latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

Rengin Kadın Korosu’nun düzenlediği öykü yarışmasına katılım tarihi uzatıldı

Hiç yorum yok

Rengin Kadın Korosu, bu yıl ikincisini düzenlediği öykü yarışmasına hem katılım süresini uzattı hem de öykü gönderilebilecek ülkelerin sayısını artırdı.

 


Geçtiğimiz yıl Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Yarışması’yla kadınların heybelerinde biriktirdikleri öyküleri okurlarıyla buluşturan Rengin Kadın Korosu, gösterilen ilgi ve açığa çıkan birbirinden güzel öyküler nedeniyle bu yıl yarışmanın ikincisini düzenlemeye karar verdiğini geçtiğimiz ay duyurmuştu. Anlatacak hikâyesi olan tüm göçmen kadınları yarışmaya katılmaya çağıran Rengin Kadın Korosu Basın sorumlusu Aynur Çimen yarışmanın katılım süresinin de gelen talepler doğrultusunda uzatıldığının müjdesini verdi.

Hikâye son gönderim tarihi 9 Eylül oldu

Aynur Çimen, “Koro olarak ikinci kez öykü yarışması düzenliyor olmanın heyecanını yaşıyoruz. Geçtiğimiz yıl yaptığımız çağrıya çok sayıda göçmen kadının yanıt vermesi, ‘Rengin Göçmen Kadın Öyküleri’ seçkisi kitabımızın yoğun ilgiyle karşılanması bizi ikinci kitap için yüreklendirdi. Çağrımız sonrasında çok sayıda kadın, hikâyesini bizimle paylaştı. Hikâye son gönderim tarihinin tatil dönemine denk gelmesi nedeniyle çok sayıda ‘erteleme’ talebi de aldık. Bu nedenle yarışmamızın son hikâye gönderim tarihini Eylül ayına erteledik” dedi.

 “Acaba altından kalkabilir miyiz diye endişelerimiz olsa da dostlarımızın yüreklendirmesi ve kadınlardan gelen talepler doğrultusunda yarışmamızı daha büyük bir alana taşımaya karar verdik“ diyen Çimen, Türkiye dışında yaşayan bütün göçmen kadınlardan öykü beklediklerini duyurdu.

Çimen, “Koro olarak tüm göçmen kadınları yazdıkları hikâyeleri bizimle paylaşmaya davet ediyoruz. Anlatacak hikâyesi olan, yüreğindeki satırları karalamaya cesaret eden tüm göçmen kadınlara çağrımız; öykünüz başka göçmen kadınlara ilham olsun, öykünüz göçmen hayatlarımıza ışık tutsun, iz bıraksın” dedi.

 

2. Rengin Göçmen Kadın Öyküleri

Öykülerin son gönderilme tarihi : 9 Eylül 2024

Öykü gönderme adresi: renginkadin@gmail.com

 

Yarışma Şartları

• Yarışmamız Türkiye dışında yaşamını sürdüren bütün göçmen kadınlara açıktır.
• Yarışmaya sadece bir öyküyle başvurulur.
• Öyküler herhangi bir temada yazılabilir.
• Öyküler elektronik ortamda renginkadin@gmail.com adresine 9 Eylül 2024 tarihine kadar gönderilecektir.  Öykü ile birlikte yazarın kısa özgeçmişini de göndermesi gereklidir.

• Yarışmacılar mahlas kullanabilir.
• Öykülerin hukukî sorumluluğu yazarına aittir. İntihal veya üçüncü kişilerin telif hakkı gibi durumlarda, sorumluluk yazara aittir.
• Yarışmaya Düzenleme Kurulu Üyeleri ve Seçici Kurul Üyeleri ile birinci derece yakınları katılamaz.
• Seçilen öyküler, Rengin Göçmen Kadın Öyküleri 2 kitabında yayımlanacaktır.
• Yayımlanan öyküler için yazarlarına telif bedeli ödenmeyecektir.
• Derece alan ve kitaba girecek öykülerde yayınevi editörünün önerileri doğrultusunda, yazarın onayıyla, düzeltme veya kısaltma yapılabilir.

 

Yarışma Jürisi: Dursaliye Şahan, Fergül Yücel, Gülsen Gülbeyaz, İlden Dirini, Serpil Arslan, Şükran Bağcık, Vicdan Özerdem

Olcay Bayır'dan Yeni albüm: “Tu Gul î” (Sen Bir Gül’sün)

Hiç yorum yok

İngiliz/ Kürt-Alevi şarkıcı Olcay Bayır, son albümü “Tu Gul î” (Sen Bir Gül’sün) ile müzikseverlerle buluştu. 24 Mayıs 2024 tarihinde Londra merkezli ARC Music etiketiyle piyasaya çıkan albüm, Bayır’ın köklerine ve atalarının seslerine bir ses verme isteğiyle dolu. “Tu Gul î”, sanatçının, Anadolulu olmanın yanında, Kürt Alevi toplumunun müzik kültürüne olan derin bağlılığını ve saygısını ifade eden güçlü ve duygusal bir yorum.

 


“Tu Gul î", sanatçının yetiştiği çok dilli ve kültürlü geçmişinin kişisel kimliğine yansıyan bir müzikal çalışma. Bu albümde Olcay Bayır, kendi yerel geçmişinin tınılarını, atalarından duyduğu varoluşsal, yaşamsal ve aşk temalı halk ezgilerini, Anadolu’yu, Kürt ve Alevi ruhuyla yeniden canlandırarak, şu an yaşadığı kozmopolit Londra'nın modern sesleriyle harmanlıyor.

Albümün ismi, "Gül"ün hem Alevi hem de Kürt kültüründe çok önemli bir sembol olmasından esinlenerek verilmiş.

Albümde öne çıkan temalardan biri ise cesur, vefakar Anadolu kadınlarının ortak acıları. Olcay Bayır, Anadolu tarihinde kadın olmanın zorluklarını ve bu ortak acıları, hem kendi atalarına hem de tüm güçlü Anadolu kadınlarına saygı göstererek dile getiriyor. Sanatçının da geldiği Maraş yöresine ait, annesi ve anneannesinden de duyduğu "Hüsna", genç bir kızın zorla evlendirilmesi ve gördüğü şiddet yüzünden ölmesini anlatan acı bir hikâye taşıyor. Geleneksel Türkçe halk şarkısı "Ağ Elime Mor Kınalar Yaktılar" ise 12 yaşında bir kızın evliliğe zorlanıp sevdiklerinden uzak bir hayata gönderilmesinin acı hikayesini anlatıyor.

Albümde yer alan şarkılardan "Edlê", enerjik enstrümantasyon ve canlı vokallerle dolu tempolu bir Kürt düğün dans ezgisi olarak öne çıkıyor. Dersim bölgesinden Zazaca söylenen "Setero" ise varoluşsal acıları üzerine dokunaklı bir yansıma sunuyor. Kurmanci lehçesinde seslendirilen "Ay Dilberê" ise klasik bir Kürt aşk ağıdı olarak dikkat çekiyor. Albümde ayrıca Alevi müzik geleneğinden "Ötme Bülbül" ve "Daha Senden Gayri Aşık Mı Yoktur?" eserleri de yer alıyor. "Nare Nare" ve "Tal Tala" gibi Anadolu'nun diğer kadim halklarından Ermeni halk ezgileriyle ve Ermeni tarihinin en yıkıcı olaylarından biri olan "Medz Yeghern (Büyük Suç)" ile kardeş halkın acıları paylaşılıyor.

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

Hayatın en hızlı aktığı şehirlerden birinde, Londra’da yaşamak

Hiç yorum yok

Londra dünyada hayatın en hızlı attığı kentlerden biri. Yetmişlerde Londra’da kurulan heavy metal müziğin efsane grubu Iron Maiden’ın bir şarkısının adı kentteki akıp giden hayatın adeta simgesi gibi: “be quick or be dead!” (hızlı ol ya da öl). Yirmi dört saat boyunca durmayan bu dinamik kentte ayakta durmanın türlü güçlükleri var; hele ki göçmenseniz. 


Tuncay Bilecen


Şehirlerin hızlı temposu bazen farkına varmasak da bizi yoruyor. İçinde yaşayanlara sayısız olanaklar sunan Londra bunun kefaretini yorgunluk ve geç kalma kaygısıyla ödetiyor. Görüşme yaptığım göçmen bir kadın bu duyguyu şöyle ifade ediyordu. “Şu aralar çalışmıyorum. İşsizim. Buna rağmen hep bir yerlere geç kalma duygusu yaşıyorum. İçimde bir vicdan azabı oluyor. Çalışmasam da bu kentin telaşı beni yoruyor.” 


Sanırım bu duyguyu çoğumuz yaşıyoruz. İşlerimizin yolunda gittiği dönemlerde bile Londra’nın aşırı rekabetçi ortamının verdiği endişeleri üzerimizde taşıyoruz. 


DURMA YOKSA DÜŞERSİN!


Her şehrin bir ruhu var, biraz da dünyanın merkezinde olmasından dolayı Londra’nın payına da “hızlı olmak” düşmüş. Özellikle göçmenlerin içinde bulundukları koşulları düşünerek “durma yoksa düşersin” ifadesini kullanabiliriz Londra’daki yaşam için. En çok da göçmenliğin ilk yıllarında yaşanıyor bu sarsıntı. Farklı kültürel kodlarla gelip kentin bu baş döndüren hızına uyum sağlamaya çalışırken nice göçmen kendisini kaybedebiliyor.  


Londra’nın barınma ve ulaşım gibi giderler bakımından pahalı bir şehir olması göçmenliğin ilk yıllarındaki koşturmacayı daha da artırıyor. Henüz vatandaşlık alınmadığı için sosyal yardım alamayan, kira giderlerin karşılamak zorunda olan göçmenler ev paylaşma ve uzun süreli çalışma yolunu tercih ediyor. Hal böyle olunca da sosyal hayata zaman kalmıyor, işle ev arasında geçen monoton bir hayat sürekli kendisini tekrar ediyor. 


“CENAZEDE YA DA DÜĞÜNDE BİR ARAYA GELEBİLİYORUZ”


Binlerce insan sabahın köründe çalışmak üzere Londra’ya akın ediyor. Bu koşturmaca içinde her saniye kıymetli olduğu için insanlar bazı işlerini araya dereye sıkıştırmak durumunda kalıyorlar. Bu yüzden metroda kimseye aldırmadan makyaj yapan bir kadın da görmeniz mümkün, kahvaltısını otobüste yapan birini de... Hızlı hızlı yürürken bir taraftan elindeki karton bardaktan ustalıkla kahve içenlerin kenti burası. “Take away” ifadesinin günlük hayatta bu kadar yaygın kullanılmasının bir sebebi de bu.


Bir görüşmeci, İngiltere’deki sosyal devletin tasfiye edilmesinden dolayı daha fazla çalışmak zorunda kaldıklarını, bu durumun da sosyal ilişkilerini bitirdiğini söylüyordu: “Çoğu insanın sosyal yaşamı bitmiş, komşuluk ilişkisi denen bir şey yok, ancak artık düğünde veya bir ölüde buluşuluyor. Öbür türlü kimsenin kimseyle bir alışverişi yok. Ya bir cenazede, ya bir düğünde, bazı sosyal faaliyetlerde belki bir araya geliyorlarsa geliyorlar. Geçmişte vardı mesela, aileler diyalog içindeydi, ama şimdi şartlar zorlaştıkça daha da uzaklaşıyorlar, daha da kopuyorlar. İnsan ekonomik şartlardan dolayı çocuğuna bile zaman ayıramıyor.” 


YARATICI ETKİNLİKLERDEN UZAKLAŞMAK


Belki çok genelleyici olacak ancak Londra’nın bu acımasız rekabet ortamının insanlardaki yaratıcı etkinlikleri körelttiği bir gerçek. Yaratıcı bir etkinlikle, örneğin sanatla uğraşmanız için bu konuda bir bilinciniz olması gerektiği gibi boş vaktinizin de olması gerekir. İşte bu zamanı bulmak, hele ki göçmenliğin ilk yıllarında pek mümkün gibi görünmüyor. 


Hayatın rutin akışına kendini kaptıran göçmen kendine zaman ayıramamaya başlıyor, zamanla bilinci köreliyor ve uğraşısı bir süre sonra onun için “gençlik hayaline” dönüşüyor. Arkadaş ortamlarında “ben de bir ara öykü yazıyordum”, “kısa film çekmeye heves etmiştim”, “iyi fotoğraf çekiyordum” diyen insanları duyuyorsunuz. “Peki, şimdi neden yapmıyorsun?” Bu soru sorulunca bir iç çekişin ardından ister istemez mazeretler sıralanıyor. Böylece Londra’daki hayata tutunma çabası bir estetik bir zevkin gelişmesinin önüne geçebiliyor. Tabii bu söylediklerimiz tamamen sınıfsal konumla ilgili. Örneğin iyi bir işte iyi bir ücret karşılığı çalışma imkânına sahip olan kişi tam tersine bu tür özelliklerini daha da geliştirebilir bu kentte; çünkü bunun için sayısız imkân var. Aynı zamanda Türkiye’ye kıyasla çok daha kısa süre çalışıp çok daha fazla ücret alacaktır. 


BİREYCİLİKTEN BENCİLLİĞE


Türkiye’de bireysel hayatın sınırlarının olmamasından, bu alanın çok çabuk ihlal edilmesinden şikâyet ederiz. Bireyciliğin kutsandığı bu yerde ise –bir göçmen bunu “burada arabalar bile çoğunlukla tek kapılı” diye özetlemişti- bireyciliğin bencilliğe varmasından şikâyet edecek noktaya gelebiliyor insan. 


Türkiye’de bireysel sınırlara çoğu zaman saygı yoktur ya da kişi bunu bildiği için kendine çeki düzen vermek zorunda kalır. Bunun yanı sıra başına bir fenalık geldiğinde her daim yanında birilerini bulabilir. Dayanışma ruhu kültürümüzün belki de en güzel taraflarından biri. Gelelim Londra’ya, burada bireysel sınırlar kesin çizgilerle çizilmiş durumda. Onu aşmak için çabalayan kişi, toplumsal ve hukuksal yaptırımlarla karşılaşmayı göze almalı; fakat buranın rekabetçi yapısı insanları bir çeşit pragmatik araçlar haline getirebiliyor. Bu, bir çeşit hayatta kalma stratejisi olarak da değerlendirilebilir. Arkadaşlar bu şekilde seçiliyor, sosyalleşme biçimleri ve sosyalleşilecek mekânlar bile bu şekilde belirleniyor. “Benim sana ayıracak zamanım yok!” demenin en kibar biçimi de yok saymak, görmezden gelmek, alıştıra alıştıra yok olmak. İlginçtir Türkiye’de nezaketsizlik olarak karşılayacağımız bu durum burada genel kabul görmüş durumda. Çünkü kişi şunu söyleyebiliyor kendi kendine “benim de yoğunluğum olduğunda ben de aynı şekilde davranmıştım. Burada hayat böyle akıyor.” Ancak dayanışma duygusuna sıra geldiğinde burada işler değişiyor. Yine bir görüşmecinin sözüyle yazıyı bitirelim: “İlk geldiğimde hasta olmaya bile cesaret edemedim. Çünkü hasta olsam bana bakacak başımda bekleyecek kimse yoktu.” 



The Womb 2-3 Ağustos tarihlerinde Camden Fringe Festivali'nde sahnelenecek

Hiç yorum yok

Kurucuları arasında Aylin Rodoplu’nun da yer aldığı uluslararası bir kadın kolektifi olan Co Theatre, “The Womb” adlı absürt komedi oyunuyla sahneye çıkmaya hazırlanıyor.

 


                                                              

Her yaştan kadını cesaretlendirmeyi ve onlara ilham vermeyi amaçlayan, cesur ve kışkırtıcı yeni yazılmış kadın hikâyelerini ve oyunlarını sahneye taşıyan Co Theatre “The Womb” oyunuyla seyirci karşısına çıkıyor. Co Theatre'ın kurucu ortakları olan Aylin Rodoplu ve Elise Xiaqi Eriksen, Kasım 2023'te East 15 Acting Okulu’nda ilk kez sahnelenen The Womb'un yaratıcı ekibi arasında yer alıyor. The Womb, 29 Temmuz’da Kingston’da, 2-3 Ağustos’ta Camden’da ve 28-29 Ağustos’ta Stockholm’de sahnelenecek.  

OYUN HAKKINDA

Dünyanın başlangıcından beri kadınların yaşadığı absürt şeylere değinen, üç kişilik kışkırtıcı bir komedi olan The Womb, ataerkil bir dünyada kadın olma kavramına alışılmadık bir bakış açısı getiriyor. Sıra dışı hikâye kurgusuyla oyun; cinsiyetçilik, kadın düşmanlığı, ataerkil normlar, cinsel istismar, kürtaj, travma ve daha birçok temaya değinen 27 kısa sahneden oluşuyor. Esprili, hızlı diyaloglar, orijinal tekno-atmosferik müzikler ve asla terk edemeyecekleri bir yerde yaşayan üç kayıp kadın... Bu oyunun ne kadar absürt olduğunu görünce kahkahadan kırılıp, belki de The Womb’taki dünya ile bizim yaşadığımız dünyanın o kadar da farklı olmadığını düşünmeye başlayacaksınız!

Co Theatre’ın kurucularından Aylin Rodoplu oyun hakkında şunları söylüyor: “Bu yaz ekibimle birlikte yeni metin olan feminist absürt oyunumuz “The Womb’u Camden Fringe, Stockholm Fringe, ve FUSE International gibi çeşitli fringe festivallerinde sergileyeceğiz. The Womb, kadınların içinde bulunduğumuz ataerkil dünyada yaşadıkları deneyimlerini anlatan bir absürt komedi oyunudur. Bu oyunla birlikte kadınların seslerini duyurmak, hep birlikte müşterek bir cesaretin doğmasını sağlamak en büyük amaçlarımızdan biri… Özellikle Londra'da yaşayan Türk halkına bu hikâyeyi ulaştırmak bizim için çok büyük bir önem taşıyor.”

 Yazan:    Aylin Rodoplu

Yöneten: Elise Xiaqi Eriksen
Müzik tasarımı: Aylin Rodoplu
Oyuncular: Aylin Rodoplu, Tara McMillan, Gabriela Mahé

Oyun tarihleri ve sahneler:

Camden Fringe Festival 2 & 3 August 2024, 9pm | Camden People’s Theatre (58-60 Hampstead Rd, London NW1 2PY)

Tickets: https://camdenfringe.com/events/the-womb/

Stockholm Fringe Festival 28 & 29 August 2024, 21.15, 19.45 | Tegelscenen (Söndagsvägen 9, 123 60 Farsta, Sweden)






Ne çok konuşuluyor “gitmek" üstüne

Hiç yorum yok

Efnan Dervişoğlu 




Dün akşam, dolmuşta:

İzmit'te "otobüs" diyorlar; ama bunlar midibüs, "dolmuş" diyorum ben.
Şoför, koltuğunda. Aşağıda, daha sonra hareket edecek olan dolmuşun şoförü, konuşuyorlar. İçeride olduğumdan bizim şoföre ne sorulduğunu duymuyorum, cevapları duyuyorum sadece:

-Üniversitede, son sınıfta.

(...)

-Amerika'ya gitmek istiyor, ağbisi de Kanada'da ya...

(...)

-Kızım, nereye gitmek istersen git, dedim.

(...)

-Ben de Arabistan'a gideceğim.

(...)

-Ya inşaatta ya inci işinde çalışacağım.

(...)

-19.04, ben gidiyorum, hadi eyvallah!

Adam, arabayı çalıştırıyor; kapının üstündeki beyaz havlu başına değecek gibi, dikiz aynasındaki güller kımıldanıyor. İnci işi ne, yahu! Yapay yollarla inci üretiliyor, o sanırım. "Hanımla" filan demedi, ölmüş olabilir mi karısı, ayrılmışlar mı? Yok, karısı çalışmıyor, ondan. Ta Amerika'ya gönderecek, kızı isterse. Aferin! Okuldan çıkmadan önce karşılıklı çay içtiğimiz dostum da gidecek sonbaharda, İngiltere'ye. Ne çok konuşuluyor "gitmek" üstüne. Dolmuştan iniyorum, yürüyorum. Ev. Canım sıkılıyor her bir şeye.



                                            
                                        Ağzımın Tadı

                Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,
                Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
                Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
                Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
                Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
                Denize bile iştahsız bakıyorsam,
                Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
                Bu darağacı suratlı toplum!

                                                 Oktay Rifat

Oyuncu Feride Morçay’la göçmenlik ve tiyatro üzerine söyleşi: “Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi”

Hiç yorum yok


 Feride Morçay, 19 yaşında medya ve film eğitimi için geldiği Londra’da araya giren birçok eğitim ve iş deneyiminin ardından bugün hayatını oyuncu olarak sürdürüyor. Başrolünü oynadığı Hayfever aldı oyunun ‘’Keep it Fringe Fund’ ödülünü almasıyla bu sıra dışı oyunu iki hafta boyunca sergilemek üzere Edinburgh’a giden Feride Morçay’la göç hikâyesi, oyunculuk ve tiyatro üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 


                                                                                               

                                                                                                     Tuncay Bilecen

Feride seni Londra’ya hangi rüzgâr attı?

Londra’ya ilk geldiğimde 19 yaşındaydım. Aslında çok plan yaparak gelmedim. Hayatımı burada geçireceğimi bile düşünmedim, sadece kalbimin sesini dinledim diyebilirim. Daha öncesinde Avusturya Lisesi’nde okurken AFS ile lise değişim programıyla ABD’ye Ohio’ya gitmiştim. Ailem Türkiye'de kalmamı tercih ediyordu aslında. Koç Üniversitesi’nde Medya bölümünü burslu kazanmıştım. Aynı zamanda Londra’daki üniversitelere de başvurdum. Film yönetmeni olmak istiyordum.  Derken buradaki üniversiteden kabul aldım. Zaten içimdeki ses bana gitmem gerektiğini söylüyordu. O rüzgârla Londra’ya geldim.

Daha önce yurt dışı tecrübesi yaşamış olman bu kararında etkili olmuştur diye tahmin ediyorum.

Çok kolay olmadı. Ailem o sırada gitmemi çok istemiyordu. Kimseyi tanımıyordum, daha önce hiç Londra’ya gelmemiştim. Bir gün yanıma gelip "kızım sana güveniyoruz" dediler kendi harçlığımı kendim kazanmam şartıyla Londra maceram başladı. Okurken çalışmaya başladım.

Peki, Londra’da ne umdun ne buldun?

Şunu fark ettim; İstanbul’daki çevremin hep aynı tip insanlardan oluştuğunu, burada hayatın daha zor olduğunu gördüm. Avusturya Lisesi öncesinde de özel okula gidiyordum. Burada ise arkadaşlarım çalışıp ailelerine para gönderiyorlardı. Bunun gibi bir örnekle İstanbul’da kendi çevremde pek karşılaşmamıştım. O küçük yaşta gözüm açıldı. Daha çabuk büyüdüm herhalde.

Londra seni olgunlaştırmış.

Umarım. Tek başına bir hayat kurmaya çalışınca ister istemez hayatının bütün sorumluluğu senin elinde oluyor.

Bu sırada nerede okuyordun?

Goldsmith University of London’da Medya, İletişim ve Film Yapımı okudum üç sene. Bunu yaparken Cambridge’te bulunan Balık Art adında kâr amacı gütmeyen şirkette çalıştım. Proje yönetmenliği yaptım. Yaklaşık beş film şirketinde staj yaptım. Mezun olduktan sonra iş bulmak için çeşitli film şirketlerine mailler attım. Yüzlerce mailden iki tanesine geri dönüş aldım. O sırada bir Rus film şirketinden kabul aldım. Oraya girdiğim için Londra’da kalabildim. Çünkü o zamanlar mezun olduktan sonra öğrenci vizesini devam ettiremiyordun. Böylece full time çalışma hakkını elde ettim ve Ankara Anlaşması’na başvurup freelance çalışmaya başladım. İki sene boyunca film sektöründe yapımcı asistanlığı yaptım.

Bu dönemde hiç oyunculuk tecrüben oldu mu?

Olmadı. Lisede olmuştu. Amerika’da gittiğim okulda, müzikalde, tiyatroda ve koroda yer almıştım. Ama kendime hiç sanatçı gözüyle bakmamıştım, sonradan geldi bu. Ben yönetmen, yapımcı olacağım, sanatçıları çok seviyorum, onların içinde olacağım diyordum. Herhalde kendime karşı çok dürüst değildim ya da kendimi çok tanımıyordum o yaşta.

Peki, ilk şimşek nasıl çaktı oyunculukla ilgili?

Burada yazar, yapımcı, oyuncu olan bir arkadaşım var, müzikal bir oyun yazmıştı. “Bu oyunun yapımcılığını yapar mısın? Cambridge festivaline götürmek istiyorum” dedi. Bir anda çevrem tiyatrocularla doldu. Tiyatro ve oyunculuk üzerine okumaya başladım. Birden aşık oldum. Bir şimşek çaktı, işte bu dedim ve her şeyi geride bıraktım.

Yıllar sonra sahneye çıktığında ne hissettin?

Kendimi denemek için Identiy School of Acting’in seçmelerine katıldım. O seçmelerde özgürlük duygusunu hissettim. Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi. Sesimde ve bedenimdeki yılların verdiği alışkanlıkları kırmak için oyunculuk okumayı seçtim Çünkü 'kendinin farkına varmakla' başlıyor bence oyunculuk.

Ardından ben artık oyuncu olurum dedin mi?

Bu sırada yapımcı asistanlığına devam ediyordum. Warner Brothers’la ilgili bir proje vardı. Bu aslında bir dolandırıcılık projesiymiş. Benim bir anda dünyam karardı. Bu işte herkesin düşündüğüm kadar iyi kalpli olmadığını fark ettim. Bir anda Londra’dan gitmeye karar verdim ve apar topar İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir sene kalacağım derken üç ay kaldım. Şahika Tekand’ın Nişantaşı’nda bulunan Stüdyo Oyuncuları’na üç ay gittim. Oradaki ortam çok hoşuma gitti. Mehmet Ergen o sırada Gerçek adlı oyunu yapıyordu. Onun gönüllü asistanlığını yaptım. Gerçek oyunundaki metni oyuncularla birlikte çalışırken kendimi gördüm. Sahne önünde olmam gerektiğini fark ettim.

Sonra Identity’den İleri seviye oyunculuk part-time bölümüne kabul aldığıma dair haber geldi.  Gitmezsem vizemi de kaybedecektim böylece üç ay sonra tekrar Londra’ya geldim.

Londra’ya geri döndükten sonra neler yaptın?

Yaklaşık altı ay kadar Identity School of Acting’e giderken, Arcola Tiyatrosu’ndaki Alaturka Türk Oyuncuları’nın seçmelerine şans eseri katıldım, Deli Dumrul oyununu yapıyorlardı. Küçük bir karakter olan Can Kız karakterini oynadım. O zamanlar kendime yeterince güvenmiyordum. Ama sahneye çıkmak bir kapı açtı. Ertesi sene Shakespeare Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Eleni karakterini oynadım. Bu da benim için çok güzel bir deneyim oldu.

Oyunu izlemeye gelen akademisyen, oyuncu Elif İskender ile tanıştım. Onun da burada atölyesi var. Birebir olarak iki sene çok yoğun çalıştık. Üzerimde çok büyük emeği var. Kamera önü oyunculuk, psikolojik olarak kendimi tanımamla ilgili. Şunu da fark ettim, Londra’da bu işi yapmam çok kolay değil. Benim bedenimle ve sesimle ilgili öğrenmem gereken çok şey var. Üniversiteye gitmeye karar verdim. Drama okullarına başvurdum. Rose Bruford College’de mastera kabul aldım. O sırada halen kendime yüzde yüz güvenim gelmemişti. Oyunculuk yapabilir miyim, bilmiyordum. Master programı iki sene sürdü. Tez projesi olarak Güngör Dilmen’in “Ben Anadolu’yum” oyununu yapayım derken pandemi nedeniyle 40 dakikalık bir film oldu. Elif İskender hocam da benim supervizörüm olarak projeye katıldı. Daha sonra bu film festivallerde ödüller aldı.

Londra’da Lamda’ya gitmeyi çok istiyordum. Shakespeare üzerine üç aylık bir kurs vardı ve pandemi sırasında daha indirimliydi. Eğitime devam edeyim dedim, bu eğitimin yarısı yüz yüze oldu. Sonra bana ücretsiz ‘audition’ hakki verdiler. Mastera kabul alınca, buna devam ettim. Master programı pandemi sebebiyle yaklaşık iki sene sürdü. 2022, Kasım’ında bitti, asıl olarak oyunculuk üzerine beni güçlendiren eğitim bu oldu. Sabahtan akşama kadar hafta sonları dahil sadece oyunculuk üzerine çalışıyordum. İnanılmaz bir fırsat oldu benim için. Mezun olduktan sonra altı kısa filmde oynadım. Mausoom adlı kısa bir filmde Zara karakterini oynadım, film Raindance Film Festivali’nde Kasım’da Londra’da gösterilecek. Son olarak da ANANKE adlı 25 dakikalık bir filmde başrol olarak genç sanatçı uyuşturucu bağımlısı Juliana adlı karakteri oynadım.



Yavaş yavaş ödüllü Hayfever oyununa gelelim mi? Bu oyuna nasıl dahil oldun?

Bir gün Lamda’da koridorda yürürken bir arkadaşım beni durdurdu. “Hayfever adlı oyunun okuması yapılacak. Göçmen bir kızın hikâyesi ve bence bu kız sen olabilirsin. Bence bu oyunun okumasına git” dedi. Dinleyici olarak gittim. En sonunda yönetmen Roxane Cabassut bize ne düşündüğümüzü sordu. Aylar sonra mezuniyete hazırlanırken Roxane’den mesaj aldım, festivalden kabul aldığını, bu oyun için beni düşündüğünü söyledi. Ertesi gün seçmeler oldu. Beraber çalışmaya başladık. Bu sırada okulda da bir oyun yapıyordum. Peckham Frinde Festivali’ne üç hafta vardı. Kendi kendime anı yaşa, yaparsın dedim. Festivalde çok güzel tepkiler aldık. Roxane oyunu Edingburg Frinde’e götürmek istiyordu, bundan önce de Arcola’da bir hafta oynadık.

Seyirci oyuna nasıl tepki verdi?

Oyun, klasik bir oyundan çok farklı. Gidip arkanızı yaslanıp oyunu izlemiyorsunuz. Her an her şey olabilir. Siz de aktif bir şekilde oyunun bir parçası olabilirsiniz. Seyirci oyunu durdurabiliyor, herhangi bir karakterden o anda nasıl hissettiğini şarkı, monolog yoluyla anlatmasını istiyor. Bunun dışında oyunda göçmen kızın İngiliz sevgilisinden ayrılıp ayrılmayacağına sevgilisi karar veriyor. Polisler ölüyor mu ölmüyor mu? Göçmen kız adamı tren istasyonundan atıp öldürüyor mu, öldürmüyor mu? Bunların hepsine seyirci karar veriyor. Oyuncu da o sırada seyirci hangisini seçerse ona göre oynuyor. Aynı zamanda oyundaki her şey satılık. Oyuncu oyunu durdurup “ben şuradaki masayı satın almak istiyorum” diyebiliyor. Bir anda oyun duruyor ve açık arttırma başlıyor, burada günümüzdeki tüketiciliğe bir gönderme yapılıyor. Oyun hayata bütünsel bakış acısıyla bakıyor.

Oyunda aynı zamanda resimler de satılıyor.

Oynadığım karakter Moyna, aynı zamanda bir ressam. Ben de resim yaptığım için bu denk geldi. Set tasarımcının ve benim yaptığım resimler oyundan sonra satılıyor.

Bu resimleri oyun sırasında mı yapıyorsun?

Hayır. Kendimi bu karakter olarak düşünüp evde yapıyorum. Bu resimler, Feride olarak benim yaptığım resimlerden farklı oldu. Bu beni şaşırttı.

Moyna karakterinin göçmen olması senin de bir göçmen olman bu oyunun üstesinden gelmende etkili olmuştur diye düşünüyorum.

Empati kurmamı kolaylaştırdı tabii ki. Ait olmamak hissi, kimlik arayışı, bütün bunlar ilk geldiğim dönemde hissettiğim duygulardı.

Oyunu Edinburgh’ta oynayacaksınız.

11-27 Ağustos arasında Edinburgh’ta TheSpaceUK Venue 45’de oynayacağız.

Ödülden bahsettik mi?

Bahsetmedik. Şöyle, oyunuz yaklaşık 3000 oyun arasından Phoebe Waller Bridge’in organize ettiği funding’de ilk 50 oyun arasına girdi. Phoebe Waller Bridge’in kişisel olarak seçip festivalde yer almasını istediği bir oyun.

Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsun?

Eylül ayı için başka bir oyundan kabul aldım. Oyunun adı Düşünce Virüs’ü Çin’de Uygur Türklerinin yaşadıklarını anlatan bir oyun. Önümüzdeki dönemde birkaç film projem daha olacak. Netleşince onları da konuşuruz.

Feride çok teşekkürler katıldığın için.

Ben teşekkür ederim. Biz burada bireysellikten bahsettik ama hepimiz birimiz için varız. Çok uyuşuk bir dönemde yaşıyoruz. Medya bizi uyuşturuyor, televizyon bizi uyuşturuyor. Ne olursa olsun, algılarımızı açıp etrafımızda neler olup bitiyor bakıp kalbimizle hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

 

Söyleşiyi Spotify’dan dinlemek için tıklayın!


 

 

Londra Bisiklet Kulübü’nden ücretsiz bisiklet bakımı

Hiç yorum yok

Londra Bisiklet Kulübü, “Dr Bike Session” programı altında 21 Temmuz, Pazar günü Oakwood Park Kafe’de Enfield Belediyesi’ne bağlı Journeys and Places sponsorluğunda ücretsiz bisiklet bakımı etkinliği gerçekleştirecek.

 




Londra’da toplum üyelerinin bisikletle buluşmasına ve uyguladığı “well-being” programlarıyla sağlıklı yaşamasına ön ayak olan Londra Bisiklet Kulübü, 21 Temmuz, Pazar günü 10:00 -14:00 tarihleri arasında geçtiğimiz aylarda hizmete giren Oakwood Park Kafe’nin yanında Dr Bike Session kapsamında ücretsiz bisiklet tamiri etkinliği düzenleyecek.  

Etkinlik kapsamında fren, vites gibi bisiklet güvenliği kontrolleri ve küçük onarım işlemleri gerçekleştirilecek. Etkinlikte bakım ve onarım işleri etkinliğe geliş sırasına göre yapılacak.

Londra Bisiklet Kulübü’nün bu etkinliği Enfield Belediyesi’ne bağlı Journeys and Places sponsorluğunda gerçekleştirilmektedir.  

 

Tarih: 21 Temmuz, Pazar

Saat: 10am- 2pm

Adres: Oakwood Park Cafe

Lakenheath, London N14 4RY

Ayrıntılı bilgi için: https://journeysandplaces.enfield.gov.uk

 

  Free Dr Bike Session at Oakwood Park Cafe

Get your bike ready for summer. Experience bike mechanics will be outside of Oakwood Park Cafe on this Sunday, offering free bike safety checks and minor repairs.

M-Check: Safety check to ensure your bike is safe to ride

Adjustments: Brakes, gears, and more

Free parts: Replacements for small items like cables and brake pads

This event is on a first come first served basis - to be sure of a slot arrive earlier.

Dr Bike is provided by Journeys and Places ( Enfield Council ) with partnership with London Cycling Club ( LBK )

Date: 21st July, Sunday

Time: 10am- 2pm

Adress : Oakwood Park Cafe

Lakenheath, London N14 4RY

More info: https://journeysandplaces.enfield.gov.uk

 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan