Tuncay Bilecen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tuncay Bilecen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ayfer Tunç’un “Kuru Kız” romanında göç ve göçmenlik

Hiç yorum yok

20 Şubat 2025




Tuncay Bilecen


Türk edebiyatının üretken yazarlarından biri olan Ayfer Tunç, Nisan 2023’te yayımlanan romanı Kuru Kız’da; mahalle baskısından kadının ailedeki ve toplumdaki rollerine, ekonomik ve sosyal çözülmenin yarattığı ahlaki erozyondan standardize edilen beden ölçütlerinin dışında olanların yaşadığı aşağılanmaya (bodyshaming) kadar birçok farklı konuya değiniyor.

Kuru Kız’ı bir “göç romanı” olarak değerlendirmek zorlama bir çıkarım olsa da roman, sosyal çürümenin her yere sirayet ettiği bir toplumsal yapıda bireysel kurtuluşu sıra dışı bir hikâyeyle göç etmekte bulan bir kadını anlatması bakımından bu yönüyle de irdelenebilir.

Kitabın ana kahramanı Kuru Kız’ın kırk yaşına birkaç ay kala Arjantin’in en güney ucunda, “dünyanın sonu” diye bilinen Ushuaia’ya gitmesiyle başlayan roman, devamında çoğunlukla kronolojik bir sıra izlemeden onun bu yolculuğa çıkmasına neden olan olaylarla devam ediyor.

Adını bilmediğimiz, fiziksel özellikleri nedeniyle kendisine takılan isimle, “Kuru Kız” olarak tanıtılan karakter, Ushuaia’daki ilk zamanlarında geldiği yerle buranın bir karşılaştırmasını yapar. Bu karşılaştırma okuyucuya, Kuru Kız’ı göç etmeye iten sebepler hakkında bir ön fikir verir: “Kendi ülkesindeki insanlar korkunç, buradakiler de harika değiller ama daha az kötücüller, en azından ona karşı” (s.16).  

Aynı şekilde yeni yerleştiği bu yerdeki duygu durumu da terk ettiği yere göre çok farklıdır artık:  “Geride bıraktığı yıllar boyunca güldüklerinin bin katını burada iki yıl olmadan güldü” (s.19). Çünkü Türkiye’deyken gülebilecek, gülse bile bunu gösterebilecek bir çevrede yaşamamaktadır: “Babası öldükten sonra olmaya başlamıştı aralarında (kardeşiyle) böyle neşeli şeyler. Hayattayken güldüklerini pek hatırlamıyordu. Gülmüşlerse de gizli gizli, kendi aralarında” (s.29).

Kuru Kız, başladığı yerde biten (dünyanın sonunda), olay örgüsü itibariyle ucu açık bir roman… Kuru Kız’ın ailesinden başlayarak yaşadığı muhite, topluma ve ülkeye kadar çevresini sarıp sarmalayan kötülükler silsilesinden bilgiye açlığı sayesinde kurtulmasını konu alan roman, sözü edilen katmanların her birinde yer yer trajik hikâyeleri de barındırıyor. Hatta bu bakımdan kitabın zaman zaman arabesk bir iklime büründüğünü söylemek de mümkün. Örneğin, Kuru Kız dışındaki tüm aile bireylerinin ölümlerine tek tek tanıklık ettiğimiz romanda; anne 36, baba 50, erkek kardeş ise 37 yaşında hayatını kaybeder.

Yıllar içinde peş peşe gelen bu ölümler her seferinde Kuru Kız’ı biraz daha yalnızlaştırır, en sonunda yazarın adını vermediği ama İstanbul olmadığını bildiğimiz (çünkü erkek kardeşi İstanbul’a kaçıyor) bir şehrin yoksul mahallesinde eski, kagir bir binada yapayalnız kalır. Fakat bu onu aşağı çeken bir yalnızlık değil, kendisini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkaran bir yalnızlıktır. Her birinin ayrı bir acı verdiği ve onu belli kalıpların içine soktuğu aile içi rollerden azadedir artık. “Özgürlük olduğunu o sırada bilmediği bu tuhaf, coşkulu duygu henüz damarlarına nüfuz etmemişti ama edeceğini anlamıştı, varlığını ele geçireceğini tahmin ediyordu. Büyük temizliğe oturma odasındaki ağır vitrinle değil annesinin zamanından kalma gardıropla başladı” (s.163).

Kuru Kız, aile ilişkilerinin dışına çıkarak mahalleye, topluma ve oradan da ülkeye bakan, bunu da yüksek sesle, göze sokarak değil, birbirine bağlı hikâyelerdeki sosyo-politik detaylar ve gözlemler üzerinden veren bir roman. Bu bakımdan aile içinde, oda paylaşımında bile kendisini gösteren cinsiyetçi tutum, tek başına kalan Kuru Kız’ın evine göz koyan akraba ve komşular, kentsel dokunun rantçı yaklaşımlarla bozulmasının mahalle ve komşuluk ilişkilerine yansıması, siyasetle organik ilişkisi olan görgüsüz ve aç gözlü mafyatik müteahhit profili, tarikat şeyhlerinin kentsel rantın dağıtımındaki yeni rolleri gibi birçok karakter ve tema romanda yer alıyor.

Kuru Kız, etrafını saran ona tecavüz etmek isteyen, özel hayatını merak eden ve fütursuzca mahremiyetini ihlal eden, bahçesine evine el koymak isteyen bu gözü dönmüş topluluktan öğrenme merakı ve bilinci sayesinde kurtulur. Sözünü ettiğimiz bu bilinç durumu bir aydınlanmadan ziyade Kuru Kız’ın içinde kendisiyle açtığı bir çeşit iletişim kanalı yoluyla yaşanır. Bu iletişim kanalı sayesinde kendi içinde olayların muhasebesini yapar, vicdanıyla yüzleşir. Roman boyunca sürekli “tanrısıyla” konuştuğuna şahitlik ederiz. “Kardeşinin ardından acı çekmeyi başka bir zamana bırakmıştı. Gecenin, tanrısıyla konuşacağı ileri saatlerine” (s.138). “Rüyadan sonra tanrısıyla konuştu, kardeşinin hakkı olan hayattan zevkli bir yudum bile alamadan gittiği için çok acı çektiğini söyledi” (s.149). “Tanrısına interneti anlatmaya doyamıyordu, sanki tanrısı bu buluştan haberdar değilmiş ve ondan öğrenmekten çok hoşlanıyormuş gibi” (s.150). “Tanrısı onu yatıştırmak için yatağının başucunda bekliyor oluyordu. Yüzü olmayan, bedeni olmayan, sesi olmayan, olmayan sesi bazen annesininkine, bazen olmayan bir sevgilininkine benzeyen tanrısı” (s. 174). “Tanrısı coşkuyla destekliyordu, onu yüreklendiriyordu. Git, yeter ki git. Canlan, yaşa” (s. 202).

Kuru Kız’ın göç ederek kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesinde içindeki sonsuz öğrenme aşkı önemli rol oynamıştır. YouTube’taki gezginlerin gezip gördüğü yerleri merak etmeyle başlayan bu aşk zamanla bir tutkuya dönüşür. Artık büyük bir açlıkla her şeyi merak etmektedir. “Hayatını ikiye ayırıyordu, internetten önce ve internetten sonra” (s.150). Etrafında, saf, kıt akıllı, kandırılmaya müsait olarak görülen Kuru Kız, öğrenme merakı sayesinde komşuların, akrabaların, mahalle sakinlerinin elinden kurtulmuş, internetten bulduğu bir emlak şirketine evini satmayı başarmış ve böylelikle ancak hayalinde yapabildiği yolculuğa tek başına çıkabilmiştir.

Ayfer Tunç; Kuru Kız’da fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı bir konumda olan bir kadının göç ederek kurtuluşunu konu alırken, örtük olarak “bilgi güçtür” mesajını da okuyucuya duyuruyor.  

 

Ayfer Tunç, Kuru Kız, Can Yayınları, 2023, 216 sayfa


*Bu yazı ilk defa Göç Dergisi'nde Temmuz 2024'te yayınlanmıştır. 

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/882

Yeni göç dalgası: ORTA SINIFLARIN HİCRETİ

Hiç yorum yok

02 Ocak 2025

Bu yazıda, Türkiye'den yurtdışına yönelik son yıllarda gerçekleşen göçlerin temel özelliklerine değineceğiz...



Tuncay Bilecen


Son birkaç yıldır özellikle politik istikrarsızlık nedeniyle Türkiye’den yurtdışına yoğun bir göç hareketi yaşanıyor. Bu yeni göç hareketi 1960’lı yıllarda özellikle Almanya’ya yönelen daha sonra tüm Avrupa ülkelerini ve diğer ülkeleri kapsayan işçi göçüne benzemiyor. Türkiye’den yurtdışına göçler aile birleşmeleri ve düzensiz göçlerle 1970, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca devam etti. Bir yerden başka bir yere açılan göç koridorunun, akrabalık, hemşerilik ilişkileri sayesinde kurulan bağlantılarla iki yönlü olarak dolaşıma açılmasına “göç kültürü” diyoruz. Londra’da en çok Maraşlıların, Brüksel’de en çok Elmadağ’lıların olmasını sözünü ettiğimiz zincir göçe bağlayabiliriz. Ancak son yıllarda Türkiye’den yurtdışına yönelen göç bunların hiçbirine benzemiyor. 


ORTA SINIFLARIN HİCRETİ


Yeni göç dalgasının en önemli özelliklerinden biri “endişeli” orta sınıfların demografik ve sınıfsal olarak en önemli kesimi oluşturması. Burada da ailelerin özellikle çocuklarının geleceği konusunda duydukları kaygı birincil neden olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim sahada yaptığımız çalışmalarda görüştüğümüz kişilerden “hadi biz neysek, biz alıştık ama çocuklarımızın geleceği için endişe duyuyorduk. O yüzden göç etmek zorunda kaldık” ifadelerini çok sık duyuyoruz. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla İngiltere’ye gelenler 1980’li yılların sonunda gerçekleşen göçlerle gelenlerden birçok bakımdan ayrışıyor. Birincisi yeni göç hareketi daha çok aile merkezli bir göç… Oysa ilk göç akınında önce erkekler geliyor, sonra ailelerini getirmek için çaba veriyorlardı. Yine bu yeni göç akınıyla gelenlerin eğitim seviyesi, dil yeterliliği ve meslekî vasıfları ilk göç dalgasıyla gelenlerden bir hayli farklılık gösteriyor. Orta sınıf göçü olarak tanımlamamızın bir diğer nedeni de bu zaten. 


ANKARA ANLAŞMALILAR FARKLI BÖLGELERDE YAŞIYOR


İlk göç dalgasıyla gelenler dil ve meslekî yeterlilikleri daha az olduğu için birlikte yaşamak zorundaydılar, bir başka deyişle birbirine muhtaçtılar. Bu yüzden tekstil sektörü çöker çökmez informal ilişkilerle bir anda kendi etnik ekonomilerini oluşturdular. Yeni göç dalgasıyla gelenler de Home Office’e verilecek evrakların neler olduğu konusunda birbirine ihtiyaç duyuyor olabilir; ancak bu sorun genellikle sosyal medya grupları üzerinden yazışmalarla ya da kişisel bağlantılarla hallediliyor. Dolayısıyla ilk göç dalgasından farklı olarak yeni gelenlerin aynı muhitlerde yaşamalarına gerek yok. Hatta bunu bilinçli olarak tercih etmeyen birçok Ankara Anlaşmalı bulunuyor. Özetle; sadece Hackney, Haringey, Enfield’ta yaşayan değil Londra’nın her yerinde hatta Britanya’nın çeşitli yerleşim yerlerine dağılan Ankara Anlaşmalılardan söz ediyoruz artık. Bu sebeple Londra’da daha önce Türkiyelilerin pek ayak basmadığı yerlerde dahi yeni göç dalgasıyla gelenleri görmemiz mümkün. Yaptığı iş, dil yeterliliği vs. nedenlerle Türkiyeli etnik ekonomi içerisinde çalışma zorunluluğu bulunanlar biraz da mecburiyetten Kuzey Londra’da yaşıyorlar. 


GÜVENLİK ENDİŞESİ EN ÖNEMLİ GÖÇ NEDENİ


Türkiye’de Gezi süreci ile başlayan, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 iki seçim dönemi arasında tırmanan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle zirveye çıkan güvenlik kaygısı sözünü ettiğimiz göçü tetikleyen saiklerin başında geliyor. Yeni göçmenler kariyerlerinde yeni bir sayfa açmak, yeni bir hayata başlamaktan ziyade kendilerini güvende hissetmedikleri için göç ettiklerini ifade ediyorlar. Dinlediğim göç hikâyelerinin çoğunda sözünü ettiğim önemli tarihlerin göç etme kararını almada bir milat olduğu ortaya çıkıyor.  


Türkiye’nin yoğun gündeminden yorulan ve geleceğe dair tüm umutlarını yitirenler çareyi yurtdışına göç etmekte buluyor. Tıpkı zincir göç gibi burada da birbirini tetikleyen “biz de kaçalım, biz de kendimizi kurtaralım” şeklinde bir göç etme etkileşiminden söz edilebilir. Buna halihazırda işlerini yitirenler, iktidar tarafında olmadıkları için bütün kapılar yüzlerine kapanları özetle bir şekilde üzerleri çizilenleri de ekleyelim. Bu durumda göç bir mecburiyet olarak kendisini dayatıyor. Kısaca toplumdaki genel nezaketsizlik hali, çocukların geleceği ne olacak endişesi, işini yapamama veya zaten çoktan kaybetmiş olma hatta İstanbul’un trafik çilesi bile Türkiye’yi terk etmeye iten nedenler arasında sıralanabilir.


YENİ GÖÇ DALGASININ GELECEĞİ


Yeni göç dalgasını göç etme nedeninden, göç edilen yere ve göçmenlerin taşıdıkları özellikler bakımından ilk göç dalgasıyla kıyasladıktan sonra şu soruyu soralım: peki, bundan sonra ne olacak? Bu göçler artarak devam edecek mi? Kesilecek mi? Yoksa bir geri dönüş göçü mü başlayacak? Elbette bu soruya şimdiden cevap vermek mümkün değil; çünkü Türkiye’deki ve İngiltere’deki gelişmeler olmak üzere birçok değişken yeni göçmenlerin geleceğinin ne olacağı sorusuna etki edecek. Önce Türkiye’den başlayalım; politik istikrarsızlık devam ettiği, ülke demokrasiden otoriteryanizme doğru savrulduğu sürece göçler devam edecektir. Nitekim görüşmelerde, “Türkiye istikrara kavuşursa burada bir dakika daha durmam” diyen birçok kişiyle karşılaşıyoruz. Bu durum ilk göç dalgasıyla gelenler için de geçerli. 


Diğer bir husus ise göçmenlerin maddî ve kültürel uyum sağlama becerileriyle ilişkili… Göç ettikten sonra ekonomik olarak Türkiye’deki gelirine umut bağlayanlar, Türk lirasının hızla değer kaybetmesi nedeniyle zor günler geçiriyorlar. Bu şekilde evini, toprağını satanlar elde ettikleri paranın burada yaşamaya yetmemesinden şikâyetçi. Yine Türkiye’deki orta sınıf konformizmini Londra’ya uyarlamaya çalışanların da zorluklar yaşadığını söyleyelim. Türkiye’den ağır mobilyalarını getirip Londra’da evinin kapısından geçirmeye çalışanların hikâyesini duymuşsunuzdur. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla gelenler buraya uyum sağladıkları ölçüde kalıcı olacaklardır. Ancak kısa vadede yeni göç dalgasıyla gelenlerin önemli bir kısmının geri döneceğini ya da geri dönmek zorunda kalacağını öngörebiliriz. 






Türkiye dışarıdan nasıl görünüyor? Türkiye’de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?

Hiç yorum yok

24 Aralık 2024

 Türkiye'de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir? Bu yazıda, göçmenlerin Türkiye’yi dışarıdan nasıl gördüklerine yer veriyorum.

 Tuncay Bilecen

2019-2021 yılları arasında İngiltere’ye Türkiye’den göç etmiş göçmenlerle yaptığım alan araştırmasında görüşmecilere her iki ülkede de yaşamayı deneyimledikleri için “Sizce Türkiye ve İngiltere’de yaşamanın olumlu ve olumsuz tarafları nelerdir?” şeklinde bir soru yöneltmiştim. Başlı başına bu soruya verilen yanıt bile görüşmecilerin iki ülkeyi nasıl değerlendirdiklerini ortaya koymaya yetiyordu.

Daha önce Türkiye’ye geri dönme kararı almış ama bir süre sonra tekrar Birleşik Krallık’a tekrar göç etme kararı almış görüşmecilere Türkiye’ye ilişkin olumlu ve olumsuz buldukları tarafları sordum. Görüşmeciler örneğin Birleşik Krallık’a ilişkin olarak iklimden şikâyet ederken, Türkiye’de dört mevsimin yaşanmasını olumlu bir özellik olarak ifade ettiler. Diğer taraftan Birleşik Krallık’ta güvenlik ve politik istikrar olumlu bir faktörken, Türkiye’de politik çatışmalar bir olumsuzluk olarak çoğu kişi tarafından dile getirildi. Yine Birleşik Krallık’ta yalnızlık hissetmek bir olumsuzluk iken Türkiye’de aile bireylerinin, tanıdıkların, arkadaşların olması olumlu bir özellik olarak ifade edilmektedir. Örneğin bir görüşmeci, bu soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Ailem, arkadaşlarım, kayıtsız şartsız sevildiğimi hissetmek, güneş ve bulabildiğim zaman doğa ve deniz, sabah kahvaltıları ve elbette çay” (GG1, Kadın, 45).

Göçmenlerin Türkiye’ye dair olumlu olarak zikrettiklerinin başında havasının iyi olması ve insanların daha neşeli olması geliyor. “Türkiye’nin olumlu yönü, yani havası, suyu, doğası, yani hep yapacak bir şey var burada. Sıkılman için zaman yok yani. İstanbul’un gündüzü ayrı gecesi ayrı bir güzel. İnsanlar hep böyle neşeli” (GK7, Kadın, 31).

Türkiye’ye ilişkin olumlu ve olumsuz tarafları sıralarken aşağı yukarı bütün görüşmeciler belli noktalar üzerinde ortaklaşmaktadırlar. Bunlar Türkiye insanının sıcakkanlı olduğu, doğasının ve ikliminin harika olduğu fakat politik çatışma ve ekonomik krizlerin Türkiye’yi yaşanmaz kıldığıdır. “Türkiye toplumunun hem coğrafi olarak zenginliği var hem de kültürel olarak zenginliği var. Çok kültürlü, çok dilli, coğrafi olarak, iklim olarak da dört mevsimi yaşayabilen bir ülke. Bu cennet ülkeyi cehenneme dönüştürenlere lanet olsun” (GK5, Erkek, 59). 

İki ülke arasında dönüşümlü bir hayat yaşayan GG3’ü Türkiye’nin dinamik yapısı, ihtimallerle dolu olması heyecanlandırmaktadır. Bu duyguyu yaşamak istediğinde Türkiye’ye gitmekte, sakinleşmek istediğinde ise Birleşik Krallık’a geri dönmektedir. GG3 bu durumu şizofrenik bulsa da her iki duyguyu yaşamak onu mutlu etmektedir.

“Yaşadığınız yer sizi değiştiriyor, bizler biraz İngiliz olduk biraz da Türküz… Şizofrenik gibi görünse de hem istikrarı hem heyecanı hem de değişme ihtimalini seven, ikisinden almaya çalışan bir yapımız var (Gülüyor). Türkiye ihtimallerle dolu, bunu da seviyorum. O olmayınca da hiç heyecanlanamıyorsunuz. Hayatımın en heyecanlı yanını Türkiye’de yaşıyorum. Sürekli bunları yaşamak çok yorucu tabii. Yaşlandım, ama o beni saran o duygudan kurtulamıyorum” (GG3, Kadın, 59).

Anadille kurulan güçlü bağ, duyguların düşüncelerin en iyi anadille ifade edilmesi, bir coğrafyaya olduğu kadar onun kültürüne ve diline özlem duymak göçmenlik psikolojisinde sıkça rastlanılan bir durumdur. Örneğin GD10, Türkiye’ye dair olumlu düşüncelerini anadiliyle kurduğu güçlü bağa bağlıyor. “Türkçe okumayı, seyretmeyi seviyorum, şarkı söylemeyi seviyorum. Hatta sadece Türkçe duygularımı ifade edebiliyorum. Ne kadar iyi İngilizce konuşursam konuşayım, İngilizceyi hep tiyatro gibi görüyorum. İngilizce konuşurken ben başka bir roldeyim” (GD10, Kadın, 38).

Olumsuz olarak ise görüşmeler en çok politik yapının verdiği bıkkınlık ve güvensizlik ile insan ilişkilerinde yaşanan değişim üzerinde duruyorlar. Çalışmada, Birleşik Krallık’a gerçekleşen özellikle aile göçlerinde iç politikada yaşanan çatışmalar başat faktör olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Türkiye’ye ilişkin olumsuzluklarda da en çok bu konu dile getirilmiştir.

“Türkiye’de de o koyu muhafazakârlık, yandaşlık. Sen AK Partiliysen, yani ya da herhangi bir cemaate üyeysen, bir tek Fettullahçılarla iş bitmiyor, direkt yolunu buluyorlar. Ama onun haricinde sıradan bir sosyal demokratsan bile sırtını sıvazlayıp gönderiyorlar. Bir de herkes küçük bir Recep Tayyip Erdoğan olmuş. Üslup, tarz hepsi fabrikadan çıkmış gibi. Belediye başkanından tut memuruna kadar herkes öyle olur mu ya, bu nedir yani? Tamam, Tayyip’in bir tarzı vardır. Türkiye’ye gelmiş önemli bir liderdir. Ama herkes de Tayyip olamaz ki kardeşim” (GD11, Erkek, 54).

Türkiye’de muhafazakârlaşma olarak ifade edilen otoriterleşmenin bazı bölgelerde mahalle baskısına dönüşmesi, farklılıklara tahammülün azalması yine görüşmeciler tarafından Türkiye’ye dair olumsuzluklar arasında sıralanmıştır.

“Küçük bir Anadolu kasabasındayız, ısrarla orada yaşamaya devam ediyoruz. Ben ilkokulda falan hep oruç tutuyormuş gibi yapmak zorunda kaldım. Aşırı kötü bir yerdi. Bir ara kapanmak falan istedim, çünkü sürekli cehennemde yanacağımızı falan düşünüyordum. Türkiye’ye dair özlediğim romantik bulduğum hiçbir şey yok. Deniz kenarı yok, mevsimler yok. Sadece ailem var. Başka hiçbir şey yok. Eğer onlar orada olmasaydı Türkiye’ye gitmek istemezdim. Her geçen gün çok daha kötü oluyor” (GD10, Kadın, 38).

1989’da politik nedenlerle Birleşik Krallık’a göç eden ve 2004’te Türkiye’ye geri dönen GK6, siyasi gelişmeler nedeniyle Türkiye’den ve insanından umudunu kestiğini ifade etmektedir.

“Var tabi, ülkedeki siyaset… Nâzım’ın sözü var, şöyle diyor: çağımdan tiksiniyorum diyor, sonra da bu çağ benim çağım, yani insanın kendinden tiksinmesi gibi bir şey. Böyle yaşayamıyoruz diyor. Ben artık insandan çok umutlu değilim ama İthaki’ye yolculuk devam etsin diyorum” (GK6, Erkek, 57). 

2019’da Türkiye’ye dönen GK3, döndükten sonra ilk dikkatini çeken olumsuzluğun hayat pahalılığı olduğunu vurgulamaktadır. “Bir markete gittim, alışveriş yaptım. O doğrusu korkuttu, beş yüz lira. İngiltere’den pahalı. Korkunç ya, korkunç derecede pahalı. Onun dışında sıkıntı yok” (GK3, Kadın, 43). 

Yukarıda uyum süreçleri kısmında da ifade edildiği gibi Türkiye’de kamusal alanda insan ilişkilerinde yaşanan zorluklar politikayla birlikte en çok tekrarlanan olumsuzluklar arasında yer almakta, insan ilişkilerindeki bu bozulma politikanın doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. 

“Toplu ulaşım, hava ve çevre kirliliği, insanların giderek kabalaşması, toplum ve aile içi şiddete eğilim, insanlara bir şey katmayan ve aptallaştıran TV programları, gencinden yaşlısına sigara alışkanlığı, görünüş ve düşünsel olarak yozlaşan toplum ve cehalet” (GG1, Kadın, 45).

 

DD1 her iki ülkeye ilişkin kıyaslama sorusunu “paket satın alma” metaforuyla açıklamaktadır. Buna göre, kişi Birleşik Krallık’taki kibarlığa, bireysel alana dayalı insan ilişkilerini seçerse bunun yan etkisi olarak samimiyetsizlikle karşılaşacaktır, Türkiye’deki samimi insan ilişkilerini seçerse de kabalıkla karşılaşacaktır.

“Son birkaç yıldır gittiğimde hissediyorum. İnsanlar çok sinirli ve çok nefret dolular. Mesela çok basit şeylerden tırlatacaklar. Birkaç kere basit şeylerin insanların çileden çıkardığını gördüm. Orada insan seni sevmiyorsa belli ediyor, burada belli etmiyor. İngilizler belli etmiyor. Türkiye’de insanlar direkt, harbi. Saygı duyuyorsa belli ediyor, duymuyorsa da belli ediyor. Diplomasi yok. Benim bunu anlamam burada bir yıl aldı. İnsanları gerçekten kibar zannediyordum. Sosyal fobi, aşırı kibarlık ve sürekli özür dileme bence, bu bir sosyal fobi. Benim arkadaşlarımın arasında İngiliz arkadaşın olmamasının nedenlerinden biri de bu, hiç de aramıyorum. Sonuçta da bu ülkeye geldim. Ben ortaokul lisedeyken bir Harry Potter hayranıydım. Delicesine. Bence burada paket satın alıyorsun. Oraya gittiğinde insanlar daha samimi olabilir, daha direkt olabilirler ama yan etkileri de daha kaba olabilirler. Sırada önüne geçiyor gibi. Basit şeyler bunlar beni rahatsız ediyor. Kişiye saygı eksikliği. Burada da ondan çok fazla var. Taşıyor yani, ama samimiyet yok içinde” (DD1, Kadın, 29).

 

Kaynak: 

👉Politik Sığınmacılardan Ankara Anlaşmalılara: Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler  - Doç.Dr. Tuncay Bilecen




Tuğçe Yaşar'ın "Kurtarılmış Zamanlar" kitabı üzerine

Hiç yorum yok

08 Kasım 2024





Tuncay Bilecen

Tuğçe Yaşar’ın, Ocak 2023’te Sözcükler Yayınları tarafından yayımlanan Kurtarılmış Zamanlar başlıklı öykü kitabı birbirinden bağımsız on öyküden oluşuyor. Öyküler her ne kadar bu şekilde kurgulansa da Kurtarılmış Zamanlar’da; göç, uyum sorunu, dil yetersizliği, göçmenlerin Fransa’daki çalışma koşulları, farklı mekânsallıklarda yaşam sürmenin aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerine etkisi gibi göçmenliğe dair yaşanmışlıkların öne çıkan ortak izlekler olduğu söylenebilir. Bu da bir bakıma kurgusal olmasa da izleksel olarak öyküleri birbirine teyelliyor ve okuyucuda bir bütünlük hissi uyandırıyor.

Öykülerde, göç ve göçmenliğin ortak izlekler olması yazarın yaşamıyla da paralellik taşıyor, zira kitapta yer alan öz yaşam öyküsünden Tuğçe Yaşar’ın lise ve yüksek öğrenimini Fransa’da tamamladığını öğreniyoruz (s.1). Yazarın bu sırada yaptığı gözlem ve yaşadığı deneyimlerin Kurtarılmış Zamanlar’da göze çarpan, göç ve göçmenliğe dair yaşanmışlık hissi veren duygu durumlarının kaynağını oluşturduğu söylenebilir.

Yetmiş iki sayfadan oluşan kitapta yer alan on öykünün bir diğer ortak özelliği ise her birinin çok kısa metinlerden oluşması. Detaylı tasvirlere yer vermeden, “o an”a odaklanılması kurgusal olarak öyküleri karakterlerin geçmişinden uzaklaştırırken okuyucuyu da dolambaçlı olmayan yollardan öykünün meramına ve şimdiye getiriyor. Tuğçe Yaşar, sosyal medya kullanımının da etkisiyle odaklanma süresinin saniyelerle ölçüldüğü bir dönemde, öykülerindeki karakterleri ve olay örgüsünü çok derinleştirmeden öyküyü varacağı istikamete bir an önce ulaştırıyor. Her ne kadar olaylar çabuk gelişip çabuk serimlense bazen de netice okuyucuya bırakılsa da yazar bunu telaşlı bir anlatımla yapmıyor. Dolayısıyla bu kurgusal tutum okuyucunun da anda kalma duygusunu pekiştiriyor.    

Göçmenlerin “dil yetersizliği” nedeniyle yaşadığı sorunlar Kurtarılmış Zamanlar’ın ortak temalarından birini oluşturuyor. Örneğin “La Carte La Carte” başlıklı öyküde Hekimhan’dan Fransa’ya göç eden, gündüzleri inşaat işçiliği, hafta sonları ise düğünlerde zurnacılık yapan Kevî’nin Paris’teki yaşamına tanıklık ediyoruz. “Fransızcayı kahve istemeyi ve ağrıyan yerini anlatabilecek kadar” kavrayan Kevî, dört yıldır yaşadığı Fransa’da oturum alamadığı için halen kaçaktır. Mahkeme tarafından sürekli ret almaktan yorulan Kevî son duruşmaya paragöz avukatı olmadan bir tercüman yardımıyla çıkar. Kevî duruşma esnasında konuşulanları çat pat anlar ama müziğin evrensel dili Kevî’nin dil sorununu ortadan kaldırır: “Bu kez zurnasını çıkarıp Diyarbekir Yolunda Türküsü’nü çaldı. Salondaki Afrikalı, Çinli, Pakistanlılar alkış tuttu. Kimisi ayağa kalkıp dans etti” (s.25). Duruşma çıkışında arkadaşının durumuyla ilgili kötü bir haber alacak olsa da Kevî müziğin evrensel diliyle oturum sorununu şimdilik halletmiştir.

“Renkli Boya Kalemleri” adlı öyküde ise dil yeterliliği ve ayrımcılık ortak temalardır. Öykü göçmen çocuklarıyla dolu bir ilkokul sınıfının anlatımıyla başlar, öykü kahramanı dil yetersizliği yaşadığından çizerek anlatmayı daha çok sevmektedir, bu yüzden en sevdiği ders resim dersidir. Tuğçe Yaşar, bu öyküde dil bilmemenin verdiği çaresizliği çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır:

Dil bilmeyen insanlar konu ne olursa olsun sohbet esnasında sık sık güler. Hem de olur olmadık yerde. Soru sorulduğunda anlamadığı zamanlar olur, evet ya da hayır deyip hemen gülmeye başlarlar. O gülüş, anlamış gibi yapmak değil de, “Bir gün bütünüyle anlayacağım, benimle sohbet etmeyi sürdür,” demek sanki (s.8).

Resim öğretmeni Madam Veziat, öğrencilerin arkadaşları Eflâ’nın okuldan atılmaması için verdikleri kâğıda destek imzası atmak yerine dolu olan kalem kutusuna başka bir boya kalemini sokmaya çalışarak dolu kalem kutusu metaforunu kullanır; “Bak Eflâ, bu kalem kutusu Fransa, bu tek kalem de sensin. (…) Ama bak bu kalem buraya girmiyor, çünkü artık yer yok” (s.10) der. Madam Veziat’ın bu sözleri öykü kahramanını derinden sarsar, bunu “Belki de hayatımda hiçbir Fransızca cümleyi bu kadar çabuk ve temiz, tek seferde anlamamışımdır” diyerek ifade eder.  

Öykünün sonunda ise mücadele ve dayanışma ruhu galip gelmiş, Madam Veziat’ın kullandığı kalem kutusu ve boya kalemleri metaforu tersine dönmüştür: “Hayet, Eflin ve Arthur, ‘Hepimiz göçmen çocuğuyuz!’ diye slogan atıyor. Her biri o bardaktaki renkli boya kalemlerine benziyor. Yan yana başları dik! Ben de rengimi onlara katıyorum” (s.10).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” adlı öyküsünde ise göçmenlerin çalışma koşullarına tanıklık eder okuyucu, bu koşullar göç edilen ülkenin dilinin geç öğrenilmesinin ipuçlarını da ortaya koyar. Çünkü “hoparlördeki şarkılar işçiler diri kalsın diye hep yüksek sesteydi” (s.34). Bu da göçmenlerin kendi aralarında konuşmalarını ve sosyalleşmelerini engellemektedir. Bu yüzden ancak mesai bitiminde birbirleriyle konuşma fırsatı bulurlar. Hikâyenin Cezayirli ve Türk kahramanları kendi aralarında konuşurken, Cezayirli söze girer: “‘Birbirimizin yüzünü göremiyoruz, kaldı ki konuşacağız da dilini geliştireceksin! Allah iyiliğini versin abi’” (s.39).

Kitabın son öyküsü “Mavi Masa”da ise gurbette gerçekleştirilen çok kültürlü, çok dilli buluşmalara şahitlik eder okuyucu. Burada da müzik dost sohbetlerinin ortak dili olarak karşımıza çıkar. Sabaha eren gecenin sonunda dostlar birer birer ayrılırken geriye Veronika dışında sadece Türkiye’den göç edenler kalmıştır. “Artık sohbetin tek dili bütünüyle Türkçe olmuştu. Veronika da seheri bekleyenlerdendi. Konuştuklarımızdan bir şey anlamasa da can kulağıyla dinliyordu” (s.74).

Göçmenliğe ilişkin alışageldik bu olgu başka birçok göçmen yazarın yapıtlarında da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları (2011) romanında da Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı öykü kitabında da anadil korunaklı bir liman olma özelliğini çok kültürlü sohbetlerde sürdürür. Toprak, bunu bir güvence ve rahatlama olarak yansıtırken karşı tarafın tepkisine yer vermeyi de ihmal etmez;

Üstelik ikisinin aralarında Türkçe konuşması Polonyalı yazarı da, çevirmeni de rahatsız etmemişti. Belki de herkes ortak bir yabancı dili konuşmaktan yorulmuş, şimdi ana diline dönerek rahatlamıştı (Toprak, 2009, s.22).

Tuğçe Yaşar’ın öykülerinde dil meselesi sadece göçmenlerin yaşadığı dil sorunuyla sınırlı kalmaz, anadil de izleklerden biridir. “Taksi Balıkçısı” öyküsü, Paris’te çevirmenlik yapan Çiçek’in İstanbul’da arkadaşı Sedef’in evini ziyaretini konu alır. Çiçek, taksiyle Sedef’e giderken taksicinin telefonda Kürtçe konuşması üzerine ilkokul anılarına geri döner. Kürtçenin bir dil, anadili olduğunu o yıllarda yaşadığı bir olay üzerine annesinden öğrenmiştir.

Göçmenlerin emek piyasalarındaki görünümleri Yaşar’ın öykülerinin bir başka ortak izleğidir. “Tadeo Kalarov” adlı öyküsü Türkiye’de ekonomik olarak zorlanan Zafer ve Yade çiftinden, “Memlekette artık yaşanmaz” diyen Zafer’in pandemi döneminde Fransa’ya göçünü konu alır. Sahte Bulgar kimliği olan Zafer, Tadeo Kalarov ismiyle bilinir ve çoğu yeni gelen göçmen gibi bir inşaatta iş bulur. İşi ve odası arasında mekik dokuduğu rutin yaşamına başlar. Göçmenlerin gündelik yaşamlarına uzun uzadıya yer vermeyen yazar, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir an önce varacağı yere varır, Zafer inşaatta geçirdiği bir iş kazasında hayatını kaybeder. “Evleneli bir buçuk yıl olmuştu. Biraz para biriktirdikten sonra salgına da çare bulununca ailesini yanına aldıracaktı. Salgın gibi Zafer’in kaçakçılığı da sürerken, Tadeo’nun kıyafetleri ve Bulgar kimliği Zeynel Ustabaşına verildi” (s.18).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” başlıklı öykü göçmenlerin zorlu çalışma koşullarına ilişkin detaylı tasvirlerle doludur. Bu öyküde göçmen işçiler arasındaki çekişmeler ve rekabetin yanı sıra göçmen işçi sirkülasyonu da yer alır. “Mavi yelekli ustalar her yorgunluğa, bıkkınlığa yetişemezdi. Kimi işçinin dayanamayıp molada istifasını verip çekip gittiği de olurdu. Sokak, okul, ev arasında öğrendikleriyle çelişip denge tutturamayan gençlerinse yerine başkalarının geçmesi uzun sürmezdi” (s.34). Bu öykü de tıpkı “Renkli Boya Kalemleri”nde olduğu gibi göçmenler açısından ümitvâr bir sonla biter ve tıpkı o öyküdeki gibi bir metaforu tersine çevirir yazar. Göçmenlerin birbirleriyle konuşmamaları ve tempolu çalışmaları için çalışma ortamında yüksek sesle dinletilen Dans sa bulle şarkısı grev marşı olup çıkmıştır.  

Kurtarılmış Zamanlar’ın bir başka ortak izleği ise farklı mekânsallıklarda yaşamanın arkadaş, aile ve aşk ilişkilerine yansımasıdır. Örneğin “Ardıç Kuşu” adlı öyküde öykü anlatıcısının Yunan sevgilisiyle yaşadığı aşk ilişkisini arkadaşı Zeynep’e anlatması konu edilir. Sonradan Yunanistan’a gittiği anlaşılan Yunan sevgili bir ara ortadan kaybolmuş, aylar sonra ise yeniden ortaya çıkmıştır. Ardıç kuşu bu yönüyle bir bakıma gurbet içinde gurbeti yaşamayı, göç edilen yerde köklü ilişkiler kuramamayı gösterir gibidir. “Ardıç Kuşu şimdi bir yerlerde gitarını çalıp şarkı söylüyordur. Bir kadının parmaklarına dokunup hangi enstrümanı çalabileceğini tartışıyordur” (s.45).

“Denize Atılan Taşlar” öyküsü ise araya giren mesafelerle birlikte dostluklar yıllara meydan okur mu? Biz ve geride bıraktığımız yıllar sonra bile aynı kişiler midir? sorularını sordurur. Bu öyküde göçmenlerin yaşadığı aidiyet sorununun arkadaş ilişkilerine yansıması örtük olarak kendisini hissettirir.

Tuğçe Yaşar’ın kendine özgü üslubu ve diliyle kaleme aldığı Kurtarılmış Zamanlar, göç ve göçmenliği çeşitli biçimleriyle aktarması ve yaşanmışlıklardan süzülen gerçekçi anlatımıyla göç yazınına ilgi duyanların keyifli okuyacağı bir kitap olma özelliği taşıyor.

 

Tuğçe Yaşar, Kurtarılmış Zamanlar, Sözcükler, 2022, 77 sayfa

 

Kaynakça:

Toprak, Menekşe, Hangi Dildedir Aşk, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Toprak, Menekşe, Temmuz Çocukları, İletişim, 2011


* Bu yazı Göç dergisinin Kasım - 2023 sayısında yayınlanmıştır.

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/872

Saniye Dedeoğlu’nun “Migration, Diasporas and Citizenship” kitabı üzerine

Hiç yorum yok

01 Eylül 2024

 



 

Tuncay Bilecen

Saniye Dedeoğlu’nun Migration, Diasporas and Citizenship adlı kitabı, Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenler üzerine yaptığı saha araştırmasına dayanıyor. Yazar, on beş ay süren çalışması sırasında Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu etnik ekonomiye dahil olan işletme sahipleri, aileler ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle konuşmuş ve 60 göçmen kadınla derinlemesine mülakat yöntemiyle ve snowball ve chain-referral tekniklerini kullanarak görüşmeler gerçekleştirmiş.

Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmen kadınların etnik ekonomi içindeki konumlarının topluluğun sosyal entegrasyonuna etkisinin tartışıldığı kitabın giriş bölümünde, göçmenlerin deneyimlerinden yola çıkarak, toplumsal eşitsizliğin sonuçlarına odaklanıldığı, teorik ve metodolojik yaklaşımın temelinde bu deneyimin yer aldığı belirtiliyor. Araştırma, Türkiye toplumunun Britanya’ya entegrasyonunda kendi yöntemini geliştirdiği iddiasına dayanıyor. Bunda ise sosyal bağlar, aile ilişkileri ve cinsiyet hayati rol oynuyor yazara göre. Teorik çerçeve birleştirildiğinde Britanya’daki kadın göçmenlerin sosyal entegrasyonunda cinsiyet duyarlılığı bu çalışmanın köşe taşını oluşturuyor.

Kadın emeğini ve sosyal entegrasyonu odağına alan araştırma için niteliksel yöntem ve biyografik yaklaşımın[1] en elverişli çalışma biçimi olduğunu ifade eden yazar, bunu biyografik yaklaşımın bireysel ve diğer ilişkileri ortaya koymada, niteliksel yöntemin ise açık uçlu, yapılandırılmış, derinlemesine görüşmelerle kadınların sesini duyurmadaki etkinliği ile açıklıyor.

Kitap, sekiz bölümden oluşuyor. Giriş bölümünde çalışmanın genel çerçevesi çiziliyor. İkinci bölümde teorik ve ampirik perspektiften cinsiyetin, etnik ekonomi ve göçmenlerin sosyal entegrasyonundaki yerine değinilmiş. Bu bölümde üç ayrı alanı olan göçün, çalışma, sosyal entegrasyon ve bunların birbiriyle ve gender ile olan ilişkisi ele alınıyor. Üçüncü bölümde, Avrupa’da büyüyen Türk etnik ekonomisinin boyutları ve bu ekonominin Avrupa ekonomisine katkısı anlatılmış. Büyüyen etnik ekonominin Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenlere sağladığı iş imkânları ve onların hayatta kalma stratejilerine etkisi irdelenmiş. Dördüncü bölüm, literatürde “sessiz” ve “görünmez” olarak ifade edilen Londra’daki Türkiyeli topluluğun tanıtımı ile başlıyor ve kitabın göçmenlerin British ekonomisine katkılarını görünür kılmak iddiası bu bölümde vurgulanıyor. Beşinci bölümde, etnik ekonomi içinde kadınların yaşamları ve motivasyonları irdelenmiş. Bu bölümde kadınların göç içindeki konumlarının akademik ilgiden yoksun olduğu eleştirisi de yer alıyor. Kadının göç üzerindeki etkisi sosyolojik bir bakış açısıyla patriyarşi, evlilik, sosyal ağlar gibi kavramların dolayımında tartışılıyor. Altıncı bölüm, araştırmanın odağını oluşturuyor. Bu bölümde, tekstil sektörünün bitmesinin ardından catering sektörünün patlamasına kadarki süreçte etnik ekonomi içinde kadınların değişen rollerine yer veriliyor. Özellikle aile bazlı işletmelerde kadın emeğinin göz ardı edilmesi saha çalışmasından çeşitli örneklerle açıklanıyor. Bu bölümde kadınların gerek aile ekonomisi gerekse aile kurumu içerisindeki dezavantajlı konumlarına ilişkin pek çok doyurucu, çarpıcı örnek bulmak mümkün. Yedinci bölümde, yazarın sosyal entegrasyonda zigzag yol (zigzag path) olarak tanımladığı kadının sosyal entegrasyonu ile çalışma hayatı arasındaki paradoksal ilişkisine yer verilmiş. Dedeoğlu, bu bölümde, literatürün aksine 1. kuşak kadınların çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için verdikleri çabaya işaret ediyor. Kitabın sonuç bölümünde ise araştırmaya ilişkin genel bir özetin ardından, kadınların ana akım topluma entegrasyonu, etnik ekonomi içindeki anne, eş, kız kardeş olarak geleneksel rollerinin bu entegrasyon süreçlerine etkisi (zigzag paths to social integration) değerlendiriliyor. (s.12-15). Kitabın sekiz bölümü sayfa sayısı bakımından son derece dengeli dağılmış. Ancak yazarın, kadınların etnik ekonomi içerisindeki konumlarına ilişkin yaptığı tespitler kitabın farklı bölümleri içerisinde çok fazla tekrar edilmiş. Bu da okuyucuda ben bu kısmı daha önce okumuştum hissiyatı uyandırıyor.

Göç literatüründe kadının pozisyonu konu alan çalışmaların sayısında son yıllarda gözle görülür bir artış yaşanıyor. Kitabın metodolojisine ilişkin yapılan tartışmada kadınların göç ettikleri ülkelerdeki koşullarının akademik çalışmaların çoğunda ihmal edildiği belirtilerek ‘erkek’ odaklı göç literatürüne ilişkin çeşitli eleştiriler getiriliyor. Feminist metodolojinin çoğunlukla niteliksel araştırma araçlarına başvurması, ezilmiş gruplara söz hakkı vermesi, teoriyi test ediyor ve tahminler yürütüyor oluşu, bu metodolojinin seçilme sebebi olarak zikrediliyor. Dedeoğlu, neoliberal teorinin göç kararını parçalara ayırarak yapısal faktörlerle meseleyi bireysel tercihler üzerinden açıkladığı, Marksist yaklaşımın ise göçmenleri yedek işgücü ordusu olarak kapitalizmin gelişimi için proleterleştirilenlere indirgediği görüşünde. Bir başka deyişle bu teoriler göçmenlerin aile ilişkilerini, kurdukları sosyal ağları açıklamakta yetersiz kalıyor yazara göre.

Göçü konu alan çalışmaların önemli bir kısmı, o bölgeyi tam olarak tanımayan geçici olarak araştırma yaptığı sahada bulunan akademisyenler tarafından gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla araştırmacı göçmenlerin yaşadıkları sosyo-kültürel çevreyi tam olarak tanıyamadan sınırlı zaman dilimi içerisinde araştırmasını tamamlamak zorunda kalıyor. Dedeoğu, daha önce öğrenci olarak Londra’da yaklaşık on yıl yaşadığı için sözünü ettiğimiz sorunu yaşamamış. Öğrencilik yıllarında göçmen ailelerle yakından ilişki kurmuş olması ve çalışması sırasında Türkiyeli nüfusun yoğun olarak yaşadığı, “Küçük Türkiye” olarak adlandırılan Kuzey Londra’daki Green Lanes bölgesinde ikamet etmesi saha çalışması bağlamında araştırmanın niteliğini artıran diğer unsurlar... Göçmen kadınların sosyal toplantılarına, evlilik törenlerine, dini ayinlerine, kadın günlerine de katılarak onları daha yakından gözlemleme imkânı bulan yazar, “Bu, kadınları patriyarkal baskının dışında gözlemlemek için iyi bir fırsattı” diyor.

Türkiyeli nüfus ağırlıklı olarak Londra’nın kuzeyinde yaşıyor, ticari işletmelerin de çok büyük bir kısmı buralarda yoğunlaşmış durumda. Bu bölgelerde yaşayan Türkiyelilerle örneğin Londra’nın güneyinde yaşayan Türkiyelilerin sosyal ilişkileri, entegrasyon süreçleri birbirinden farklılıklar arz edebilir. Kuzey Londra’da yaşayan bir göçmen gündelik hayatında topluluk içinde sosyalleşirken Güney Londra’da yaşayan bir başka göçmen böylesine güçlü bir ilişki ağı içerisinde yaşamadığı için diğer topluluklarla ilişki kurma ihtiyacı duyabilir. Bu da entegrasyon süreçlerine etki eden bir faktördür. Araştırmada görüşmecilerin seçimi sırasında snow-ball tekniğinin kullanılmış olması örneklemin birbirine yakın özellikler taşıyan kesimlerden oluşmasına sebebiyet verebilir. Kitapta örnekleme ilişkin istatistiki dataya çok az yer verildiği için görüşmecilerin hangi bölgelerden seçildiklerine ilişkin bir bilgimiz bulunmuyor. Bir başka deyişle çalışmanın bütününde sosyal entegrasyona ilişkin tahlillerde Londra’nın bir bütün olarak ele alındığını görüyoruz. 

Çalışmada, Türkiyeli topluluğun mevcut durum analizine geçilmeden önce sosyoloji, antropoloji ve çalışma ekonomisi literatürünün çeşitli göçmen topluluklarının etnik girişimcilikteki konumlarını açıklamak için kullandıkları dezavantaj teorisi, kültürel teori, middleman teori gibi teorik yaklaşımlara yer veriliyor. Etnik ekonomi, göçmenlerin yerleşik hayata geçip sosyal, kültürel ve ekonomik işbirliği ile önce kendi ihtiyaçlarını karşılak üzere kendi işletmelerinin sahibi olmalarıyla ortaya çıkıyor. Dedeoğlu, bu bağlamda girişimciliği göçmenlerin geldikleri ülkedeki dezavantajlı pozisyonlarına bir yanıt olarak yorumluyor.

Türkiye’den göç eden göçmenlerin Londra’da oluşturduğu etnik ekonomiye baktığımızda; tekstil sektörünün Londra’dan çekilmesinin ardından göçmenlerin çoğunlukla off licence, cafe shop, döner kebab houses işlerine yöneldiklerini görüyoruz. Araştırmada, küçük aile işletmeleri şeklinde örgütlenen bu işletmelerin nasıl geliştikleri ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan benzer işleri yapan Türkiyeli göçmenlerle kurdukları ilişkiler detaylı bir şekilde ele alınmış. Türkiyeli göçmenlerin kendi işlerini yapmaya yönelmesi ise dil yeterliliği ve mesleki deneyimi olmayan ve genellikle kırsal kesimden gelen birinci kuşak göçmenler açısından tekstil sektörünün çökmesinin ardından adeta zorunluluk haline gelmişti, şeklinde ifade ediliyor. Yoksulluk nedeniyle yaşanan hareketsizlik, ayrımcılık ve yerel kültüre ilişkin bilgi eksikliği de göçmenleri küçük aile işletmeleri olarak örgütlenmeye teşvik etmektedir. Etnik ekonominin genişlemesinde ikinci kuşak dil yeterliği ve İngiliz sistemini yakından bilmesiyle kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Yazar, etnik ekonominin başarısını Türkiyeli topluluğun etnik dayanışmayı harekete geçirmede ve topluluk içi ağları etkin bir biçimde kullanmasındaki etkinliğine bağlıyor. Dükkân açmak için sermaye ihtiyacı bulunan göçmenler çoğunlukla banka kredisi almak yerine akraba, hemşeri ilişkilerinden yararlanıyor.  Topluluk içi dayanışma ağlarının etkili işlemesine ilişkin kitapta çarpıcı örnekler bulunuyor. Tekstil sektöründeyken iflas eden bir göçmenin, off licence açmak için bir günde kapı kapı dolaşarak 75 bin pound topladığını belirtmesi gibi...

Kitapta, Türkiyeli göçmenlerin Britanya ekonomisi içerisindeki mevcut durumlarını ortaya koyan güncel istatistiklere de yer verilmiş. Türkiyeli nüfusun en çok retail ve catering sektörlerin çalıştıklarını, (UK genelinde % 35 ile self employment’ta en yüksek orana Türkiyeliler sahip. Türkiyelilere ait restoran sayısı 1975’te 200’den az iken 2001 yılı itibariyle 15 bine ulaşmış durumda) Türk ve Kürt işçilerdeki işsizlik oranının Londra ortalamasının iki kat üzerinde olduğunu, Türkiyeli topluluk içinde ortalama saatlik kazancın İngiltere ortalamasının oldukça altında olduğu gibi daha birçok güncel istatistiki bilgiye ulaşmak mümkün. Londra’da döner take aways, corner shops, coffe shopların sayısının son yıllarda artması bir taraftan Türkiyeli topluluk için yeni iş imkânları doğururken diğer taraftan topluluk içi sömürü ilişkilerini aşikâr ediyor. Aile bazlı bu işletmelerde yoğun olarak ücretsiz ya da düşük ücretli aile içi emek kullanılıyor. Diğer taraftan etnik ekonominin genişlemesi yeni göçmen akımına bağlı.  Çünkü bu göçmenler etnik ekonominin insan kaynağını oluşturuyor. Bu bakımdan Londra’ya yeni ulaşan göçmenler ve öğrencilerin “emeği ethnic enclave”nin merkezinde yer alıyor. Ankara Anlaşması’ndan yararlanmak suretiyle oturum almak için ortalama beş yıllarını zor koşullar altında çalışarak geçirmek zorunda olan göçmenler, öğrenciler, kaçak göçmenler bu sözünü ettiğimiz grup içinde yer alıyor. Dedeoğlu uzun saatler düşük ücretlerle çalıştırılan bu emeği; ucuz ve uysal emek olarak tanımlıyor. Aile üyeleri Türkiye etnik ekonomisi içindeki en temel emek gücünü oluşturmakta, yeni emek ihtiyacı da bu çemberin içinden karşılanmaktadır. Bunun anlamı; ucuz, uygun ve uysal emektir. Bu sömürü çarkı Britanya’da etnik ekonominin başarısının nedenidir.

Buradan kitabın özgün tarafı olan kadınların etnik ekonomi içerisindeki rolü ve bunun sosyal entegrasyon süreçlerine etkine geçebiliriz. Dedeoğlu’na göre aile bazlı işletmelerin gelişmesinin köşe taşını kadın emeğinin sömürüsü oluşturuyor. Yazar, feminist teorinin cinsiyet konusundaki yaklaşımını takip ederek kadın göçmenlerin kocalarının takip eden, eğitimsiz, patriyarkal kültürün ve değerlerin kurbanları olduklarına ilişkin “genellemeci” yaklaşımlara itiraz ediyor. Bu itirazlardan biri genel görüşün aksine kadınların göç süreçlerinde aktif olarak rol oynadıkları iddiasına dayanıyor. Bir başka itiraz ise (İngiltere’deki 2001 nüfus sayımının da gösterdiği gibi) Türkiyeli göçmenler arasında kadın ve erkek oranının neredeyse eşitlenmiş olduğu dolayısıyla kadının evlilik yoluyla göç sürecine dahil olduğunu savunan ve kadını göç sürecinde ikincil plana atan erkek odaklı göç çalışmaların artık miadını doldurduğuna ilişkin.   

Kadının etnik ekonomi içerisinde değişen rolünün onun sosyo ekonomik pozisyonunu nasıl etkilediği kitabın üzerinde yoğunlaştığı bir başka konu başlığı. Tekstil sektöründe çalıştıkları sırada ekonomik gücü elde ettikleri için kadınların bugüne kıyasla aile içindeki konumları daha güçlüydü. Tekstil sektörünün bitme noktasına gelmesiyle birlikte kadın geleneksel annelik ve eşlik rollerine geri döndü. Aile ekonomisi içerisinde kadının görünmez emeği işte bu arka plan etrafında şekilleniyor. Çünkü küçük ölçekli aile işletmeleri kadına informal, ücretsiz çalışma koşulları altında annelik, kardeşlik, eşlik statüsü veriyor. Kadın hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla bir “çalışan” olamıyor. (Kadınların % 60’ı ücretsiz çalışıyor ve iş yaşamındaki konumları belirsiz.) Oysa diyor Dedeoğlu, kadınların Türkiye etnik ekonomisi içerisindeki rolü yalnızca ödenmemiş veya ucuz emekle sınırlı değil kadınlar aynı zamanda etnik, dini ve kültürel kimliğin taşıyıcısı… Kadın göçmenler ulusal ideoloji ve kimliğin üretilmesinde baskın rol oynuyor. Çocuk yetiştirme sosyal ve dini pratiklerde kadın sembolik bir figür. Kitap bu bakımdan kadınların bu “kaderi” üstlenme, değer verme ve temsil etme kapasitesine de özel bir önem atfediyor. 

Aile ekonomisi dışında çalışanların durumu da çok farklı değil. Etnik ekonomi içerisinde minimum ücretin altında, uzun süreli çalışan kadınlar sosyal yardımların kesilmemesi için bu duruma katlanmak zorunda kalıyorlar. Dil yeterlilikleri olmadığı için “ethnic enclave”nin dışına çıkamıyorlar. Ancak burada aile ekonomisi ve etnik ekonomi içerisinde çalışan erkeklerin durumunun da çok farklı olmadığını vurgulamak gerekiyor. “Aile büyüğü”nün (baba, büyük abi) otoritesi altında, geleneksel ilişkilerin çarkları arasına sıkışan erkekler için de kadınlarınkinden farklı çalışma koşulları bulunmuyor. Dolayısıyla etnik ekonominin yükselişinde görünmez olan -her ne kadar en dezavantajlı grubu oluştursa da- sadece kadın emeği değil, emeğin kendisi. Sendikal örgütlülük açısından da baktığımızda İngiltere’deki sendikal örgütlülüğün en düşük olduğu sektörlerin başında yiyecek servisi sektörü (food service) geliyor.[2]

Göçmenlerin bulundukları ülkenin bir parçası haline gelmesi anlamına gelen “entegrasyon” bitimsiz bir sürece işaret eder. Entegrasyonun kültürel, ekonomik, sosyal, politik birçok boyutu bulunmaktadır. Kitapta, Batı’da son yıllarda “entegrasyon” kavramını “çok kültürlülük” yaklaşımı içinde değerlendiren yaklaşımlara Feminist Okul’un görüşleri doğrultusunda eleştiriler getiriliyor. Patriyarkallığın çok kültürlü politikanın doğasında bulunduğu, bu görüşün erkeğin liderliğini tartışmaya açmadığı dolayısıyla bir bakıma geleneksel değerleri yeniden ürettiği (örneğin yerel şiddete ilişkin bir şey söylemeyerek) şeklinde özetlenebilecek bu eleştirilerde liberal toleransın özel alanda değişik göçmen gruplarına haklar sağlayabilse de kadınların eşitsiz konumuna değinmediğini dile getiriliyor.

Teorik tartışmalarda entegrasyon konusunun genellikle cinsiyet körü bir biçimde ele alındığını dile getiren Dedeoğlu, kadının sosyal entegrasyondaki katkısını zigzag yol (zigzag path) olarak tanımlıyor. Buna göre, kadınların bulundukları ülkeye entegrasyonu ile çalışmaları ve etnik ekonomiye katkıları arasında ters yönde bir ilişki var. Çünkü kadının etnik ekonomiye katkısı onu British toplumuna entegre olmaktan alıkoyuyor. Buna karşın kadın çocuklarının entegrasyonu ve başarısı için büyük çaba harcıyor.  Yazar bu noktada, göçmenlerin entegrasyonunun birçok boyutu olduğuna dikkat çekiyor. Politika yapıcılar öncelikli olarak göçmenlerin ekonomik entegrasyonunu sağlamakla ilgileniyorlar. Bu da göçmenlerin sosyal entegrasyonunun başarısızlığı ile sonuçlanıyor. Örneğin göçmenler emek piyasasına entegre olurken sivil toplum alanının ve politik süreçlerin dışında kalabilirler. Başka bir deyişle göçmenler yurttaş olabilirler ancak eğitim ve iş olanaklarına ulaşmada sorunlar yaşayabilirler. Bu durum Türkiyeli göçmenlerde uzun süre mülteci statüsünde bekleyerek ana akım toplumdan dışlanmaları şeklinde tezahür etmiştir.

Literatürde “invisible” ve “silent” community olarak yer eden Türkiyeli göçmenlerin, farklı etnik / mezhepsel kökenler içinde  “görünürlüğünü” ve Britanya ekonomisine verdiği katkıyı elen alan bu çalışmada, göçmenler arasındaki etnik ve mezhepsel farklılıklara ve bunun göçmenlerin sosyal, ekonomik, siyasal ilişkilerine nasıl yansıdığına değinilmiş. Ancak sözü edilen kimliklerin kitabın odağında yer alan “kadın” (gender) ve “entegrasyon” kavramlarına nasıl etkide bulunduğuna yetirince yer verilmemiş. Örneğin Kıbrıslı Türkler, Türkler ve Kürtler’in (veya Alevi, Sünni)[3] birbirinden çok farklı karakterlere sahip olan göç etme süreçleri araştırmada chain migration and social networks bağlamında ifade edilmiş iken, bu etnik ve mezhepsel ayrımların etnik ekonomiye, entegrasyon süreçlerine nasıl yansıdığı üzerinde çok durulmamış. Bunda feminist okulun kimi zaman göçmenlerin sınıfsal ve kimlik pozisyonlarını dışarıda bırakan yaklaşımının etkisi olabilir. Bu nedenle, belki de kitabın girişinde açıklanması gereken söz konusu mezhepsel, etnik ayrımlara kitabın ancak 76. Sayfasından itibaren yer verilmeye başlanıyor. Aynı şekilde, örnekleme ilişkin sınırlı tutulan istatistiksel veride de görüşülen kadınların etnik ve mezhepsel dağılımlarını görmüyoruz.

Sonuç olarak, Saniye Dedeoğlu’nun kitabı bize Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin oluşturdukları etnik ekonominin boyutlarını kendi tarihselliği içerisinde anlama imkânı verirken, göç yazınındaki kimi kalıplaşmış yaklaşımlara da eleştirel bir gözle bakılmasını sağlıyor. Kadınların göçmenlerin sosyal entegrasyonlarındaki rolleri bunlardan sadece biri...

 

*Bu yazı 2015’te Migration Letters dergisinde İngilizce olarak yayınlanmıştır.

https://www.proquest.com/openview/b4777828c2b14d4d2d8625df888cbbe0/1?pq-origsite=gscholar&cbl=456300



[1] Biyografik yaklaşım ile ilgili kapsamlı bilgi için Migration Letters’ın Volume 6, İssue 2 sayısına bakılabilir.

[2] 2013 verilerine göre food service sektöründe çalışanların sadece % 0,9’u sendikalı. https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file/313768/bis-14-p77-trade-union-membership-statistical-bulletin-2013.pdf

[3] Yazar Türkiye’de gördükleri politik baskılar ve ayrımcılıklar nedeniyle Kürt ve Alevi topluluklarını ‘injured’ toplumlar olarak değerlendiriyor. Bu bakımdan kitapta Türkiye’den göçün arkasında yatan politik, sosyo-etnik ve dini sebeplere yer veriliyor. 

Mültecilik: suç işledikçe görünür, ezildikçe görünmez olmak

Hiç yorum yok

20 Haziran 2024

Heykel: Bruno Catalano


Tuncay Bilecen, tuncaybilecen@gmail.com

Bugün 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü…

Birleşmiş Milletler (BM) rakamlarına göre, 2020'nin sonu itibariyle dünyada 82,4 milyon mülteci veya sığınmacı bulunuyor. BM, mültecilği: "ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi" şeklinde tanımlıyor.

Genel kullanımda “göçmen”, “sığınmacı”, “mülteci” kavramlarının karıştırıldığı ve zaman zaman birbirlerinin yerine kullanıldığı görülse de mültecilikte “zorunlu bir göç” olgusunun bulunduğunu ve “mülteciliğin” aynı zamanda hukuksal bir statü olduğunu belirtelim.

ASAYİŞ VE SOSYAL DÜZENE TEHDİT

Güvenlikçi politikaların, temel insan hakları ve hukuk devletinin önüne geçtiği günümüzde mültecilik ve mülteciler bir hukuksal statü olarak değil asayiş ve sosyal düzene bir tehdit olarak algılanıyor.

11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından yaygınlaşan güvenlikçi söylem, kapitalizmin yapısal ve döngüsel krizleri derinleştikçe hedef tahtasına en kırılgan ve kolay hedef olan göçmenleri koydu. Sağ popülizmin söylem dünyasında bereketli bir malzeme teşkil eden göçmenler artık her türlü fenalığın, bozulmanın, kötülüğün müsebbibi idi.

-       Ekonomi kötüye gidiyor?

-  Çünkü çok göçmen geldi, tüm yardımları alıyorlar. Bütçeni çoğu bedavadan geçinen göçmenlere gidiyor.

 

- Asayiş bozuldu, sosyal sorunlar var.

- Çünkü çok göçmen geldi. Toplumun yapısını, kimyasını bozdular. O yüzden ahlakımız da bozuluyor.

 

- İşsizlik artıyor.

- Çünkü çok göçmen geldi. Ucuza çalıştıkları için elimizdeki işleri de aldılar.

İNSAN-ALTI BİR KATEGORİ

Sağ popülist siyaset bu bereketli malzemeyi tepe tepe kullandıkça ekonomik kriz nedeniyle eski konforunu yitiren, güvencesizleşen ve gelir kaybına uğrayan kesimler için çok kullanışlı bir nefret objesi ortaya çıktı: göçmenler… 

British jobs for British workers” sloganının gölgesinde gerçekleştirilen Brexit referandumundan Fransa’dan, İsveç’e, İtalya’dan Almanya’da ırkçı partilerin tırmanışına kadar Batı dünyasında göçmenlerin söylem düzeyinde bir nefret objesi olarak kullanım alanının yaygınlaştığını görüyoruz. Burada “obje” özne olamamış, özne dahi kabul edilmeyen, edilgen, eğreti bir varoluşu sembolize ediyor. İrfan Aktan’ın gerçekleştirdiği söyleşide Tanıl Bora bu durumu şu şekilde ifade ediyor: Göçmenler insan-altı bir kategori gibi görülüyorlar. Kayıt dışı ve insan dışılar, kağıtsızlar, statüsüzler; bir ‘fazla’ veya ‘artık’ nüfus teşkil ediyorlar; onlara her şey yapılabilir. Bir yandan da müthiş bir tehdit kaynağı sayıldıkları için, üzerlerinde tepinilebilecek bir yığın olarak görülüyorlar. Kendilerini ‘yerli’ kabul eden, hasbelkader bir memlekette yerleşik olan insanların tehdit algılarına hitap etmeye çok elverişliler.”

"BEN GÖÇMENLERE KARŞI DEĞİLİM AMA BU KADARI DA FAZLA!"

Elbette göçmen, mülteci karşıtlığı ve düşmanlığını sadece sağ popülist siyasete mal edemeyiz. Dolaşıma girdikçe çoğalan ve yaygınlaşan bu söylemlerin her kesimden birçok alıcısı bulunuyor. Bu konudaki neşriyat arttıkça nefret kervanına katılanların sayısı da artıyor. “Ben göçmenlere karşı değilim ama bu kadarı da fazla!” diye başlayan yakınmalar, göçmenlere “artık” negatif ayrımcılık uygulanması gerektiğini hatırlatan tehditkâr cümlelerle bitiyor: “Hepsini göndereceksin geldiği yere!” Bu yönüyle mültecilik makul ve makbul vatandaşlığa da bir tehdit oluşturuyor. Dolayısıyla aynı suçu makbul vatandaşın işlemesiyle zaten potansiyel tehlike olan mültecinin işlemesi farklı yorumlara yol açıyor. Temel insan haklarına, hukukun en temel prensiplerinden biri olan suçta ve cezada yasallık ilkesine aykırılık teşkil etse de bunu savunan kişiler güvenlikçi bahanelerin arkasına kolayca sığınabiliyor.

SUÇ İŞLEDİKÇE GÖRÜNÜR, EZİLDİKÇE GÖRÜNMEZ OLMAK

Günden güne yayılan mülteci karşıtlığının ilginç bir boyutu da tekil örneklerle yapılan genellemelerin meselenin özünün kaçırılmasına yol açması… Bu sayede göçmenler şeytanlaştırılırken; ülkenin olmayan sınır politikası, olmayan göçmen politikası ve olmayan entegrasyon politikası tartışma konusu bile edilmiyor. Ezcümle, kamusal alanda göçmen tartışmaları meseleyi ortaya çıkaran nedenlerle değil, bu nedenlerin yol açtığı kriminal tekil örnekler üzerinden yapılıyor. Böylece sınıfsal piramidin en altında yer alan; güvencesiz, kayıtsız, kağıtsız, ucuz işgücü olan göçmenlerin sınıfsal konumları da kendileri gibi görünmez hale geliyor. Ne yazık ki milyonlarca yoksul göçmen ancak suç işlediklerinde görünür oluyorlar.  

Yazıyı, Kemal Siyahhan’ın mülteci kitabından, bir Afgan mülteci olan Abdülmelik’in sözleriyle bitirelim: “Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi koşullar bulsanız bile en az beş on sene çekersiniz, koşullar kötü giderse inanın köle olmak mülteci olmaktan çok daha iyidir çocuklar.”

 

Sınırların ve pasaportların olmadığı bir dünya özlemiyle… 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan