Yardasserdargokcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yardasserdargokcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ukraynalı mülteciler ve Batı'nın iki yüzlülüğü üzerine

1 yorum

18 Mart 2022

 Rusya’nın Ukrayna’yı işgale başladığı günden beri Batı devletleri tarihlerinde hiç olmadığı kadar birlik halinde bu savaşı ve Rusların saldırganlığını lanetliyorlar. Bu birlik görüntüsü barış taraftarlarınca umut verici görünse de yüzeyi az kazıdığınızda aslında hiçbir şeyin o kadar da açık seçik göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz.

 


Yardaş Serdar Gökcan

 

II. Dünya Savaşı sonrası Batı değerlerinin bütün dünyaya ihracı hızlanmış ve dünyanın yeni düzeninin galip devletlerin değerleri temel alınarak kurulacağına inanılmıştı. Elbette bu gelişmeler “Soğuk Savaş” adı üzerinde ilk soğuk duş etkisini yarattı ve Batı dünyası elindeki bütün propaganda araçlarını kullanarak kendi değer ve düşüncelerinin dünyanın en uzak köşelerine dahi ulaşmasını sağlamayı başardı.

Gençlik yıllarımda benim gibi Rambo 3’ü izleyen herkes, yıllar sonra karşımıza belki de Taliban olarak çıkacak o savaşçıların Rambo ile birlik olup hem sadist hem hain Sovyet askerlerine karşı nasıl savaştığını görmüştü. O zamanlardan bu zamanlara köprülerin altından çok sular aktı. Eskinin kahramanları teröristlere, eskinin teröristleri müttefiklere dönüştü. Geçen yıllar bir şeyi kanıtladı ki yeni muhafazakârlık (neo conservatism) olarak adlandırılan ideolojinin dünya çapında yayılmasıyla oluşan değer yozlaşmasına karşı hiçbir milletin bağışıklığı yokmuş.

İşte Rusya’nın Ukrayna istilası da bize yeni bir turnusol kâğıdı daha sundu. Suriye, Mısır, Libya, Myanmar, Irak, Yemen, Sincan gibi daha adını sayamayacağım kadar çok olan dünyanın diğer coğrafyalarındaki insan hakları ihlalleri ve katliamlar karşısında birlik olmayı başaramayan Batı dünyası, Ukrayna’da birlik görüntüsü verebilmek için birbirleriyle yarış içine girdiler; ancak ne yaparlarsa yapsınlar yozlaşan değerlerin mızrağı çuvala girmiyor.

Uygulanacak ambargo ve yaptırımlar konusundaki anlaşmazlıklardan tutun da düne kadar NATO öldü diyenlerin NATO severliğine kadar her gün yeni yeni gariplikler gözümüzün önüne seriliyor. Montrö üzerinden Mustafa Kemal’e demediğini bırakmayanların Montröcü oluşunu görmek de varmış demek ki bu kısacık ömrümde...

İngiltere özelinden ise çelişkilerin ardı arkası kesilmiyor. Kimilerinin büyük İngiliz diplomasisi olarak ifade ettikleri bu tuhaf strateji ise benim görebildiğim sığ, geleceği okumaktan aciz, başarısız projeksiyonlarla günü kurtarabilmek adına sıradan halka çıkartılan faturaları allanıp pullamasından ibaret.  

Altı yıl önce İran tarafından casusluk suçlamasıyla esir alınan Nazanin Zaghari-Ratcliff ve diğer esir Anoosheh Ashoori, İran devrimi nedeniyle verilmeyen tankların parasının İran’a geri ödemesi şartıyla (yaklaşık 400 milyon Pound) salıverildi. Bu paranın İranlılar tarafından insani yardım amaçlı kullanılacak olmasını burada İngiliz diplomasisinin başarısı olarak gören var mı, onu bilmiyorum, fakat İngilizler bunu Osmanlıya da yapmışlardı; I. Dünya Savaşı öncesi sipariş edilip parası verilen gemilere el koymuşlar, parayı da geri ödememişlerdi. Sahi ne oldu o paralara? Yapılan gemilerin İngilizlerin gemisi olarak savaşta görev yaptığını biliyorum ama paranın akıbetinden haberim yok. Bilen varsa paylaşsın lütfen...

Brexit ve Covid 19 salgınının ekonomik sonuçlarına eklemlenen Rusya Ukrayna savaşı İngiliz ekonomisini son elli yılın en sıkıntılı süreçlerinden birine sokmak üzere. Bütün dünyanın ekonomik darboğaza girdiği bu günlerde bu sürece zayıf ekonomik şartlarda yakalanan Türkiye gibi halkların, bunun bedelini ağır ekonomik faturalarla ödemesi kaçınılmaz gibi görünüyor. İngiliz orta sınıfı da bu darboğazı yükselen elektrik ve gaz faturalarıyla beraber enflasyonun yükselmesi olarak hissetmeye başladı bile. Ancak sıradan İngiliz’in aynı sıradan Türk gibi kendisine sorması lazım gelen bir soru var: oluşan bu durumdan benim hiç mi suçum yok?

Küçük bir İngiltere örneği verip sonra bu konuyu düşünmeniz için sizi yalnız bırakacağım.

Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesi sırasında İngiltere’ye 37000 Afgan mülteci getirildi. Bu getirilenler Birleşmiş Milletlerin Afganistan’ı kontrol ettiği dönemde İngiliz hükümetine yardım eden Afganlıların kendileri ve aileleri olduğu söylendi. Eğer bu kişiler ve aileleri Afganistan’da kalsalardı Taliban tarafından Batılı güçlere yardımcı oldukları için katledileceklerdi. İngiliz hükümeti ahde vefa göstererek bu kişileri ve ailelerini ne mutlu ki sağ salim İngiltere’ye getirdi.  Ancak o zaman, şimdi Ukraynalı mültecilerin gelişinde ortaya atılan “evinizi açın ve Ukraynalıları misafir edin biz de size aylık yaklaşık 400 Pound yardım yapalım” kampanyası yapılmadı. Bunun yerine 37000 kişi otel ve pansiyonlara yerleştirildi. Bu mültecilerin günlük İngiltere’ye maliyeti 4.7 milyon pound tutarında. Aylık olarak hesaplanırsa yaklaşık 141 Milyon Pound’a denk geliyor. Eğer Ukraynalılar için yapılan öneriyi Afganlılar için de yapmış olsalardı onun maliyeti aylık 14.8 milyon Pound olacaktı. Yani onda biri kadar. Aradaki farkı İngiliz vergi mükellefleri ödüyorlar. Şu ana kadar Ukraynalıları misafir etmek için İçişleri Bakanlığının sitesine başvuranların sayısı 138.000’i buldu. Bu 138.000 imzacının içinden 37.000 Afgan’ı misafir edecekleri İngiltere’de bulamayacağımızı mı düşünüyorsunuz? Eğer cevabınız “bulamazsın” ise, bu yaşadıklarımızı hak etmediğimizi kim söyleyebilir? Savaşsız bir dünya umuduyla...

Bu arada bütün bu olanlar Rusya’nın da emperyalist bir güç olduğu ve başında bir diktatör bulunduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Pandemi ve yeni otoriterlik

Hiç yorum yok

06 Ocak 2021

Bilginin, kültürün ve sosyal yaşamın öğrettiklerini nesilden nesile aktarabilme yeteneği insanoğlunun en önemli evrimsel avantajlarından biridir. Ancak yaşadığımız bu ölümcül pandemi döneminde gördük ki biz bu yetimizi yitirmişiz.

Yardaş Serdar Gökcan

 







YİTİRİLEN ELEŞTİREL DÜŞÜNCE

Her yeni nesille beraber bu aktarım belirli teknolojik alanlara yoğunlaşmışken, öğretilerin, düşünme biçimlerinin ve kültürün aktarımının bilinçli olarak kesintiye uğratılması, özellikle böylesi küresel felaketlerin olduğu zamanlarda acısını hissettiriyor.

Peki, neden vazgeçtik bu aktarımdan? Eleştirel düşünme konusunda sınırları olmayan nesiller yetiştirmek yerine neden sadece söylenilenleri yapan insanlara ihtiyaç duyduk? Neden korktuk düşünen ve düşüncelerini özgürce paylaşan insanlardan?




PANDEMİ OTERİTERLİĞİN KILIFI OLDU

Onlara her boktan malı ve her boktan düşünceyi iteleyemeyeceğimizi bildiğimiz için. İnsanların ihtiyaçlarını yeniden yaratırken popülizme kurban ettiğimiz düşünürleri fikren öldüremediğimizde, hapishanelerde tutarak onları susturamadığımızda, bir adım geri çekilip radikal terör örgütlerinin elinde can vermelerine seyirci kaldık.

Pandemi ile ne alakası var, bu söylediklerinin diyenleri duyar gibiyim. Pandeminin, otoriter yöneticilerin devlet yönetmedeki beceriksizliklerinin üzerini örtmek için kullandıkları bir araca dönüştüğünü hâlâ görmeyenler var mı? Pandemi konusunda insanların karşısına çıktıkları her anda yaşamımızı korumak için atılacak adımları ve yeni önlemleri sıralarken nasıl bir sahtekârlığın içinde olduklarını, nasıl yalan söylediklerini ve aslında ölenleri gerçekten umursamadıklarını sadece iktidarlarını devam ettirmenin peşinde olduklarını o yok olan düşüncelerin ve düşünürlerin fikirlerinin ışığında görebilirdiniz de o yüzden.



PİYASA TANRISINA TAPINIRKEN

Dünya’da hâlâ özgür basının ve düşünce okullarının fikirlerini söyleyebildiği birkaç ülke kalmış olsa da onlar da piyasa denilen bir sahte tanrının elinde hayatta kalma savaşı vermekteler ve kazanacaklarına dair herhangi bir umut yok.

Bilimsel yaklaşımların ve gerçekten düşünen insanların sözünün ciddiye alındığı bir dünyada bu hastalık yine olacaktı elbette; ancak ne aşısı bulunsun diye bu kadar beklemek gerekecekti, ne de hastane koridorlarında yatacak yer bulamadığı için perişan olan insanların görüntüleri ve ölümleri böylesine kitlesel olacaktı.

ALIN SİZE SİSTEMİNİZ!

Belki de ne olursa olsun bu hastalığın önlenemeyeceğini düşünenlerdensinizdir. Olabilir. Ancak o zaman da size bir çift lafım olacak; küçücük çocuklar, büyüklerin piyasa savaşında yıkılan binaların altında kalırken,  el kadar bedenleri sahillere vururken, açlık ve sefalet içerisinde bir de kafalarına milyon dolarlık bombalar atılırken hiçbir şey yapmayıp kendinizi güvende hissediyordunuz ya bu sistemde. Alın size sisteminiz! Ölen çocukların, çalışan çocukların, açlık ve sefalet çeken çocukların üzerine kurulan bir sistemde kimse güvende değildir. Siz de değilsiniz. Öldüğümüzün değil öldürüldüğümüzün farkına varmanız dileğiyle…

Frankfurt Okulu’nun temsilcilerinden Max Horkheimer, “Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar” demişti, aynı cümlede faşizm yerine pandemi koysak ne değişir?



Bir yılı daha geride bırakırken absürtlükler silsilesi

Hiç yorum yok

03 Aralık 2020

 

İnsanlık adına felaketlerle geçen bir yılı geride bırakırken şimdi de gündemi işgal eden absürtlüklerle meşgul oluyoruz. Bütün bu yaşananlar bizi olumsuz etkilemekle kalmadı, gerçeklik duygumuza da tahrip etti.

 


Yardaş Serdar Gökcan

yardasserdar@gmail.com

KONUMUZ PUBLARDA İÇKİNİN YANINDA NE YİYECEĞİMİZ

İngiltere özelinde konuşmak gerekirse, Aralık ayı birçok yeniliği beraberinde getirecek. Göçmenler açısından Ankara Antlaşması bu ayın sonunda bitiyor. Yeni göçmenlik uygulamasına geçilecek.  İngiltere’de yaşayanlar içinse aşının bu ay içerisinde efektif olarak yapılmaya başlanacağı söylenmekte. Christmas ve yeni yıl alışverişlerine bel bağlayan esnafın son atımlık mermisi de hedefi vurmaktan uzak görünüyor. Üstelik pub müdavimlerinin içkilerinin yanında ne yiyeceği ve ne yerse ceza almayacağı ile ilgili absürt tartışma, en son polis şeflerinin de “yav bize bir menü verin de ona göre kontrol yapalım” anlamına gelecek çıkışıyla iyice komik bir hal aldı.

Medeniyetin beşiği batının en batısındaki bu adada artık polisler, publara girip biranızın yanında yediğinizi de kontrol edecekler bu yeni tier uygulamaları kapsamında. Çünkü tier2 kapsamındaki yerlerde publara girip içki içebilmek için yanında uygun olan (ne demek olduğu belirsiz) bir yiyecek de söylemeniz gerekiyor. Ülkeyi her ne kadar 3 tierlar olarak tanımlayacağımız şekilde bölünmüş olsa da aslında tier1’e dahil olan nüfusun azlığını dikkate aldığımızda fiilen ikiye bölünmüş İngiltere demek daha uygun olur. Her biri kendine müstesna sınırlamalar taşıyan bu tierlar konusunda herkesin kafası karışık. Ancak gündem sürekli değiştiğinden, bir konuyu daha tam anlayamadan bir diğerine geçip duruyoruz. Polis, publarla uğraşacağına Sağlık Bakanının pub işleten kankasının, test tüpleri üretmeye başlayıp hükümetten ihalesiz iş almış olmasına bir baksa daha iyi olur gibi geliyor bana.



İNGİLTERE’NİN TUVALETİNE HOŞ GELDİNİZ!

Bu ayın sonunda bitecek olan Brexit görüşmelerinin nasıl sonuçlanacağı da belirsiz. Ortaya çıkacak kaosun yaratacağı etkilerden bir tanesini, özellikle tır kuyruklarıyla karşı karşıya kalacak olan güneydoğu İngiltere bölgesinde yaşayanlar  karayollarına yerleştirdikleri “İngiltere’nin tuvaletine hoş geldiniz” tabelalarıyla gösteriyorlar. Yerel halkta, uzun sınır kuyruklarında beklemek zorunda kalacak olan tır şoförlerinin hacetlerini yol kenarlarına yapacaklarına dair büyük beklentiler oluşmuş durumda. 

Tabi ben kapattım oldu denilen ülkelere göre yine de halimize şükretmek gerek (bakınız Türkiye).  Covid 19 darbesinin etkisiyle yıkılan büyük firmalar küçüklerin gazetelerde haber olmasına engel oluyor. Öyle büyükler devriliyor ki, gazetede haberinin çıkmasından hemen sonra batan geminin malları bunlar şeklinde bir koşuşturmayla halk galeyana gelip, fiyatları düşürülen ürünlere saldırıyor. Dün Debenhams’ın Oxford Street’deki mağazasında yırtıcıların arasında hayatta kalmayı başarmış olmamın mutluğu ile korkusu içerisinde evime dönebildim. Homo Alışverişus hayvanı olarak da tanımlayabileceğim bu canlının arzu nesnesine sahip olmak için gösterdiği çabayı bilimsel çalışmalara yönlendirebilseydik inanın bu salgınla çok daha önce baş edebilirdik. Gözü sadece elde etmek zorunda olduğu üründe olan bu canlıyla karşılaşan herkesin çok dikkatli olmasını öneririm. Covid’den çok önce tüketim salgınından etkilenmiş bu kitlenin kapitalizmin ürünü olduğunu ve aşısının henüz bulunmadığını da belirtmeliyim.



THE CROWN DİZİSİ VE KURGU TARTIŞMALARI

2020’nin acılarına herkes odaklanmış olduğundan ben absürtlüklerin altını bir süre daha çizmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Hemen taze bir tanesinden daha bahsetmem gerekirse, Birleşik Krallığın Kültür Bakanının Netflix’de yayınlanmakta olan the Crown dizisinin kurgu olduğunun yazıyla belirtilmesini istemesini de buraya ekleyebiliriz. Hey gözünü sevdiğim kültürün beşiği İngiltere’nin Kültür Bakanı, onca tiyatro, salgın nedeniyle batmış, canlı müzik erbapları düşen gelirleri nedeniyle açlık sınırında yaşamak zorundayken, müzikholler, operalar, bale salonları, tiyatroların halleriyle ilgilenmek yerine, kraliyet ailesini gücendiren bir diziyi hizaya getirmeye çalışman ne acınası bir durum. Korkma sen, biz izleyenler o dizinin kurgu olduğunu, bir senaristin yazdığını biliyoruz. Ancak her kurgunun içinde bir miktar gerçekliğinde saklı olduğunu da biliyoruz.

Bu ve sonraki yazılarımı absürtlüklere ayırırken, aşı bulundu nasıl olsa diye tedbiri elden bırakmamamız gerektiğinin de altını çizeyim. Biliyorsunuz ki uzun yol trafik kazalarının çoğu varış noktasına yakın yerlerde olur. Dikkat edin...



“Kamu personelinin maaşlarını donduruyoruz": Gittiğim her yere doğduğum ülkeyi de mi götürüyorum yoksa?

Hiç yorum yok

26 Kasım 2020

 

Başlık size tanıdık gelebilir; çünkü dünyanın hangi sağ iktidarıyla yönetilen ülkesinden geliyorsanız gelin bu cümle tanıdık gelecektir. Covid 19 salgınına harcanan paraların çıkarılması gerektiğinde İngiltere’de de akla ilk gelen grup her zaman olduğu gibi kamu çalışanları oldu.

 


Yardaş Serdar Gökcan

yardasserdar@gmail.com

 

Sağ iktidarların olmazsa olmazı, sıkıştıkları her durumda kamu personeline yüklenmeleridir. İngiltere de bu istisnayı bozmazken sağlık çalışanlarını ayırmak zahmetinde bulunmaları göz yaşartıcı.

 

KAMU ÇALIŞANLARININ MAAŞLARI DONDURULDU

Salgınla mücadele ederken ölmeye devam eden sağlık çalışanlarının maaşlarının dondurulmamasını bir lütuf gibi sunmaya devam eden yeni muhafazakârlar, her halde bu kesimin kendilerine minnettar olmasını da bekliyordur. Unutmayalım ki saçma sapan karantina uygulamalarını gerçekleştirmek için uğraşan güvenlik güçleri, itfaiye çalışanları, silahlı kuvvetler mensupları ve hatta belediye çalışanları da zam alamayacaklar bu sene.

Hazine Bakanı,  parlayan muhafazakâr Rishi Sunak, kamu çalışanlarının haklarını koruyan sendikalara karşı bu uygulamayı savunurken, ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiğini uyguladı. Sunak, özel sektörün bu süreçten en çok etkilenen kesim olduğunu, bu sektördeki maaşların çok düştüğünü ve hatta işsizliğin arttığını, bu nedenle de kamu maaşlarının aynı kalmasına çok da ses çıkartmamak gerektiğinin altını çizdi.



EMEKÇİYİ EMEKÇİYE KIRDIRMAK

Bakınız efendim bu taktik her zaman işe yarar. Dünyanın hangi ülkesine giderseniz gidin, sağ iktidarlarla yönetiliyorsanız eğer, kamu çalışanlarıyla özel sektör çalışanları birbirine çarpıştırılır. Yıllarca gittikleri devlet dairlerinde kendileri gibi emekçi olup işini yapmaya çalışan kişilere, sanki bürokrasinin ağır işleyişinin sorumlusu bu emekçilermişçesine “senin maaşını ben ödüyorum benim vergilerimle ödeniyor” diye çıkışan çok esnaf ve zanaatkâr görmüşümdür. Oysa bilmez ki o emekçilerin maaşları, ellerine verilmeden önce vergileri kesilir de öyle verilir. Kuş kadar kalan net maaşlarıyla yaşamaya çalışırlarken aynı İngiltere’de olduğu gibi, özel sektörü kurtarmak için vergi indirimleri, çalışanların maaşlarının ödenmesi ve hatta vergi affı gibi imkânlardan yararlanamazlar. Akıllara bile gelmez o çalışanların da böylesine olağanüstü durumlarda geçim sıkıntısına düşebilecekleri.



İngiltere’nin her hangi bir bölgesindeki bir belediyede, yetersiz insan kaynağı nedeniyle (gerekli sayıda çalışana verecek maaş bulunamadığından) üç kişilik iş yapmak zorunda kalan emekçilerin halini sormak, bu salgın sürecini nasıl geçirdiklerini düşünmek kimsenin düşünmek isteyeceği bir şey değildir. Üstelik vergi indirimi alabilecekleri her hangi bir kalemleri olmadığından peşin peşin maaşlarından yapılan kesintilerle devlete kaynak yaratmaya devam ederler. Devlet de son bir senede olduğu gibi bu kaynakları ne olduğu belirsiz “danışmanlık” başlığı altında yandaşlara peşkeş çeker. (İngiltere’den bahsediyorum aklınıza gelen ülkeden değil ha!)

İŞÇİ PARTİSİNE OY VEREN MUHAFAZAKAR GÖÇMEN

Bir göçmen olarak burada yaşananları gördüğümde, gittiğim her yere doğduğum ülkeyi de mi götürüyorum yoksa? diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ancak biliyorum ki dünyanın bu yapısal açmazı içerisinde hangi ülkede olursanız olun, ezenle ezilenlerin hep aynı insanlar olduklarını görmeye devam edeceksiniz. Farklar kimi yerlerde ortaya çıkan direniş hareketlerinde kendini gösteriyor. Sendikanız ne kadar sağlamsa haklarınızı koruma şansınız da o kadar artıyor. Sendikan kadar konuş yani...

Yıllar önce çalıştığım bir lokantanın mutfağında Türkiyeli bir göçmenin şu sözlerini tek kaşımı kaldırarak dinlemiştim. Kendi ülkesinde aşırı sağcı bir partinin sempatizanıyken İngiltere’de neden İşçi Partisine oy verdiğini sorduğumda bana çalışanların haklarını sol partilerin koruduğunu kendisinin de bir işçi olarak onları desteklediğini söylemişti. Evrensel olarak solun amacının ve işlevinin farkında olmasına rağmen yerelde bu kadar kötü toslamasını 21.yüzyılın siyaset bilimcilerine bırakıyorum.

Evrensel doğruları dünyanın her yerinde savunabileceğimiz günler dileğiyle... Örgütlenin...




Göç meselesi ve iki farklı Avrupa

Hiç yorum yok

19 Kasım 2020

 Avrupa, uzun yılların birikimiyle ortaya çıkardığı değerlerden uzaklaştıkça, kendi yarattığı sorunların altında ezilmeye devam ediyor.  Göç konusu da bunlardan biridir ki Avrupa’da ortaya çıkan göç/ göçmen sorunu, kavimler göçünün bir sonucu değildir.




Yardaş Serdar Gökcan

yardasserdar@gmail.com

Sorun olarak tanımlanan göç meselesini, bumerangın dönüp dolaşıp atanın elini kesmesine benzetebiliriz. Yıllarca devam eden kaynakların, değerli madenlerin, insan gücünün sömürülmesinin bir diyeti değil midir “göç sorunu”? Şimdi bir başka sorunla karşı karşıya Batı toplumu, o da kuşaklar geçmiş olsa da uzun yıllar ucuz iş gücü olarak kullandıkları göçmenlerin bir türlü entegre (asimile mi demeliydim) olamaması(!)

“SİZ SINIRDA BEKLEYİN BİZ PARASINI VERELİM!”

Ülkelerine girmeye çalışan göçmenlere karşı akıllarına ilk gelen çözüm,   sınırda kalsınlar da biz parasını verelim şeklinde. Bunun sorunları çözmek yerine çoğaltmaktan başka bir işe yaramadığı ortada. Türkiye Yunanistan kara ve deniz sınırlarında yaşanan iç parçalayıcı görüntüler ve Fransa kıyılarından İngiliz topraklarına ulaşmaya çalışanların halleri ortada.

Avrupa’yı bu sorunlarla baş etmeye çalışan iki farklı Avrupa olarak tanımlamak mümkün. Bir tarafta; medeniyet tarihinin güzelliklerinin ortaya çıkmasına katkı sağlayan, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerine sahip çıkan bir Avrupa var, diğer tarafta ise, eski yönetim biçimlerinin, sömürgeci geleneklerinin reflekslerini modernize ederek kullanan bir Avrupa. İlk Avrupa’nın sahip çıkmaktan onur duyulacak özelliklerini, acı çeken insanlara yardım etmekten kaçınmayan ve bunun için sivil toplum örgütlerinde organize olmuş insanlarda görmek mümkün. İkinci Avrupa ise, kendini iktidarların söylemlerinde ve devletlerin göçmen politikalarında her an göstermeye devam ediyor.

İNSAN KAÇAKÇILIĞININ KURBANI ÇOCUKLAR

Fransa’dan İngiltere’ye geçmeye çalışanların nasıl öldükleri gündeme geliyorken diğer acı verici olaylar gözlerden kaçabiliyor. Kimi skandallar, Windrush skandalı kadar medyada yer almadığından acılar ve uygulamalardaki aksaklıklar yaşanmaya devam ediyor. Örneğin 21.yy’da insan kaçakçılığı yapan köle tacirlerinin küçük yaşta ülkelerinden ve ailelerinden kaçırdıkları çocukları kaçak yollardan İngiltere’ye sokmaları sonrası yaşananlar çok çarpıcı.



2016 ile 2019 yılları arasında insan kaçakçılığı sonucu İngiltere’ye sokulan insanların toplam sayısı 4695 iken bunlardan sadece 549 yetişkin, geri kalan 4146’sı ise çocuktu. Kendisi de bir göçmen ailenin çocuğu olan İçişleri Bakanı Priti Patel, bu 4146 çocuktan sadece 28’ine oturum izni vermiş durumda. Kalanlar 18 yaşına geldiklerinde ülkelerine geri gönderilecekler. Bu çocuklardan bazıları çok küçük yaşlarda kaçırılarak köle tacirleri tarafından ülkeye sokulduklarından, aradan geçen bunca zaman sonra sınır dışı edildiklerinde nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını bilmiyorlar.

SORUNUN KAYNAĞI DİN Mİ?

Dünyanın gündemini sarsan terör eylemleri içinse, Avrupa’nın medeni devletlerinin yöneticilerinin ağzından çıkanları duyduğumuzda bu sorunun çözülmekten ne kadar uzak olduğunu anlıyoruz. Fransa gibi dünyanın bilim ve entelektüel gelişimine bunca katkı yapmış bir ülkenin yöneticisi, inanan sayısı olarak dünyanın ikinci büyük semavi dininin yapısal sorunları olduğunu söyleyecek cesareti ve yetkinliği kendisinde bulabiliyor. Üstelik bu densizliği yaparken de Avrupa medeniyetinin yukarıda bahsettiğim, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini korumak adına yaptığını söyleyebiliyor.



 İngiltere’nin bugünkü başbakanı, başbakanlığı öncesinde bir gazetedeki köşesinde, inancı gereği kapanmış kadınları posta kutularına ve banka soyguncularına benzetmekten çekinmiyor. Aynı ülkenin şu an muhalefette olan İşçi Partisi, Yahudilere karşı yaptığı kurumsal ayrımcılık nedeniyle bağımsız kuruluşlar tarafından eleştiriliyor. Diğer Avrupa devletlerindeki uygulamalar ve söylemlerle bu örnekleri çoğaltmak da mümkün.

SORUMLULUĞU GÖÇMENLERE ATMAK

Elbette terörün her türünü lanetlemeli ve çocuklarımızı bu korkunç tuzaktan korumak için her şeyi yapmalıyız. Ancak yöneticilerin yangına körükle giden bu söylemlerinin iyi niyetli çabaları engellemekten başka bir işe yaramadığını da söylemekten çekinmemeliyiz. Üstelik unutmayalım ki bu iğrenç terör eylemlerini gerçekleştirenlerin birçoğu, eylem yaptıkları ülkelerde doğmuş, büyümüş ve eğitim almış kişilerden oluşuyor. Ailelerin kökenlerinin altını çizmek, bu çocukların yeterince eğitilmediği ve uyum sağlayamadıkları gerçeğinin üstünü örtmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Başkalarının inançları üzerine ahkâm kesmeyi kendisine iş edinen yöneticiler önce kendi vatandaşlarından iki bininin hangi motivasyonlarla orta doğudaki terör yapılanmalarında asker olmak için ülkelerini ve ailelerini terk ettiklerinin hesabını vermelidirler.



Avrupa’nın medeniyet iddiasının ve projesinin yıkılışının faturasını, karınlarını doyurup hayatta kalmaktan başka bir derdi olmayan gariban göçmenlere kesmek yerine, sağ politikaların ırkçı söylemlerle işbirliği içinde nasıl bir yıkıma yol açtığının farkına varmak gerekiyor.

 Politikacılardan daha çok bilim insanlarını dinlemediğimiz her an kaybedilmiştir. Geleceği kaybetmeyelim...

Madem okullar açık, okul dışı aktiviteler neden yasak?

Hiç yorum yok

06 Kasım 2020

Okullar kapanmamasına rağmen sportif aktivitelerin yasaklanması İngiltere kamuoyunda önemli bir tartışma başlattı. Yasağa karşı çıkanlar, çocuklarının sosyalleşme ihtiyaçları, akıl ve beden sağlıkları nedeniyle spor etkinliklerinin çok önemli olduğunu söylüyorlar.



Yardaş Serdar Gökcan

yardasserdar@gmail.com

Dünyanın en çok oynanan takım sporu futboldur. Bu oyunu icat edenler de İngilizlerdir. Bu oyunun kitleleri nasıl kendine bağladığı ve nasıl bir izleyici kitlesine sahip olduğu aşikar. İngiltere’de böylesine önemli bir yer tutan bu sporun, yeni karantina uygulamaları kapsamında yasaklanması ciddi tartışmalara neden oluyor. Yasak, aslında okul dışı aktivitelerin tamamının yasaklanması olarak gelmiş olsa da bu yasaktan en çok etkilenen kitlenin takım sporlarıyla uğraşanlar olduğu görülmekte.

MİLLÎ TAKIM MENAJERİ DE KARŞI

Okullar kapalı olmadığı için beden eğitimi dersleri devam ederken, okul dışı aktivitelerin yasaklanmasına ilk karşı çıkanlardan biri de İngiliz Milli Takım menajeri Gary Southgate oldu. Primier Ligdeki takımların birçok yöneticisi ve hocası da bu yasağın karşısında olduklarını açıkladılar. Başbakan Boris Johnson ve bazı milletvekilleri virüsün yayılacağını gerekçe göstererek yasağı savundular.  Ancak bu savunma, yasağa karşı çıkanların sayısının hızla artmasına engel olamamış gibi görünüyor.

Yasağa karşı çıkanlar, çocuklarının sosyalleşme ihtiyaçları, akıl ve beden sağlıkları  nedeniyle spor etkinliklerinin çok önemli olduğunu söylüyorlar. Birçok spor bilimci ve spor insanı da aynı görüşte. Başbakanın gün geçtikçe bu baskının altında ezileceği anlaşılıyor. Karantina yasaklarını getirirken, sadece dar bir danışman grubuyla yola devam eden Başbakan Johnson, bu kararından da kısa zaman sonra dönmek zorunda kalabilir.



SPORTİF AKTİVİTELERİN ÇOCUKLAR İÇİN ÖNEMİ

Spor ve özellikle futbol, İngiltere’de yaşamın ayrılmaz bir parçası. Şehirlerin ve okulların yapıları ve organizasyon biçimleri mümkün olduğunca çok sayıda kişinin spor yapabilmesi için tasarlanmış. Birleşik Krallık’ta,  özellikle ergenlik dönemi ve öncesi ortaya çıkan obezite ve benzeri hastalıklara karşı mücadelenin birinci aşamasını spor aktiviteleri oluşturuyor ve halkın büyük bir çoğunluğu da bu konuda bilinçlenmiş görünüyor.

Ancak söz konusu olan Türkiyeli göçmenlerin çocukları olduğunda, diğer azınlıklar ve göçmenler kadar çocukların sportif aktivitelerine katılmadıkları gözleniyor. Bir kaç dernek ve sivil inisiyatif dışında bu konuda genel bir çalışma görmek mümkün değil. Çocuklarımız televizyon ve bilgisayar karşısından kalkmıyorlar. Kalkanlarsa, sokak çetelerinin av sahasında buluyorlar kendilerini.  Özellikle göçmen ve azınlık çocuklarını hedefleyen suç örgütlerine karşı, çocuklarımızı korumanın yollarından biri de sportif aktiviteler.

Özellikle sporun ekonomik ve sosyal sınıflar arasında yükselmek için bir araç olduğunu fark eden kimi kesimler çocuklarını spora yönlendirirken, onların hem geleceklerini hem de bedensel ve zihinsel sağlıklarını korumaya çalışıyorlar. İngiltere’de yaşayan Jamaika kökenli kesimin bu konuda diğer gruplardan bir adım önde olduğunu söylemek mümkün.



YANLIŞTAN DÖNMEK İÇİN

Türkiyeli ailelerin de bir an önce bu imkânların farkına varması ve çocuklarının geleceği için onların spor yapabilmelerini sağlamaları önemli. Sokak çeteleriyle mücadelenin bir aracı olarak da görülebilen bu tip aktivitelere çocuklarımızı daha çok yönlendirmeli ve teşvik etmeliyiz. 

Okul dışı aktivitelerin yasaklanması ve çocuklarımızın spordan uzaklaştırılması, virüsle mücadelede hedeflediğimiz sağlıklı bireylere ulaşmamızın önündeki engellerden biridir. İngiliz hükümetinin bu konuda geri adım atarak çocuklarımızın spor yapabilmelerinin önündeki engelleri kaldırmasını birçok anne ve baba beklemekte. Karantinanın başındayken bu yanlış karardan dönmek en azından zararı azaltmaya yarayacaktır. Özellikle sorumluluk sahibi sivil bireylerin, Gareth Southgate örneğinde olduğu gibi, elini taşın altına koyup yanlıştan dönülmesi için harekete geçmeleri, yanlış hükümet politikalarından dönülmesi için elzemdir. Çocuklarımızın geleceği için hepimiz benzer hareketleri yapmalı offside bayrağı kalmış olsa bile koşmaya devam etmeliyiz. Ne de olsa artık VAR var. Yanlıştan dönmek mümkün. Siz golünüzü atın sonrasında ekrandan beraber bakarız...

 

https://www.youtube.com/c/BisikletliGazete

https://twitter.com/BisikletliGaze1

 

Bir futbolcunun İngiliz siyasetindeki turnusol etkisi

Hiç yorum yok

26 Ekim 2020

 Manchester United ve İngiliz Millî takımının oyuncusu olan Marcus Rashford’un,  ekonomik geliri düşük ailelerin çocuklarına yönelik, okullardaki öğle yemeği yardımının tatil dönemlerinde de verilmesi için başlattığı kampanya, hükümetin ayağına dolanmaya devam ediyor.

 






Yardaş Serdar Gökcan

yardasserdar@gmail.com

 

Hatırlanacağı gibi ünlü futbolcunun geçen yaz tatili için yaptığı benzer girişim, başta itiraz edilmiş olunmasına rağmen kısa süre de kabul edilip yürürlüğe sokulmuştu. İhtiyaç sahibi 1.400.000 aileye haftalık 15 pound değerindeki çekler verilmiş, bu çekler için bütçeden 126 milyon poundluk bir ödenek ayrılması gerekmişti.

 BU KEZ EASTER’A KADAR

Kış dönemindeki tatillerde de aynı yardımların yapılmaya devam etmesi, kendisi de çocukluk yıllarında bu yardımlardan yararlanmış olan Marcus Rashford’un bir sonraki hedefi oldu. Ancak bu kez hükümet ve muhafazakâr Parti’nin ön sıra (frontbench) milletvekilleri bu yardımların kış ve bahar dönemi tatillerine uzatılmasına şiddetle karşı çıktılar. Bunlar, ekonomik geliri yıllık net 7400 poundun altında olan ailelerin yararlanabildiği yardımlar.

Gelir seviyesinin düşüklüğünün yanı sıra başka kriterler de mevcut. Bunlara kişiler, ikamet ettikleri bölgelerin belediyelerinin internet sitelerinden ulaşabilmekteler. Aylık net 616.67 pound olan bu yardımlara hükümetin karşı çıkışındaki temel argüman ise, Covid sürecinde devletin zaten ihtiyaç sahibi ailelere yeterince yardım yapması ve ek bir yardım paketine ihtiyaç olmadığının düşünülmesi.

Sosyal medyada oldukça fazla sayıda takipçiye sahip olan yıldız oyuncunun Twitter hesabından verdiği yanıtlar geniş toplum kesimlerinde öyle hızlı yankı buluyor ki, halkın tepkisinden çekinen kimi muhafazakâr Parti milletvekilleri de bu kampanyanın yanında olup hükümetin üzerindeki baskının artmasına sebep oldular ve olmaya devam ediyorlar. Üstelik Marcus Rashford’un başbakan Boris Johnson’a yazdığı mektubun karşılık bulmayışı da tartışmaları alevlendiren bir başka unsur oldu.

“ÇOCUKLARIN BESLENMESİ AİLELERİN SORUMLULUĞUNDADIR DEVLETİN DEĞİL”

Kimi muhafazakâr milletvekillerinin, bedava öğle yemeği kampanyasına karşı çıkarken dayandıkları argümanların ideolojik bakış açılarının bir yansıması olduğu da gözlerden kaçmadı. Çocukların beslenmelerinin sorumluluğunun ailelerde olduğu bunun devleti ilgilendirmediği konusundaki yaklaşımları, tartışmayı başka bir boyuta taşıdı. İhtiyaç sahibi ailelerin çocuklarının sağlıklı beslenmelerinin bir toplum sağlığı sorunu olduğunu ve sosyal adaletin gereği bunun görmezden gelinemeyeceğini söyleyenler çok da haksız değiller.

Özellikle salgını önlemek adına, hükümetin dağıttığı paraların kimlere ve ne amaçla verildiği tartışılırken, fakir ailelerin çocuklarının beslenme sorununun devleti ilgilendirmediği söylenemez.

                                              

BESLENME İÇİN Mİ YOKSA “DANIŞMANLAR” İÇİN Mİ BÜTÇE?

Hükümet, salgının başından beri koruyucu ekipman ve NHS çalışanların korunmasına yönelik malzeme ciddi sıkıntılar yaşıyor. Üstelik bu ekipmanlara harcanan para ile bunların neredeyse dört katı kadar paranın danışmanlık ücreti olarak belli başlı firmalara verilmiş olması, süreci yakından takip edenlerin sık sık dile getirdikleri bir başka konu.

Hali hazırda zaten bilim insanlarından oluşan bir danışma kurulu var iken, içeriği doldurulmayan danışmanlık başlığı altında, firmalara salgının başladığı günden bu yana 175 milyon pound para aktarılması dikkat çekici. Üstelik verilen bu paranın, geçen yaz bedava verilen öğle yemeği çeklerinin toplamından fazla bir meblağa denk gelmesine rağmen somut bir getirisi olmadığı da salgın sürecinde ortaya çıkmış durumda. Test sürelerinin bir türlü kısaltılamaması, izleme aplikasyonlarının tam kapasite ve verimlilikle bir türlü çalışmaması, hastalığın takibini zorlaştıran en önemli etkenlerden.

 TURNUSOL KÂĞIDI

Covid salgını ve bu süreçte hükümetin performans ve becerisinin yetersizliği, yıldız oyuncu Marcus Rashford gibi hiçbir politik beklentisi olmayan, gönüllülük  üzerinden iyilik amaçlı hareket eden kişileri, hükümetin turnusol kâğıdı haline getirmeye devam edecek gibi görünüyor.

İngiltere’nin rüzgârına dayanamayan şapkalar düştükçe görünecek kel sayısının da artmaya devam edeceğinden şüphemiz olmasın...

 

Marcus Rashford’un “Çocuk gıda yoksulluğuna son verin - hiçbir çocuk aç kalmamalı” kampanyasına katılmak için:

https://petition.parliament.uk/petitions/554276/

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan