Londra Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Londra Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İsmail Kaygusuz’un ardından: Kavga / Kervan dergilerinde Kaygusuz'un izleri

Hiç yorum yok

24 Nisan 2025

Alevilik üzerine birçok değerli çalışmaya imza atan İsmail Kaygusuz, 3 Şubat 2022’de İstanbul’da vefat etti. Bu yazıda, Kaygusuz’un Kavga ve Kervan dergilerinde yazdıkları üzerinden Alevilik düşüncesine yaptığı katkıya değiniyorum.

 Tuncay Bilecen




Kavga ve Kervan dergileri üzerine akademik çalışmalar yapana kadar İsmail Kaygusuz’u tanımıyordum. Daha sonra kendisiyle Emek Araştırmaları Vakfı’nın (EMAR) Londra’da düzenlediği Gaye Yılmaz söyleşisinde yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum Kaygusuz, bir hayata sığdırdığı onca çalışma, araştırma makale, kitap ve romana rağmen içten, mütevazı bir kişilikti.

Kavga ve Kervan’ın felsefi yükünü çekiyordu

Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) Londra kanadı tarafından Mart 1991 – Aralık 1998 tarihleri arasında çıkan (71 sayı yayımlanmıştır) Kavga ve Kervan dergilerinin politik yükünü Rıza Yürükoğlu (Nihat Akseymen) felsefi yükünü ise İsmail Kaygusuz sırtlıyordu. İsmail Kaygusuz, Alevilik konusundaki engin tarihi ve mitolojik bilgi birikimi nedeniyle derginin entelektüel ayağını oluşturuyordu.

İsmail Kaygusuz, dergideki yazılarında Alevilikle sosyalizm arasında tarihsel, sınıfsal ve diyalektik bağlar kurmuş ve Alevi kimliğinin İslamiyet’ten azade bir kimlik olarak tanınması için yaşamı boyunca uğraş vermiştir. Bu bakımdan Alevilik inancının müstakil bir inanç olarak tanınmasında, onu zengin tarihsel ve felsefi kökleriyle buluşturmada ve özellikle de yurt dışında yaşayan Alevilerin diasporik bir kimlik kazanmalarında Kaygusuz’un rolü yadsınamaz. Örneğin, Kervan dergisinin 24. sayısında, 1993’te İşçi Birliği’nin girişimiyle Londra’daki ilk cemi şöyle anlatıyor Kaygusuz: “İlk toplanan cemde, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş, genç-yaşlı, kadın-erkek canlarda başlangıçta, uzun yıllar ceme katılmamış olmanın ya da ilk kez katılmanın verdiği bir heyecan, ürkeklik vardı. Ancak, cemde canların sorduğu sorulara Dede’den doyurucu yanıtlar geldikçe saatlerin ilerlemesine rağmen canların Dede’nin ağzından çıkanı can kulağıyla dinleme isteği daha ağır bastı. Cemevi’nin gerekliliği üzerine görüş birliği oluştu.” (Kaygusuz, Kervan 24, sy.16).



Londra’da ilk cemin yapılmasına ön ayak oluyor

1990’ların ikinci yarısından itibaren Alevi örgütlenmesinde yaşanan gelişmeler Alevilerin kamusal ve siyasal alanda görünür olmalarını sağlamıştır. Özellikle Almanya’daki Alevilerin örgütlenmesiyle başlayan görünürlük yurt dışında yaşayan diğer Alevileri de örgütlenme konusunda motive etmiştir. Bu dönemde Kaygusuz’un da yazılar kaleme aldığı Kervan dergisi Türkiye’de ve yurt dışında açılan cemevlerinin haberlerini okuyucuya duyurmakta, “Cemevlerimizi her yerde açacağız.”, “Nerede Alevi varsa orada Cemevi kuralım”, “Her semte cemevi, her hafta cem gerekli”, “Gençleri ‘cem ve kültürevi’ne çekelim” gibi başlıklarla cemevlerinin Alevilerin olmazsa olmazı olduğunu sürekli vurgulamaktadır.

“Sünnilikle, Aleviliğin ortak paydası yoktur”

Kaygusuz, Alevilik felsefesini materyalizmle ilişkilendirme eğilimindedir. “Sonsuz olan maddedir. Tanrı da uzay ve zaman gibi, maddenin bir varoluş biçimi olarak tanımlanamaz mı? Öyle ya da değil, ama tanrıyı en gelişmiş madde olan insanda varoluşa (yokoluşa) götüren Alevi-Bektaşi inancı, onun, maddenin dışında var olamayacağını ispatlamıştır (Kaygusuz, Kervan 58, sy.14). Aleviliğin materyalist düşünceyle ilişkilendirilmesi Sünni inancının ister istemez “metafizik” olarak kodlanmasına yol açacaktır. Bu da inanç felsefesi boyutunda Sünnilik ve Aleviliği iki zıt kutba yerleştirmek anlamına gelmektedir: “Alevilik inanç olarak dinin metafizik göğünde asılı duran değerlerin bazılarını reddetmiş, bazılarını ise yere indirip insanlaştırmış, maddeleştirmiştir. Bu nedenle, İslam metafizik değerlerinin kendi öz mantığı içinde, ‘vahiyle akıl arasında çelişki yoktur’ diyerek mantıkla bağdaşamayan ve aklı dine uyduran Sünnilikle, Aleviliğin ortak paydası yoktur (Kaygusuz, Kervan 70, sy. 3-4).

“Hak=Halk!”

Kaygusuz, Alevilik’i bir taraftan tarihsel kökleriyle buluşturmaya ve onu dünyevileştirmeye çalışırken bir taraftan da onunla İslami düşünce arasına mesafe koymaya çalışır. Bir yazısında “Enalhak” düşüncesine karşı çıkarak “Tanrı Halktır Halk da Tanrıdır” görüşüne varır. “Yolunu, süreğini unutmuş Cemevi’ne Cami gözüyle bakan; Cemlerde niçin Dede’nin önünde yeri öptüğünü, pirine mürşidine rehberine, musahibine, cem erenlerine neden niyaz ettiğini bilmeyen günümüz Alevilerinden bazıları da soruyor: ‘Allah insan, insan allahtır! Nasıl olur bu milyarlarca allah mı var?’ Bir Alevi bunu soruyorsa şeriatçıdan farklı düşünmüyor demektir. (…) Kaldı ki, “Hakk Halktır, halk da Hakk’tır belgisinden yola çıkmış olan, Hacı Bektaş Veli Hurdaname’sinde, ‘Şeriatta bu senin bu benim, Tarikatta hem senin hem benim, Hakikatta ise ne senin var ne benim. Cümle varlık Hakk’ındır, yani Halk’ındır’ buyuruyor. Demek ki, tasavvufta ve onun halka indirilmiş Alevilik inancında bu ‘dünyanın tek sahibi var: Hak=Halk! Ve bütün var olanlardan eşit biçimde yararlanılmalıdır” (Kaygusuz, Kervan 49, sy. 19).

Aleviliğin ve sosyalizmin özde bir olduğu görüşü Kaygusuz’un kaleminde Sol-Alevi ütopya diyebileceğimiz bir dünyanın yaratılmasına yol açmıştır. Örneğin “İşçiler ve Aleviler omuz omuza rıza şehrini kurmaya” başlıklı yazısında Marx, More ve Campenalla’dan yola çıkarak Alevi mitolojisinde kurulan “rıza şehri, “paranın geçmediği her şeyin rıza ile yapıldığı mülkiyetin olmadığı bir ütopya” olarak tasvir edilmektedir.



İşçi sınıfı ile Aleviliği musahip etme çabası

Kaygusuz Türkiye solunun Alevi inancına bakışını iki noktada eleştirir. Bunlardan ilki Alevi meselesinin görmezden gelinmesi ve geleneksellik olarak aşağılanmasıdır; ikincisi ise kendi toprağında yetişen muhalif, devrimci tarihsel damarın görmezden gelinmesidir. Kaygusuz’a göre Alevilerin muhtaç olduğu teorik yaklaşım zaten bu inançta mündemiçtir. “Aleviliğin ve Alevi toplumunun arzu ettiği dünyayı ve yönetimini, beş yüz yıl önce ihtilalci Kızılbaş siyaseti saptamıştır. Rıza şehri kurmak! Komünizmin ve komünistlerin de istediği bu dünyadır. Kızılbaşlığınızı yadsımayın ve ihtilalci Kızılbaş siyasetine sahip çıkınız! İşte bunun içindir ki ‘işçiler ve Aleviler yol musahibidirler’” (Kaygusuz, Kervan 55, sy.8-9). Alevilerin ve işçilerin yol musahibi olduğu görüşü Kaygusuz ve Yürükoğlu’un Kavga ve Kervan sayfalarında, konuşmalarında ve diğer yazılarında bıkmadan usanmadan tekrar ettikleri bir düşüncedir. Öyle ki dergide reklamı yapılan kasetler dahi “İşçi sınıfı ile Aleviliği musahip etmede mütevazi bir adım” şeklinde tanıtılır.

Alevilik ve sosyalizm arasındaki fikirsel akrabalık sadece tarihten örneklerle değil, güncel siyasî gelişmeler üzerinden de vurgulanmaktadır. Örneğin derginin 10 Eylül 1993’te düzenlediği panelin başlığı “Alevi işçi gönül gönüle”dir. Panelde “Alevi ve işçi yol musahibidir” ifadesi öne çıkartılır. Dergi çevresi, Alevilerin tarihsel, sınıfsal ve diyalektik bir zorunluluk olarak sosyalist mücadele saflarında yer almaları gerektiğini defalarca yinelemektedir. Bu adeta bir zorunluluktur. “Bugün Aleviliğin yer alabileceği tek siyasî platform vardır, o da sol düşüncedir” (Metin, Kervan 67, sy.7).



ALEVİLERE YAPILAN SALDIRILARIN KARŞISINDA YER ALIYORDU

İsmail Kaygusuz’un bir başka misyonu da Alevi topluluğuna yönelik fikri saldırılarla mücadele etmektir. Örneğin İzzettin Doğan’ın 17 Ağustos 1995’te Milliyet’te kaleme aldığı yazıya ilişkin şunları yazar: “Alevi İslam yoktur sayın Doğan, Alevilik vardır. İstanbul Belediye başkanının da (Tayyip Erdoğan) daha pek çoklarının da söylediği gibi ‘İslam demek Şeriat demektir.’ Alevi İslam da olmaz Alevi şeriatı da. Alevilik, İslamın materyalizme dönük yüzüdür. Alevilik İslam dininden çıkmış ama islamın kendisi değildir. İslamın insanı öne alan ve sevgiye, nesnel dünya yaşamına dönük yorumudur. (Kaygusuz, Kervan 53, sy.22). Kaygusuz, Alevilerin Sünni devletle hemhal edilme projelerine ve bu projelerin değişmez isimlerine yönelik tavrını her daim ortaya koyan biriydi. Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan’ın marifetiyle Alevilerin Diyanet’e bağlanma çabasına ilişkin olarak şunları yazmıştı: “Alevi burjuvazisinin kurduğu, sözcülüğünü ve başkanlığını Prof. İzzettin Doğan’ın yapmakta olduğu Cem Vakfı’nın bu toplantısı tesadüf olmadığı gibi, bilimsellikten de uzaktır. Alevi toplumunun kendisine ne icazet ne de yeti vermiş olduğu Prof. İzzettin Doğan, babasından kalan miras ve vasiyetle kol kola bulunduğu devlet tarafından ‘Alevi dedesi’ olarak atanmayı başarmış birisidir! O günden beri kendi kendini yetkili kılarak, Aleviler adına devletle uzlaşma pazarlıkları yapıyor.”, devlet eliyle toplanmak istenen Ehli Beyt kurultayına da karşı çıkarak Alevileri bu konuda uyarmaktadır. “Kapitalistinden, sağ-tutuculardan, dinci-milliyetçilere kadar çeşitli görüşlerdeki kişilerin devletin teşvik ve desteğiyle, hiç hakları olmadığı halde Alevilik adına oluşturdukları kurultay, ne Aleviliği ne de Alevileri hiçbir zaman temsil etmemektedir. (…) Bu kurultay aynı zamanda devletin, bazı sözde Aleviler aracılığıyla, Alevi toplumuna yaptığı tehdittir: bunlar gibi olacaksınız, yoksa ‘Kerbela vakaları’ yaşarsınız!” (Kaygusuz, Kervan 60, sy. 16).

“İncindiğimiz yerde inciteceğiz”

Kaygusuz, Alevi toplumunu, onları devletle hemhal etmeye çalışan, Alevi değerlerinin özünden uzaklaştıran “Alevilere” karşı uyarmayı kendisine bir nevi vazife edinmiştir. “Tüm Alevi – Bektaşi örgütlenmeleri, bu tehditten korkmamalı; devrimci saflarda birleşip toplumunu mücadeleye hazırlamalıdır. Hacı Bektaş Veli’nin ‘İncinsen de incitme sözü’, bireysel ilişkileri düzenleyen, dostlukları perçinleyen bir Alevi güzel ahlak kuralıdır. Ama Alevi – Bektaşi toplumsal hareket düsturu değildir. Bu inancı bin yılı aşkın süredir yaşanan zulme, baskıya ve eşitsizliğe başkaldırışıdır. Haksızlığa karşı direnmesidir. İncindiğimiz yerde inciteceğiz. Bu böyle biline! Bu toplum bir daha Çorum, Sivas ve Gazi gibi” Kerbela Vakaları’ yaşamayacak. Küfeli ihanetçileri de aralarında asla barındırmayacaktır.” (Kaygusuz, Kervan 68, sy.7). 

İsmail Kaygusuz, verdiği onca eserin yanı sıra, Türkiye sosyalist düşüncesini Aleviliğin değerleriyle buluşturma ve Alevileri  sosyalist mücadele saflarına katma konusundaki çabaları nedeniyle her zaman hatırlanacak…

 

 İsmail Kaygusuz’un araştırma-inceleme Kitapları:

  • Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner , Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul-1983
  • Musahiblik, Alev Yayınları, İstanbul-1991(genişletilmiş 2.Baskı, Alev Yay.İstanbul, 2004)
  • Alevilik’te Dar ve Pirleri, Alev Yayınları, İstanbul-1993
  • Alevilik İnanç Kültür ve Siyaset Tarihi I, Alev Yayınları, İstanbul-1995
  • Görmediğim Tanrıya Tapmam, 2.Baskı, Su Yayınları, İstanbul, 2009
  • Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yayınları, İstanbul-1998
  • Alevilik, Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul- 2004
  • Hasan Sabbah ve Alamut (Öğretisi,tarihi, felsefesi),  Su Yayınları,  İstanbul-2004
  • Anadolu Bilgeleri (Anadolu’yu aydınlatan düşün ve eylem adamları), Su Yayınları, İstanbul-2005
  • İslam İmparatorluklarında İktidar Mücadeleleri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU, Su Yayınları, İstanbul-2005
  • Müslümanlık ve Hristiyanlığın İnanç Öğretilerinde ÖTEKİ GERÇEKLER, Su Yayınları, İstanbul-2006
  • Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Karacaahmet Sultan Derneği Yayınları, İstanbul, 2008
  • Makalat-ı Şeyh Safi, Alevi Akademisi Yayınları, Ankara, 2009
  • Ummü’l Kitab,  Demos Yayınları, İstanbul, 2009

Romanları:

  • Son Görgü Cemi (Roman), Alev Yayınları,  İstanbul- 1991
  • Kentin Kızı PLANKİA MAGNA (Roman), Alev Yayınları, İstanbul-1997
  • Perge’nin Kızı Plancia Magna (Tarihsel roman), 2.Baskı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2008
  • SAVAŞLI YILLAR 1-2, Son Görgü Cemi/Çileli Günler (Roman), Alev Yayınları, İstanbul, 2006

Tiyatro Oyunları:

  • Silvanlı Kadınlar, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Satılık (Evlilik Oyunu),Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Kısır, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Pascal ile Stephanie (Paris’te bir Kafe Tiyatro’nun doğuşuna katkı), Alev Yayınları,  İstanbul-1999
  • Plankia Magna, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Oğlan Şeyh Maşuki Duruşması,  Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Baba Erenler, Alev Yayınları,  İstanbul-1999
  • “Dünya mülkü halkındır”dedi Baba Resul, Alev Yayınları, İstanbul-2001
  • Arkeolog (Baskıya hazır)
  • İnsanoğlu Çifttir/July ile Jale (Baskıya hazır)              

Anı-Öyküler:

  • Darbe Günleri (Üniversite ve Bilim-Araştırma Çevresinden Yaşanmış Öyküler ve Anılar), Alev Yayınları, İstanbul-2001
  • Dünden Bugüne Alevi Olmanın Bedeli (Yaşanmış Öyküler), Alev Yayınları, İstanbul-2004
  • Şarabi Öyküler, Su Yayınları, İstanbul, 2008


Çeviri:

  • Karam Khella, (Çev.İsmail Kaygusuz), Tarihin Yeniden Keşfi ÜNİVERSALİST TARİH  Avrupa Merkezci Tarih Bilincinin Yıkımı, Su Yayınları, İstanbul-2005

 

Kaynakça:

Bilecen, Tuncay, (2020). The Struggle to Unite Diaspora Alevis and the Working Class: Alevism in the Kavga/Kervan Magazine. Kurdish Studies8(1), 91-112.

Kaygusuz, İsmail, (1993) “Londra’da ilk cem. Cem tutalım yola gidelim”, Kervan 23, s.16.

Kaygusuz, İsmail, (1996) “Makamı nazda Tanrıyı sorgulama eleştiri ve yoksama”, Kervan 58, s.14

Kaygusuz, İsmail, (1998) “Türk Müslümanlığı Çıkışıyla, Türk-İslam Sentezi Resmileşiyor (mu?)”, Kervan, 70, s.3-5.

Kaygusuz, İsmail, (1995), “Tanrının İnsanda Nesneleşmesi”, Kervan 49, s.15-19.

Kaygusuz, İsmail, (1995) “Aleviliğin ‘Ütopya’’sı: Rıza Kenti’nde Canı Cana Malı Mala Katmak”, Kervan 55, s.8-9.

Metin, İsmail, (1998), “Alevilik ve ‘sol’ bağlamı üzerine”, Kervan 67, s.7

Kaygusuz, İsmail, (1995) “Alevi toplumundan elinizi çekin”, Kervan 53, s.22-23.

Kaygusuz, İsmail, (1996) “Alevi İslam, Emevi İslam ve Diyanete yeni düzen”, Kervan 60, s.16-17

Kaygusuz, İsmail, (1998) “Alevi Bektaşi örgütlerinde yaşananlar ve Ehli Beyt Kurultayı”, Kervan 68, s.6-7

 https://www.biyografya.com/biyografi/10274

http://www.ismailkaygusuz.com/

 

Hayatın en hızlı aktığı şehirlerden birinde, Londra’da yaşamak

Hiç yorum yok

12 Şubat 2025

Londra dünyada hayatın en hızlı attığı kentlerden biri. Yetmişlerde Londra’da kurulan heavy metal müziğin efsane grubu Iron Maiden’ın bir şarkısının adı kentteki akıp giden hayatın adeta simgesi gibi: “be quick or be dead!” (hızlı ol ya da öl). Yirmi dört saat boyunca durmayan bu dinamik kentte ayakta durmanın türlü güçlükleri var; hele ki göçmenseniz. 


Tuncay Bilecen


Şehirlerin hızlı temposu bazen farkına varmasak da bizi yoruyor. İçinde yaşayanlara sayısız olanaklar sunan Londra bunun kefaretini yorgunluk ve geç kalma kaygısıyla ödetiyor. Görüşme yaptığım göçmen bir kadın bu duyguyu şöyle ifade ediyordu. “Şu aralar çalışmıyorum. İşsizim. Buna rağmen hep bir yerlere geç kalma duygusu yaşıyorum. İçimde bir vicdan azabı oluyor. Çalışmasam da bu kentin telaşı beni yoruyor.” 


Sanırım bu duyguyu çoğumuz yaşıyoruz. İşlerimizin yolunda gittiği dönemlerde bile Londra’nın aşırı rekabetçi ortamının verdiği endişeleri üzerimizde taşıyoruz. 


DURMA YOKSA DÜŞERSİN!


Her şehrin bir ruhu var, biraz da dünyanın merkezinde olmasından dolayı Londra’nın payına da “hızlı olmak” düşmüş. Özellikle göçmenlerin içinde bulundukları koşulları düşünerek “durma yoksa düşersin” ifadesini kullanabiliriz Londra’daki yaşam için. En çok da göçmenliğin ilk yıllarında yaşanıyor bu sarsıntı. Farklı kültürel kodlarla gelip kentin bu baş döndüren hızına uyum sağlamaya çalışırken nice göçmen kendisini kaybedebiliyor.  


Londra’nın barınma ve ulaşım gibi giderler bakımından pahalı bir şehir olması göçmenliğin ilk yıllarındaki koşturmacayı daha da artırıyor. Henüz vatandaşlık alınmadığı için sosyal yardım alamayan, kira giderlerin karşılamak zorunda olan göçmenler ev paylaşma ve uzun süreli çalışma yolunu tercih ediyor. Hal böyle olunca da sosyal hayata zaman kalmıyor, işle ev arasında geçen monoton bir hayat sürekli kendisini tekrar ediyor. 


“CENAZEDE YA DA DÜĞÜNDE BİR ARAYA GELEBİLİYORUZ”


Binlerce insan sabahın köründe çalışmak üzere Londra’ya akın ediyor. Bu koşturmaca içinde her saniye kıymetli olduğu için insanlar bazı işlerini araya dereye sıkıştırmak durumunda kalıyorlar. Bu yüzden metroda kimseye aldırmadan makyaj yapan bir kadın da görmeniz mümkün, kahvaltısını otobüste yapan birini de... Hızlı hızlı yürürken bir taraftan elindeki karton bardaktan ustalıkla kahve içenlerin kenti burası. “Take away” ifadesinin günlük hayatta bu kadar yaygın kullanılmasının bir sebebi de bu.


Bir görüşmeci, İngiltere’deki sosyal devletin tasfiye edilmesinden dolayı daha fazla çalışmak zorunda kaldıklarını, bu durumun da sosyal ilişkilerini bitirdiğini söylüyordu: “Çoğu insanın sosyal yaşamı bitmiş, komşuluk ilişkisi denen bir şey yok, ancak artık düğünde veya bir ölüde buluşuluyor. Öbür türlü kimsenin kimseyle bir alışverişi yok. Ya bir cenazede, ya bir düğünde, bazı sosyal faaliyetlerde belki bir araya geliyorlarsa geliyorlar. Geçmişte vardı mesela, aileler diyalog içindeydi, ama şimdi şartlar zorlaştıkça daha da uzaklaşıyorlar, daha da kopuyorlar. İnsan ekonomik şartlardan dolayı çocuğuna bile zaman ayıramıyor.” 


YARATICI ETKİNLİKLERDEN UZAKLAŞMAK


Belki çok genelleyici olacak ancak Londra’nın bu acımasız rekabet ortamının insanlardaki yaratıcı etkinlikleri körelttiği bir gerçek. Yaratıcı bir etkinlikle, örneğin sanatla uğraşmanız için bu konuda bir bilinciniz olması gerektiği gibi boş vaktinizin de olması gerekir. İşte bu zamanı bulmak, hele ki göçmenliğin ilk yıllarında pek mümkün gibi görünmüyor. 


Hayatın rutin akışına kendini kaptıran göçmen kendine zaman ayıramamaya başlıyor, zamanla bilinci köreliyor ve uğraşısı bir süre sonra onun için “gençlik hayaline” dönüşüyor. Arkadaş ortamlarında “ben de bir ara öykü yazıyordum”, “kısa film çekmeye heves etmiştim”, “iyi fotoğraf çekiyordum” diyen insanları duyuyorsunuz. “Peki, şimdi neden yapmıyorsun?” Bu soru sorulunca bir iç çekişin ardından ister istemez mazeretler sıralanıyor. Böylece Londra’daki hayata tutunma çabası bir estetik bir zevkin gelişmesinin önüne geçebiliyor. Tabii bu söylediklerimiz tamamen sınıfsal konumla ilgili. Örneğin iyi bir işte iyi bir ücret karşılığı çalışma imkânına sahip olan kişi tam tersine bu tür özelliklerini daha da geliştirebilir bu kentte; çünkü bunun için sayısız imkân var. Aynı zamanda Türkiye’ye kıyasla çok daha kısa süre çalışıp çok daha fazla ücret alacaktır. 


BİREYCİLİKTEN BENCİLLİĞE


Türkiye’de bireysel hayatın sınırlarının olmamasından, bu alanın çok çabuk ihlal edilmesinden şikâyet ederiz. Bireyciliğin kutsandığı bu yerde ise –bir göçmen bunu “burada arabalar bile çoğunlukla tek kapılı” diye özetlemişti- bireyciliğin bencilliğe varmasından şikâyet edecek noktaya gelebiliyor insan. 


Türkiye’de bireysel sınırlara çoğu zaman saygı yoktur ya da kişi bunu bildiği için kendine çeki düzen vermek zorunda kalır. Bunun yanı sıra başına bir fenalık geldiğinde her daim yanında birilerini bulabilir. Dayanışma ruhu kültürümüzün belki de en güzel taraflarından biri. Gelelim Londra’ya, burada bireysel sınırlar kesin çizgilerle çizilmiş durumda. Onu aşmak için çabalayan kişi, toplumsal ve hukuksal yaptırımlarla karşılaşmayı göze almalı; fakat buranın rekabetçi yapısı insanları bir çeşit pragmatik araçlar haline getirebiliyor. Bu, bir çeşit hayatta kalma stratejisi olarak da değerlendirilebilir. Arkadaşlar bu şekilde seçiliyor, sosyalleşme biçimleri ve sosyalleşilecek mekânlar bile bu şekilde belirleniyor. “Benim sana ayıracak zamanım yok!” demenin en kibar biçimi de yok saymak, görmezden gelmek, alıştıra alıştıra yok olmak. İlginçtir Türkiye’de nezaketsizlik olarak karşılayacağımız bu durum burada genel kabul görmüş durumda. Çünkü kişi şunu söyleyebiliyor kendi kendine “benim de yoğunluğum olduğunda ben de aynı şekilde davranmıştım. Burada hayat böyle akıyor.” Ancak dayanışma duygusuna sıra geldiğinde burada işler değişiyor. Yine bir görüşmecinin sözüyle yazıyı bitirelim: “İlk geldiğimde hasta olmaya bile cesaret edemedim. Çünkü hasta olsam bana bakacak başımda bekleyecek kimse yoktu.” 



Londra Günlükleri: “Çalışmaktan yaşamaya vakit mi kalıyor?”

Hiç yorum yok

11 Ocak 2025

Uzun süreli ve yoğun çalışmak Londra’da yaşayan ortalama göçmenin kaderinde var. Londra’daki Türkiyelilere ait ticari işletmelerin daha çok küçük aile işletmelerine dayanması, eleman ihtiyacının çoğunlukla topluluk içinden karşılanması uzun süreli çalışmayı adeta tetikliyor. 



Tuncay Bilecen

Londra’daki ilk kuşak Türkiyeli topluluk genellikle kebapçı, bakkal, manav, kafe ve restoran işletmecisi olduğu için ihtiyaç duyulan emek gücü çoğunlukla topluluğun içinden karşılanıyor. Bu da göçmenlerin uzun süreli, yoğun ve düşük ücretlerle çalıştırılmasına neden oluyor. Kendisi de uzun süre restoran işletmeciliği yapan bir görüşmeci bu durumu şu şekilde ifade ediyordu: “Bir İngiliz’in yanında çalışmanla ya da İngilizleşmiş bir Kıbrıslının yanında çalışmanla bir Türkün yanında çalışmanın koşulları çok farklı. Bir İngiliz sana sekiz saat çalış, diyor. Ama bir Türk seni 24 saat çalıştırmak ister. Ve sana verdiği para da hiç. Diğer haklarını da alamıyorsun.”


YENİ GÖÇMENLER: UCUZ VE UYSAL İŞGÜCÜ


Etnik ekonominin genişlemesi bir bakıma yeni göçmen akımına bağlıdır. Çünkü yeni göçmen akımı etnik ekonominin ihtiyaç duyduğu ucuz ve uysal işgücünün temini anlamına gelmektedir. Bu ticarî işletmelerde aile bireyleri ücretsiz işgücünü; öğrenciler, Ankara Anlaşması yaparak vize alanlar, kaçak çalışanlar ve yeni gelen göçmenler ise ucuz işgücünü oluşturuyor. 


Buna ilave olarak son yıllarda Türkiyelilerin işyerlerinde -son gelen göçmen grubu olan- Azerbaycan, Türkmenistan, Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelerden göç eden göçmenlerin ağırlıklı olarak çalıştırılmaya başlandığını da ekleyelim. 


Uzun süreli ve düşük ücretli çalıştırma aslında çalışan ve çalıştıran arasındaki karşılıklı “anlaşma” ile ortaya çıkmaktadır. Çalışan kişinin uzun saatlere ve düşük ücrete rıza göstermesinin nedeni; dil becerisi ve mesleki vasfının bulunmaması olduğu kadar sosyal yardımının kesilmesini istememesi olabiliyor. Meseleye işveren tarafından bakıp “ama o da risk alıyor, ekmek veriyor, bunu da görelim” diyenler de var. 


AYNI RUTİN İÇİNDE DOLAP BEYGİRİ GİBİ DÖNMEK


Bu yoğun çalışma tempoları göçmenlerin sosyal yaşamlarına vakit ayıramamalarına yol açıyor. Bir süre sonra iş hayatları adeta sosyalleştikleri alanlar haline geliyor. Özellikle kebapçı gibi yemek servisi sektöründe çalışanlar tamamen işyerine bağlı bir hayat sürüyor. Düzensiz ve yoğun çalışma göçmenleri emek piyasasına entegre ederken içinde yaşadığı topluma yabancılaşmasını sağlıyor, sivil toplum örgütlerine ve politik süreçlere katılımının ise önüne geçiyor. Geriye sosyalleşme adına hemşeri derneklerinin etkinlikleri, cenazeler ve düğünler kalıyor. 


“Sosyal hayata zaman kalıyor mu?” diye sorduğum bir göçmen şöyle diyordu: “Maalesef… Üç buçuk yıldır bir sefer düğüne gittim sadece.  O da kıramadığımız bir dostumuzundu.  (…) Yoğun çalışmadan dolayı. Burada Türkiye’den gelip de, evlilik yoluyla ya da Ankara Anlaşması ile gelen birisi haftada ortalama en az 60 – 65 saatini harcar. Zaten daha az çalışamazsınız hiçbir yerde Türk yerlerinde. Genelde öyledir, maalesef ki öyledir.  Bunun dışında daha iyi bir iş de bulamazsınız bu ülkede.” 


“15 SAAT ÇALIŞIRIZ, DIREK EVE, BIR DUŞ HEMEN YATAĞA”


Özellikle göçmenliğin ilk yılları bütün göçmenler için çok daha zor şartlarda geçiyor. Bu süreçte, ekonomik anlamda hayatta kalma mücadelesi verildiği için göçmenler uygunsuz koşullarda çalışmaya bir bakıma rıza göstermek zorunda kalıyor. Bunda göçmenlerin vatandaşlık hakkı elde edene kadar sosyal yardımlardan faydalanamamalarının da önemli bir payı var. 


Toplumdaki bu çalışma temposunu diğer topluluklar tarafından da fark edilen bir durum olduğunu söylüyordu iki farklı görüşmeci de… “Türkiyeli topluluk dışarıdan nasıl görünüyor?” sorusuna şu cevabı verdiler: “Türkiyelileri sadece 7/24 saat çalışan tipler, hiçbir sosyal çevreleri, aktiviteleri olmayan insanlar olarak biliyorlar. Onların bu ülkeye sadece para kazanmak amaçlı geldiklerini düşünüyorlar. Kebap Shop’ta çalışan biriyle konuştuğunuzda, üstte yaşıyor, altta çalışıyor. Londra merkeze daha inmemiş. Tek bir amacı var çalışıp para kazanmak. Yarının düşünmek zorunda olduğu için belki bu amaçta ama bu ülkeye gelmiş, bu ülke hakkında hiçbir şey bilmiyor. Dışarıdan böyle görünüyor.”


“Aslında bazı göçmenler Türkler hakkında diyor, baksana diyor, caddeyi aldılar. Çok çalışkan olduğumuzu düşünüyorlar. (…) biz 15 saat çalışırız, eve gider uyuruz, böyle bir şey var mı ya. Ama 10 saat çalışırım, eve gider güzel bir yemek yaparım, şarabımı açarım, yemeğimi yerim, hanımla sohbet ederim, haberim varsa haberimi okurum, kitabım varsa kitabımı okurum; öyle bir şey yok bizde. 15 saat çalışırız, direk eve, bir duş hemen yatağa.” İşin ilginci bunu söyleyen kişinin de restoran sahibi olmasaydı. Durumunu biliyor, niye önüne geçmek için çaba sarf etmiyor madem? diye sorulabilir. Sanırım sorunun cevabı alışkanlık ve buradaki hayatın böyle akması… 


YENİ GÖÇMEN DALGASINDA VE İKİNCİ KUŞAKTA DURUM


Kuşkusuz yukarıda yazdığımız her şey topluma dair genellemelerden oluşuyor. Buna ilişkin birçok istisnayı kişisel gözlemlerimden biliyorum. Örneğin kafe işletip de kafesini aynı zamanda sanatseverlere açan, hiçbir sanatsal etkinlikten geri durmayan, müzik gruplarında enstrüman çalan, nitelikli ortamlarda sosyalleşmeyi tercih eden göçmenler de var. 


Peki, ikinci kuşak göçmenler bu yapıyı değiştirebilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için henüz erken. Çünkü çalışmaya bu kadar çok vakit ayıran kişilerin çocuklarına vakit ayırması mümkün olmuyor, dolayısıyla çocukların da eğitim başarısı bir hayli düşüyor. Ancak bu döngüyü kıran aileler yok değil. Çok iyi eğitim gören, son derece iyi işlerde çalışan bir ikinci kuşak adım adım geliyor. 


Ankara Anlaşması yaparak gelen yeni göçmenler ise içine kapalı olarak bilinen Türkiyeli topluluğun entegrasyonu için bir fırsat gibi görünüyor. Özetle önümüzdeki dönemde Türkiyeli göçmenlerin sadece güçlü etnik ekonomi anlamında değil diğer alanlarda da yaşadığı çevreye daha fazla katkı verdiğini göreceğiz gibi görünüyor. 


Fotoğraf West Green Market’ten.  


Yeni göç dalgası: ORTA SINIFLARIN HİCRETİ

Hiç yorum yok

02 Ocak 2025

Bu yazıda, Türkiye'den yurtdışına yönelik son yıllarda gerçekleşen göçlerin temel özelliklerine değineceğiz...



Tuncay Bilecen


Son birkaç yıldır özellikle politik istikrarsızlık nedeniyle Türkiye’den yurtdışına yoğun bir göç hareketi yaşanıyor. Bu yeni göç hareketi 1960’lı yıllarda özellikle Almanya’ya yönelen daha sonra tüm Avrupa ülkelerini ve diğer ülkeleri kapsayan işçi göçüne benzemiyor. Türkiye’den yurtdışına göçler aile birleşmeleri ve düzensiz göçlerle 1970, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca devam etti. Bir yerden başka bir yere açılan göç koridorunun, akrabalık, hemşerilik ilişkileri sayesinde kurulan bağlantılarla iki yönlü olarak dolaşıma açılmasına “göç kültürü” diyoruz. Londra’da en çok Maraşlıların, Brüksel’de en çok Elmadağ’lıların olmasını sözünü ettiğimiz zincir göçe bağlayabiliriz. Ancak son yıllarda Türkiye’den yurtdışına yönelen göç bunların hiçbirine benzemiyor. 


ORTA SINIFLARIN HİCRETİ


Yeni göç dalgasının en önemli özelliklerinden biri “endişeli” orta sınıfların demografik ve sınıfsal olarak en önemli kesimi oluşturması. Burada da ailelerin özellikle çocuklarının geleceği konusunda duydukları kaygı birincil neden olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim sahada yaptığımız çalışmalarda görüştüğümüz kişilerden “hadi biz neysek, biz alıştık ama çocuklarımızın geleceği için endişe duyuyorduk. O yüzden göç etmek zorunda kaldık” ifadelerini çok sık duyuyoruz. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla İngiltere’ye gelenler 1980’li yılların sonunda gerçekleşen göçlerle gelenlerden birçok bakımdan ayrışıyor. Birincisi yeni göç hareketi daha çok aile merkezli bir göç… Oysa ilk göç akınında önce erkekler geliyor, sonra ailelerini getirmek için çaba veriyorlardı. Yine bu yeni göç akınıyla gelenlerin eğitim seviyesi, dil yeterliliği ve meslekî vasıfları ilk göç dalgasıyla gelenlerden bir hayli farklılık gösteriyor. Orta sınıf göçü olarak tanımlamamızın bir diğer nedeni de bu zaten. 


ANKARA ANLAŞMALILAR FARKLI BÖLGELERDE YAŞIYOR


İlk göç dalgasıyla gelenler dil ve meslekî yeterlilikleri daha az olduğu için birlikte yaşamak zorundaydılar, bir başka deyişle birbirine muhtaçtılar. Bu yüzden tekstil sektörü çöker çökmez informal ilişkilerle bir anda kendi etnik ekonomilerini oluşturdular. Yeni göç dalgasıyla gelenler de Home Office’e verilecek evrakların neler olduğu konusunda birbirine ihtiyaç duyuyor olabilir; ancak bu sorun genellikle sosyal medya grupları üzerinden yazışmalarla ya da kişisel bağlantılarla hallediliyor. Dolayısıyla ilk göç dalgasından farklı olarak yeni gelenlerin aynı muhitlerde yaşamalarına gerek yok. Hatta bunu bilinçli olarak tercih etmeyen birçok Ankara Anlaşmalı bulunuyor. Özetle; sadece Hackney, Haringey, Enfield’ta yaşayan değil Londra’nın her yerinde hatta Britanya’nın çeşitli yerleşim yerlerine dağılan Ankara Anlaşmalılardan söz ediyoruz artık. Bu sebeple Londra’da daha önce Türkiyelilerin pek ayak basmadığı yerlerde dahi yeni göç dalgasıyla gelenleri görmemiz mümkün. Yaptığı iş, dil yeterliliği vs. nedenlerle Türkiyeli etnik ekonomi içerisinde çalışma zorunluluğu bulunanlar biraz da mecburiyetten Kuzey Londra’da yaşıyorlar. 


GÜVENLİK ENDİŞESİ EN ÖNEMLİ GÖÇ NEDENİ


Türkiye’de Gezi süreci ile başlayan, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 iki seçim dönemi arasında tırmanan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle zirveye çıkan güvenlik kaygısı sözünü ettiğimiz göçü tetikleyen saiklerin başında geliyor. Yeni göçmenler kariyerlerinde yeni bir sayfa açmak, yeni bir hayata başlamaktan ziyade kendilerini güvende hissetmedikleri için göç ettiklerini ifade ediyorlar. Dinlediğim göç hikâyelerinin çoğunda sözünü ettiğim önemli tarihlerin göç etme kararını almada bir milat olduğu ortaya çıkıyor.  


Türkiye’nin yoğun gündeminden yorulan ve geleceğe dair tüm umutlarını yitirenler çareyi yurtdışına göç etmekte buluyor. Tıpkı zincir göç gibi burada da birbirini tetikleyen “biz de kaçalım, biz de kendimizi kurtaralım” şeklinde bir göç etme etkileşiminden söz edilebilir. Buna halihazırda işlerini yitirenler, iktidar tarafında olmadıkları için bütün kapılar yüzlerine kapanları özetle bir şekilde üzerleri çizilenleri de ekleyelim. Bu durumda göç bir mecburiyet olarak kendisini dayatıyor. Kısaca toplumdaki genel nezaketsizlik hali, çocukların geleceği ne olacak endişesi, işini yapamama veya zaten çoktan kaybetmiş olma hatta İstanbul’un trafik çilesi bile Türkiye’yi terk etmeye iten nedenler arasında sıralanabilir.


YENİ GÖÇ DALGASININ GELECEĞİ


Yeni göç dalgasını göç etme nedeninden, göç edilen yere ve göçmenlerin taşıdıkları özellikler bakımından ilk göç dalgasıyla kıyasladıktan sonra şu soruyu soralım: peki, bundan sonra ne olacak? Bu göçler artarak devam edecek mi? Kesilecek mi? Yoksa bir geri dönüş göçü mü başlayacak? Elbette bu soruya şimdiden cevap vermek mümkün değil; çünkü Türkiye’deki ve İngiltere’deki gelişmeler olmak üzere birçok değişken yeni göçmenlerin geleceğinin ne olacağı sorusuna etki edecek. Önce Türkiye’den başlayalım; politik istikrarsızlık devam ettiği, ülke demokrasiden otoriteryanizme doğru savrulduğu sürece göçler devam edecektir. Nitekim görüşmelerde, “Türkiye istikrara kavuşursa burada bir dakika daha durmam” diyen birçok kişiyle karşılaşıyoruz. Bu durum ilk göç dalgasıyla gelenler için de geçerli. 


Diğer bir husus ise göçmenlerin maddî ve kültürel uyum sağlama becerileriyle ilişkili… Göç ettikten sonra ekonomik olarak Türkiye’deki gelirine umut bağlayanlar, Türk lirasının hızla değer kaybetmesi nedeniyle zor günler geçiriyorlar. Bu şekilde evini, toprağını satanlar elde ettikleri paranın burada yaşamaya yetmemesinden şikâyetçi. Yine Türkiye’deki orta sınıf konformizmini Londra’ya uyarlamaya çalışanların da zorluklar yaşadığını söyleyelim. Türkiye’den ağır mobilyalarını getirip Londra’da evinin kapısından geçirmeye çalışanların hikâyesini duymuşsunuzdur. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla gelenler buraya uyum sağladıkları ölçüde kalıcı olacaklardır. Ancak kısa vadede yeni göç dalgasıyla gelenlerin önemli bir kısmının geri döneceğini ya da geri dönmek zorunda kalacağını öngörebiliriz. 






Wimpy Kralı Ali Salih Usta nasıl iflas etti?

1 yorum

30 Eylül 2024

Ahmet Sapaz, bir zamanlar Londra'da dev fast food endüstrisinin sahibi olan Wimpy Kralı Ali Salih Usta’nın nasıl iflas ettiğini anlatıyor.  


Tuncay Bilecen


İlk işinizde ne kadar süre çalıştınız?


Otelde üç ay çalıştım. 13 sterlin haftalık alıyordum. Hesap ettim; bir senede 200 sterlin biriktiremiyorum. Daha önce çıkacaktım. Beni korkuttular. Yugoslav göçmeni ve Kıbrıslı iki Türk vardı. Dediler ki, “çıkamazsın. Çıkarsan senin çalışma iznini iptal ederler. Senin iznin şartlı ve burada üç ay çalışmanı bağlıyor.” Kaldım tabi çıkamadım. 


Bir ara konsolosluğa gittim. “Beni gönderin buradan” dedim. Giderim Türkiye’ye bir memurluk bulurum, diyorum içimden. İyi kötü bir meslek lisesi mezunusun. O yıllarda iş bulunuyordu. Konsolosluk memuru şaşırdı. “Biz bir şey yapamayız kardeşim” dedi. Konsolosa götürdüler beni, “bak arkadaş” dedi, “ben seni gönderemem buradan, aklını başına topla. Bir defa buraya gelince gidilmez, ikincisi ben seni göndermek istesem bile ilkin seni ancak Brüksel’e kadar göndebilirim. Brüksel’de ineceksin, gideceksin Türk konsolosunu bulacaksın. Oradan bir bilet alacaksın, misal Köln’e kadar gideceksin. Oradan bir bilet bulacaksın, bu şekilde dilenci vapuru gibi gidersin” dedi. Sonra da “şu arka sokakta Wimpy dükkânı var, git onlarla konuş, oradakilerin hepsi Türk, sana yardımcı bile olurlar” dedi.


Böylece Wimpy maceranız başladı.

 

Wimpyci Ali Usta meşhurdu o zamanlarda. Yetmişli yıllarda nerede görsen bu Ali Usta’nın dükkânı derdin;  gösterişli, kırmızı-beyaz logolu, fiyakalı dükkânları vardı. Şehrin en gözde caddelerinin en gözde köşelerini tutardı. O zamanlar yeme içme yerleri yok denecek kadar azdı Londra’da. Allah, Ali Salih Usta’ya bir kere ya yürü kulum demişti. Dur durak yok, Ali Salih Usta’nın London Eating Houses Group Ltd. adlı şirketi her yıl beş on yeni restoran açıyordu Londra’nın en gözde semtlerinde. Wimpy, pancake, steak houselardan oluşan yetmişin üzerinde dükkânı vardı. 


Wimpyci Ali Salih Usta’nın dükkânlarından birine gittim. Merhaba dostlar, kimsin, nesin derken bizi bilirsin iki dakikada kaynaşırız. “Hotelde kaç lira alıyordun?” dediler. “13 lira” dedim. “Yav, manyak mısın?” dedi bir tanesi. “Biz 30 lira alıyoruz burada.” Üstelik benim 13 lira da brüt, net de değil. “Bak” dediler. “Bu bölgenin sorumlusu var, patronun kardeşi. Kensington High Street’te orada steak house var, pancake house var, oraya git Hasan Usta’yı gör” dediler. Hasan Usta’ya vardım. “İşten çık, gel” dedi. Üç ay sonra tekrar gittim. Beni Nothinghill Gate’de bir Wimpy’e verdi. Oranın menajeri Hayati Bey’di. Bana da bir kırmızı ceket verdiler, koşturuyoruz artık Wimpy’de. Biz klas yerlerde çalışmışız, bu işin okulunu okumuşuz; fakat orada yaptığımız iş gel-gitten ibaret. Sabah saat 10’da başlıyorsun gece 11’e kadar. Bu 5 gün, 6 gün değil 7 gün. Mola yok. 


Bu yoğun tempoya dayanabildiniz mi?


Bana oda bulmada yardımcı olan Sökeli İrfan Meydan diye bir arkadaş vardı. Beni gördü bir gün, “Ahmet” dedi. “Sen nerelerdesin?” Anlattım işte, “işten çıktım, Wimpy’de başladım” dedim. “Yahu sen nasıl yaptın böyle bir şey?” dedi. “Böyle bir hotelden çıkıp gidip Wimpy’de garsonluk yapmak, inanamıyorum” dedi. Ama benim bacaklar da durmadan koşturmaktan dolayı ağrımaya başlamıştı. 


Ertesi gün geldi, beni Regent’s Street’te kendi çalıştığı Garners Steak House’a götürmek için menajerden izin istedi. “Yok” dedi. “Veremem.” Kendi aramızda konuştuk. İrfan “Ahmet, çıkar ceketi at” dedi. Ceketi attık. Vardık oraya. İngiliz menajer vardı: Mr. Peak. İrfan, beni tembihlemişti hâlâ Grosvenor House Hotel’de çalıştığını söyle, sakın Wimpy’de çalıştığını söyleme diye. Safkan bir İngiliz olan Mr.Peak hızlı konuştuğu için yarı anladım, yarı anlamadım, ama durumu çaktırmadım. “Ertesi gün gel” dedi. Bereket ertesi gün o yoktu. Yardımcısı bir İspanyol vardı. Onunla daha kolay anlaştım. Burada Wimpy’den biraz daha fazla ücret alacaktım ama burası daha rahat. Öğleden sonra boşsun. Dil okuluna gidebilirim. Ve gittim. Bir de buranın müşterisi Wimpy müşterisi gibi değil, oturan müşteri. Burada hem yüzde alıyorsun hem de bahşiş alıyorsun. Böylece bu steak houseta da 7 ay çalıştım. 


Sonra yolunuz yine Wimpy’e mi düştü?


Bu dönemde permi ile İngiliz otellerinde çalışmak için gelip orada tutunamayanların yolu hep Wimpyci Ali Salih Usta’ya düştü. Oralarda tutunmaları mümkün de değildi. Steak houseda işime son verildi. Ali Usta benim için tekrar umut kapısı oldu. İbrahim Salih diye Türkiye’de okumuş, değerli bir supervisor vardı. Onun yanına gittim. “Ahmet seni Pancake’e alacağım dedi. O zaman adı Texas Pancake House diye geçiyor. 


Beni kısa bir süre sonra ikinci menajer yaptılar. Saat ücretimiz çıktı 27,5 kuruşa. Ali Usta’yı Londra’yı bölge bölge 5-6 kardeşi arasında bölüştürmüştü. Kardeşlerin en büyüğü Ali Salih Usta’ydı. West End bölgesinin sorumlusu kardeşi Cahit Usta beni Tottenham Court Road bölgesinin ikinci supervisorı yapacaktı ama olmadı. Çünkü harç bitti yapı paydos.  


Meşhur Wimpy grevi bu dönemde mi başladı?


Evet. O sırada İngiltere Türkiye İlericiler Birliği (İTİB) vardı. Bunlar teker teker Wimpylere girdiler ve beyin yıkamaya başladılar. Ali Usta’nın işçilerine “kardeşim” diyorlar. “Senin şu hakkın yok, bu hakkın yok.”  İnsanların kafalarını karıştırmaya başladılar. Bir de o dönemde İngiltere’de 3 gün kısa gün çalışma olayı başladı. Çünkü kömür madenlerindeki grevlerle ülke kaynıyor. Bunlar örgütlendikçe kafa tutmaya başladılar. Aynı zamanda Transport and General Workers Union ile temasa geçerek sendikayı da arkalarına aldılar. O zamanlar bir işveren için sendikaya kafa tutmak ipini hazırlamak demekti. Sendikaların İngiltere’de en güçlü olduğu dönemler bunlar. 


Bu arada Ali Salih Usta ipin ucunu kaçırmış. Her yere takım halinde restoranlar açıyor. Buralar şehrin en gözde yerleri. Sayıları arttıkça artıyor. Cesarete bak, inanamazsın. Buna deli cesareti derler. Demek güven vermiş ki bankasına istediği kadar kredi alabiliyor. Ama ne stok kontrolü var, ne merkezi kontrol. Şubelerin kârlılık düzeyi ölçülmüyor, bilinmiyor. 


Aynı zamanda şubelerde sendika baskısı artıyor. Ali Salih Usta biz menajerleri ve bazı önemli personeli bir steak houseda topladı. “Çocuklar” dedi. “Ben sendikaya karşı değilim ama burada beni yıkmak isteyen bir çeteyle karşı karşıyayız. Bunlar kendi kafalarındaki düzeni benim üzerimde kurmak istiyorlar.” 


Sonuç olarak bir yandan kardeşleri götürdü, bir yandan personel götürdü, bir yandan personelin içine giren militanlar işleri baltaladı. Bilhassa büyük şubelerde çok büyük yolsuzluklar oldu. Düşünebiliyor musun, 1973’de üç günlük hasılat olarak 2 bin sterlin yatırıyordum bankaya. O zaman bir servet bu. Şu evler var ya, o zaman 4 bin 500 sterlindi. O zamanlar restoran yok, müşterileri sıraya sokardık, 20 metre sıra olurdu. Ama neticesi hüsran oldu. 


1975’te şirketin muhasebecisi demiş ki “hiç çare yok, alacaklılar el koymadan hepsine kilit vuracaksın.” Çünkü son zamanlarda bizden nakit toplamaya başlamışlardı, faturalarını ödeyemedikleri için. Türkiye’deyim memlekete gitmiştim. Orada gazetede gözüme ilişti, baktım “Wimpy Kralı Ali Salih Usta iflas etti” yazıyor. Böylece Ali Salih Usta’nın sonunu Türkiye’de öğrenmiş oldum. Ben bir kez daha işsiz kaldım. 


(Haftaya söyleşinin son bölümünü yayınlayacağız…)



*Fotoğraf: Wimpyci Ali Salih Usta’nın Steak House’u ve J.Lyons Corner House (Fotoğraf Ahmet Sapaz’ın “O Yıllar” kitabından. 


Bir Peni’nin hikmeti

Hiç yorum yok

29 Eylül 2024

Size aşağıda, 1 peni ile ilgili olarak bizzat yaşadığım acı bir anımı anlatmaya çalışacağım. 



Hüseyin Doğan

Dünyanın en değerli paralarından birisi olan İngiliz poundunun, eski tanımıyla sterlinin yüzde biri olan peni (penny) yani İngiliz parasının kuruşu bugün hâlâ  kullanımda olan bir İngiliz para birimidir. İngilizlerin kuruşlarına verdikleri önemi dile getiren çok eskilerden kalma meşhur bir deyişleri de vardır: “look after your pennies, then the pound look after themself” (siz önce kuruşlarınızı koruyun sonra poundlar kendi kendilerine bakarlar, korurlar...) Ancak peni’ye gösterilmekte olan bu ilgi, günlük yaşamda bir dizi tuhaflığı da beraberinde getiriyor. Bir tarafta yerde yatan 1-2 bazen 5 peniyi eğilip yerden almaya bile tenezzül etmeyen, çiğneyip geçen insanlar görürsünüz, diğer bir tarafta ise 1 peni eksiğiniz olsa alışveriş yapamadığınız, zor durumlarda kaldığınız olur.

Size aşağıda, 1 peni ile ilgili olarak bizzat yaşadığım acı bir anımı anlatmaya çalışacağım. 

1 peni eksiğim olduğu için neskafeyi  vermediler!..

İngiltereye yerleşmeye ve dikiş tutturmaya çalıştığım 2000 yılının Nisan’ının başlarında bir Cuma günü Türkiye’den getirdiğim küçük ölçekli bazı mal numunelerini tekerlekli orta boy bir bavula doldurdum, Londra’da çeşitli malların toptancılarının bulunduğu Hackney Shoreditch arasında  “Hackney Road” caddesinde toptancıları gezerek bavulumdaki malları tanıtıp müşteri arıyor, piyasa araştırması yapmaya çalışıyorum. O günlerde bende, öğlen saat 11-12 gibi bir bardak nescafe ile birlikte ilk sigaramı içmek gibi tatlı bir alışkanlık oluşmuştu. Oysa o gün, saat 12 olduğu halde hâlâ bu küçük lüksümü yaşayacak uygun bir zaman ve mekân bulamamıştım. krizlere girmek üzereydim. Yıllar önce, şimdi ismini hatırlayamadığım bir Amerikalı yazarın kitabında “İnsanlar 40 yaşından sonra günlük alışkanlıklarının esiri olurlar” diye bir cümle okumuştum. İşte benimkisi de aynen öyle bir alışkanlıktı. Hele bunun günün ilk kahvesi ve ilk sigarası olduğunu düşünürseniz, esaretimin ağırlığını anlayacağınızdan eminim. 


Ayrıca bölgede yaşayan Asyalıların çokluğundan yola çıkarak civarda mutlaka bir küçük cami veya mescid bulabileceğimi düşünerek Cuma namazınıda kılmayı çok istiyordum. Bu zaman darlığında bu iki arz küçük lüksümü yerine getirebilmem oldukca zor gözüküyordu. Tam o sırada yolumun üstünde köşe başında küçük bir cafe restauranta rastladım. Bu tür yerler “İngilizlerin kahvaltılarını yaptıkları ve hafif yemeklerini yedikleri çaylarını kahvelerini içip gazetelerini okudukları küçük gruplar halinde sohbetlerini yapıp zaman geçirebildikleri mütevazı restaurant kahvehane karışımı içkisiz mekânlardır. İrademin de tam da iflas ettiği bir anda idim. Burada bir bardak nescafemi “take away” sistemiyle (Al götür, dükkandan çık git, burada kalabalık ve bulaşık etme de nerede yer içersen git orada ye iç sistemi) alır, hem ileride solda ikinci sokağın girişinde olduğunu söyledikleri mescide kadar yürür, hem de kahvemi içerim diye düşündüm.

Hemen içeriye girdim, siparişimi verdim. Bir dakika sonra nescafem plastik kapaklı yanmaz karton bir bardak içerisinde önümdeydi. Bende cebimde bir şekilde birikmiş bir avuç bozuk parayı elime almış sabırsızlıkla şakırdatıyordum. Bana servis yapan 55-60 yaşlarında, kısa boylu, ciddi duruşlu İngiliz beye borcumu sordum. Nescafenin fiyatı 65 peni idi. Bu fiyat o yıllarda böyle mütevazı bir semtte, hele “al götür servisi” için biraz fazla bile sayılabilirdi, ama burası medeniyetin, kapitalizmin, serbest piyasanın beşiğiydi. Herkes herşeyi satabildiği en yüksek değere satmaktan beis duymaz. Belki de benim ilk önce kahvenin fiyatını sormam sonrada avucumdaki bozuk paraları saymam lazımdı, işime gelmiyorsa almak zorunda da değildim. Ne var ki benim o durumda mutlaka içmem gerektiğini hissettiğim bir bardak nescafenin fiyatını hesap edecek halim yoktu. Her halükarda cebimde kahve param vardı. Zaten kahvenin fiyatına da bir şey dememiştim. Yapmam gereken iş, kahvemi almak, parasını ödemek, o meşhur 3 sihirli sözden birisi olan “Thank you”yu telaffuz edip oradan çıkmaktı. Benim niyetim de buydu. 

Cebimde bulunan irili ufaklı bozuk paraları bir avucuma aldım, öbür elimle de tek tek masanın üstüne saymaya başladım. Gelin görün ki bu avuç dolusu bozuk para çıka çıka 64 peni çıkmasın mı!.. Parayı son bir kez de benden para bekleyen bu orta yaşlı İngiliz beyle beraber saydık ve gerçekten de 1 peni eksik çıktı. Muhatabımın bu durumu hoşgörü ile karşılayacağını düşünerek hafifçe omzumu silktim ve rahat bir gülümsemeyle paraları adamın eline bıraktım, karton neskafe bardağını aldım. Henüz gülümsemem geçmemişti ki adamın kaşlarını çatarak “Sorry (kusura bakma), paranız eksik, kahveyi veremem!” dediğini duydum. Birden şaşırdım, kulaklarıma inanamadım, aynı anda elimdeki neskafe bardağını masaya geri koydum, şaşkınlık ve dikkatle adamın yüzüne baktım. Evet, evet duyduğum doğruydu. Kahveci 1 penim eksik çıktığı için önüme kadar getirdiği nescafeyi vermiyordu. Bu tavrı beklemiyordum ama adam parasını tamı tamına alma hakkını kullandı, tavrını öyle koydu, ne diyebilirdim ki? 

Ben de yaşadığım o bozgunla hemen ve ister istemez ciddileştim. Kendisine en küçük paramın 20 pound olduğunu söyledim. Adam “No problem” bozarım, dedi. Tezgâhın üstüne yayılmış olan 64 peni tutarındaki bozuk paralarımı toplayıp tekrar cebime koydum ve cüzdanımdaki en küçük kâğıt para olan 20 pound’u çıkarıp adama uzattım. Adam paramı bir güzel bozdu, talep ettiği 65 peniyi kuruşu kuruşuna tahsil etti. Ben de adet yerini bulsun diye adama hem teşekkür ettim hem de kendisinden özür diledim, dışarıya çıktım. 

Tabii ister istemez darmadağın olmuştum, duygularım incinmişti. Kendi kendime “Ne olacak, İngiliz değil mi, bunlardan daha ne beklenirdi ki?” diye söyleniyor, burukluğumu teselli etmeye çalışarak hem kahvemi içmeye çalışıyor hem Cuma namazını kılmaya niyetlendiğim mescide doğru yoluma devam ediyordum ki, birden anılarım canlandı. Olduğum yerde kalakaldım kahvemi içmediği halde yaktım bir cigara yaslandım sağ tarafıma gelen bir bahçe duvarına. Bilmem sizce biraz abatı mı oldu ilk gençlik yıllarımın ölümsüz sanatcılarından Nezahat Bayram’ın “Gurbet ilden bir hal geldi başıma” türküsünü gözyaşları içinde mırıldanmaya başladım hazır gözlerimi kapatmışken daldım uzak ve yakın maziye...

Daha bir ay önce Türkiye’de idim. Memleketim Kırşehir’de adres sormak için girdiğim bir halı mağazasında o anda çay içmekte olan ve daha önce tanışmadığımız insanların samimi bir ısrarla bana da çay ikram ettiklerini, kendimin İstanbul’daki işyerimde yıllarca herhangi bir nedenle ofisime gelen insanlara, Türk veya yabancı olmalarına bakmaksızın, istisnasız olarak mutlaka bir şeyler ikram ettiğimi, yine 2005 yılının Şubat ayında İstanbul’da iken bir belediye otobüsüne arka kapısından binip de bilet parasını elden ele şoföre gönderen yolcunun 

“Kaptan, kusura bakma şu kadar lira eksik” deyişini ve otobüs şoförünün verdiği  “Canınız sağ olsun” cevabını...

Dahası çoçukluk dönmemde akşamın alaca karanlığında beş numaralı gaz lambasıyla aydınlattığımız evlerimize çekilmeden önce babamın bize dışarıda fakirhanemize misafir edilecek yolcu ve satıcı/ çerçilerin kalıp kalmadığının sormalarını hatırladım!.. 

Bu iki yaman çelişki beni çok sarstı. İşin doğrusu, 1 kuruş eksiğimi anlayışla karşılamayan o kişinin yetiştiği yıllarda İngiliz toplumunun da az çok bize benzer bir hoşgörüye sahip olduğunu, dolayısıyla ben yaşlarda (o zaman 52 yaşında idim) bir İngiliz’in henüz bu kadar maddiyatçı bir yapıya sahip olacağını düşünemediğim için şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Bunun yanında, bu ülkede insanın gerçek anlamda parasız kalması ihtimalinde içine düşeceği durumu düşündüm ve iyice irkildim. Boğazıma bir şeyler düğümlendi, göz yaşlarımı tutamadım, elimdeki neskafe bardağı yere düştü!.. İşte o anda tarihi kararlarımdan birisini verdim. Bundan böyle yerlerde üstüne basıp geçtiğimiz 1 ve 2 penileri toplayacak, hiç kimseye, özellikle de bir İngiliz’e 1 peni de olsa eksik para vermeyecektim.

Şimdi mutfağımızda sadaka kutusu olarak tuttuğumuz ve her sabah evden çıkmadan önce mutlaka 3-5 kuruş sadak parası koyduğum kumbarada gün içinde sokaklarda topladığım bolca penilerde mevcut.





© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan