velespit hikâyeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
velespit hikâyeleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kaldırımdaki beyaz bisikletin anlamı

Hiç yorum yok

28 Mart 2025


Yolların kenarında, kaldırım üstlerinde beyaza boyanmış, terk edilmiş bisikletleri görmüşsünüzdür. Bu bisikletler yılda bir gün çiçeklerle donatılır. Çünkü İngiltere’de “ghost bike” denen bu bisikletlerin her biri kazalarda ölen bir kişiyi temsil eder. 



Tuncay Bilecen


STEPHANIE’NİN HAZİN HİKÂYESİ

Londra’nın dört bir yanında beyaza boyanmış çiçeklerle süslenmiş bisikletleri görmeniz mümkün. Bunlardan bir tanesi Seven Sisters Road’ta yer alıyor. Direğe yaslanan, çiçeklerle bezenmiş beyaz bisiklette kazada hayatını kaybeden genç kadının fotoğrafı asılmış, fotoğrafın üzerinde Stephanie Turner yazıyor.

29 yaşındaki Stephanie Turner evinden işe giderken bir kamyonun çarpması sonucu 20 Ekim 2015’te hayatını kaybetmiş. Bu hikâye içinde birden çok trajediyi barındırıyormuş meğer. Fizyoterapist olan ve kazadan birkaç ay önce nişanlanan Stephanie evlenip eşiyle birlikte İskoçya’ya taşınmayı planlıyormuş. Kız kardeşini doğum sırasında kaybedeli ise daha iki ay olmuş.

Stephanie Turner


YOLLARDAN ÖNCE ZİHNİYET DEĞİŞMELİ

Ailesi Stephanie’nin trajik ölümü üzerine onun bisiklet tutkusunu şu şekilde dile getirmiş: “Steph, sadece her gün işe gitmek için değil, aynı zamanda Londra'nın çeşitli yerlerindeki hastalarını görmek için de bisiklet kullanan deneyimli bir bisikletçiydi. Bisiklet onun için bir işe gidip gelme aracından ziyade onu sevdiği ve yaşadığı şehir olan Londra'ya bağlayan bir araçtı.”

Merak edip bakmasaydım hazin hikâyesini bilmiyor olacaktım. Ama şimdi o beyaz bisikletin önünden her geçtiğimde hiç tanımadığım ama aynı yollarda bisiklet sürdüğüm Stephanie'yi selamlıyorum...

KAZALARA KARŞI DİKKATLİ OLUNMALI

Ulusal Seyahat Tutumları Araştırması’na göre, İngiltere’de yaşayan üç kişiden ikisi trafikte bisiklet sürmenin kendileri için çok tehlikeli olduğunu düşünüyormuş. İşin ilginç yanı ise halihazırda bisiklet sürenlerin yüzde 57’sinin de trafiğe çıkmanın tehlikeli olduğunu kabul ediyor olması. Bir başka deyişle bisiklet kullananların yarısı "evet tehlikeli olduğunun farkındayım ama bunu göze alıyorum" diyor. 

Akan trafikte bisiklet sürmek kolay bir iş değildir. Her an dikkatli, her an tetikte olmanız gerekir. İki teker üzerinde giderken dengede durmak kadar arkadan ve önden gelen araçları kontrol etmek de önemlidir. Bir süre sonra bu kontroller otomatik olarak yapılsa da bisiklet kazaları çoğu kaza gibi genellikle bir anlık dalgınlık nedeniyle gerçekleşir.

Kazaların önemli bir kısmı ise araç sürücülerinin dikkatsizliğinden kaynaklanır. Bu yüzden araç sürücülerinin de bisikletlilerle mesafelerini korumaları ve aynalarını sürekli kontrol etmeleri gerekir. Çok basit gibi görünebilir ama araçlarda oturanların kapılarını yol tarafından açmaları bisiklet kazalarının en önemli nedenlerinden biridir. Bu sebeple çevreci ve ekonomik bir ulaşım aracı olan bisikletin yaygınlaşması kadar güvenli bir şekilde kullanılması da önem taşıyor.

                      



            
                                         

Stephanie’nin ölümün ardından iki yüzü aşkın bisikletçi onun öldüğü yolda yerlere yatarak barışçıl bir protestoyla yolların bisikletçiler için güvenli hale getirilme taleplerini dile getirmişler.




Bisiklet Hırsızları

Hiç yorum yok

22 Aralık 2024

Bu yazıda, bisiklet severlerin en önemli dertlerinden biri olan bisiklet hırsızlığına ilişkin bazı istatistikleri paylaştıktan sonra “her şey sınıfsal” diyerek konuyu 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları filmine getiriyorum. 

Tuncay Bilecen






Bisiklet hırsızlığı Londra’da yaşayan bisiklet severlerin en önemli dertlerinden biridir. Sadece Londra ile sınırlandırmayalım, çünkü İngiltere ve Galler’de polis tarafından kaydedilen tüm suçların yaklaşık % 5’ini bisiklet hırsızlığı oluşturuyor. Bu konudaki veriler muhtelif olmakla birlikte; Birleşik Krallık’ta her yıl 376.000’den fazla bisiklet çalınıyor, bu da her doksan saniyede bir bisikletin çalındığı anlamına geliyor. (Ben hesap edenlerin yalancısıyım.)

Sebebi hikmetini bilmiyorum, ama istatistiklere bakılırsa Birleşik Krallık’ta 1980-2017 yılları arasında en çok bisikletin çalındığı yıl açık ara farkla 1995 olmuş. Örneğin, 2017’de bisiklet sahibi 100 haneden yaklaşık 2’si son 12 ayda bisiklet hırsızlığı kurbanı olurken, bu oran 1995’te 100 hanenin 6’sı şeklinde gerçekleşmiş. O yıllar geride kaldı diye hemen sevinmeyelim, çünkü Evening Standard’ın haberine bakılırsa Covid -19 salgını sırasında Londra’da çalınan bisiklet sayısı üçe katlanmış durumda.



Ulusal bisiklet veri tabanı BikeRegister’a göre, Londra bisiklet hırsızlığı olaylarında açık ara önde görünüyor. Londra’yı takip eden şehirler ise Edinburgh ve Oxford. Bu konuda posta kodlarına göre de bir çalışma yapılmış. Buna göre, Londra’da en çok bisiklet hırsızlığı SW bölgesinde yapılıyor, ardından SE ve N1 posta kodları geliyor.

Peki, bisikletler en çok nereden çalınıyor? Bu konudaki istatistikler Birleşik Krallık’taki bisikletlerin yarısından fazlasının ev ve civarından (bahçe, garaj) çalındığını gösteriyor. 

Bütün bu bilgiler içinde en çok dikkatimi çeken ve bu seferki “Velespit Hikâyesi”ni yazmama vesile olan ise gelir durumuyla hırsızlık arasındaki ilişkiyi gösteren şu istatistik oldu: Birleşik Krallık’ta yıllık geliri 10 bin sterlinin altında olan hanelerin bundan daha fazla gelire sahip olanlara göre bisiklet hırsızlığı mağduru olma ihtimalleri çok daha yüksekmiş.


Bu istatistiği okuyunca aklıma hemen Vittorio De Sica’nın yönettiği, 1948 İtalyan yapımı Bisiklet Hırsızları filmi geldi. Uygulanan teknik, konusu ve işleniş tarzıyla yeni gerçekçilik akımının kült filmlerinden biri sayılan Bisiklet Hırsızlarıİkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ekonomik zorlukların üstesinden gelmeye çalışan Roma’da geçer.

Filmin kahramanı Antonio Ricci iş bulma umuduyla İş Bulma Kurumu’na başvurmuş binlerce Romalı düşük gelirli, işsizden biridir. Bu sefer şansı yaver gitmiş, kendisine uygun bir afişçilik işi çıkmıştır. Ne ki ona layık görülen bu işi yapması için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Memur, “bisikletin yoksa bu işi yapamazsın, ona göre” dediğinde, çaresizce “bugün alacağım” demek zorunda kalır.

Antonio, iş bulduğuna sevinsin mi, üzülsün mü, bilemez, çünkü tez zamanda bisiklet almazsa şans eseri belediyede bulduğu iş elinden kayıp gidecektir. Bu buruk haberi karısı Maria’ya verdiğinde, karısı kaşla göz arasında ne kadar yatak örtüleri varsa hepsini 7.500 liret’e satar. Böylece Antonio bu parayla bir bisiklet alır ve belediyede memurluğa başlamak için başvurusunu yapar.

Antanio sabahın kör saatinde oğlu Bruno’yu çalıştığı benzin istasyonuna yeni aldığı bisikletiyle bırakarak ilk iş gününü geçirmek üzere belediyenin yolunu tutar. Ancak iş düşündüğü kadar kolay değildir. Afişçiler, bisiklet sürerken bir taraftan da merdivenlerini de koltuklarının altında taşımak zorundadırlar. Sonra mesai arkadaşından duvarlara afiş yapıştırmanın inceliklerini öğrenir.



Şans bu ya, daha ilk iş gününde merdivene tırmanmış duvara afiş asarken bisikletini çaldırır. Hırsızın peşinden koştursa da artık çok geçtir. Antanio, bisikletin seri numarasını vererek çalındığına dair başvuruda bulunduğunda polisin olayla pek de ilgilenmediğine tanık olur. Polisten umudu kesince bisikletinin bulunması için araya hatırlı kişileri sokmaya çalışır. Ertesi gün hep birlikte bisiklet pazarına giderler ve parçalarının söküldüğünü tahmin ettikleri bisikleti aramaya koyulurlar. Pazar o kadar karmakarışık bir haldedir ki Antonio’ya bütün bisikletler onunmuş gibi gelir.

Şehrin başka bir tarafındaki diğer pazara gittiğinde ise yağmur yüzünden tezgâhların çoğunu toplanmış bulur. Filmin yağmur sahnesi görsel bir şölen gibidir. Antonio sağından solundan hızla geçen bisikletler arasında kendi bisikletini çaresizce arar durur. Yağmurun dinmesinin ardından bisikletini çalan çocuğu uzaktan görüp peşine düşse de yakalamaya muvaffak olamaz. Bu sefer çocukla irtibatlı olduğunu düşündüğü yaşlı adamın peşine düşer, fakat o da kilisede izini kaybettirir.



Bütün bu koşuşturmaca sırasında şahit olduğu bir olay tüm gün yanında koşturan oğluna çok kötü davrandığını fark etmesine yol açar. Oğlunun gönlünü almaya çalışır. “Olan oldu zaten, nasılsa sonunda ölmeyecek miyiz? Neden şimdi ölelim?” diyerek oğluyla birlikte karınlarını doyurmak üzere bir restorana girerler. Fakat girdikleri restoran bir hayli lüks bir yerdir. Oğlu Bruno bu sırada sürekli yan masadaki zengin ailenin tabağıyla ilgilenir. Bu ilgiyi fark eden babası “onlar gibi yemek yemek istiyorsak ayda milyon kazanmamız gerekir” der ve oğluna yoksulluklarını hatırlatır. Zaten kılık kıyafetleriyle bu zengin mekânında çok eğreti durduklarının farkındadır ikisi de.

Yemek yerken Antonio’nun aklına yine çalınan bisikleti gelir ve oğluna kalem vererek belediyedeki işini kaybetmesinin ona ne kadara mal olacağını hesaplamasını ister. Maaşını, alacağı sosyal yardımları hesap bir bir ettirir.  “Annenin duaları da Azizler de bize yardım edemez” der demez karısı Maria’nın gittiği üfürükçü kadından medet ummak gelir aklına. Antonio üfürükçüye de kiliseye de hep başı sıkıştığı için mecburiyetten gitmektedir.  Üfürükçü kadın, “bisikleti ya hemen bulacaksın ya da hiç bulamayacaksın” der. Başka da bir şey demez. Bütün üfürükçüler gibi alacağı paranın derdindedir ne de olsa.



Antonio gerçekten de kapıdan çıkar çıkmaz bisikletini çalan çocukla karşılaşır. Evine kadar peşinden koşturup yakasına yapışır. Bu sefer de mahalle halkı olaya müdahale eder, polis gelse de elinde bir kanıt olmadığı için bir şey yapamayacağını söyler. Bu arada bisikleti çalan çocuk ve ailesi Antonio ve ailesinden daha beter bir yoksulluk içinde bir göz odada kalmaktadır. Belki de yazının başında sözünü ettiğimiz istatistikte eksik kalan parçalardan biri de budur; düşük gelirliler daha çok bisiklet hırsızlığı kurbanı olabilir ama hırsızlık yapanlar çoğu zaman onlardan da düşük gelirlidir.

Sonuç olarak Antonio bisikletini çalanı bulmuştur ama işlemeyen adalet sistemi ve bunu tam olarak ispat edememesi nedeniyle oradan da boş dönmektedir. Çaresizlikten ne yapacağını bilemez halde stadyumun yanında oğluyla birlikte otururken etraftaki bisikletler dikkatini çeker. Tam apartmanın önünde bekleyen bisikleti alıp kaçtığı sırada fark edilir, etraftaki insanların koşturmasıyla fazla uzaklaşmadan yakalanır ve epeyce tartaklanır. Bisikletini çaldığı kişi Antanio ve çocuğunun haline açığı için şikâyetçi olmaktan vaz geçer.

Dönemin İtalya’sından panoramalar sunan filmde bisikletin Roma’da gündelik hayatın bir parçası olduğunu ilişkin birçok sahne yer alır. Filmin en dokunaklı sahnesi sonudur; Antonio bisiklet hırsızının peşinde koca bir günü geçirirken kendisi hırsız damgası yemiş, bu yüzden oğluna mahcup olmuştur. Yaşadıkları ona ağır gelir. Final sahnesinde, gözyaşları içinde evlerine doğru sessizce yürürken, oğlu Bruno her şeyin farkında, babasının elini tutarak adeta ona teselli vermektedir.



 Kaynak:

https://www.cyclist.co.uk/news/412/bicycle-crime-statistics

https://www.standard.co.uk/news/crime/bikes-stolen-london-lockdown-covid-b63433.html

https://www.ons.gov.uk/peoplepopulationandcommunity/crimeandjustice/articles/overviewofbicycletheft/2017-07-20

 

 

 

Londra’nın parklarında sonbaharın renklerine yolculuk

Hiç yorum yok

02 Ekim 2024

Londra Bisiklet Kulübü’nün üyeleri olarak Hampstead, Regent’s ve Hyde Parka bir tur gerçekleştirdik… İşte sonbaharın en güzel renklerine bürünen Londra parklarından hatırda kalanlar…


(2020)

Tuncay Bilecen

Londra Bisiklet Kulübü’nün Whatsapp grubundan “pazar günü üç park birden geziyoruz!” diye mesaj alınca hemen “ben de varım!” diye atıldım. Ne ki bana iki ayda 150 poundluk masraf çıkaran ama kendisi 50 pound yapmayan cefakâr bisikletimin bu geziden iki gün önce vites dişlisinin kırılacağı tuttu.

Sevgili Özgür Korkmaz’a bir gün önceden mesaj atıp “bendeki vaziyet böyle yarınki geziye maalesef katılamayacağım” deyince Özgür, “olur mu, ben sana Bisiklet Kulübü’nün deposundan bir bisiklet ayarlarım, sabah da seni alırım” dedi. Böylece Özgür sayesinde cefakâr bisikletimin nazı bir işe yaramamış oldu.

İLK BEŞ MİLDE SIRILSIKLAM OLDUK BİLE

Sabah belirlediğimiz saatte buluştuk, Britanya Alevi Federasyonu’nun yerleşkesinde yer alan Londra Bisiklet Kulübü’nün deposundan kendimize uygun birer bisiklet seçtik. Benim şansıma yine Apollo düştü.

Toplanma yeri olan Manor House İstasyonu’na doğru pedallarken ahmak ıslatan dedikleri yağmur hızını iyiden iyiye artırıyordu. Yaklaşık beş mil olan bu parkuru tamamladığımızda Özgür’le ikimiz de sırılsıklam olmuştuk bile.

Parkta Canan, Barış ve Harun bizi bekliyordu. İlk durağımız Hampstead Parkı’ydı. Manor House’tan 4 mil süren bu yolculuğun bir kısmı yokuş aşağıydı, ama sıra yokuş yukarı olan etaba geldiğinde çoğumuzun takati kesildi. Bu yüzden bisikletlerden inip yokuşu yürüyerek çıkmak zorunda kaldık. Bunun üzerine “aman bunu diğer üyelere söylemeyelim, ‘Bisiklet Kulübü bisikletleriyle yürüdü’ demesinler” esprisi yapıldı. Neyse ki bu sırada yağmur çoktan dinmiş, Londra sonbaharının ölgün güneşi arada bir bulutların arasından kendini gösterme teveccühünde bulunuyordu.



İLK DURAK HAMPSTEAD HEATH

Geniş çayırlardan ve ağaçlık alanlardan oluşan Hampstead Heath adeta küçük bir orman gibi. Birkaç hafta önce geldiğimde yeşillerin, sarıların, turuncuların, kırmızıların dansı vardı parkta. İki haftada yaprakların rengi daha da sararmış kahverengiye dönmüş, ağaçlardan düşen yapraklar çimlerin üzerini halı gibi kaplamıştı. Fotoğraf için de nefis imkânlar sunan bu parkta kulübün bisiklet eğitmenlerinden David’i beklerken, her birimiz telefonuyla en güzel fotoğrafları çekme telaşındaydı.

PARKIN YAZARI

Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı Tolkien’in yakın arkadaşı olan İrlandalı yazar, C.S.Lewis Hampstead Parkı’nda yoğun zaman geçirenlerden biriymiş. Aslan, Cadı ve Dolap adlı fantastik kitabının ilhamını karlı bir öğleden sonra Hampstead Heath’te yürürken alan yazarın bu kitabı tiyatroya da uyarlanmış. Filmi ise 2005’te çekilmiş.


                                                

PARKIN RESSAMI

Natüralist akımın önemli temsilcilerinden, manzara resimleriyle tanınan ressam John Constable’ın da uğrak yerlerinden biriymiş bu nefis manzaralı park. Zamanının çoğu profesyonel sanatçısı gibi eserlerini en iyi satabileceği yer olan Londra’ya yerleşen Constable, şehrin merkezini pek sevmeyerek 1827'den itibaren eşiyle birlikte kalıcı olarak o zaman şehir dışında olan Hampstead'e yerleşmiş. İyi ki de öyle yapmış, çünkü ortaya o güzelim tablolar çıkmış.

                                                   John Constable (1776 -1837)

                                                                  Constable - 1829

 Hampstead’ı özgün kılan özelliklerden biri de 17. ve 18. yüzyılda Londra’nın artan su ihtiyacını karşılamak için açılan göletlerin bugün yüzmek için kullanılıyor olması. Kadınlar, erkekler ve karma olmak üzere göletlerde yıllık üyelik esasına göre ya da tek seferde ücret ödeyerek yüzülebiliyor.  





İKİNCİ DURAK REGENT’S PARK

Hampstead’tan sonraki durağımız Regent’s Park’tı. Londra Hayvanat Bahçesi’ne de ev sahipliği yapan bu parkın benim için ayrı bir önemi var. Çünkü iki yıl misafir araştırmacı olarak çalıştığım Regent’s Üniversitesi tam bu parkın ortasında yer alıyor. Her mevsim farklı renklere bürünen bu parkın içinden her gün bisikletle geçmek benim için büyük bir keyifti.

Sekiz kraliyet parkından biri olan, 395 dönümlük bir alanı kaplayan park adını “Playboy Prens” olarak da bilinen IV. George’tan (1762-1830) almış. Bu parkı özgün kılan özelliklerden biri de yüzlerce farklı çiçek türüne ev sahipliği yapması… Özellikle baharda bu çiçekler parkı gezenlere enfes bir manzara sunuyor.

 




TRITON VE DRYADS

Regent’s Park’ta küçük bir kahve ve atıştırmalık molası verdikten sonra parkın etrafındaki daireyi bisikletle turladık. Ardından Triton ve Dryads çeşmesinin yanına gittik. Çeşmenin etrafında on saniyelik video çekmek için bisikletlerimizle tura başladığımız esnada, parkta bir başına oturan ihtiyar huysuzlanarak bastonunu yukarıya kaldırdı ve “burada bisiklete binmek yasak!” diyerek hışımla yanımızdan ayağa kalktı. “Sadece on saniyelik video çekeceğiz” desek de bizi dinlemedi ve YASAK sözcüğünün altını adeta bastonuyla çizerek “yasak!”, “yasak!” diyerek yanımızdan uzaklaştı.



ÖDÜLLÜ HEYKEL

1936'da William Macmillan tarafından tasarlanan, ancak 1950'ye kadar dikilemeyen Triton and Dryads heykeli, iki su perisi ve iç içe geçmiş balıklarla çevrili bir deniz kabuğu ve kabuğu çalan bronz Triton heykelinden oluşur. Triton, Deniz Tanrısı Poseidon ile Amphitrite'nin oğlu aynı zamanda Poseidon'nun habercisidir. Belden yukarısı insan belden aşağısı balık şeklinde ayakları at ayağına benzeyen bir deniz tanrısıdır. Bu heykel zamanında Londra’nın en iyi heykeli seçilerek Macmillan’a altın madalya kazandırmış.

 


TURUN DİĞER DURAKLARI HYDE PARK VE BUCKINGHAM PALACE

Regent’s Park’tan sonra sırada Hyde Park vardı. Burada da başka bir sürpriz karşıladı bizi. “Serbest Kürsü” diye tabir edilen yerde büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Kalabalığın etrafı polis tarafından sarılmıştı. İtiş kakış içindeki kitlenin arasında dolanarak ne olup bittiğini sorduk, meğer aşırı sağcıların gösterisinin ortasına düşmüşüz. Bu protestoda faşist aktivist Tommy Robinson gözaltına alınmış.

Bu hengamenin ardından  rotayı Hyde Park’tan Buckingham Palace’a çevirdik. Burada da fotoğraf çektirdikten sonra ben gruptan ayrıldım. Eve dönerken, tıpkı tura başlarken olduğu gibi yağmur damlaları şiddetlenen rüzgârla birlikte kaskımda trampet çalmaya başlamıştı. Ama dolu dolu geçen bir gezinin ardından bu damlalar keyfimi kaçıramazdı.  



bisikletligazete@gmail.com

 

Kaynakça:

https://www.cityoflondon.gov.uk/things-to-do/green-spaces/hampstead-heath/activities-at-hampstead-heath/swimming-at-hampstead-heath

https://www.hampsteadheath.net/

https://www.heathandhampstead.org.uk/heath/

https://tr.qaz.wiki/wiki/Hampstead_Ponds

https://www.royalparks.org.uk/parks/the-regents-park

 

LONDRA BİSİKLET KULÜBÜ

http://www.londoncyclingclub.org/

07799 735234

 

 

Tolstoy’un bisikleti ve öğrenmenin yaşı

Hiç yorum yok

03 Eylül 2024

 


Velespit hikâyelerinin bu bölümünde, literatürde “öğrenmenin yaşı yoktur!” ifadesinin karşılığı olarak kullanılan “Tolstoy’un bisikleti” deyimi ve bu deyimin ortaya çıkış hikâyesinden söz ediyorum.







 Tuncay Bilecen 

tuncaybilecen@gmail.com

“Değiştirilmesi en zor şey nedir?” diye soracak olursanız, “alışkanlıklarımızdır” derim. Sevmediğimiz bir huyumuzu veya gündelik hayat rutinimizi değiştirmek için defalarca kararlar almış, kendi kendimize sözler vermiş; ama pek azımız verdiğimiz bu sözleri tutabilmişizdir. Ne de olsa sözleri yerine getirmek için güçlü bir irade, sabır ve gerçekçi bir plana ihtiyaç vardır. Gerçekçi diyorum, çünkü nesnel gerçeklerden bağımsız planlar her daim hayatımızın “bitirilemeyen başlangıçlar” çekmecesinde durmaya mahkûmdur. Eğer kişinin gerçeklikten kopuş düzeyi kendi gerçekliğini bile idrak edemeyecek seviyedeyse böyle durumlarda yerine getirilemeyen sözler için “dışsal bahanelere” sığınılır. Doğrusu hayatını değiştirecek iradesi olmayanlar için bahaneden bol bir şey de yoktur. Merak etmeyin yazının gidişatını “kişisel gelişim” masallarının istikametine sokmayacağım. Öyleyse mevzumuza doğru pedallayalım!

TOLSTOY’UN BİSİKLETİ

Bu yazının konusu “Tolstoy’un bisikleti”…

“Bu yaştan sonra kim uğraşacak?!” lafını bir bahane olarak çok duymuşuzdur. Bir vakitler niyet edilen ama bir türlü başlanmayan işler için kullanılır bu ifade. Örneğin mevzu gitar çalmak mı? Bizimki hemen lafa girer, “ben de bir vakitler heves ettim ama canım bu yaştan sonra kim uğraşacak?!” Oysa klişe gibi gelse de öğrenmenin, başlamanın ve bizi esaret altına alan alışkanlıklarımız terk etmenin yaşı yoktur.


  Çizim: Aydan Çelik

Rus edebiyatının dünyaya kazandırdığı en büyük miraslardan biri olan Tolstoy bisiklet sürmeye 67 yaşında başlar. Tolstoy, yedi yaşındaki oğlu Vanichka’yı kaybetmenin acısını yaşarken Moskova Bisiklet Sevenler Derneği tarafından kendisine bir bisiklet hediye edilir. Birkaç denemenin ardından bisiklet sürmeyi öğrenen Tolstoy bu yeni ulaşım aracını pek bir sever. Etrafındaki köylülerin şaşkın bakışları arasında ak sakalıyla, her gün bisiklet üstünde arzı endam etmeye başlar. Bisiklet, yetmişine merdiven dayayan Tolstoy’un vazgeçilmezlerinden biri olup çıkmıştır.

İşte literatüre “Tolstoy’un bisikleti” olarak geçen bu kavramsallaştırma “öğrenmenin yaşı yoktur sözünün” yerine kullanılır ve bize “başlamak” için hiçbir zaman geç kalmadığımızı hatırlatır.

 TOLSTOY’UN SON İSTASYONU

Toprak ağası olan Tolstoy’un hayatı bu tür girişimlerin örnekleriyle doludur. Örneğin yaşlanınca bütün malını mülkünü köylülere pay etmiş, onlarla birlikte sıradan bir hayat yaşamaya başlamıştır. 1894’te yazdığı Tanrı'nın Krallığı İçinizde başlıklı kitap yüzünden başı Ortodoks kilisesiyle derde girer. Aforoz edilir ve kitabı Rusya’da yasaklanınca ancak Almanya’da basılabilir.

Tolstoy’un kendisini ve insanı arayışı ömrü boyunca devam eder. Son günlerinde evini terk eder ve geri dönüşü olmayan uzun bir yolculuğa çıkar. 20 Kasım 1910’da zatürreden öldüğünde, 82 yaşındadır ve evini terk edeli 10 gün olmuştur. Bu süre boyunca Moskova’dan yaklaşık 400 km uzaklaşmış, sonradan onunla simgeleşecek olan Astapovo Tren İstasyonu’ndadır. 

                                              Tolstoy'un ölüm haberi


Hayatı boyunca mahiyetinde çalışan köylüler gibi sade bir hayat sürmek isteyen Tolstoy, aradığı huzuru belki de dünyaya gözlerini kapattığı Astapvo İstasyon şefinin mütevazı kulübesinde bulmuştur. Yönetmenliğini Michael Hoffman’ın yönettiği, 2009 yapımı dilimize “Aşkın Son Mevsimi” olarak çevrilen The Last Station, bu hazin yolculuğu çok güzel anlatır.



 BİZİM TOPLUM VE BİSİKLET

Bisiklet ve “öğrenmenin yaşı yoktur” mevzusuna geri dönecek olursak; dünyada bisiklet kültürünün en çok geliştiği kentlerden biri olan Londra’da bizim toplumun bisikletle barışık bir hayatının olduğunu söylemek maalesef pek mümkün değil. Elbette herkes bisiklet sürecek diye bir kaide yok ama bu konudaki bahaneler de muhtelif.

“Ben de çok istiyorum ama trafiğe çıkılmaz burada, çok tehlikeli.”

“İlk geldiğim yıllarda heves etmiş almıştım ama çalındı. Şimdi alsam yine çalınır. O yüzden gerek yok.”

“İsterim tabii ama bisiklet sürünce insan terliyor, terleyince de hasta oluyorsun.”

“Bizden geçti artık bu yaştan sonra bisiklete biniyor dedirtmem kendime.”

Örnekleri çoğaltmak mümkün. “Ne güzel her yere bisikletle gidiyorsun, ben de senin gibi bisikletçiyim” diyen fakat bir kere bile bisiklet üstünde görmediğim insanlar da yok değil.

Bisikletle olan ilişkileri bisikletlilere laf etmekten ibaret olan toplum üyelerimiz de var. Onlar da yanlış misali emsal yaparak “efendim bisikletliler arabalarımıza çok yakın geçiyorlar, kaç defa kaza atlattık bu yüzden” diye feryat figan edip inadına kötü örneği gözümüze sokuyorlar.  

Karamsar olmaya lüzum yok. Ne olursa olsun bisiklet yavaş yavaş bizim toplumun da gündelik hayatında yer etmeye başladı. Kısa sürede; çocuklara yönelik eğitimlerden, tamir bakım hizmetlerine kadar bisikletle ilgili birçok önemli çalışmaya imza atan Londra Bisiklet Kulübü bu işin öncülerinden biri.

 Yazıyı bu güzel örneklerin çoğalmasını dileğiyle Tolstoy’dan bir cümleyle bitirelim: En güçlü iki savaşçı; sabır ve zamandır.”   

Kaç yaşında olursak olalım yola çıkmaktan ve denemekten vaz geçmeyelim.


* Yazıyı bitirdikten sonra aklıma geldi, ilkokul mezunu, Trakyalı bir köylü kadını olan annem,  50'li yaşlarının sonunda ehliyet ve araba almaya heves etmişti. Hepimiz daha başta yazılı ehliyet sınavını geçemeyeceğini düşünürken, sınavdan 100, 100 ve 96 gibi puanlar alan annem nasıl oldu da motor sınavında bir soruyu kaçırdım diye hayıflanıyordu. Sonrasında ehliyetini de aldı, arabasını da... Şimdi ise iyi ve dikkatli bir şoför... 



                                             Tolstoy 1828 - 1910



Kaynakça:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Lev_Tolstoy

https://wannart.com/icerik/10990-aradigi-huzuru-olurken-buldu-tolstoyun-olumu

https://naferermis.wordpress.com/2012/04/15/tolstoyun-olumu/

https://ezgiaydn.medium.com/tolstoyun-bisikleti-hikayesi-nedir-ne-anlama-gelir-%C3%B6%C4%9Frenmenin-yeni-bir-tan%C4%B1m%C4%B1-bbd5c3ca5a93


İklim krizine dikkat çekmek için Paris'ten Bakü'ye pedal çeviren aktivistler İstanbul’a ulaştı

Hiç yorum yok

27 Ağustos 2024

İklim krizine dikkat çekmek için bisikletleriyle yola Paris’ten yola çıkan üç  aktivist dün İstanbul’a ulaştı. Barbaros Bulvarı'nda bisiklet severlerle buluşan aktivistler, Türkiye'den sonra Gürcistan'a geçecek ve ardından Azerbaycan'ın başkenti Bakü'ye ulaşacaklar.

 


İklim aktivistlerinin Paris'ten Bakü'ye gerçekleştirdiği bisiklet turu, iklim değişikliği konusunda farkındalık yaratmayı amaçlıyor. Grup adına konuşan Önder Algedik, Türkiye'nin son 20 yılda 814 milyar dolarlık fosil yakıt ithalatı yaptığını ve bunun en önemli kaleminin akaryakıt olduğunu belirtti. Ayrıca, Türkiye'de sadece 2019-2023 yılları arasında 2 milyon 800 bin yeni arabanın piyasaya çıktığını vurgulayan Algedik, bu durumun karbon emisyonlarını artırdığına dikkat çekti.

Fransız iklim aktivisti Guillaume Outrage ise bisikletin doğayla barışık ve enerjinin en verimli kullanıldığı araçların başında geldiğini hatırlatarak ulaşımda karbon ayak izinin ortadan kalkması için bisiklet kullanımının önemine dikkat çekti. Bisiklet kullanımının yüzde 20 artması durumunda karbon emisyonlarının yüzde 8 gibi önemli bir oranda azalacağını söyleyen Outrage, bu sebeple bisiklet kullanımının teşvik edilmesi gerektiğini vurguladı.

COP29 tarafından sunulan 10 öneri ise iklim koruma için bisiklet kullanımını artırmayı hedeflemekte. Öneriler, özel bisiklet altyapısının artırılması, okul ve iş yolculuklarında bisikletin teşvik edilmesi, bisiklet parkı/ depolama alanlarının artırılması gibi karbon emisyonlarını azaltmaya yönelik adımları içeriyor. Bu önerilerin hayata geçirilmesiyle, arabalardan bisikletlere geçişin sağlanması ve ulaşım emisyonlarının azaltılması hedefleniyor.

Bisiklet kullanımını teşvik ederek, enerji verimliliğini artırmayı ve karbon emisyonlarını azaltmayı hedefleyen aktivistlere biz de bisikletli gazete olarak yolunuz açık olsun! diyoruz. 





https://cop29bikeride.org/cop29-tenproposals

https://www.instagram.com/cop29bikeride/?hl=tr

Dünya Bisiklet Günü nedeniyle “Turuncu Şimşek"i hatırlamak

Hiç yorum yok

03 Haziran 2024

 Bugüne kadar hiç arabam olmadı, hiç de heves etmedim. Kızanlığımdan beri hep iki tekerlek üzerindeyim. Eskiler velespit derler, babaannem de “şitan (şeytan) arabası” derdi. Bu yazıda  ilk bisikletim olan “Turuncu Şimşek”ten söz edeceğim.

Tuncay Bilecen




 İlk bisikletim; babamdan kalan Balkan marka, Bulgar malı, turuncu bir bisikletti. O dönemde izlediğim çizgi filmlerden etkilenmiş olacağım, “Turuncu Şimşek” adını verdiğim bisikletim aynı zamanda arkadaşımdı, onunla konuşur, dertleşirdim.

Gündüzleri sapsarı gündöndü tarlaları arasında, göl kenarlarında, salkımlıkta akşamları ise nasıl çalıştığını anlamadığım dinamonun verdiği ışıkla köyün etrafında turlamak büyülü bir dünyaya yapılan bir yolculuk gibiydi benim için.  

Köydeki çocuklar olarak bizi başka âlemlere götüren bisikletimizi “hoş kullanmaya” çalışır, bozulmasın diye adeta üzerlerine titrerdik.  Çünkü bizim köyde bisiklet tamirinden anlayan biri yoktu. Arada kamyonetli bir tamirci uğrardı köye, ama bekle ki gelsin! O geldiğinde adeta bayram gelir, köyün bütün bisikletli çocukları kamyonetin etrafında toplanırdık. Sadece tamir hizmeti vermez; bisikletlerimiz için rüzgârda dönen pırıldak, tekerlere takılan palet ve değişik süsler getirirdi bu tamirci.

Bisikleti bozulan bir çocuk ne zaman geleceği belli olmayan kamyonetli tamirciyi bekleyebilir mi? Bekleyemez elbette. O yüzden biz de kendimizi yollara vurur, o dönem bize çok uzak gelen dört kilometre mesafedeki Velimeşe kasabasına giderdik. Toz toprak yolda yanımızdan bir araba geçecek olsa boz bulanık bir toz bulutunun ortasında kalırdık. Asıl mesleği imamlık olan tamircinin camiden gelmesini sade gazoz içerek bekler, tıpkı hastane koridorlarında bekleyen hastalar gibi birbirimize bisikletlerimizin dertlerini anlatırdık.

Turuncu Şimşek, çok sık patlayan ve artık yama tutmayan tekerleri olmasa turp gibiydi aslında. İmam, artık beni tanıdığı için Turuncu Şimşek’in derdini sormazdı bile. Tekerini çıkarır, su dolu leğendeki iç lastiğin patlamış yerini anında bulurdu. Tamir olmuş bisikletimle Velimeşe’den köye dönerken sevincimden adeta kanatlanıp uçardım. Bir taraftan da tekerleri kontrol eder lastik hava kaçırıyor mu, diye bakardım.



Bir defasında o küçücük bisiklete üç kişi binmiş, kardeşimi ve dayımın oğlu Engin’i Velimeşe’den köye ter su içinde ama mutlu olarak getirmiştim. Güray ön tekeri, Engin de arka tekeri arada kontrol ediyor, lastiklerin hava kaçırmadığından emin olduktan sonra birkaç dakika arayla “bombaaaa!”, “bombaaaa!” diye bağırıyorlardı.  

Turuncu Şimşek nasıl emekliye ayrıldı, akıbeti ne oldu hatırlamıyorum. Artık tekerleri yama tutmaz olunca yan kasabaya gitmekten bitap düştüm, ben büyüdükçe o küçüldü sanırım. İlginçtir sürekli patlayan tekerlerinin kerametini de daha sonra öğrendim. Meğer benim Turuncu Şimşek’i kıskanan tanıdığımız bir arkadaş, ben yaptırdıkça toplu iğne sokup tekrar patlatıyormuş "Turuncu Şimşek'in tekerlerini. Sağlık olsun, ne diyelim günahı boynuna.

Sherlock Holmes’un yazarı, Sir Arthur Conan Doyle şöyle bir kelam etmiş: “daha iyiye ulaşmak için her zaman mücadele ettim. Bisiklete binmekten çıkardığım ders, mücadele etmeden elde edilen başarının tatmininin de olmayacağıdır.” Tekerimize çomak (iğne) sokmak isteyenler çıksa da biz yine de iyiye, güzele doğru pedallamaya devam edelim.

Bu vesileyle Dünya Bisiklet Günümüz kutlu olsun!






“Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız..."

Hiç yorum yok

11 Mayıs 2024

Askerliğimi “sakıncalı piyade” olarak Kartal’da yaptım. Ama ne şanslıyım ki, Türkiye’nin en berbat sürgün yeri olarak bilinen “2nci Zırhlı Tugay”ın  tam karşısında yani Anadolu yakasının yüksek tepelerinde Adalar sere serpe uzanıyordu.

Tuncay Bilecen




Daha öncesinde Adalar’a gitmiş miydim? İnanın hatırlamıyorum. Ama bu sekiz ay boyunca çarşı izinlerimde neredeyse her hafta (bazen çift çarşı izni) Adalar’a mütemadiyen gittim.

“Hangisine?” diye soracak olursanız, hepsine gitmekle birlikte en çok Burgazada’ya diyebilirim.

Peki niye?

Sait Faik’in adası olduğu için elbette…

Bütün öykülerinden ezbere bildiğim bir ada olduğu için…



Kalpazankaya’ya yokuşunu çıkıp hangimiz izlemedi gün batımını?

Sabahın erken saatlerinde Sait Faik Müzesi’nin en erken ziyaretçisi oluyor, yaşlı bir o kadar da takatsiz, topuklarına kadar çilli olan kadının peşi sıra ama onu da yormak istemeyerek müzeyi bir çırpıda geziyordum…

Müze dediğim Sait Faik’in evi… Ardından sırt çantama biraları doldurur, tepelere kiraladığım bisikletim elimde tırmanır, ormanın içinde kaybolarak bira eşliğinde kitap, dergi elimde ne varsa okur, bazen de birkaç satır bir şeyler karalardım… Sonrasında da akşam yedideki sayıma geri yetişmek için koşturmacam başlardı…



Kartal’ın sırtlarındaki tugaya yetiştikten sonra içimdeki saat kendiliğinden Ada’ya geri dönüşümün bir haftalık geri sayımını başlatırdı…

O ziyaretlerin birinde tam da ustanın ölüm yıldönümünde şu notları almışım: “Sarı çiçeklerin, kuş cıvıltılarının, tatlı tatlı esen rüzgârın ve patırtısı bir türlü kesilmeyen şu denizdeki takanın kokularının ve seslerinin birbirine karıştığı tepedeyim yine… Burgazada’dayım…”




O vakitler akıllı telefon yoktu… Bilincimle baş başa Adalar’da kendimle bir başıma kalırdım… Çantama koyduğum 3-4 bira, o ayki edebiyat dergileri, okuduğum kitaplar, not defterim ve kalemim yoldaşım olurdu…  

Gelsin dinginlik… Geçsin saadet dolu dakikalar…

Tam 19 yıl olmuş dile kolay… Hemen ardından yanmıştı/ yakılmıştı Burgazada sırtları… Kel kalmıştı… Neyse ki şimdi yeniden fidan vermiş. Doğa insanoğlu dokunmadığı müddetçe kendini yenileyebiliyor.



Dini bir mekânı tavaf eder gibi geliyordum Sait Faik’in evine…
Sait Faik’in etten kemikten bizim gibi bir ademoğlu olacağı aklıma gelmezdi o müzeyi gezene kadar… Çocukluk fotoğraflarından gençlik fotoğraflarına kadar çekik gözlerinde hep o mahcubiyeti görmüştüm. Hele o koskoca hikâyecinin küçücük bir yatakta yattığını öğrenmek daha da sarsmıştı beni…

Bu duyguyu yıllar sonra Lizbon’da Pessoa’nın müze evini gezerken yaşamıştım. Pessoa’nın yatağı nerdeyse bir bebek beşiği kadar küçücüktü…

Yere göğe sığdıramadığımız yazarların gündelik hayatlarına dahil olmanın şaşkınlığı bunlar hep…

Sonra biramı içip dergi ya da kitaplarımı okurken aklımın bir köşesinden hep bu düşünceler geçerdi… Ben ağaçların arasından bir sesin bana “hişt hişt” demesindense insana dair bir çaresizlik sezerdim Sait Faik’in evini gezdikten sonra…

Bir anda içimizi sarıp sarmalayan ama yine ansızın gelip geçen bir duygu kırıntısı gibi… Hani ben bu anı daha önce yaşamıştım dedirtecek kadar yakın ama bir o kadar da uzak… Aynı zamanı yaşamayıp benzer duygularla örselenmenin ruh bezginliği diyelim…

Sonra dönüş yolunda, kafam biraz da dumanlıysa koşar adımlarla müzenin kapanma saatinden önce yine orada olur… Aynı gün içinde ikinci kez ziyaret ederdim müzeyi... Bu sefer aceleyle birinci katla ikinci kat arasında duran ziyaretçi defterine ustanın sözlerini yazardım:

“Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan..? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız...






© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan