve İngiltere’de birçok önemli otelde yöneticilik yapan Yunus Aslan’la görüşmemizin geri kalan kısmını yayınlıyoruz. Söyleşinin bu kısmında, Aslan’ın otel yöneticiliği serüvenini ve Türkiyeli etnik ekonomiye ilişkin görüşlerini okuyacaksınız.






Tuncay Bilecen


Yunus Aslan, Türkiye’de henüz turizmin kelime anlamının bilinmediği dönemlerde ateşten gömleği giyerek yine o vakte kadar ihmal edilmiş olan otelcilik sektörünü geliştirmek için ABD’de eğitime gönderiliyor. Gittiği okul bu alanda dünyanın en itibarlı üniversitelerinden biri olan Cornell Üniversitesi… 


“HOCAM OTELCİ OLURSAK BİZE KIZ VERMEZLERMİŞ”


Türkiye’ye döndüğünde de birçok güçlükle karşılaşıyor. Aslan’ın Otelcilik ve Türkiye kitabından okuyalım: “Bir keresinde çağrılı olduğum bir kokteylde kendimi otelcilik okulu müdürü diye tanıtmam üzerine şaşkın bakışları üzerimde topladığımı hiç unutmuyorum. Okulun kurucularından ABD’li eğitim müşaviri Profesör Lanza’ya daha tanımadan ve uygun bir bina bulunmadan bu okulun niye açıldığını sormak zorunda kaldım. Lanza’nın yanıtı, ‘tanınmayı ve uygun bir bina bulmayı bekleseydik, bir on yıl daha geçerdi. Bu okulun hemen açılması lazımdır’ olmuştu.” 


Bu dönemde Türkiye’de otelcilik sektörü çok zayıf olduğu için öğrenciler de bu alanda eğitim almaya pek istekli değildir. Öğrencilerin bu tereddüdünde bu alanda kendilerine bir istikbal görmemiş olmalarının büyük bir etkisi vardır: “Toplumsal statü açısından pek de bir itibar görmeyen bir meslekti otelcilik o zamanlar. Bir okulunun olması bile ilk başlarda bu izlenimi kolay kolay ortadan kaldıramadı. Öğrencilerimizden hep ‘hocam bize kız vermezlermiş, evlenemezmişiz’ diye kaygı dolu yakınmalar duyduk.” 





ÖĞRENCİLERİNE STAJ YERİ BULMAK İÇİN YOLLARA DÜŞEN HOCA


Hal böyle olunca öğrenciler için staj yeri bulmak da bir hayli zordur. Yunus Hoca, bıkıp usanmadan öğrencilerini yerleştirecek bir yerler arar. Çoğu zaman kapılar yüzüne kapansa da o vazgeçmez, en sonunda bütün öğrencilerini bir yerlere yerleştirmeyi başarır. Bu öğrencilerden biri de daha önce bu sayfaya üç hafta boyunca konuk ettiğimiz Ahmet Sapaz’dır… Sapaz anılarında bu yolculuğu şöyle anlatıyor: “Yıl 1965, Mayısın yirmi altısı… İzmir istikametine doğru yola çıkıyoruz. Ne için gittiğimiz belli de nerede bir staj yeri bulacağımız belli değil. Sonu ne olacağı bilinmeyen bir yola çıktık gidiyoruz.” Fakat işler yolunda gitmiyor ve kapılar yüzlerine kapanıyor. “Zaman kıt. Başka yerlerden staj yeri temin etmek de zor. Çünkü yok! Ülkede birkaç otelin dışında, bugünkü anlamda, ne otel ne de tesis var. Müdürümüz Yunus Aslan sıkıntılı. Ne yapıp yapıp ta bizlere bir yer bulurum diye durmadan düşünüyor ama kolay bir çıkış yolu bulamıyor. Sonunda kararını veriyor. Çocuklar: Ümidim tamamen yitmedi. İzmir’e gideceğiz. Allah büyüktür! Sizlere bir yer bulacağım. Hazır olun: yarın gidiyoruz!”  Ve çileli bir yolculuğun sonunda umutların tükendiği anda Efes Oteli’nde Ahmet Sapaz ve arkadaşları için bir staj yeri ayarlanıyor. “Hocanın yürüyüşünde bir farklılık vardı. Yere basarak mı yoksa basmadan mı geliyor pek fark edilmiyordu. Ama gelişi iyi bir gelişe benziyordu. Yanımıza yanaşıp da gözlerinin içinin güldüğünü fark edince: hoca iyi haberle geliyor dedik. Hoca çok mutluydu. Efes Oteli’nin yarısını kendisine bağışlasalar bu kadar mutlu olamazdı.” 


Kitabı bırakıp sohbete geri dönelim. Yunus Aslan’a tüm göçmenlere sorduğum soruyu soruyorum:
“İngiltere’de çalışırken hiç ayrımcılığa uğradığınızı hissettiniz mi?”


“Irkçılık burada suçtur. İşi hak edene hakkıyla verirler. Çalıştığın yere bağlı. Ben Hilton otellerinde çalıştım genelde. Beni Hilton’un bütün kurslarına gönderdiler. Hep Türkiye’ye gittiğim için çok yükselemedim ama yine de gönderirlerdi. Mesela bizim Ercüment Acar vardı, Sheraton Genel Müdürü idi. Bütün otellerin genel müdürü oldu. Kademeleri çok rahat yükseldi. Bazı müşteriler ‘siz Türk müsünüz?’ diye merak ediyorlardı. Türkler nasıl geliyor diye merak edenler de vardı.” 


“Niye Türkiye’de çalışma gereği duydunuz?”


“Türkiye’ye çok emeğim geçti. En birincisi hükümet beni burslu Amerika’ya gönderdi sırf Türkiye’de Otelcilik okulunda çalışayım diye. O var. Bir de Türkiye’yi çok seviyorum. Amerika’ya gitmeden önce Eskişehir Ticaret Lisesi’nde öğretmendim. İki tane beden eğitimi öğretmeni vardı. 19 Mayıs’ta çocukları ben hazırlıyordum, 19 Mayıs resmigeçidinde çocukların önünde ben yürüyordum. Yani böyle çok emek verdim. Kitapta bunların hepsi var. Tabi böyle olunca vazgeçemiyorsun. Memlekette benim ismim bir sokağa verildi. Şimdi o da beni oraya çekiyor.” 


“Londra’da sizi çeken şey ne?”


“Dikkatimi çeken şey bir kere, az da olsa aldığın para yetiyor burada. Burada görülecek çok şey var. Herkese her istediğini veriyor İngiltere… Mesela sporu seviyorsan her yaşın sporu var burada imkânı da var. Tiyatroyu seviyorsan, okulu seviyorsan yani her aradığını burada bulabiliyorsun. Çok aktivite var, gitmeye yetişemezsin.” 


“Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?”


“Burada milyarların döndüğü bir kebap endüstrisi var… Binlerce kebapçı var, bu alanda binlerce insan çalışıyor, ama maalesef bunları yönlendiren bir kurum yok. Aslında bu Türkiye’nin ve Türk mutfağının tanıtımı için çok önemli bir potansiyel. Kebapçılar eğitim bekliyor. Restoranların ismi Türkçe ama tabelalarına ‘Turkish restaurant’ yazmıyorlar. Türk mutfağı dünyada ilk üçün arasında. Dolayısıyla bu restoranlarımızın başarısı Türk mutfağının zenginliği sayesindedir.”


Fotoğraflar: Yunus Aslan, “Otelcilik ve Türkiye” adlı kitabında Türkiye’de otelcilik sektörünün gelişimi için yaptığı katkıları ve İngiltere’de otel yöneticiliği yaptığı yılları anlatıyor.  


 


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan