latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

“LTN uygulamasını destekliyorum”

Hiç yorum yok

Yerleşim alanlarındaki trafik yoğunluğunu azaltmak için başlatılan Low Traffic Neighbourhood (LTN) uygulaması özellikle araç sahibi toplum üyeleri tarafından tepkiyle karşılandı. “Trafiği daha da artırdı”, “hiçbir faydası yok” gibi argümanlarla karşı çıkılan LTN uygulamasını Londra Bisiklet Kulübü’nün kurucularından Özgür Korkmaz ile konuştuk.

  


LTN uygulaması nedir?

Low Traffic Neighbourhood (LTN) diye bilinen “Düşük Trafikli Bölgeler" diye çevirebileceğimiz bu uygulama, bazı geçiş yollarının motorlu taşıt trafiğine kapatılarak aktif ulaşımın desteklenmesi şeklinde özetlenebilir.  

İnsanların ekonomik ve sosyal nedenlerle büyük kentlere göç etmeleri, nüfusun gittikçe artması beraberinde ulaşım ve çevre konularında birtakım sorunlar ortaya çıkarıyor. Örneğin Britanya adasında 1950’lerde motorlu araç sayısı 2 buçuk milyon kadarken 2021 itibariyle 35 milyondan fazla trafiğe kayıtlı motorlu araç bulunuyor. İnsanlar, konforlu yaşama alışkanlıklarından kolayca vazgeçmemeleri nedeniyle artık yakınlarındaki bakkaldan ekmek almaya dahi arabalarıyla gider oldular.

LTN AKTİF ULAŞIMI TEŞVİK EDİYOR

Büyük kentlerde yerel belediyeler sürdürülebilir, güvenli kent yaşamı için yeni birtakım uygulamaları hayata geçiriyorlar. Toplu taşımanın desteklenmesi, yollarda şehir içi hız limitlerinin 20 mil sınırına düşürülmesi, okul sokaklarının belli saatlerde kapatılması ve LTN uygulamalarıyla insanlar aktif ulaşıma (yürüyüş, bisiklet, scooter) teşvik ediliyor. Bu uygulamalarla; yolların herkes için daha güvenli olması, orta ve uzun vadede trafiğin azaltılması, çevre ve gürültü kirliliğinin minimuma indirilmesi hedefleniyor.



LTN uygulamasına karşı özellikle bizim toplum üyelerinden tepkiler geldi. Bu tepkiler hakkında ne düşünüyorsunuz?

On beş yıldır Londra’da sürücü eğitmenliği yapıyorum bu nedenle neredeyse her gün yollardayım. Bizim toplumun çoğunluğu da taksicilik, catering, dağıtım ve benzeri işlerde çalışıyor dolayısıyla araba kullanım oranımız oldukça yüksek. Son olarak yoğunlukla bizim toplumun yolunun düştüğü Haringey bölgesinde yeni uygulamaya konan St. Ann’s LTN’i nedeniyle yedi ara sokak geçişlere kapatıldı, haliyle ana yollara yüklenme oldu. Sürücüler yarım saatlik yolu bir saatte gitmeye başlayınca tepkiler çoğaldı. Buna bir de uyarı işaretlerini okumayıp LTN caddesine girip para cezası ödemek zorunda kalanlar eklenince isyan etmeler, tepki göstermeler başladı. Bu tepkilerin bir diğer sebebi de belediyelere duyulan güvensizlik, anti-LTN gruplarının manipülatif argümanları ve belediyelerin LTN’nin uygulamalarının faydalarını halka uygun dille anlatamaması diye düşünüyorum.

HARINGEY’DEKİ YOĞUNLUĞUN NEDENİ

Örneğin Haringey belediye sınırlarında yaşayan insanların % 60’nın bir arabası yok ama buna rağmen diğer bölgeden gelen sürücülerin Haringey bölgesini bir geçiş noktası olarak kullanmasından dolayı yıllar içinde sürekli artan bir trafik çilesi yaşanıyor. Buna bağlı olarak da çevre ve gürültü kirliliği, park yeri gibi sorunlar çoğalıyor. Bu da bölge sakinlerinin yaşam kalitesini düşürmektedir. Teknolojinin de gelişmesiyle sürücüler artık bir noktadan diğerine hiç bilmedikleri bir yol dahi olsa navigasyonlar sayesinde gidebiliyor. Böylece bazı ara sokaklar ve geçiş yolları daha fazla kullanılıyor ki aslında sorun biraz da burada başlıyor.

LTN İLE SUÇ ORANI DÜŞÜYOR, BİSİKLET KULLANIMI ARTIYOR

Belediyeler LTN uygulaması yaparak bölgedeki stratejik geçiş noktalarını araba trafiğine kapatarak orada yaşayan bölge sakinlerine hayatı daha yaşanılır kılmayı amaçlıyorlar. İnsanların o bölgede daha fazla yolda yürümelerine, bisiklet kullanmalarına ve zamanla sosyalleşmelerine örneğin çocukların mahallede oynamalarına imkân tanıyacak güvenli yeni alanlar oluşturmayı hedefliyorlar. İstatistikler de bunu doğruluyor. Örneğin LTN’lerin ilk uygulandığı Waltham Forest bölgesindeki sokaklarda suç oranları % 18 oranında düşüyor. (Metropolitan Polis 2012-2018 datası) Bu bölgede bisiklet kullanımı % 51, yürüme ise % 29 seviyelerinde artarken araba kullanımı ciddi ölçüde azalıyor.

FAYDALARINI GÖRMEK İÇİN ZAMANA İHTİYAÇ VAR

LTN uygulamasını orta ve uzun vadede çok fazla kazanımları olan, çok doğru bir uygulama olarak görüyor ve destekliyorum. LTN’ler ilk uygulandığı dönemlerde ana caddelerde trafik yoğunluğu oluşturuyor. Dolayısıyla hava kirliliğinin artmasına yol açıyor, ama eldeki istatistikler bunun bir geçiş dönemi olduğunu zaman içerisinde sürücülerin bu durumu kabullenerek daha az araba kullanımına yöneldiğini, böylece yürüme ve bisiklet kullanma oranının arttığını ortaya koyuyor. Az araba kullanımı demek daha temiz bir çevre demek, daha az gürültü demek.

Belediyeler toplu ulaşımı daha fazla desteklemeli ve fiyatları düşürmelidir. Biz sürücüler de içinde yaşadığımız mahalleye, kente karşı kendimizi sorumlu hissederek yaşamalıyız. En azından kısa mesafeleri yürüyerek veya bisiklet kullanarak gidebiliriz.



Londra Bisiklet Kulübü’nün (LBK) kurucusu olarak toplumumuzun bisikletle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? LBK olarak bu konuda duyarlılık oluşturmak için neler yapıyorsunuz?

Londra’da yaşayan bizim gibi göçmen toplumlarda bisiklet kültürü henüz çok geride. Bunun birçok nedenleri olmakla birlikte bir de sosyo-ekonomik nedeni var. Örneğin erkeklerde araba sahibi olmak toplumum gözünde prestijli bir durumken bisiklet kullanmak tersi bir algı oluşturmaktadır.

“LBK OLARAK KADINLAR VE ÇOCUKLAR ÖNCELİKLİ HEDEF GRUBUMUZ”

Mayıs 2019’da temelini attığımız Londra Bisiklet Kulübü sayesinde toplumumuza bisiklet kültürünü yayma konusunda önemli çalışmalar gerçekleştirdik. Yaptığımız bisiklet eğitimleri ve projelerin hedef kitlesini kadınlar ve çocuklar olarak belirledik, çünkü toplumumuzda değişimin ve dönüşümün anahtarının bu iki kesimde olduğunu düşünüyoruz.

Eylül 2021’de dünyanın en büyük bisiklet şehir örgütlenmelerinden biri olan London Cycling Campaign’in (LCC) online konferansına konuşmacı olarak davet edildik. Burada Londra Bisiklet Kulübü’nün çalışmalarından söz ettik. Sonrasında işbirliğini geliştirerek “community partnership” olduk ve ortak çalışmalar yürüttük. Yaklaşık 20.000’e yakın üyesi ve Londra’nın 32 yerel belediyesinde örgütlülüğü bulunan LCC, yolların bisikletliler ve yayalar için daha güvenli olması için çalışmalar yapıyor. Biz de hem yerelde Enfield bölgesinde hem de London Cycling Campaign’in kadın örgütlenmesinde kilit roller alarak yolların herkes için güvenli olması konularında çalışmalar yapmayı sürdürüyoruz.

“LTN DOĞRU BİR UYGULAMA”

Son olarak şunu ifade etmek isterim; 15 yıldır sürücü eğitmenliği yapıyorum 4 yıldır da Londra Bisiklet Kulübü direktörüyüm. Trafik sorununun kolay bir çözüm yolu yok çünkü Londra’da trafikte gereğinden çok fazla araç var. İnsanlara bu yoğun trafikte hadi gidin bisiklet sürün demek hiç gerçekçi ve güvenli değil. O halde bu sorun ancak iki tarafın da haklarını gözeterek ve aynı zamanda da araba kullanımını azaltarak çözülebilir. Bir de trafikte hem araba sürücülerinin hem de bisikletlilerin birbirlerine karşı daha hoşgörülü olması gerekiyor.  

LTN konusuna iki farklı açıdan bakabiliyorum ve bu uygulamanın doğru olduğunu, orta ve uzun vadede çok fazla kazanımlarının olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle uygulamayı destekliyorum.


* Bu yazı ilk defa 22 Kasım 2022, Salı günü Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

Doç Dr. Özgür Bolat’la “Mutlu ve Başarılı Çocuk Nasıl Yetiştirilir?" Semineri Londra'da Yapılacak

Hiç yorum yok

Eğitim bilimci ve yazar Doç. Dr. Özgür Bolat, 21 Eylül 2024 tarihinde Londra’daki Regent’s University London’da “Mutlu ve Başarılı Çocuk Nasıl Yetiştirilir?” başlıklı bir seminer verecek. 





Bu etkinlikte, çocuk yetiştirme konusunda ailelere ve eğitimcilere yönelik stratejiler sunacak olan Dr. Bolat, özellikle Londra’daki Türk topluluğu başta olmak üzere geniş bir dinleyici kitlesine hitap edecek.

Üniversitenin “Tuke Common Room” salonunda yapılacak seminere katılmak için Eventbrite üzerinden bilet alınması gerekiyor.

 

Doç.Dr. Özgür Bolat Kimdir?

Doç. Dr. Özgür BOLAT, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Fulbright ve Türk Eğitim Vakfı bursu ile Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Türkiye’ye dönüşünde Boğaziçi Üniversitesi’nde iki yıl öğretim görevliliği yaptı. Doktora derecesini Cambridge Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden aldı. 2007-2008 yılını MIT Sloan School of Management’ta liderlik alanında doktora dersleri alarak ve araştırma yaparak geçirdi. 2007 yılında Yeni Zelanda’da yapılan uluslararası bir konferansta ‘En İyi Genç Araştırmacı’ ödülünü aldı. Dr. Özgür BOLAT, Hürriyet Gazetesi’nde 12 yıl köşe yazarlığı yapmıştır.

Özgür Bolat, şu anda kurmuş olduğu Anne Baba Okulunda ve ÖğretmeM Akademisinde eğitimler vermektedir. Aynı zamanda Parentwiser mobil uygulaması ile de ülkemize kişiye özgü Çocuk Yetiştirme Rehberini kazandırmıştır. Geliştirmiş olduğu Yetenek Yönetimi Envanteri ile çocukların ve yetişkinlerin kişisel eğilimlerini keşfetmektedir. Envanteri bugüne kadar 25.000 kişi doldurmuştur.

Özgür Bolat, çok sayıda sosyal sorumluluk projeleri yapmaktadır. Dove Özgüven Projesini, Google Dijital Ebeveynlik Projesini, Youtube Kids Projesini, Banvit Akıllı Çocuk Sofrası Projesini, Sudakrem Güvenli Bağlanma Projesini ve Hepsiburada Mutlu Aile Akademisi Projesini yürütmektedir. Beni Ödülle Cezalandırma, Sorularla Büyüyoruz, Ters Yüz Öğrenme ve Eğitimin Özü adlı dört kitabı bulunmaktadır. Türk Eğitim Vakfında, TEMA’da, Boğaziçi Mezunlar Derneği’nde ve HelpZone Derneği’nde yönetim kurulu üyesidir.

Doç. Dr. Özgür Bolat ile “Mutlu ve Başarılı Çocuk Nasıl Yetiştirilir?”

Tarih: Cumartesi, 21 Eylül 2024
Saat: 14:30 – 15:30
Yer: Regent’s University London, Inner Circle, London NW1 4NS

Çocukların daha sağlıklı ve mutlu bir geleceğe sahip olmaları için atılabilecek adımlar hakkında bilgi edinmek isteyenleri, Doç. Dr. Özgür Bolat’ın seminerine katılmaya davet ediyoruz.

Bilet almak için https://www.eventbrite.co.uk/e/doc-dr-ozgur-bolat-ile-mutlu-ve-basarl-cocuk-nasl-yetistirilir-tickets-1010820881467

İngiltere CHP Alternatif Grubu: “Türkiye bir ERDOĞAN dönemini daha kaldıramaz”

Hiç yorum yok

İngiltere CHP Alternatif Grubu, son dönemde parti içinde yaşananlardan duyduğu kaygıları paylaşarak uyardı: “Parti içi kavga görüntüsü önümüzdeki seçimleri kaybetmemize, tek adam döneminin uzamasına ve ülkemizin daha da kaybetmesine neden olacaktır. Bunun da vebali büyük olur.”

 


CHP İngiltere Birliği’nde üye veya farklı dönemlerde yönetimde görev almış, Türkiye ve İngiltere’de partinin hedefleri doğrultusunda siyasi çalışmalara katılan kişilerin oluşturduğu ‘İngiltere CHP Alternatif Grubu’, geçen yıl parti kurultayı öncesi bir basın toplantısıyla değişimin gerekliliğini vurguladığı gibi, Tüzük Kurultayı öncesi de son dönemlerde parti içinde yaşananlardan duyduğu kaygıları kamuoyuyla paylaştı.

 “CHP’NİN SEÇİM BAŞARISI TÜRKİYE İÇİN UMUT OLDU”

Grup tarafından yapılan yazılı basın açıklamasında şu hususların altı çizildi: “En son yerel seçimlerde CHP’nin başarısının ardından ülkemizi ve geleceğimizi düşünerek mutlu olduk. Mevcut iktidarı nihayet seçimler ile değiştirebileceğimizi düşünerek içimiz umut doldu. Saray iktidarını ve tek adam rejimini seçim sandığında ve halkın oylarıyla değiştireceğimize olan inancımız arttı, partimizin seçim başarısı tüm ülkemiz için bir umut oldu.”

 “MEVCUT İKTİDARI MUTLU EDECEK TEK ŞEY…”

“Yaşadığımız kâbusun sonu göründü. Şu an için ise mevcut iktidarı mutlu edecek tek şey, partimiz CHP içerisinde bir kavganın veya bir kavga olasılığının olmasıdır. Ülkemiz bir Recep Tayyip Erdoğan dönemini daha kaldıramaz. Mevcut iktidar umudunu CHP içerisinde yaşanabilecek bir kavgaya bağlamış görünüyor ve de böyle bir kavgayı körükleyeceğini gösteriyor. Biliyoruz ki AKP ve Recep Tayyip Erdoğan, iktidardan gitmemek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Bu kavga olasılığı ile ilgili olarak, öncelikle partimizin bir önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun takındığı tavrın parti içerisinde bir kavga varmış görüntüsü yaratmasından rahatsız olduğumuzu açıklamak istiyoruz.”

 “VEBALİ BÜYÜK OLUR”

“İktidar hedefine zarar verecek, parti içi çatışmaya, her türlü kişisel ihtiras ve kalkışmaya karşıyız. Partimizin hedefi, zamanından önce olacağını bildiğimiz genel seçimler olmalıdır. Tüm enerjimizi yerel seçimlerde aldığımız oy oranını artırarak tek adam rejimini değiştirmek için harcamamız gerektiğine inanıyoruz. Bu aşamada partimize, partimizin yönetimine, Cumhurbaşkanı adaylarımıza ve eski başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’na büyük görevler düşüyor. Parti içi kavga görüntüsü önümüzdeki seçimleri kaybetmemize, tek adam döneminin uzamasına ve ülkemizin daha da kaybetmesine neden olacaktır. Bunun da vebali büyük olur.” 




Kaldırımdaki beyaz bisikletin anlamı

Hiç yorum yok


Yolların kenarında, kaldırım üstlerinde beyaza boyanmış, terk edilmiş bisikletleri görmüşsünüzdür. Bu bisikletler yılda bir gün çiçeklerle donatılır. Çünkü İngiltere’de “ghost bike” denen bu bisikletlerin her biri kazalarda ölen bir kişiyi temsil eder. 



Tuncay Bilecen


STEPHANIE’NİN HAZİN HİKÂYESİ

Londra’nın dört bir yanında beyaza boyanmış çiçeklerle süslenmiş bisikletleri görmeniz mümkün. Bunlardan bir tanesi Seven Sisters Road’ta yer alıyor. Direğe yaslanan, çiçeklerle bezenmiş beyaz bisiklette kazada hayatını kaybeden genç kadının fotoğrafı asılmış, fotoğrafın üzerinde Stephanie Turner yazıyor.

29 yaşındaki Stephanie Turner evinden işe giderken bir kamyonun çarpması sonucu 20 Ekim 2015’te hayatını kaybetmiş. Bu hikâye içinde birden çok trajediyi barındırıyormuş meğer. Fizyoterapist olan ve kazadan birkaç ay önce nişanlanan Stephanie evlenip eşiyle birlikte İskoçya’ya taşınmayı planlıyormuş. Kız kardeşini doğum sırasında kaybedeli ise daha iki ay olmuş.

Stephanie Turner


YOLLARDAN ÖNCE ZİHNİYET DEĞİŞMELİ

Ailesi Stephanie’nin trajik ölümü üzerine onun bisiklet tutkusunu şu şekilde dile getirmiş: “Steph, sadece her gün işe gitmek için değil, aynı zamanda Londra'nın çeşitli yerlerindeki hastalarını görmek için de bisiklet kullanan deneyimli bir bisikletçiydi. Bisiklet onun için bir işe gidip gelme aracından ziyade onu sevdiği ve yaşadığı şehir olan Londra'ya bağlayan bir araçtı.”

Merak edip bakmasaydım hazin hikâyesini bilmiyor olacaktım. Ama şimdi o beyaz bisikletin önünden her geçtiğimde hiç tanımadığım ama aynı yollarda bisiklet sürdüğüm Stephanie'yi selamlıyorum...

KAZALARA KARŞI DİKKATLİ OLUNMALI

Ulusal Seyahat Tutumları Araştırması’na göre, İngiltere’de yaşayan üç kişiden ikisi trafikte bisiklet sürmenin kendileri için çok tehlikeli olduğunu düşünüyormuş. İşin ilginç yanı ise halihazırda bisiklet sürenlerin yüzde 57’sinin de trafiğe çıkmanın tehlikeli olduğunu kabul ediyor olması. Bir başka deyişle bisiklet kullananların yarısı "evet tehlikeli olduğunun farkındayım ama bunu göze alıyorum" diyor. 

Akan trafikte bisiklet sürmek kolay bir iş değildir. Her an dikkatli, her an tetikte olmanız gerekir. İki teker üzerinde giderken dengede durmak kadar arkadan ve önden gelen araçları kontrol etmek de önemlidir. Bir süre sonra bu kontroller otomatik olarak yapılsa da bisiklet kazaları çoğu kaza gibi genellikle bir anlık dalgınlık nedeniyle gerçekleşir.

Kazaların önemli bir kısmı ise araç sürücülerinin dikkatsizliğinden kaynaklanır. Bu yüzden araç sürücülerinin de bisikletlilerle mesafelerini korumaları ve aynalarını sürekli kontrol etmeleri gerekir. Çok basit gibi görünebilir ama araçlarda oturanların kapılarını yol tarafından açmaları bisiklet kazalarının en önemli nedenlerinden biridir. Bu sebeple çevreci ve ekonomik bir ulaşım aracı olan bisikletin yaygınlaşması kadar güvenli bir şekilde kullanılması da önem taşıyor.

                      



            
                                         

Stephanie’nin ölümün ardından iki yüzü aşkın bisikletçi onun öldüğü yolda yerlere yatarak barışçıl bir protestoyla yolların bisikletçiler için güvenli hale getirilme taleplerini dile getirmişler.




Esra Kanat ile Süslü Kadınlar Bisiklet Turu'nu konuştuk...

Hiç yorum yok

Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünde, bu Pazar düzenlenecek "Süslü Kadınlar Bisiklet Turu"nu, bu etkinliğin Londra etabını organize eden Esra Kanat'la konuştuk.


P‍rogramı Bisikletli Gazete'nin YouTube kanalından izlemek için 👇


Programı podcast olarak dinlemek için👇







Tolstoy’un bisikleti ve öğrenmenin yaşı

Hiç yorum yok

 


Velespit hikâyelerinin bu bölümünde, literatürde “öğrenmenin yaşı yoktur!” ifadesinin karşılığı olarak kullanılan “Tolstoy’un bisikleti” deyimi ve bu deyimin ortaya çıkış hikâyesinden söz ediyorum.







 Tuncay Bilecen 

tuncaybilecen@gmail.com

“Değiştirilmesi en zor şey nedir?” diye soracak olursanız, “alışkanlıklarımızdır” derim. Sevmediğimiz bir huyumuzu veya gündelik hayat rutinimizi değiştirmek için defalarca kararlar almış, kendi kendimize sözler vermiş; ama pek azımız verdiğimiz bu sözleri tutabilmişizdir. Ne de olsa sözleri yerine getirmek için güçlü bir irade, sabır ve gerçekçi bir plana ihtiyaç vardır. Gerçekçi diyorum, çünkü nesnel gerçeklerden bağımsız planlar her daim hayatımızın “bitirilemeyen başlangıçlar” çekmecesinde durmaya mahkûmdur. Eğer kişinin gerçeklikten kopuş düzeyi kendi gerçekliğini bile idrak edemeyecek seviyedeyse böyle durumlarda yerine getirilemeyen sözler için “dışsal bahanelere” sığınılır. Doğrusu hayatını değiştirecek iradesi olmayanlar için bahaneden bol bir şey de yoktur. Merak etmeyin yazının gidişatını “kişisel gelişim” masallarının istikametine sokmayacağım. Öyleyse mevzumuza doğru pedallayalım!

TOLSTOY’UN BİSİKLETİ

Bu yazının konusu “Tolstoy’un bisikleti”…

“Bu yaştan sonra kim uğraşacak?!” lafını bir bahane olarak çok duymuşuzdur. Bir vakitler niyet edilen ama bir türlü başlanmayan işler için kullanılır bu ifade. Örneğin mevzu gitar çalmak mı? Bizimki hemen lafa girer, “ben de bir vakitler heves ettim ama canım bu yaştan sonra kim uğraşacak?!” Oysa klişe gibi gelse de öğrenmenin, başlamanın ve bizi esaret altına alan alışkanlıklarımız terk etmenin yaşı yoktur.


  Çizim: Aydan Çelik

Rus edebiyatının dünyaya kazandırdığı en büyük miraslardan biri olan Tolstoy bisiklet sürmeye 67 yaşında başlar. Tolstoy, yedi yaşındaki oğlu Vanichka’yı kaybetmenin acısını yaşarken Moskova Bisiklet Sevenler Derneği tarafından kendisine bir bisiklet hediye edilir. Birkaç denemenin ardından bisiklet sürmeyi öğrenen Tolstoy bu yeni ulaşım aracını pek bir sever. Etrafındaki köylülerin şaşkın bakışları arasında ak sakalıyla, her gün bisiklet üstünde arzı endam etmeye başlar. Bisiklet, yetmişine merdiven dayayan Tolstoy’un vazgeçilmezlerinden biri olup çıkmıştır.

İşte literatüre “Tolstoy’un bisikleti” olarak geçen bu kavramsallaştırma “öğrenmenin yaşı yoktur sözünün” yerine kullanılır ve bize “başlamak” için hiçbir zaman geç kalmadığımızı hatırlatır.

 TOLSTOY’UN SON İSTASYONU

Toprak ağası olan Tolstoy’un hayatı bu tür girişimlerin örnekleriyle doludur. Örneğin yaşlanınca bütün malını mülkünü köylülere pay etmiş, onlarla birlikte sıradan bir hayat yaşamaya başlamıştır. 1894’te yazdığı Tanrı'nın Krallığı İçinizde başlıklı kitap yüzünden başı Ortodoks kilisesiyle derde girer. Aforoz edilir ve kitabı Rusya’da yasaklanınca ancak Almanya’da basılabilir.

Tolstoy’un kendisini ve insanı arayışı ömrü boyunca devam eder. Son günlerinde evini terk eder ve geri dönüşü olmayan uzun bir yolculuğa çıkar. 20 Kasım 1910’da zatürreden öldüğünde, 82 yaşındadır ve evini terk edeli 10 gün olmuştur. Bu süre boyunca Moskova’dan yaklaşık 400 km uzaklaşmış, sonradan onunla simgeleşecek olan Astapovo Tren İstasyonu’ndadır. 

                                              Tolstoy'un ölüm haberi


Hayatı boyunca mahiyetinde çalışan köylüler gibi sade bir hayat sürmek isteyen Tolstoy, aradığı huzuru belki de dünyaya gözlerini kapattığı Astapvo İstasyon şefinin mütevazı kulübesinde bulmuştur. Yönetmenliğini Michael Hoffman’ın yönettiği, 2009 yapımı dilimize “Aşkın Son Mevsimi” olarak çevrilen The Last Station, bu hazin yolculuğu çok güzel anlatır.



 BİZİM TOPLUM VE BİSİKLET

Bisiklet ve “öğrenmenin yaşı yoktur” mevzusuna geri dönecek olursak; dünyada bisiklet kültürünün en çok geliştiği kentlerden biri olan Londra’da bizim toplumun bisikletle barışık bir hayatının olduğunu söylemek maalesef pek mümkün değil. Elbette herkes bisiklet sürecek diye bir kaide yok ama bu konudaki bahaneler de muhtelif.

“Ben de çok istiyorum ama trafiğe çıkılmaz burada, çok tehlikeli.”

“İlk geldiğim yıllarda heves etmiş almıştım ama çalındı. Şimdi alsam yine çalınır. O yüzden gerek yok.”

“İsterim tabii ama bisiklet sürünce insan terliyor, terleyince de hasta oluyorsun.”

“Bizden geçti artık bu yaştan sonra bisiklete biniyor dedirtmem kendime.”

Örnekleri çoğaltmak mümkün. “Ne güzel her yere bisikletle gidiyorsun, ben de senin gibi bisikletçiyim” diyen fakat bir kere bile bisiklet üstünde görmediğim insanlar da yok değil.

Bisikletle olan ilişkileri bisikletlilere laf etmekten ibaret olan toplum üyelerimiz de var. Onlar da yanlış misali emsal yaparak “efendim bisikletliler arabalarımıza çok yakın geçiyorlar, kaç defa kaza atlattık bu yüzden” diye feryat figan edip inadına kötü örneği gözümüze sokuyorlar.  

Karamsar olmaya lüzum yok. Ne olursa olsun bisiklet yavaş yavaş bizim toplumun da gündelik hayatında yer etmeye başladı. Kısa sürede; çocuklara yönelik eğitimlerden, tamir bakım hizmetlerine kadar bisikletle ilgili birçok önemli çalışmaya imza atan Londra Bisiklet Kulübü bu işin öncülerinden biri.

 Yazıyı bu güzel örneklerin çoğalmasını dileğiyle Tolstoy’dan bir cümleyle bitirelim: En güçlü iki savaşçı; sabır ve zamandır.”   

Kaç yaşında olursak olalım yola çıkmaktan ve denemekten vaz geçmeyelim.


* Yazıyı bitirdikten sonra aklıma geldi, ilkokul mezunu, Trakyalı bir köylü kadını olan annem,  50'li yaşlarının sonunda ehliyet ve araba almaya heves etmişti. Hepimiz daha başta yazılı ehliyet sınavını geçemeyeceğini düşünürken, sınavdan 100, 100 ve 96 gibi puanlar alan annem nasıl oldu da motor sınavında bir soruyu kaçırdım diye hayıflanıyordu. Sonrasında ehliyetini de aldı, arabasını da... Şimdi ise iyi ve dikkatli bir şoför... 



                                             Tolstoy 1828 - 1910



Kaynakça:

https://tr.wikipedia.org/wiki/Lev_Tolstoy

https://wannart.com/icerik/10990-aradigi-huzuru-olurken-buldu-tolstoyun-olumu

https://naferermis.wordpress.com/2012/04/15/tolstoyun-olumu/

https://ezgiaydn.medium.com/tolstoyun-bisikleti-hikayesi-nedir-ne-anlama-gelir-%C3%B6%C4%9Frenmenin-yeni-bir-tan%C4%B1m%C4%B1-bbd5c3ca5a93


Saniye Dedeoğlu’nun “Migration, Diasporas and Citizenship” kitabı üzerine

Hiç yorum yok

 



 

Tuncay Bilecen

Saniye Dedeoğlu’nun Migration, Diasporas and Citizenship adlı kitabı, Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenler üzerine yaptığı saha araştırmasına dayanıyor. Yazar, on beş ay süren çalışması sırasında Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu etnik ekonomiye dahil olan işletme sahipleri, aileler ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle konuşmuş ve 60 göçmen kadınla derinlemesine mülakat yöntemiyle ve snowball ve chain-referral tekniklerini kullanarak görüşmeler gerçekleştirmiş.

Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmen kadınların etnik ekonomi içindeki konumlarının topluluğun sosyal entegrasyonuna etkisinin tartışıldığı kitabın giriş bölümünde, göçmenlerin deneyimlerinden yola çıkarak, toplumsal eşitsizliğin sonuçlarına odaklanıldığı, teorik ve metodolojik yaklaşımın temelinde bu deneyimin yer aldığı belirtiliyor. Araştırma, Türkiye toplumunun Britanya’ya entegrasyonunda kendi yöntemini geliştirdiği iddiasına dayanıyor. Bunda ise sosyal bağlar, aile ilişkileri ve cinsiyet hayati rol oynuyor yazara göre. Teorik çerçeve birleştirildiğinde Britanya’daki kadın göçmenlerin sosyal entegrasyonunda cinsiyet duyarlılığı bu çalışmanın köşe taşını oluşturuyor.

Kadın emeğini ve sosyal entegrasyonu odağına alan araştırma için niteliksel yöntem ve biyografik yaklaşımın[1] en elverişli çalışma biçimi olduğunu ifade eden yazar, bunu biyografik yaklaşımın bireysel ve diğer ilişkileri ortaya koymada, niteliksel yöntemin ise açık uçlu, yapılandırılmış, derinlemesine görüşmelerle kadınların sesini duyurmadaki etkinliği ile açıklıyor.

Kitap, sekiz bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde çalışmanın genel çerçevesi çiziliyor. İkinci bölümde teorik ve ampirik perspektiften cinsiyetin, etnik ekonomi ve göçmenlerin sosyal entegrasyonundaki yerine değinilmiş. Bu bölümde üç ayrı alanı olan göçün, çalışma, sosyal entegrasyon ve bunların birbiriyle ve gender ile olan ilişkisi ele alınıyor. Üçüncü bölümde, Avrupa’da büyüyen Türk etnik ekonomisinin boyutları ve bu ekonominin Avrupa ekonomisine katkısı anlatılmış. Büyüyen etnik ekonominin Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlere sağladığı iş imkânları ve onların hayatta kalma stratejilerine etkisi irdelenmiş. Dördüncü bölüm, literatürde “sessiz” ve “görünmez” olarak ifade edilen Londra’daki Türkiyeli topluluğun tanıtımı ile başlıyor ve kitabın göçmenlerin British ekonomisine katkılarını görünür kılmak iddiası bu bölümde vurgulanıyor. Beşinci bölümde, etnik ekonomi içinde kadınların yaşamları ve motivasyonları irdelenmiş. Bu bölümde kadınların göç içindeki konumlarının akademik ilgiden yoksun olduğu eleştirisi de yer alıyor. Kadının göç üzerindeki etkisi sosyolojik bir bakış açısıyla patriyarşi, evlilik, sosyal ağlar gibi kavramların dolayımında tartışılıyor. Altıncı bölüm, araştırmanın odağını oluşturuyor. Bu bölümde, tekstil sektörünün bitmesinin ardından catering sektörünün patlamasına kadarki süreçte etnik ekonomi içinde kadınların değişen rollerine yer veriliyor. Özellikle aile bazlı işletmelerde kadın emeğinin göz ardı edilmesi saha çalışmasından çeşitli örneklerle açıklanıyor. Bu bölümde kadınların gerek aile ekonomisi gerekse aile kurumu içerisindeki dezavantajlı konumlarına ilişkin pek çok doyurucu, çarpıcı örnek bulmak mümkün. Yedinci bölümde, yazarın sosyal entegrasyonda zigzag yol (zigzag path) olarak tanımladığı kadının sosyal entegrasyonu ile çalışma hayatı arasındaki paradoksal ilişkisine yer verilmiş. Dedeoğlu, bu bölümde, literatürün aksine 1. kuşak kadınların çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için verdikleri çabaya işaret ediyor. Kitabın sonuç bölümünde ise araştırmaya ilişkin genel bir özetin ardından, kadınların ana akım topluma entegrasyonu, etnik ekonomi içindeki anne, eş, kız kardeş olarak geleneksel rollerinin bu entegrasyon süreçlerine etkisi (zigzag paths to social integration) değerlendiriliyor. (s.12-15). Kitabın sekiz bölümü sayfa sayısı bakımından son derece dengeli dağılmış. Ancak yazarın, kadınların etnik ekonomi içerisindeki konumlarına ilişkin yaptığı tespitler kitabın farklı bölümleri içerisinde çok fazla tekrar edilmiş. Bu da okuyucuda ben bu kısmı daha önce okumuştum hissiyatı uyandırıyor.

Göç literatüründe kadının pozisyonu konu alan çalışmaların sayısında son yıllarda gözle görülür bir artış yaşanıyor. Kitabın metodolojisine ilişkin yapılan tartışmada kadınların göç ettikleri ülkelerdeki koşullarının akademik çalışmaların çoğunda ihmal edildiği belirtilerek ‘erkek’ odaklı göç literatürüne ilişkin çeşitli eleştiriler getiriliyor. Feminist metodolojinin çoğunlukla niteliksel araştırma araçlarına başvurması, ezilmiş gruplara söz hakkı vermesi, teoriyi test ediyor ve tahminler yürütüyor oluşu, bu metodolojinin seçilme sebebi olarak zikrediliyor. Dedeoğlu, neoliberal teorinin göç kararını parçalara ayırarak yapısal faktörlerle meseleyi bireysel tercihler üzerinden açıkladığı, Marksist yaklaşımın ise göçmenleri yedek işgücü ordusu olarak kapitalizmin gelişimi için proleterleştirilenlere indirgediği görüşünde. Bir başka deyişle bu teoriler göçmenlerin aile ilişkilerini, kurdukları sosyal ağları açıklamakta yetersiz kalıyor yazara göre.

Göçü konu alan çalışmaların önemli bir kısmı, o bölgeyi tam olarak tanımayan geçici olarak araştırma yaptığı sahada bulunan akademisyenler tarafından gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla araştırmacı göçmenlerin yaşadıkları sosyo-kültürel çevreyi tam olarak tanıyamadan sınırlı zaman dilimi içerisinde araştırmasını tamamlamak zorunda kalıyor. Dedeoğu, daha önce öğrenci olarak Londra’da yaklaşık on yıl yaşadığı için sözünü ettiğimiz sorunu yaşamamış. Öğrencilik yıllarında göçmen ailelerle yakından ilişki kurmuş olması ve çalışması sırasında Türkiyeli nüfusun yoğun olarak yaşadığı, “Küçük Türkiye” olarak adlandırılan Kuzey Londra’daki Green Lanes bölgesinde ikamet etmesi saha çalışması bağlamında araştırmanın niteliğini artıran diğer unsurlar... Göçmen kadınların sosyal toplantılarına, evlilik törenlerine, dini ayinlerine, kadın günlerine de katılarak onları daha yakından gözlemleme imkânı bulan yazar, “Bu, kadınları patriyarkal baskının dışında gözlemlemek için iyi bir fırsattı” diyor.

Türkiyeli nüfus ağırlıklı olarak Londra’nın kuzeyinde yaşıyor, ticari işletmelerin de çok büyük bir kısmı buralarda yoğunlaşmış durumda. Bu bölgelerde yaşayan Türkiyelilerle örneğin Londra’nın güneyinde yaşayan Türkiyelilerin sosyal ilişkileri, entegrasyon süreçleri birbirinden farklılıklar arz edebilir. Kuzey Londra’da yaşayan bir göçmen gündelik hayatında topluluk içinde sosyalleşirken Güney Londra’da yaşayan bir başka göçmen böylesine güçlü bir ilişki ağı içerisinde yaşamadığı için diğer topluluklarla ilişki kurma ihtiyacı duyabilir. Bu da entegrasyon süreçlerine etki eden bir faktördür. Araştırmada görüşmecilerin seçimi sırasında snow-ball tekniğinin kullanılmış olması örneklemin birbirine yakın özellikler taşıyan kesimlerden oluşmasına sebebiyet verebilir. Kitapta örnekleme ilişkin istatistiki dataya çok az yer verildiği için görüşmecilerin hangi bölgelerden seçildiklerine ilişkin bir bilgimiz bulunmuyor. Bir başka deyişle çalışmanın bütününde sosyal entegrasyona ilişkin tahlillerde Londra’nın bir bütün olarak ele alındığını görüyoruz. 

Çalışmada, Türkiyeli topluluğun mevcut durum analizine geçilmeden önce sosyoloji, antropoloji ve çalışma ekonomisi literatürünün çeşitli göçmen topluluklarının etnik girişimcilikteki konumlarını açıklamak için kullandıkları dezavantaj teorisi, kültürel teori, middleman teori gibi teorik yaklaşımlara yer veriliyor. Etnik ekonomi, göçmenlerin yerleşik hayata geçip sosyal, kültürel ve ekonomik işbirliği ile önce kendi ihtiyaçlarını karşılak üzere kendi işletmelerinin sahibi olmalarıyla ortaya çıkıyor. Dedeoğlu, bu bağlamda girişimciliği göçmenlerin geldikleri ülkedeki dezavantajlı pozisyonlarına bir yanıt olarak yorumluyor.

Türkiye’den göç eden göçmenlerin Londra’da oluşturduğu etnik ekonomiye baktığımızda; tekstil sektörünün Londra’dan çekilmesinin ardından göçmenlerin çoğunlukla off licence, cafe shop, döner kebab houses işlerine yöneldiklerini görüyoruz. Araştırmada, küçük aile işletmeleri şeklinde örgütlenen bu işletmelerin nasıl geliştikleri ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan benzer işleri yapan Türkiyeli göçmenlerle kurdukları ilişkiler detaylı bir şekilde ele alınmış. Türkiyeli göçmenlerin kendi işlerini yapmaya yönelmesi ise dil yeterliliği ve mesleki deneyimi olmayan ve genellikle kırsal kesimden gelen birinci kuşak göçmenler açısından tekstil sektörünün çökmesinin ardından adeta zorunluluk haline gelmişti, şeklinde ifade ediliyor. Yoksulluk nedeniyle yaşanan hareketsizlik, ayrımcılık ve yerel kültüre ilişkin bilgi eksikliği de göçmenleri küçük aile işletmeleri olarak örgütlenmeye teşvik etmektedir. Etnik ekonominin genişlemesinde ikinci kuşak dil yeterliği ve İngiliz sistemini yakından bilmesiyle kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Yazar, etnik ekonominin başarısını Türkiyeli topluluğun etnik dayanışmayı harekete geçirmede ve topluluk içi ağları etkin bir biçimde kullanmasındaki etkinliğine bağlıyor. Dükkân açmak için sermaye ihtiyacı bulunan göçmenler çoğunlukla banka kredisi almak yerine akraba, hemşeri ilişkilerinden yararlanıyor.  Topluluk içi dayanışma ağlarının etkili işlemesine ilişkin kitapta çarpıcı örnekler bulunuyor. Tekstil sektöründeyken iflas eden bir göçmenin, off licence açmak için bir günde kapı kapı dolaşarak 75 bin pound topladığını belirtmesi gibi...

Kitapta, Türkiyeli göçmenlerin Britanya ekonomisi içerisindeki mevcut durumlarını ortaya koyan güncel istatistiklere de yer verilmiş. Türkiyeli nüfusun en çok retail ve catering sektörlerin çalıştıklarını, (UK genelinde % 35 ile self employment’ta en yüksek orana Türkiyeliler sahip. Türkiyelilere ait restoran sayısı 1975’te 200’den az iken 2001 yılı itibariyle 15 bine ulaşmış durumda) Türk ve Kürt işçilerdeki işsizlik oranının Londra ortalamasının iki kat üzerinde olduğunu, Türkiyeli topluluk içinde ortalama saatlik kazancın İngiltere ortalamasının oldukça altında olduğu gibi daha birçok güncel istatistiki bilgiye ulaşmak mümkün. Londra’da döner take aways, corner shops, coffe shopların sayısının son yıllarda artması bir taraftan Türkiyeli topluluk için yeni iş imkânları doğururken diğer taraftan topluluk içi sömürü ilişkilerini aşikâr ediyor. Aile bazlı bu işletmelerde yoğun olarak ücretsiz ya da düşük ücretli aile içi emek kullanılıyor. Diğer taraftan etnik ekonominin genişlemesi yeni göçmen akımına bağlı.  Çünkü bu göçmenler etnik ekonominin insan kaynağını oluşturuyor. Bu bakımdan Londra’ya yeni ulaşan göçmenler ve öğrencilerin “emeği ethnic enclave”nin merkezinde yer alıyor. Ankara Anlaşması’ndan yararlanmak suretiyle oturum almak için ortalama beş yıllarını zor koşullar altında çalışarak geçirmek zorunda olan göçmenler, öğrenciler, kaçak göçmenler bu sözünü ettiğimiz grup içinde yer alıyor. Dedeoğlu uzun saatler düşük ücretlerle çalıştırılan bu emeği; ucuz ve uysal emek olarak tanımlıyor. Aile üyeleri Türkiye etnik ekonomisi içindeki en temel emek gücünü oluşturmakta, yeni emek ihtiyacı da bu çemberin içinden karşılanmaktadır. Bunun anlamı; ucuz, uygun ve uysal emektir. Bu sömürü çarkı Britanya’da etnik ekonominin başarısının nedenidir.

Buradan kitabın özgün tarafı olan kadınların etnik ekonomi içerisindeki rolü ve bunun sosyal entegrasyon süreçlerine etkine geçebiliriz. Dedeoğlu’na göre aile bazlı işletmelerin gelişmesinin köşe taşını kadın emeğinin sömürüsü oluşturuyor. Yazar, feminist teorinin cinsiyet konusundaki yaklaşımını takip ederek kadın göçmenlerin kocalarının takip eden, eğitimsiz, patriyarkal kültürün ve değerlerin kurbanları olduklarına ilişkin “genellemeci” yaklaşımlara itiraz ediyor. Bu itirazlardan biri genel görüşün aksine kadınların göç süreçlerinde aktif olarak rol oynadıkları iddiasına dayanıyor. Bir başka itiraz ise (İngiltere’deki 2001 nüfus sayımının da gösterdiği gibi) Türkiyeli göçmenler arasında kadın ve erkek oranının neredeyse eşitlenmiş olduğu dolayısıyla kadının evlilik yoluyla göç sürecine dahil olduğunu savunan ve kadını göç sürecinde ikincil plana atan erkek odaklı göç çalışmaların artık miadını doldurduğuna ilişkin.   

Kadının etnik ekonomi içerisinde değişen rolünün onun sosyo ekonomik pozisyonunu nasıl etkilediği kitabın üzerinde yoğunlaştığı bir başka konu başlığı. Tekstil sektöründe çalıştıkları sırada ekonomik gücü elde ettikleri için kadınların bugüne kıyasla aile içindeki konumları daha güçlüydü. Tekstil sektörünün bitme noktasına gelmesiyle birlikte kadın geleneksel annelik ve eşlik rollerine geri döndü. Aile ekonomisi içerisinde kadının görünmez emeği işte bu arka plan etrafında şekilleniyor. Çünkü küçük ölçekli aile işletmeleri kadına informal, ücretsiz çalışma koşulları altında annelik, kardeşlik, eşlik statüsü veriyor. Kadın hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla bir “çalışan” olamıyor. (Kadınların % 60’ı ücretsiz çalışıyor ve iş yaşamındaki konumları belirsiz.) Oysa diyor Dedeoğlu, kadınların Türkiye etnik ekonomisi içerisindeki rolü yalnızca ödenmemiş veya ucuz emekle sınırlı değil kadınlar aynı zamanda etnik, dini ve kültürel kimliğin taşıyıcısı… Kadın göçmenler ulusal ideoloji ve kimliğin üretilmesinde baskın rol oynuyor. Çocuk yetiştirme sosyal ve dini pratiklerde kadın sembolik bir figür. Kitap bu bakımdan kadınların bu “kaderi” üstlenme, değer verme ve temsil etme kapasitesine de özel bir önem atfediyor. 

Aile ekonomisi dışında çalışanların durumu da çok farklı değil. Etnik ekonomi içerisinde minimum ücretin altında, uzun süreli çalışan kadınlar sosyal yardımların kesilmemesi için bu duruma katlanmak zorunda kalıyorlar. Dil yeterlilikleri olmadığı için “ethnic enclave”nin dışına çıkamıyorlar. Ancak burada aile ekonomisi ve etnik ekonomi içerisinde çalışan erkeklerin durumunun da çok farklı olmadığını vurgulamak gerekiyor. “Aile büyüğü”nün (baba, büyük abi) otoritesi altında, geleneksel ilişkilerin çarkları arasına sıkışan erkekler için de kadınlarınkinden farklı çalışma koşulları bulunmuyor. Dolayısıyla etnik ekonominin yükselişinde görünmez olan -her ne kadar en dezavantajlı grubu oluştursa da- sadece kadın emeği değil, emeğin kendisi. Sendikal örgütlülük açısından da baktığımızda İngiltere’deki sendikal örgütlülüğün en düşük olduğu sektörlerin başında yiyecek servisi sektörü (food service) geliyor.[2]

Göçmenlerin bulundukları ülkenin bir parçası haline gelmesi anlamına gelen “entegrasyon” bitimsiz bir sürece işaret eder. Entegrasyonun kültürel, ekonomik, sosyal, politik birçok boyutu bulunmaktadır. Kitapta, Batı’da son yıllarda “entegrasyon” kavramını “çok kültürlülük” yaklaşımı içinde değerlendiren yaklaşımlara Feminist Okul’un görüşleri doğrultusunda eleştiriler getiriliyor. Patriyarkallığın çok kültürlü politikanın doğasında bulunduğu, bu görüşün erkeğin liderliğini tartışmaya açmadığı dolayısıyla bir bakıma geleneksel değerleri yeniden ürettiği (örneğin yerel şiddete ilişkin bir şey söylemeyerek) şeklinde özetlenebilecek bu eleştirilerde liberal toleransın özel alanda değişik göçmen gruplarına haklar sağlayabilse de kadınların eşitsiz konumuna değinmediğini dile getiriliyor.

Teorik tartışmalarda entegrasyon konusunun genellikle cinsiyet körü bir biçimde ele alındığını dile getiren Dedeoğlu, kadının sosyal entegrasyondaki katkısını zigzag yol (zigzag path) olarak tanımlıyor. Buna göre, kadınların bulundukları ülkeye entegrasyonu ile çalışmaları ve etnik ekonomiye katkıları arasında ters yönde bir ilişki var. Çünkü kadının etnik ekonomiye katkısı onu British toplumuna entegre olmaktan alıkoyuyor. Buna karşın kadın çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için büyük çaba harcıyor.  Yazar bu noktada, göçmenlerin entegrasyonunun birçok boyutu olduğuna dikkat çekiyor. Politika yapıcılar öncelikli olarak göçmenlerin ekonomik entegrasyonunu sağlamakla ilgileniyorlar. Bu da göçmenlerin sosyal entegrasyonunun başarısızlığı ile sonuçlanıyor. Örneğin göçmenler emek piyasasına entegre olurken sivil toplum alanının ve politik süreçlerin dışında kalabilirler. Başka bir deyişle göçmenler yurttaş olabilirler ancak eğitim ve iş olanaklarına ulaşmada sorunlar yaşayabilirler. Bu durum Türkiyeli göçmenlerde uzun süre mülteci statüsünde bekleyerek ana akım toplumdan dışlanmaları şeklinde tezahür etmiştir.

Literatürde “invisible” ve “silent” community olarak yer eden Türkiyeli göçmenlerin, farklı etnik / mezhepsel kökenler içinde  “görünürlüğünü” ve Britanya ekonomisine verdiği katkıyı elen alan bu çalışmada, göçmenler arasındaki etnik ve mezhepsel farklılıklara ve bunun göçmenlerin sosyal, ekonomik, siyasal ilişkilerine nasıl yansıdığına değinilmiş. Ancak sözü edilen kimliklerin kitabın odağında yer alan “kadın” (gender) ve “entegrasyon” kavramlarına nasıl etkide bulunduğuna yetirince yer verilmemiş. Örneğin Kıbrıslı Türkler, Türkler ve Kürtler’in (veya Alevi, Sünni)[3] birbirinden çok farklı karakterlere sahip olan göç etme süreçleri araştırmada chain migration and social networks bağlamında ifade edilmiş iken, bu etnik ve mezhepsel ayrımların etnik ekonomiye, entegrasyon süreçlerine nasıl yansıdığı üzerinde çok durulmamış. Bunda feminist okulun kimi zaman göçmenlerin sınıfsal ve kimlik pozisyonlarını dışarıda bırakan yaklaşımının etkisi olabilir. Bu nedenle, belki de kitabın girişinde açıklanması gereken söz konusu mezhepsel, etnik ayrımlara kitabın ancak 76. Sayfasından itibaren yer verilmeye başlanıyor. Aynı şekilde, örnekleme ilişkin sınırlı tutulan istatistiksel veride de görüşülen kadınların etnik ve mezhepsel dağılımlarını görmüyoruz.

Sonuç olarak, Saniye Dedeoğlu’nun kitabı bize Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin oluşturdukları etnik ekonominin boyutlarını kendi tarihselliği içerisinde anlama imkânı verirken, göç yazınındaki kimi kalıplaşmış yaklaşımlara da eleştirel bir gözle bakılmasını sağlıyor. Kadınların göçmenlerin sosyal entegrasyonlarındaki rolleri bunlardan sadece biri...

 

*Bu yazı 2015’te Migration Letters dergisinde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

https://www.proquest.com/openview/b4777828c2b14d4d2d8625df888cbbe0/1?pq-origsite=gscholar&cbl=456300



[1] Biyografik yaklaşım ile ilgili kapsamlı bilgi için Migration Letters’ın Volume 6, İssue 2 sayısına bakılabilir.

[2] 2013 verilerine göre food service sektöründe çalışanların sadece % 0,9’u sendikalı. https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/313768/bis-14-p77-trade-union-membership-statistical-bulletin-2013.pdf

[3] Yazar Türkiye’de gördükleri politik baskılar ve ayrımcılıklar nedeniyle Kürt ve Alevi topluluklarını ‘injured’ toplumlar olarak değerlendiriyor. Bu bakımdan kitapta Türkiye’den göçün arkasında yatan politik, sosyo-etnik ve dini sebeplere yer veriliyor. 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan