latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

Ece Temelkuran’ın “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” romanından uyarlanan tiyatro oyunu Arcola Tiyatrosu’nda

Hiç yorum yok

Yazar Ece Temelkuran’ın büyük ilgi gören ödüllü romanı “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”ın tiyatro uyarlaması 24 Ekim – 23 Kasım tarihleri arasında İngilizce olarak Hackney'de bulunan Arcola Tiyatrosu’nda sahnelenecek.

 


“Women Who Blow on Knots” adıyla İngilizce olarak sahnelenecek olan oyunun romandan uyarlamasını Arcola Tiyatrosu’nun kurucularından biri olan Leyla Nazlı yaparken, yönetmenliğini ise İngiltere’de ilk yönetmenlik deneyimini yaşayacak olan Lerzan Pamir üstleniyor. 

Livia Arditti, Antonia Salib, Gamze Şanlı, Mercedes Assad, Öncel Camcı ve Sara Diab’ın sahne alacağı oyunun kostüm tasarımını Neil Irish, ışık tasarımını Richard Williamson, ses tasarımcılığını ise Oğuz Kaplangı üstlenirken, yardımcı yönetmen koltuğunda Balim Kar oturuyor.

Arap Baharı'nın arka planına karşı geçen "Düğümlere Üfleyen Kadınlar", dört olağanüstü kadının Tunus'tan Suriye'ye, Lübnan'a uzanan bir yolculukta, hayatlarının seyrini değiştiren maceralı bir yolculuğa atılırken yaşadıkları hikâyeyi anlatıyor.

Ece Temelkuran’ın "Düğümlere Üfleyen Kadınlar" eseri İngiliz PEN Ödülü ve Edinburgh Uluslararası Kitap Festivali ödüllerine layık görülmüştü. Yirmi dile çevrilen kitap Türkiye'de 300.000'den fazla kopya sattı.

Temelkuran, romanının tiyatroya uyarlanması konusunda şunları söylüyor: “Hayatımın en zor zamanlarında hayatta kalmak için yazdığım bir roman. Şimdi sahnede iyileştirmek ve ilham vermek için yeniden hayat bulacağı için çok heyecanlıyım. Bu hikâyeyi, Tunus’ta on iki yıl önce, küçük bir bahçede, her şeyimi kaybettiğimde yazmıştım. Yarattığım karakterler ve inşa ettiğim dünya, tüm engellere rağmen devam etmem için bana güç veriyordu. Bu hikâyenin 22 dilde okuyuculara ilham vereceğini ve sonunda Londra'da güzel bir oyuna dönüşeceğini asla hayal etmemiştim. Yaşam çok nadir olarak dünyaya ve insanlara olan inancınız için size sihir sunar ve sanırım bu, bu nadir anlardan biri."


Tarih ve saat: 24 Ekim - 23 Kasım 2024. Pazartesi - Cumartesi 19:30 + Cumartesi matine gösterimleri 15:30
Yer: Arcola Tiyatrosu

Adres: 24 Ashwin Street, London, E8 3DL
Her gösterimde Türkçe altyazı mevcuttur.

Bilet fiyatları: ön gösterimler: £ 12  - £ 30 / normal gösterimler: £ 15 - £ 37
Gişe: 020 7503 1646 /
boxoffice@arcolatheatre.com 

 

Boğaziçili profesöre Viyana’da “Yozgat” dayağı

Hiç yorum yok

Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız. 






Ramazan Yaylalı   

Editör: Fatoş Gül Özen

Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde  sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.

Bu travmatik sarsılma, bizi kendi benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz “kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.

Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.


Fakat bazı durumlarda bu karşılıklı tanıma süreci tek taraflı yani asimetrik gelişir çünkü “öteki” ukala bir karaktere bürünür ve sizi “öznel bir kategorinin” içine hapsederek söylemlerle kuşatır. Yani biraz da istatiksel bakarak ortalamayı alır ve onun üzerinden kurgusunu temellendirir. Bu aslında evrensel bir eylem biçimi olduğu kadar insana dairdir bir durumdur, çünkü olguları tek tek ayıklayıp analiz etmek zahmetli bir iştir. Zihnimiz işin kolayına kaçmayı, üst bir perdeden ikili kategorilere (iyi/kötü gibi) bölüp mührü vurmayı daha çok sever. Bu sadece öteki için değil bizim için de geçerli bir kuraldır aslında.

Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu fark ederiz ve  bu “pozisyon” pozitif olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz. Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir deneyimdir. 

Dilerseniz yukarıdaki önermelerle örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:



Do you want a Shish Kebap?

Hikâye Avusturya’nın başkenti Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde;  Viyana Üniversitesi’nde sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru gelmesini umut ederek  siparişlerimizi vermek istiyoruz.

Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı, birbirimize bakarak teyit ediyoruz.



 “Visibility’nin” dayattığı zoraki “eşitlik!”

Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor. Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım. Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın 10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.

 Habsburglar Anton’u, Anton ise biz ‘Kanakeleri’[1] dövüyordu

Yaşanan hadiseye geri dönersek, garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı” olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil. Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat kendisinden dinlemiştim.

Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak istiyordu.

Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.” Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist yaralanmaya yol açtığı kesindi.



 Derde derman üç bakış, üç alkış

Yaklaşık bir iki saat kafede oturup sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.

İnsan öteki ile var olan, dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:

“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn

Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]

[Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım nerede diye haykırmış]

 

Efendinden kaçış yok gibi

Hocamız altı ay sonra tekrar memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana” dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar, yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.

Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:

“Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”

 

 

 


[1] Kanaken: Argoda Türkiyeli Göçmen

[2] Sivan Perer  Xewna Min“ Albümü, 1991

[3] http://www.cinedergi.com/2021/11/15/her-sey-dahil-mi/

Londra Bisiklet Kulübü (LBK) bir hayalini daha gerçekleştirdi: “bisiklet kafe” açıldı

Hiç yorum yok

Kurulduğu günden bu yana hayata geçirdiği projelerle başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere toplumun bisikletle buluşmasına önemli katkılar sağlayan LBK, Enfield bölgesinde Oakwood Park’ın içinde açtığı ‘bisiklet kafe’de bisiklet severleri ve bölge sakinlerini ağırlıyor.

 


İlk olarak Mayıs 2019 yılında sosyal sürüşler organize ederek çalışmalarına başlayan kulüp, kısa bir zaman sonra faaliyetlerini Enfield’de bulunan Britanya Alevi Federasyonu (BAF) yerleşkesine taşıdı. Kulübün Kuzey Londra’da yaşayan toplumla buluşmasında, bisiklet eğitimleri, tamir kursları ve çeşitli etkinlikler organize ederek faaliyetlerini büyütmesinde BAF ile yaptığı işbirliği ve aldığı destek önemli bir rol oynadı.

Kulüp; çalışanlarının ve gönüllülerin özverili çalışmaları, zaman içerisinde yerel belediye ve London Cycling Campaign gibi kurumlarla geliştirdiği işbirlikleri ve hayata geçirdiği projeler sayesinde bisiklet çalışmalarını daha geniş kesimlerle buluşturup Londra’da faaliyet yürüten bisiklet toplulukları ve örgütlenmeleri arasında da tanınan, bilinen bir organizasyon olma başarısını sağlayarak çeşitli ödüller aldı.

BİR KAFEDEN FAZLASI

Yakın bir zaman önce açılan bisiklet kafe için, LBK’nin kurucularından Özgür Korkmaz şunları söyledi: “Beş yıl önce Londra Bisiklet Kulübü’nü kurarken ileride güzel bir parkın içerisinde bir bisiklet kafe açma hayalini de kurmuştuk. Nihayet yakın bir zaman önce bu hayali gerçekleştirebilmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Southgate tren istasyonuna 6-7 dk yürüme mesafesinde olan Oakwood Park’ın içinde açtığımız mekân aslında bizim için bir kafeden çok daha fazlası. İnsanların güzel bir manzara eşliğinde, doğanın içinde, trafik gürültüsü ve stresten uzak rahatça kahvelerini içip, bir şeyler yiyebileceği, kulübümüzün parkta organize ettiği yürüyüş, bisiklet ve çeşitli spor aktivitelerine dahil olabileceği, sosyalleşebileceği bir mekân oluşturduk. Çocukların aileleriyle birlikte gelip kafede kitap okuyup, ödünç kitap alabileceği, resim yapabileceği ya da satranç oynayabileceği özel bir bölüm de var. Ne iyi yapmışız da bir bisiklet kulübü kurmuşuz dediğimiz o kadar çok şey var ki. Hayata geçirdiğimiz başarılı çalışmaların arka mutfağında LBK’ye emek veren arkadaşlarımızın özverili çalışmaları olduğu kadar, kulübe 5 yıldır ev sahipliği yapan ve çalışmalarımıza en büyük desteği sunan dost kurum Britanya Alevi Federasyonu’nun da çok önemli katkıları bulunmaktadır.”


BIKE LIBRARY PROJESİ

Bu senenin başında Londra Bisiklet Kulübü, uzun süredir üzerinde çalıştığı “Pymmes Park Bike Library” projesini hayata geçirmeye başladı. Edmonton bölgesinde bulunan Pymmes Park’ın içine, 14 ay süren uzun uğraşlar sonucu, bölge meclis üyesi ve Enfield belediye lideri Ergin Erbil’in ve Londra belediyesi bisiklet bölümü şefi Will Norman’ın da desteği ile bir bisiklet konteynırı yerleştirdi ve çocuklara, kadınlara yönelik bisiklet eğitimlerini Pymmes Park’ta başlattı.

Bike Library (bisiklet kütüphanesi) uygulaması bir kütüphaneden kitap ödünç alır gibi bisiklet ödünç almayı kapsayan bir çalışma. Projenin hedefi, çocukların aileleriyle birlikte LBK’nin bisikletlerini günlük ya da haftalık ödünç alarak pratik yapmalarını ve kaliteli zaman geçirebilmelerini sağlamak. Ayrıca ailelere yönelik bisiklet sürüşleri ve tamir workshop’ları düzenleyerek bisiklet kullanımının önündeki bariyerleri kaldırarak, aktif ulaşımı teşvik etmek.

Kulüp, bisikletin dışında geçen yıl başlattığı kadınlara yönelik “wellbeing projesi” çerçevesinde her hafta düzenli olarak çeşitli spor aktiviteleri ve etkinlikler organize (doğa yürüyüşü, yoga, fitness, tenis, yüzme, bisiklet turu ve sağlık ile ilgili etkinlikler) ediyor.

 

📍 Pymmes Park Bike Library

Victoria Road, Edmonton N18 1SA

 

📍 Oakwood Park Cafe

Lakenheath, N14 4RT

 

Londra Bisiklet Kulübü ( LBK )

London Cycling Club

 

Bilgi ve iletişim : https://linktr.ee/londoncyclingclub?subscribe




Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

Hiç yorum yok

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

Ali Doğan Gönültaş, 23 Ekim’de Arcola Tiyatrosu'nda!

Hiç yorum yok

Geleneksel Kürt müziğini deneysel yaklaşımlar ve post-rock esintileriyle buluşturan Ali Doğan Gönültaş, 23 Ekim 2024'te Arcola Tiyatrosu'nda sahne alacak. 



Ali Doğan Gönültaş, doğduğu yer olan Kiğı'nın 150 yıllık müzik mirasından esinlenerek hazırladığı repertuarında yer alan; Zazaca, Kurmanci ve Türkçe olarak seslendireceği şarkılarında geleneksel formlarla modern dokunuşları bir araya getiriyor. Sanatçının hem tembur hem de akustik gitarla icra edeceği performanslarına, perküsyonda Ali Kutlutürk ve klarnette Fırat Çakılcı eşlik edecek.

Ali Doğan Gönültaş’ın sahne performansları, sadece müzik değil, aynı zamanda tarih ve kültürün izlerini taşıyan bir yolculuk niteliğinde. Kendi sözlü tarih ve saha araştırmalarına dayanan çalışmalarıyla, Anadolu ve Mezopotamya’nın derin müzik kültürünü sahnede yeniden canlandıracak. Özellikle Kiğı albümündeki parçalar, dinleyicilere sadece müzik değil, aynı zamanda bir hikaye anlatacak.



Bu büyüleyici performansı kaçırmayın!

  • Tarih: 23 Ekim 2024
  • Yer: Arcola Theatre, 24 Ashwin St, London E8 3DL
  • Kapı Açılışı: 19:30

Ali Doğan Gönültaş’ın bu benzersiz konserinde yerinizi ayırtın ve Kürt müziğinin büyüleyici dünyasına adım atın.

Biletler için: https://www.arcolatheatre.com/whats-on/ali-dogan-gonultas/

 

 

Londra’nın parklarında sonbaharın renklerine yolculuk

Hiç yorum yok

Londra Bisiklet Kulübü’nün üyeleri olarak Hampstead, Regent’s ve Hyde Parka bir tur gerçekleştirdik… İşte sonbaharın en güzel renklerine bürünen Londra parklarından hatırda kalanlar…


(2020)

Tuncay Bilecen

Londra Bisiklet Kulübü’nün Whatsapp grubundan “pazar günü üç park birden geziyoruz!” diye mesaj alınca hemen “ben de varım!” diye atıldım. Ne ki bana iki ayda 150 poundluk masraf çıkaran ama kendisi 50 pound yapmayan cefakâr bisikletimin bu geziden iki gün önce vites dişlisinin kırılacağı tuttu.

Sevgili Özgür Korkmaz’a bir gün önceden mesaj atıp “bendeki vaziyet böyle yarınki geziye maalesef katılamayacağım” deyince Özgür, “olur mu, ben sana Bisiklet Kulübü’nün deposundan bir bisiklet ayarlarım, sabah da seni alırım” dedi. Böylece Özgür sayesinde cefakâr bisikletimin nazı bir işe yaramamış oldu.

İLK BEŞ MİLDE SIRILSIKLAM OLDUK BİLE

Sabah belirlediğimiz saatte buluştuk, Britanya Alevi Federasyonu’nun yerleşkesinde yer alan Londra Bisiklet Kulübü’nün deposundan kendimize uygun birer bisiklet seçtik. Benim şansıma yine Apollo düştü.

Toplanma yeri olan Manor House İstasyonu’na doğru pedallarken ahmak ıslatan dedikleri yağmur hızını iyiden iyiye artırıyordu. Yaklaşık beş mil olan bu parkuru tamamladığımızda Özgür’le ikimiz de sırılsıklam olmuştuk bile.

Parkta Canan, Barış ve Harun bizi bekliyordu. İlk durağımız Hampstead Parkı’ydı. Manor House’tan 4 mil süren bu yolculuğun bir kısmı yokuş aşağıydı, ama sıra yokuş yukarı olan etaba geldiğinde çoğumuzun takati kesildi. Bu yüzden bisikletlerden inip yokuşu yürüyerek çıkmak zorunda kaldık. Bunun üzerine “aman bunu diğer üyelere söylemeyelim, ‘Bisiklet Kulübü bisikletleriyle yürüdü’ demesinler” esprisi yapıldı. Neyse ki bu sırada yağmur çoktan dinmiş, Londra sonbaharının ölgün güneşi arada bir bulutların arasından kendini gösterme teveccühünde bulunuyordu.



İLK DURAK HAMPSTEAD HEATH

Geniş çayırlardan ve ağaçlık alanlardan oluşan Hampstead Heath adeta küçük bir orman gibi. Birkaç hafta önce geldiğimde yeşillerin, sarıların, turuncuların, kırmızıların dansı vardı parkta. İki haftada yaprakların rengi daha da sararmış kahverengiye dönmüş, ağaçlardan düşen yapraklar çimlerin üzerini halı gibi kaplamıştı. Fotoğraf için de nefis imkânlar sunan bu parkta kulübün bisiklet eğitmenlerinden David’i beklerken, her birimiz telefonuyla en güzel fotoğrafları çekme telaşındaydı.

PARKIN YAZARI

Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı Tolkien’in yakın arkadaşı olan İrlandalı yazar, C.S.Lewis Hampstead Parkı’nda yoğun zaman geçirenlerden biriymiş. Aslan, Cadı ve Dolap adlı fantastik kitabının ilhamını karlı bir öğleden sonra Hampstead Heath’te yürürken alan yazarın bu kitabı tiyatroya da uyarlanmış. Filmi ise 2005’te çekilmiş.


                                                

PARKIN RESSAMI

Natüralist akımın önemli temsilcilerinden, manzara resimleriyle tanınan ressam John Constable’ın da uğrak yerlerinden biriymiş bu nefis manzaralı park. Zamanının çoğu profesyonel sanatçısı gibi eserlerini en iyi satabileceği yer olan Londra’ya yerleşen Constable, şehrin merkezini pek sevmeyerek 1827'den itibaren eşiyle birlikte kalıcı olarak o zaman şehir dışında olan Hampstead'e yerleşmiş. İyi ki de öyle yapmış, çünkü ortaya o güzelim tablolar çıkmış.

                                                   John Constable (1776 -1837)

                                                                  Constable - 1829

 Hampstead’ı özgün kılan özelliklerden biri de 17. ve 18. yüzyılda Londra’nın artan su ihtiyacını karşılamak için açılan göletlerin bugün yüzmek için kullanılıyor olması. Kadınlar, erkekler ve karma olmak üzere göletlerde yıllık üyelik esasına göre ya da tek seferde ücret ödeyerek yüzülebiliyor.  





İKİNCİ DURAK REGENT’S PARK

Hampstead’tan sonraki durağımız Regent’s Park’tı. Londra Hayvanat Bahçesi’ne de ev sahipliği yapan bu parkın benim için ayrı bir önemi var. Çünkü iki yıl misafir araştırmacı olarak çalıştığım Regent’s Üniversitesi tam bu parkın ortasında yer alıyor. Her mevsim farklı renklere bürünen bu parkın içinden her gün bisikletle geçmek benim için büyük bir keyifti.

Sekiz kraliyet parkından biri olan, 395 dönümlük bir alanı kaplayan park adını “Playboy Prens” olarak da bilinen IV. George’tan (1762-1830) almış. Bu parkı özgün kılan özelliklerden biri de yüzlerce farklı çiçek türüne ev sahipliği yapması… Özellikle baharda bu çiçekler parkı gezenlere enfes bir manzara sunuyor.

 




TRITON VE DRYADS

Regent’s Park’ta küçük bir kahve ve atıştırmalık molası verdikten sonra parkın etrafındaki daireyi bisikletle turladık. Ardından Triton ve Dryads çeşmesinin yanına gittik. Çeşmenin etrafında on saniyelik video çekmek için bisikletlerimizle tura başladığımız esnada, parkta bir başına oturan ihtiyar huysuzlanarak bastonunu yukarıya kaldırdı ve “burada bisiklete binmek yasak!” diyerek hışımla yanımızdan ayağa kalktı. “Sadece on saniyelik video çekeceğiz” desek de bizi dinlemedi ve YASAK sözcüğünün altını adeta bastonuyla çizerek “yasak!”, “yasak!” diyerek yanımızdan uzaklaştı.



ÖDÜLLÜ HEYKEL

1936'da William Macmillan tarafından tasarlanan, ancak 1950'ye kadar dikilemeyen Triton and Dryads heykeli, iki su perisi ve iç içe geçmiş balıklarla çevrili bir deniz kabuğu ve kabuğu çalan bronz Triton heykelinden oluşur. Triton, Deniz Tanrısı Poseidon ile Amphitrite'nin oğlu aynı zamanda Poseidon'nun habercisidir. Belden yukarısı insan belden aşağısı balık şeklinde ayakları at ayağına benzeyen bir deniz tanrısıdır. Bu heykel zamanında Londra’nın en iyi heykeli seçilerek Macmillan’a altın madalya kazandırmış.

 


TURUN DİĞER DURAKLARI HYDE PARK VE BUCKINGHAM PALACE

Regent’s Park’tan sonra sırada Hyde Park vardı. Burada da başka bir sürpriz karşıladı bizi. “Serbest Kürsü” diye tabir edilen yerde büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. Kalabalığın etrafı polis tarafından sarılmıştı. İtiş kakış içindeki kitlenin arasında dolanarak ne olup bittiğini sorduk, meğer aşırı sağcıların gösterisinin ortasına düşmüşüz. Bu protestoda faşist aktivist Tommy Robinson gözaltına alınmış.

Bu hengamenin ardından  rotayı Hyde Park’tan Buckingham Palace’a çevirdik. Burada da fotoğraf çektirdikten sonra ben gruptan ayrıldım. Eve dönerken, tıpkı tura başlarken olduğu gibi yağmur damlaları şiddetlenen rüzgârla birlikte kaskımda trampet çalmaya başlamıştı. Ama dolu dolu geçen bir gezinin ardından bu damlalar keyfimi kaçıramazdı.  



bisikletligazete@gmail.com

 

Kaynakça:

https://www.cityoflondon.gov.uk/things-to-do/green-spaces/hampstead-heath/activities-at-hampstead-heath/swimming-at-hampstead-heath

https://www.hampsteadheath.net/

https://www.heathandhampstead.org.uk/heath/

https://tr.qaz.wiki/wiki/Hampstead_Ponds

https://www.royalparks.org.uk/parks/the-regents-park

 

LONDRA BİSİKLET KULÜBÜ

http://www.londoncyclingclub.org/

07799 735234

 

 

Wimpy Kralı Ali Salih Usta nasıl iflas etti?

1 yorum

Ahmet Sapaz, bir zamanlar Londra'da dev fast food endüstrisinin sahibi olan Wimpy Kralı Ali Salih Usta’nın nasıl iflas ettiğini anlatıyor.  


Tuncay Bilecen


İlk işinizde ne kadar süre çalıştınız?


Otelde üç ay çalıştım. 13 sterlin haftalık alıyordum. Hesap ettim; bir senede 200 sterlin biriktiremiyorum. Daha önce çıkacaktım. Beni korkuttular. Yugoslav göçmeni ve Kıbrıslı iki Türk vardı. Dediler ki, “çıkamazsın. Çıkarsan senin çalışma iznini iptal ederler. Senin iznin şartlı ve burada üç ay çalışmanı bağlıyor.” Kaldım tabi çıkamadım. 


Bir ara konsolosluğa gittim. “Beni gönderin buradan” dedim. Giderim Türkiye’ye bir memurluk bulurum, diyorum içimden. İyi kötü bir meslek lisesi mezunusun. O yıllarda iş bulunuyordu. Konsolosluk memuru şaşırdı. “Biz bir şey yapamayız kardeşim” dedi. Konsolosa götürdüler beni, “bak arkadaş” dedi, “ben seni gönderemem buradan, aklını başına topla. Bir defa buraya gelince gidilmez, ikincisi ben seni göndermek istesem bile ilkin seni ancak Brüksel’e kadar göndebilirim. Brüksel’de ineceksin, gideceksin Türk konsolosunu bulacaksın. Oradan bir bilet alacaksın, misal Köln’e kadar gideceksin. Oradan bir bilet bulacaksın, bu şekilde dilenci vapuru gibi gidersin” dedi. Sonra da “şu arka sokakta Wimpy dükkânı var, git onlarla konuş, oradakilerin hepsi Türk, sana yardımcı bile olurlar” dedi.


Böylece Wimpy maceranız başladı.

 

Wimpyci Ali Usta meşhurdu o zamanlarda. Yetmişli yıllarda nerede görsen bu Ali Usta’nın dükkânı derdin;  gösterişli, kırmızı-beyaz logolu, fiyakalı dükkânları vardı. Şehrin en gözde caddelerinin en gözde köşelerini tutardı. O zamanlar yeme içme yerleri yok denecek kadar azdı Londra’da. Allah, Ali Salih Usta’ya bir kere ya yürü kulum demişti. Dur durak yok, Ali Salih Usta’nın London Eating Houses Group Ltd. adlı şirketi her yıl beş on yeni restoran açıyordu Londra’nın en gözde semtlerinde. Wimpy, pancake, steak houselardan oluşan yetmişin üzerinde dükkânı vardı. 


Wimpyci Ali Salih Usta’nın dükkânlarından birine gittim. Merhaba dostlar, kimsin, nesin derken bizi bilirsin iki dakikada kaynaşırız. “Hotelde kaç lira alıyordun?” dediler. “13 lira” dedim. “Yav, manyak mısın?” dedi bir tanesi. “Biz 30 lira alıyoruz burada.” Üstelik benim 13 lira da brüt, net de değil. “Bak” dediler. “Bu bölgenin sorumlusu var, patronun kardeşi. Kensington High Street’te orada steak house var, pancake house var, oraya git Hasan Usta’yı gör” dediler. Hasan Usta’ya vardım. “İşten çık, gel” dedi. Üç ay sonra tekrar gittim. Beni Nothinghill Gate’de bir Wimpy’e verdi. Oranın menajeri Hayati Bey’di. Bana da bir kırmızı ceket verdiler, koşturuyoruz artık Wimpy’de. Biz klas yerlerde çalışmışız, bu işin okulunu okumuşuz; fakat orada yaptığımız iş gel-gitten ibaret. Sabah saat 10’da başlıyorsun gece 11’e kadar. Bu 5 gün, 6 gün değil 7 gün. Mola yok. 


Bu yoğun tempoya dayanabildiniz mi?


Bana oda bulmada yardımcı olan Sökeli İrfan Meydan diye bir arkadaş vardı. Beni gördü bir gün, “Ahmet” dedi. “Sen nerelerdesin?” Anlattım işte, “işten çıktım, Wimpy’de başladım” dedim. “Yahu sen nasıl yaptın böyle bir şey?” dedi. “Böyle bir hotelden çıkıp gidip Wimpy’de garsonluk yapmak, inanamıyorum” dedi. Ama benim bacaklar da durmadan koşturmaktan dolayı ağrımaya başlamıştı. 


Ertesi gün geldi, beni Regent’s Street’te kendi çalıştığı Garners Steak House’a götürmek için menajerden izin istedi. “Yok” dedi. “Veremem.” Kendi aramızda konuştuk. İrfan “Ahmet, çıkar ceketi at” dedi. Ceketi attık. Vardık oraya. İngiliz menajer vardı: Mr. Peak. İrfan, beni tembihlemişti hâlâ Grosvenor House Hotel’de çalıştığını söyle, sakın Wimpy’de çalıştığını söyleme diye. Safkan bir İngiliz olan Mr.Peak hızlı konuştuğu için yarı anladım, yarı anlamadım, ama durumu çaktırmadım. “Ertesi gün gel” dedi. Bereket ertesi gün o yoktu. Yardımcısı bir İspanyol vardı. Onunla daha kolay anlaştım. Burada Wimpy’den biraz daha fazla ücret alacaktım ama burası daha rahat. Öğleden sonra boşsun. Dil okuluna gidebilirim. Ve gittim. Bir de buranın müşterisi Wimpy müşterisi gibi değil, oturan müşteri. Burada hem yüzde alıyorsun hem de bahşiş alıyorsun. Böylece bu steak houseta da 7 ay çalıştım. 


Sonra yolunuz yine Wimpy’e mi düştü?


Bu dönemde permi ile İngiliz otellerinde çalışmak için gelip orada tutunamayanların yolu hep Wimpyci Ali Salih Usta’ya düştü. Oralarda tutunmaları mümkün de değildi. Steak houseda işime son verildi. Ali Usta benim için tekrar umut kapısı oldu. İbrahim Salih diye Türkiye’de okumuş, değerli bir supervisor vardı. Onun yanına gittim. “Ahmet seni Pancake’e alacağım dedi. O zaman adı Texas Pancake House diye geçiyor. 


Beni kısa bir süre sonra ikinci menajer yaptılar. Saat ücretimiz çıktı 27,5 kuruşa. Ali Usta’yı Londra’yı bölge bölge 5-6 kardeşi arasında bölüştürmüştü. Kardeşlerin en büyüğü Ali Salih Usta’ydı. West End bölgesinin sorumlusu kardeşi Cahit Usta beni Tottenham Court Road bölgesinin ikinci supervisorı yapacaktı ama olmadı. Çünkü harç bitti yapı paydos.  


Meşhur Wimpy grevi bu dönemde mi başladı?


Evet. O sırada İngiltere Türkiye İlericiler Birliği (İTİB) vardı. Bunlar teker teker Wimpylere girdiler ve beyin yıkamaya başladılar. Ali Usta’nın işçilerine “kardeşim” diyorlar. “Senin şu hakkın yok, bu hakkın yok.”  İnsanların kafalarını karıştırmaya başladılar. Bir de o dönemde İngiltere’de 3 gün kısa gün çalışma olayı başladı. Çünkü kömür madenlerindeki grevlerle ülke kaynıyor. Bunlar örgütlendikçe kafa tutmaya başladılar. Aynı zamanda Transport and General Workers Union ile temasa geçerek sendikayı da arkalarına aldılar. O zamanlar bir işveren için sendikaya kafa tutmak ipini hazırlamak demekti. Sendikaların İngiltere’de en güçlü olduğu dönemler bunlar. 


Bu arada Ali Salih Usta ipin ucunu kaçırmış. Her yere takım halinde restoranlar açıyor. Buralar şehrin en gözde yerleri. Sayıları arttıkça artıyor. Cesarete bak, inanamazsın. Buna deli cesareti derler. Demek güven vermiş ki bankasına istediği kadar kredi alabiliyor. Ama ne stok kontrolü var, ne merkezi kontrol. Şubelerin kârlılık düzeyi ölçülmüyor, bilinmiyor. 


Aynı zamanda şubelerde sendika baskısı artıyor. Ali Salih Usta biz menajerleri ve bazı önemli personeli bir steak houseda topladı. “Çocuklar” dedi. “Ben sendikaya karşı değilim ama burada beni yıkmak isteyen bir çeteyle karşı karşıyayız. Bunlar kendi kafalarındaki düzeni benim üzerimde kurmak istiyorlar.” 


Sonuç olarak bir yandan kardeşleri götürdü, bir yandan personel götürdü, bir yandan personelin içine giren militanlar işleri baltaladı. Bilhassa büyük şubelerde çok büyük yolsuzluklar oldu. Düşünebiliyor musun, 1973’de üç günlük hasılat olarak 2 bin sterlin yatırıyordum bankaya. O zaman bir servet bu. Şu evler var ya, o zaman 4 bin 500 sterlindi. O zamanlar restoran yok, müşterileri sıraya sokardık, 20 metre sıra olurdu. Ama neticesi hüsran oldu. 


1975’te şirketin muhasebecisi demiş ki “hiç çare yok, alacaklılar el koymadan hepsine kilit vuracaksın.” Çünkü son zamanlarda bizden nakit toplamaya başlamışlardı, faturalarını ödeyemedikleri için. Türkiye’deyim memlekete gitmiştim. Orada gazetede gözüme ilişti, baktım “Wimpy Kralı Ali Salih Usta iflas etti” yazıyor. Böylece Ali Salih Usta’nın sonunu Türkiye’de öğrenmiş oldum. Ben bir kez daha işsiz kaldım. 


(Haftaya söyleşinin son bölümünü yayınlayacağız…)



*Fotoğraf: Wimpyci Ali Salih Usta’nın Steak House’u ve J.Lyons Corner House (Fotoğraf Ahmet Sapaz’ın “O Yıllar” kitabından. 


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan