Showing posts with label göçmenler. Show all posts
Showing posts with label göçmenler. Show all posts

Hükümetin süresiz oturumu 5 yıldan 10 yıla çıkarma planına karşı başlatılan imza kampanyasına destek büyüyor

No comments

12 October 2025



İngiltere hükümetinin süresiz oturum (ILR) hakkını 5 yıldan 10 yıla çıkarma planı, ülkedeki yüz binlerce yasal göçmeni ayağa kaldırdı. “Protect Legal Migrants” (Yasal Göçmenleri Koru) başlığıyla başlatılan imza kampanyası 12 Ekim tarihi itibariyle 98 bini aşkın imzaya ulaştı. Kampanya, İngiltere Parlamentosu’nun resmi platformu olan petition.parliament.uk adresinde devam ediyor.

Parlamentoda tartışma gündemde

Yürürlükteki mevzuata göre kampanya, 100.000 imzaya ulaştığında İngiltere Parlamentosu’nda tartışılmak zorunda. Hükümetin 10.000 imzayı aşan dilekçelere yanıt verme zorunluluğu da bulunuyor.

“Geriye dönük adaletsizlik olmaz”

Kampanyanın metninde, hükümetin bu planı “geriye dönük bir cezalandırma” olarak eleştiriliyor. İngiltere’de yasal yollarla yaşayan binlerce kişi, çalışma vizesiyle ülkede emek veriyor, vergisini ödüyor, topluma katkıda bulunuyor. Şimdi ise bu kişilere, “artık 10 yıl bekleyeceksiniz” denilmesi büyük tepki çekiyor.

Emek, umut ve belirsizlik

Birçok göçmen, sosyal medyada “beş yıl boyunca sabırla çalıştık, şimdi neden tekrar başa sarıyoruz?” diye soruyor. Kampanyayı destekleyenler, hükümetin “yasa dışı göçle mücadele” bahanesiyle yasal göçmenleri cezalandırdığını savunuyor.

 

New York'ta sınır dışı edilen göçmenler: "Bize hayvan gibi muamele ettiler"

No comments

11 October 2025



New York’taki 26 Federal Plaza binası, ABD’deki göçmenlerin sınır dışı edilme sürecinin en yoğun yaşandığı noktalardan biri hâline geldi. Ekvadorlu Rubén Abelardo Ortiz López’in eşi Monica Moreta Galarza, rutin bir mahkeme duruşması sonrası yaşadıkları şiddet anlarını “Bize hayvan gibi davrandılar” sözleriyle anlattı. 

Galarza, duruşma çıkışında eşiyle vedalaşırken göçmenlik görevlilerinin saldırısına uğradı; yere düşürüldü ve çocuklarının gözü önünde eşi gözaltına alındı. Olayın görüntülerinin sosyal medyada yayılması, kamuoyunda büyük tepki yarattı.

BBC’nin binada yaptığı gözlemler, bunun tekil bir olay olmadığını ortaya koydu. Gazeteciler ve avukatlar, federal ajanların göçmenleri duruşma salonlarından hızla çıkararak avukatlarıyla konuşmalarına izin vermediğini belirtiyor. Bazı tutuklamalar sessizce gerçekleşse de, son haftalarda yaşanan arbede ve şiddet vakaları, göçmenlerin ve yakınlarının travmatik deneyimler yaşamasına neden oluyor.

Ağustos ayının sonlarında yaşanan başka bir olayda, 26 Federal Plaza önünde bir baba, eşi ve küçük oğluyla birlikte beklerken onlarca ICE (Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi) görevlisi tarafından çevrildi. Kadın, eşine sarılarak direnmeye çalışsa da zorla uzaklaştırıldı. Görüntülerde aynı memurun, daha önce Monica Moreta Galarza’yı da yere düşüren kişi olduğu iddia edildi. Olay sonrası İç Güvenlik Bakanlığı (DHS), memurun geçici olarak açığa alındığını açıkladı.

Geçen hafta ise iki gazetecinin gözaltı anını görüntülemeye çalışırken ICE görevlileri tarafından yere itilmesi, durumu daha da tırmandırdı. Foto muhabiri Olga Fedorova, BBC’ye yaptığı açıklamada “Daha önce federal ajanlarla hiçbir sorun yaşamamıştık. Bu, ilk kez böyle bir şiddetle karşılaşmamız” dedi. DHS Sözcüsü Tricia McLaughlin ise memurların “operasyonlarını engelleyen kişiler” nedeniyle müdahale ettiğini savundu.

Trump yönetiminin “kitlesel sınır dışı” politikası kapsamında, New York bölgesinde gözaltına alınan 3.320 göçmenin yarısının 26 Federal Plaza’da tutuklandığı bildirildi. Bu kişilerin büyük çoğunluğunun herhangi bir sabıka kaydı bulunmadığı belirtiliyor. Avukatlar, mahkemelere gelen göçmenlerin artık büyük korku yaşadığını ve çoğunun duruşmalarına katılmamayı tercih ettiğini söylüyor. Monica Moreta Galarza ise yaşadıklarının ardından “Ekvador’daki adaletsizlikten kaçtım ama burada da aynı muameleyi gördüm. Kendimi değersiz hissediyorum” diyerek çaresizliğini dile getirdi.

İngiltere’de zorunlu dijital kimlik dönemi başlıyor

No comments

26 September 2025

İngiltere Başbakanı Keir Starmer, ülkede yaşayan vatandaşlar ve yasal oturum sahipleri için ücretsiz dijital kimlik uygulamasını hayata geçireceklerini duyurdu. Hükümet “Plan for Change” başlığı altında açıkladığı yeni adımla, yasa dışı göçün önüne geçmeyi hedefliyor.



Başbakanlık Ofisi’nden yapılan açıklamaya göre, dijital kimlik sistemi parlamentonun bu döneminin sonuna kadar “Right to Work” yani çalışma hakkı kontrollerinde zorunlu hale gelecek. Böylece işverenler, çalışanlarının yasal statüsünü dijital ortamda hızlıca doğrulayabilecek. Hükümet, bu adımın yasa dışı istihdamı azaltarak küçük teknelerle yapılan tehlikeli Kanal geçişlerini caydıracağını savunuyor.

Yeni sistem yalnızca göçmenleri denetlemekle sınırlı kalmayacak, aynı zamanda vatandaşlara günlük yaşamda önemli kolaylıklar sağlayacak. Dijital kimlik, sürücü belgesi başvurusu, çocuk bakımı ve sosyal yardımlar gibi hizmetlere erişimi hızlandıracak. Kullanıcıların kimlik bilgileri, telefonlarındaki dijital cüzdanda saklanacak. Yetkililer, tıpkı NHS uygulaması ya da temassız ödemelerde olduğu gibi, güvenli şifreleme ve kimlik doğrulama teknolojilerinin kullanılacağını vurguluyor.

Starmer, yaptığı açıklamada “Çalışan insanlar bu ülkeye yönelik yasa dışı göçten kaygılı. Güvenli sınırlar ve kontrollü göç, makul taleplerdir. Bu hükümet dinliyor ve gereğini yapıyor” ifadelerini kullandı. Başbakan, dijital kimliğin yalnızca göçü kontrol etmek için değil, aynı zamanda vatandaşlara hızlı ve güvenli hizmet sunmak için “en büyük fırsatlardan biri” olduğunu belirtti.

Uygulamanın, akıllı telefon kullanamayan veya dijital dünyaya uzak gruplar için erişilebilir olacağı da açıklandı. Bu kapsamda yaşlılar, evsizler ve teknolojiye sınırlı erişimi olan kişiler için yüz yüze destek programları oluşturulacak. Hükümet ayrıca, uygulamanın tasarım sürecinde kamuoyu danışma toplantıları düzenleyerek farklı toplulukların görüşlerini almayı planlıyor.

Dünya genelinde Estonya, Danimarka ve Hindistan gibi ülkelerde benzer dijital kimlik sistemlerinin başarıyla uygulandığını hatırlatan yetkililer, İngiltere’nin de bu adımla hem güvenliği artıracağını hem de vatandaşların hayatını kolaylaştıracağını vurguluyor.


Kaynak: https://www.gov.uk/

Reform Partisi’nden “kalıcı oturumu” kaldırma vaadi

No comments

22 September 2025

İngiltere’de göçmen karşıtlığı ile bilinen ve şu anda anketlerde birinci sırada yer alan Reform UK partisi, göçmenlerin beş yılın sonunda elde ettiği süresiz oturum hakkını kaldırmayı vaat etti. Parti, planlarının kamu maliyesinde yüz milyarlarca sterlin tasarruf sağlayacağını savunsa da bu iddianın hiçbir bilimsel temeli bulunmuyor.

Reform UK, iktidara gelmesi halinde göçmenlerin Süresiz Oturum İzni (ILR) hakkını kaldıracağını açıkladı. Mevcut sistemde göçmenler beş yılın ardından süresiz oturum ve vatandaşlığa geçiş hakkı kazanabiliyor. Yeni planda ise göçmenler her beş yılda bir vize yenilemek zorunda kalacak.

Parti ayrıca İngiliz vatandaşları dışında kimsenin refah yardımlarına erişemeyeceğini belirtiyor. Reform UK, bu düzenlemelerin kamuya maliyetinin önümüzdeki yıllarda 234 milyar sterlin azalacağını öne sürdü. Ancak Reform Partisi’nin bu hesaplamalarının hiçbir bilimsel dayanağı bulunmuyor.

Reform UK’in politika şefi Zia Yusuf, Telegraph gazetesine yazdığı makalede “Ucuz yabancı işgücü dönemi sona eriyor” ifadesini kullandı. Yusuf, bu düzenlemeyle yüz binlerce göçmenin oturum hakkını kaybedeceğini, sosyal yardımlara bağımlı olanların büyük kısmının gönüllü olarak ülkeyi terk edeceğini söyledi. Ayrılmayanların ise “kitlesel sınır dışı programı” çerçevesinde gönderileceğini belirtti.

Hükümet cephesinden ise planlara sert tepki geldi. Bir hükümet sözcüsü, Reform’un önerilerini “ucuz bir siyasi manevra” olarak nitelendirerek, mevcut sistemde yabancı uyrukluların sosyal yardımlara erişiminin zaten ciddi kısıtlamalara tabi olduğunu ve bunun daha da daraltılması için çalışmaların sürdüğünü vurguladı.

 



Stand Up to Racism etkinliği 23 Eylül'de Day-Mer'de gerçekleştirilecek

No comments

19 September 2025

Londra’nın Hackney bölgesinde faaliyet gösteren “Stand Up to Racism” hareketinin katılımıyla,  23 Eylül Salı günü saat 19.00’da Day-Mer Kültür Merkezi'nde ırkçılık ve faşizme karşı örgütlenme toplantısı gerçekleştirilecek.



Etkinlikte konuşmacılar arasında uzun yıllar milletvekilliği yapmış olan Diane Abbott MP ve yerel aktivist Samira Ali yer alacak. Katılımcılar, ırkçılığa ve göçmen karşıtlığına karşı yürütülen mücadelelerin nasıl daha güçlü bir şekilde örgütlenebileceğini tartışacak.

Toplantıda, göçmen topluluklarının ve yerel halkın bir araya gelerek son dönemde artan ırkçı, aşırı sağ harekete karşı dayanışmayı büyütmek hedefleniyor.

 “Stand Up to Racism” hareketi, Birleşik Krallık genelinde göçmen haklarının savunulması, İslamofobi ve ırkçı saldırılara karşı toplumsal tepkinin örgütlenmesi için uzun süredir eylemliliklerde bulunuyor. 

Etkinlik Detayları

  • Tarih: 23 Eylül Salı

  • Saat: 19.00

  • Yer: Day-Mer Kültür Merkezi

  • Adres: 16 Howard Road,  London, N16 8PU

  • Konuşmacılar: Diane Abbott MP, Samira Ali


Viyana'da Yeni Hayat: ALİ GEDİK'İN GÖÇ HİKÂYESİ BÖLÜM II (YOUTUBE VİDEOSU)

No comments

 Ramazan Yaylalı’nın Ali Gedik’le gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci ve son bölümünde göçmenliğin zorlu ilk yıllarını geride bırakan Ali Gedik’in Viyana macerasına tanıklık edeceksiniz.



Gedik, Viyana’da kendi deyimiyle bir süre “gurbet içinde gurbet” yaşasa da kısa sürede Viyana’ya adapte olup burada bir gençlik merkezinde sosyal danışman olarak çalışmaya başlayacak ve bir dizi tesadüf sonucu Şivan Perwer’le tanışacak, bu tanışıklık bir dostluğa dönüşecek ve kendisiyle Avusturya’da birçok konser organizasyonuna imza atacaktır.

Bu söyleşinin başlıkları şöyle; 👉 Ali Gedik’in zorlu evlenme macerası… Dört defa istemelere gitmelerine rağmen kaynanasının kızını vermek istememesi. 👉 Müstakbel eşiyle paspas altına mektup bırakmak suretiyle uzun süre yazışmaları… 👉 1983’de eşi Sevim’i başka bir şehre kaçırması… Eşinin deyimiyle “sen kaçırmadın, biz birlikte kaçtık!” 👉 1986’da kızları Orkide’nin doğması. 👉 1989’un sonunda zorlu mücadelenin sonucunda Avusturya vatandaşlığını alması. 👉 Mücadele arkadaşlarıyla, Türkiye’deki sorunlar dışında Avusturya’daki sorunlara da eğilme gerekliliği konusunda yaşadığı çatışmalar… 👉 1990, Ekim’inde Avusturya’da genel seçimler öncesinde kendisine Yeşiller’den adaylık teklifinde bulunulması. Bulunduğu siyasi yapının bu teklifi “burjuva partisine girelim, belki bize bir faydası olur” şeklinde karşılaması. 👉 Bir göçmen olarak Yeşiller Partisi’nden ikinci sıra aday gösterilmesi. 👉 “Eyaletteki oy oranı düşünüldüğünde ben milletvekili olamazdım, ama bir göçmen olarak ikinci sıradan aday gösterilmem sembolik olarak müthiş bir mesajdı.” 👉 Adaylığına ilişkin olarak Avusturya basınının ırkçı neşriyata başlaması… Bir göçmen işçinin aday olmasına, onları temsil edeceğine tahammül edememeleri. 👉 Gelen tepkiler üzerine Yeşiller Partisi’nin Ali Gedik’ten geçmişini inkar eden ve ortamı yumuşatacak bir açıklama istemesi. Bunun üzerine adaylıktan çekilmesi. 👉 Bu adaylığı nedeniyle iki seneye yakın süre iş bulamaması… 👉 Bunun üzerine Voralberg eyaletinden 1993’te Viyana’ya taşınmaya karar vermesi. 👉 “Viyana’ya geldiğim ilk yıl gurbet içinde gurbet yaşadım.” 👉 Voralberg ‘i özlemesi… 👉 1994’te Viyana’da bir gençlik kuruluşunda, gençlik danışmanı olarak işe başlaması… 👉 Fabrika işçiliğinden sosyal danışmanlığa gelmesi entegrasyon sürecini hızlandırması. 👉 Dönemin Viyana’da yaşayan göçmen gençlere ilişkin gözlemler… 👉Kürt siyasal hareketine yakın durması. 👉 Şivan Perwer’le ilginç tanışma hikâyesi… 👉2002’de Şivan Perwer’le Avusturyalı sanatçı Willi Resetarits ile ortak projede bir araya getirilmesi. Avusturya’da bir konser organizasyonu yapılması. 👉 Daha sonra bu birlikteliğin birçok verimli çalışmaya vesile olması…




İngiltere - Fransa arasındaki göçmen anlaşmasında hukuksal kriz

No comments

17 September 2025

İngiltere ile Fransa arasında imzalanan göçmen iade anlaşması, daha başlamadan ciddi engellerle karşılaştı. Londra’daki Yüksek Mahkeme, 25 yaşındaki Eritreli bir gencin Fransa’ya gönderilmesini geçici olarak durdurdu. Sığınmacı genç, Libya’da modern kölelik ve kötü muameleye maruz kaldığını öne sürerek koruma talep etti. Mahkeme en az 14 günlük bir durdurma kararı vererek, iddiaların araştırılmasına fırsat tanıdı.



Hükümet açısından bu karar, planlanan "bir giren, bir çıkan" iade uçuşlarının başlamasını geciktirdi. Aslında yetkililer, bu hafta boyunca Fransa’ya düzenli uçuşlar yapılmasını bekliyordu. Ancak modern kölelik ve insan ticareti yasalarının devreye girmesi, sürecin düşündüklerinden çok daha karmaşık olduğunu gösterdi.

Home Office’in kendi insan ticareti biriminin, Eritreli gencin iddialarını zayıf bulmasına rağmen, kararın kesinleşmemiş olması büyük bir açmaz yarattı. Mahkeme sürecinde bakanlığın kendi uzmanlarının da bu gencin Fransa’dan başvurusunu sürdürmesinin beklenmeyeceğini belirtmesi, hükümetin pozisyonunu daha da zayıflattı. Bu nedenle sabah uçağıyla gönderilmesi planlanan yolcu, son anda listeden çıkarıldı.

Siyasi açıdan risk büyük. Zira hükümetin kendi avukatları bile, bu tür engellemelerin caydırıcılık etkisini ortadan kaldırabileceğini mahkemede dile getirdi. Nitekim benzer iddiaları olan pek çok göçmenin, süreci aylarca hatta yıllarca uzatabileceği endişesi var. Muhalefetteki Muhafazakârlar, gelişmeyi hükümetin yetersizliğinin kanıtı olarak gösterirken; iktidar ise anlaşmanın tamamen çökmediğini, ama sürecin kolay olmayacağını kabul ediyor.

Yeni İçişleri Bakanı Shabana Mahmood, göreve başlar başlamaz yasa dışı göçle mücadelede "ne gerekiyorsa yapılacak" demişti. Ancak ilk büyük sınavında karşılaştığı bu hukuki engel, hem bakanın hem de hükümetin göç politikasındaki kararlılığını test ediyor. Önümüzdeki haftalarda Fransa’ya iadelerin başlayıp başlamayacağı, bu sürecin en kritik sorusu olacak.

Kaynak: BBC

Göçmenlik; “mutlak yalnızlık içinde parasızlık”

No comments

 Murat Sevinç, Hey Garson’da “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenleri ve dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

Tuncay Bilecen 

                                                




              

 
Murat Sevinç’in 90’lı yılların ilk yarısında Londra’ya dil öğrenmek amacıyla gittiği döneme ilişkin gözlemlerine yer verdiğ Hey Garson adlı kitabından Can Öktemer’le bu konuda yaptığı röportaj vesilesiyle Londra’da doktora sonrası araştırma yaptığım sırada haberdar oldum. Yirmi beş yıl önce, akademisyen olmayı kafasına koyan yirmili yaşlarındaki bir gencin hocasının nasihatını dinleyip dil sorununu halletmek için Londra’nın yolunu tutması ve burada yazarın kendi ifadesiyle “herkesin yaşayabileceği türden, son derece sıradan hikâye”leri gazete yazısı olarak kaleme almasıyla başlıyor kitabın serüveni. Aradan geçen çeyrek asır sonrasında hikâyelerin güncel hale gelmesinin nedeni ise Türkiye’nin yeni göç iklimi… Gezi olaylarıyla başlayan ve 15 Temmuz’la zirveye çıkan “bu ülkeden artık kaçmak lazım furyası”na yönelik bir deneyim aktarımı ve tavsiyeler olarak da okunabilir kitap.

 

TÜRKİYE’Yİ TERK ETME İSTEĞİ

Türkiye’den kaçıp gitmek isteği son birkaç yılda özellikle orta sınıfların ana gündem maddelerinden biri. Bu konuda yapılan akademik çalışmalarda Türkiye’nin istikrarsız politik yapısı ve kendilerini kısıtlanmış hisseden kesimlerin varlığı kadar bu kesimlerin çocuklarının geleceğine ilişkin kaygıları da göç etme nedenleri olarak öne çıkıyor. Sevinç, günümüz dünyasında geçmişe kıyasla mobilize olmanın kolaylığını vurguladıktan sonra kaçıp gitme isteğinin nedenlerini şu şekilde ifade ediyor: “Koca memleket bu niteliklerden ibaret değil kuşkusuz, ancak iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hâle geldi; şirretliğin, kibrin, duyarsızlığın ve kinin, tozu kiri altında.  (…) Sıkıldı çocuklar. Daha fazla imkân var artık ellerinde. Burada bir gelecek görmüyorlar. Bana kalırsa hatalı ve fazla aceleci bir öngörü bu, ama hâl böyle. Yalnızca iş güç seçeneklerinden söz etmiyorum. Eğitimli orta sınıfın yaşam tarzı kaygısı, başlıca umutsuzluk nedeni. Gezi eylemlerindeki ‘bana karışma’ talebinin temsilcilerinden söz ediyorum. Türkiye’ye bakınca tarikatları ve eli palalı serserileri görüyorlar. Kaba sabalık, nobranlık, hoyratlık görüyorlar. İnşaat, top toprak görüyorlar. Trafikte kırmızı ışık yanınca duracak kadar olsun ‘uygarlaşmayı’ reddedenleri görüyorlar.” (s. 75)

Gençlerin çareyi ülkeyi terk etmelerinde bulmalarını Türkiye’ye özgü sebeplerle sıralayarak anlamaya çalışan yazar, kendi kişisel tarihinden verdiği örneklerle kaçıp gitmenin bir kurtuluş olamayacağını kaçılan yerde yaşanacak olası güçlükleri de vurgulayarak anlatıyor.  Bu yüzden daha kitabın başında şunu söylüyor: “Bugün sıklıkla dile getirildiği gibi ‘Türkiye’den kaçmak’ için değil, aksine bir an önce memlekete dönüp istediğim işi yapabilmek için gittim Londra’ya.”  (s.12).

 

“MUTLAK YALNIZLIK İÇİNDE PARASIZLIK”

Zincirleme bir etkileşimle eğitimli kesimlerin bir bir ülkeyi terk etmesinin geride kalanlarda yaratacağı hayal kırıklığı ve ülkenin böylece çoraklaşacak olması kitabın izleğinde yer alan diğer bir husus. “Taş yerinde ağırdır” mesajını örtük alarak kitabın genelinden alıyor okur. Murat Sevinç, Robert Fisk’le tesadüfen tanışmasını ve Fisk’in kendisine bu minvaldeki sözlerini de kitaba konu ediyor: “Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. ‘Eğer burada kalırsam, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin’ dedi. Şunu ekleyerek; ‘İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.’” (s.72)

Bir buçuk yıllık “göçmenlik” deneyiminin dil öğrenmek, farklı kültürlerden insanları tanımak kadar yazara kattığı bir şey daha var, o da zor koşullarda hayatta kalmayı öğrenmek olarak ifade edilebilir. Bu, bir bakıma göçmenliğin kısa süreli bir tatbikatını yapmak anlamına geliyor. Dil bilmeyen, paraya çevirecek bir vasfı olmayan ve kaçak olarak çalışmak zorunda  kalan milyonlarca göçmenin yaşadıklarının bir benzeri… Yazar bunu Türkiye’de tecrübe edilenle kıyaslayarak “mutlak yalnızlık içinde parasızlık” olarak ifade ediyor: “Orada deneyimlediğim parasızlık, Türkiye’dekinden farklıydı. Burada, başınız sıkıştığında birine gider, borç bulamazsanız bile hiç olmazsa çay kahve içip sohbet edersiniz. Yurtdışında yoksulluğun ileri bir evresi olan, ‘mutlak yalnızlık içinde parasızlık’ duygusuyla tanıştım. İlk zamanlarda en yoğun hissettiğim duygu buydu. Yalnızlık.” (s. 50)

 


“HAYATTA KALMAK İÇİN ÇALIŞMALIYIM”

Dil kursunun ücretini ve kaldığı süre içindeki masraflarını çıkarmak için neredeyse haftanın her günü çalışmak zorunda kalan yazar, bu sayede Londra’daki restoranlarda çalışanların koşullarına ilişkin gözlem ve kıyaslama yapma imkânı da buluyor. “Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada, akıl almaz bir biçimde emeğimin karşılığı olan bahşişler garsonlara verilmiyordu.” (s. 40). Bu kısımda üstü kapalı olarak Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomiye de değinilmiş oluyor; çünkü etnik ekonomiler bir bakıma yeni gelen göçmenlerin hayatta kalmaları için bir sığınak görevi görürken bu ekonominin hızla gelişmesini sağlayan ucuz ve uysal emeği de kolayca bulmuş olurlar. “Orada çalıştığım beş buçuk ay boyunca, iki hafta dışında verilen yemek, pilav ya da makarnaydı. Dedim ya, adamcağız nereden sömüreceğini bilemez hâldeydi. (…) Üç beş kez et yemeği verildiğini hatırlıyorum; o da Ramazan ayındaydı. Müslüman ya bizimki, insafa gelmişti demek ki!” (s. 41).  


Etnik ekonominin içerisinde işletme sahibi olarak çalışmanın da kendine özgü zorlukları vardır. Göçmenliğin ilk yıllarında edinilen “hayatta kalmak için çalışmalıyım” motivasyonu bir süre sonra bir yaşam tarzı haline gelebilir. Aslında böylece göçmen beraberinde getirdiği ne kadar yaratıcı özellik varsa onları körlemekle meşguldür, çünkü ayakta durmaya çalışmaktan kendini gerçekleştirmeye zaman bulamamaktadır. Bu tür özellikleri yoksa bu sefer istikameti para kazanmaktan ibaret olan bir yaşam tarzını benimseyecek, bu defa bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma ve para kazanma hırsı esir alacaktır göçmeni. Murat Sevinç’in tanıdığı restoran sahiplerinden biri de böyle biridir, onlar sıfırdan başlayan ve belli bir servet eden göçmenler gibi yaşamlarını sürekli ertelemekle meşguldürler. Yıllar sonra ziyaret ettiği “patronunu” yine bıraktığı yerde bulur: “Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?” (s. 57).

           

MUTLAK YALNIZLIK

Bunun bir başka yansıması ise göçmenliğin cefa döneminden sefa dönemine geçenlerin bir başka deyişle sınıf anlayıp da bilinç olarak sınıf atlayamayanların başarı öykülerini her önüne gelene bıkmadan usanmadan anlatmalarıdır. “Biz de sıfırdan başladık ve bu hallere geldik” temalı hikâyeyi defalarca dinleyen kişinin ilk defa dinlemiş gibi tepki göstermesi teamüldendir. Kitabın yazarının yolu böyle Türkiyeli bir işverenin sahibi olduğu zincir restoranlardan birine düşer. “Dedikodu gibi olacak ama bu Türk lokantasının sahibi, haftada iki üç kez çalışanlarını toplayıp hayat hikâyesini anlatıyordu. Kabul, sıfırdan başlayıp olağanüstü başarıya ulaşmış. Etkileyici bir yaşamı vardı var olmasına da, bir kez dinleyince anlaşılan bir hikâyeyi defalarca dinlemek bezdiriciydi. O da öyle tatmin oluyordu belli ki.”  (s. 66).

Londra göçmenler açısından ilk yıllarda yaşamanın bir zor olduğu bir şehir olduğu kadar çok kültürlü yaşam tarzıyla bir o kadar da renkli bir şehirdir. “Mutlak yalnızlık” olmasa Londra’nın yoksulluğu daha bir dayanılabilir yoksulluktur. “Orada yaşadığım süre içinde, elimden geldiğince yararlanmak, görmek ve duymak gibi bir hevesim vardı. Tüm bunları, ayda kırk sterline, bolca yürüyerek ve sonrasında çalınacak bisikletim sayesinde yapabiliyordum.” (s. 42).

“Hey Garson”da yirmili yaşlarda Londra’nın çok kültürlü dünyasına ayak basan bir gencin farklılıkların birarada yaşamasına ilişkin deneyimine de yer veriliyor:  “Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii, her ne demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün! Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi biliyordu ama herkes biliyormuş gibi davranıyordu! (…) Oysa Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü olabileceği, özgürce dile getirebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım. Hatta, anlamakta zorlandım. (s. 55).

 

ASGARÎ NEZAKETTE BULAŞABİLMEK

Kitap, sadece “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenlere seslenmiyor. Dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson’da Türkiye’de sosyal hayatta gördüğümüz nezaketsizliklere dair de “karşılaştırmalı dokundurmalar” yer alıyor. Murat Sevinç, ısrarla bu kabalık meselesini gündemde tutuyor. Bir taraftan da Türkiye’de kamusal alanda şahit olduğu tatsızlıkları böylece gündeme getiriyor.  “Bir de tabii, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ ifadeleri. İlk paragrafta, Türkiye’deki garsonlar kim bilir neler çekiyor, demiştim ya, işte o mevzu. Dilin ve davranışın parçası bunlar. Ben garsonlara nasıl davranılması gerektiğini ve Türkiye halkının bu konularda ne denli vahim durumda olduğunu Londra’da fark ettim. Vahametin çok önemli bir nedeni, her zaman altını çizmeye çalıştığım, karşısındakini ‘eşit kabul etmeme’ sorunundan kaynaklanıyor. (…) Türkiye’deyse ortalama bir lokanta müşterisi, garson yokmuş gibi davranır. Akıl almaz bir durum bu. Konuşmaz, teşekkür etmez, ‘lütfen’ demez, vesaire. Türkiye’de lokantaya gitmek, hele ki alışık olmadığınız bir mekânsa, pek çok açıdan eziyet aslına bakılırsa ancak beni en çok rahatsız eden ve sinirlendiren şey, müşterilerin garsonları görmezden gelmeleri. (s. 34).  Türkiye’de servis sektöründe çalışan insanların görmezden gelinmesine, kamusal alanda insanların birbirleriyle eşit ilişki kuramamasına birçok yerinde değiniliyor kitabın. “Bu yazı bir öneriyle, ricayla bitsin. Hani torun tombalak AVM’ye gidiyor ve acıkınca üst kattaki atıştırmacılara oturuyorsunuz ya… Hani siz o koridorlarda köftenizi yerken, çevrenizde üniformalar içinde birileri dolaşıyor, tepsilerinizi alıp götürüyor ve sonrasında sizin döküntülerinizi temizliyor… Hatırladınız mı o üniformalı kadın ve erkekleri? İşte o kadın ve erkekler bir iş yapıyorlar ve sizlerle eşit yurttaşlar. Bir gün olsun, o insanların ‘var’ olduklarını fark edip ‘merhaba’ diyebilir, teşekkür edebilir, hâl hatır sorabilirsiniz. Hiçbir farkınız yok. Eşitsiniz. Başka işler yapıyorsunuz yalnızca.”(s. 70).  

 Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

 

·       Bu yazı Göç Dergisi’nin Ekim sayısında kitap kritiği olarak yayınlanmıştır.

 

Yazar              :           Murat Sevinç

Kitabın Adı    :           Hey Garson!

Yayınevi         :           April Yayınları

Basım Yılı      :           2018

Sayfa Sayısı   :           99


 

 

Avustralya’da göçmen krizi büyüyor

No comments

07 September 2025

Avustralya’da pandemi sonrası artan göç rakamları siyasette tartışmaları alevlendirdi. Uzmanlar, hükümetin net bir göç planı sunmamasının yanlış bilgilendirmeleri ve aşırı görüşleri güçlendirdiğini söylüyor.



Tüm dünyada güçlenen aşırı sağın en önemli argümanı olan göçmen karşıtlığı Avustralya'da da karşılık bulmaya başladı. Avustralya’da son yıllarda yükselen göç rakamları kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açıyor. 2022 sonrasında net göçte yaşanan artış, özellikle konut kriziyle birlikte birçok kesimde tepkilere neden oldu. Ancak uzmanlar, pandeminin ilk döneminde göçün negatif seyrettiğini ve uzun vadede rakamların geçmiş yıllardan çok da farklı olmadığını hatırlatıyor.

Göçmenlerin konut fiyatlarını artırdığı yönündeki iddialara karşı çıkan ekonomistler, asıl sorunun onlarca yıldır süregelen yapısal konut yetersizliği olduğunu belirtiyor. İşgücü piyasasına bakıldığında da göçün olumsuz etkisine dair veri bulunmadığı vurgulanıyor. İşsizlik düşük seviyelerde seyrederken, işverenler hâlâ inşaat, yaşlı bakımı ve bilişim gibi alanlarda ciddi eleman açığı bulunduğunu dile getiriyor.

Buna rağmen hükümetin göç politikalarında net bir yol haritası ortaya koymaması, eleştirilerin odağında. 2023’te Labor hükümeti “ilkelere dayalı” kapsamlı bir plan sözü vermiş olsa da bugüne kadar somut bir adım atılmadı. İçişleri Bakanı Tony Burke yalnızca daimi göç kotasını sabit tuttuğunu açıklarken, Hazine Bakanı Jim Chalmers net göç rakamlarının bir hedef ya da tavan olmadığını ifade etti.

Göç uzmanı Abul Rizvi ve KPMG’den ekonomist Terry Rawnsley ise bu yaklaşımın boşluk yarattığını ve aşırı sağ söylemlerin güçlenmesine zemin hazırladığını düşünüyor. Uzmanlar, Avustralya’nın ekonomik ihtiyaçlarını, konut kapasitesini ve toplumsal dengeleri gözeten, şeffaf ve bilimsel temelli bir göç politikasına ihtiyaç duyulduğunu vurguluyor. Böyle bir planın, toplumda bölünme yerine ortak faydayı öne çıkarabileceği belirtiliyor.

Nihayetinde göçmenlerin Avustralya’ya sağladığı katkılar inkar edilemezken, belirsizlik ve plansızlık toplumsal huzursuzluğu körüklüyor. Uzmanlara göre, siyasi cesaret gösterilerek hazırlanacak kapsamlı bir göç stratejisi, ülkenin en önemli sorunlarından biri olan konut ve işgücü dengesini çözmede anahtar rol oynayabilir.


Kaynak: The Guardian

 

Göçmenlikte orta yaş krizi

1 comment

04 September 2025

 Göçmenler ekonomik anlamda tam rahata erdikleri ve bulundukları ülkeye uyum sağladıkları bir dönemde kendilerini sorgulama sürecine girebilirler.



Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com

Göçün ilk yıllarında ekonomik, sosyal ve kültürel birçok sorunla boğuşan kişi yaşama dört elle sarılabilir. Bu biraz da mecburiyetin verdiği direngenliktir. Bir görüşmeci şöyle açıklamıştı bu durumu: “o kadar yoğun çalışıyordum ve o kadar yalnızdım ki ilk yıllarda hasta olmaya bile cesaret edemedim!”

GÖÇMENLİKTE ORTA YAŞ KRİZİ

Göçün ilk yıllarında çile çekeceğini bile bile yola çıkan göçmen önüne çıkan zorluklar karşısında bildiği örneklerden cesaret alarak kendisini bu günlerin geçici olduğuna ikna etmekte, bu da onda hayata tutunma konusunda bir kararlılık ve direnç oluşturmaktadır. Bu yüzden çoğu görüşmeci yıllar sonra “şimdi geri dönüp baktığımda o zor koşullarda beni ne ayakta tutmuş, merak ediyorum” diye sormadan edemez.

Benim “göçmenlikte orta yaş krizi” olarak tanımladığım durum ise tam da kişinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşıladığı noktada başlıyor. Bunu Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle de açıklayabiliriz. Artık fizyolojik, güvenlik, sosyal gibi ihtiyaçlar karşılansa da değer verilme ve kendini gerçekleştirme konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Ne de olsa göçün ilk yıllarında hayatta kalma mücadelesi vermekten, ekonomik problemlerle ve uyum sorunlarıyla boğuşmaktan kendi içine ayna tutmak için vakit bulamamıştır kahramanımız. 



"NEŞE KARABÖCEK DİNLEMEYE BAŞLADIM"

 İşler tam anlamıyla yoluna girdiğinde ise derin bir sorgulama süreci başlayabilir. Bu da kendi kültüründen insanlarla daha fazla sosyalleşmek, daha fazla kendi memleketine ilişkin filmler, diziler izlemek, şarkılar dinlemek, memleketi daha fazla ziyaret etmek şeklinde tezahür edebilir. 

Bir görüşmeci bu bakımdan kendisinde gözlemlediği değişim sürecini şu şekilde ifade etmekteydi: “Türkiye’deyken hiç dizi izlemiyordum. Dizi izlemeye başladım. Yabancı müzik dinliyordum. Burada birdenbire Neşe Karaböcek dinlemeye başladım.”



"TÜRKİYE'Yİ ÇOK ÖZLEMEYE BAŞLADIM"

Londra’nın kültürel hayatını son derece renkli ve hareketli bulan, bir başka görüşmeci ise son yıllarda benzer bir değişim içine girdiğini ifade etmektedir: “Türkiye’yi çok özlemeye, oturup her gün Türk haberlerine bakmaya ve Türkiye politikasını takip etmeye başladım. Müzik dinlemeye, dizi seyretmeye başladım. Ara sıra film seyrediyorum Yeşilçam’ın eski dönem filmlerini. Oturup Hababam Sınıfı izliyoruz. Türk dizisi izlemeye başladığımı söylemeye utanırım, çünkü hep dalga geçerdim herkesle. Neden bilmiyorum. Bunlar son iki seneden beri böyle…”

KÖKLERE DÖNME

Bu dönemde, “köklere dönme” duygusuyla kişi birdenbire kendi kültürüne daha fazla ilgi duyar ve arkadaş çevresini de topluluk üyelerinden seçmeye başlar. Oysa göçün ilk döneminin ardından kendi toplumundan biraz uzaklaşma kararı alan da aynı kişidir. Bu sefer yıllar sonra yeniden “yuvaya dönüş” yaşanır. 

Yine bir görüşmeciye kulak verelim: “Bir ara arkadaşlarım hep İngiliz’di. Özellikle ben onun için uğraştım. Şunu fark ettim yaşım ilerledikçe Türklere dönmeye başladım ve şu anda en yakın arkadaşların kimler dersen, Türkler derim sana. (…) Bir anda bir özlem başladı. Ölüp gideceğim ama ailemi, dostlarımı göremiyorum. Onlarla vakit geçirmek istiyorum. Aynı dönemde anneannemi kaybettim. O kadar üst üste geldi ki.”


SUÇLULUK DUYGUSU

Göçmenlikte orta yaş krizinin bir başka görünümü ise kişinin kendisini suçlu hissetmesidir. Bu suçluluk duygusu “acaba kendi hayatımı heba mı ettim?” korkusundan beslendiği gibi Türkiye’de bırakılan aile bireyleriyle, tanıdıklarla yakından ilgilenememe kaygısıyla da dışa vurulabilir. İlkinde her şeye geç kalındığı, artık trenin kaçtığı kaygısı yaşanır, ikincisinde ise "ailemi yalnız bıraktım" kaygısı. Bu ruh halinin neticesinde ani geri dönüş kararları alınması sıkça rastlanılan bir durumdur. Bu karar çoğu zaman hayata geçirilemese bile göçmenin zihninde ve dilinde hep yankısını bulur. Öte yandan, göçmenlikte orta yaş krizi kendini yeniden bulmak ve yaratmak için bir imkândır aslında. Bu imkânı bilinci ölçüsünde zorlayarak kişinin hayatında yeni bir sayfa açması, kendini gerçekleştirme yönünde esaslı adımlar atması da mümkündür.


👉Kaynak: Tuncay Bilecen, Politik Sığınmacılardan Ankara Anlaşmalılara: Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler

 


ABD'nin sınır dışı ettiği göçmenler Ruanda'ya ulaştı

No comments

01 September 2025

ABD ile Ruanda arasında yapılan tartışmalı sınır dışı anlaşması kapsamında ilk grup göçmen Ruanda’ya ulaştı. 



Göçmen karşıtlarının Ruanda sevdası bitmiyor. Ruanda daha önce de 2022’de İngiltere ile benzer bir anlaşma yapmış, ancak bu plan İngiltere’de hükümet değişikliğiyle iptal edilmişti.

Ruanda hükümet sözcüsü Yolande Makolo’nun açıklamasına göre, ABD’den gönderilen yedi kişi ağustos ortasında Kigali’ye geldi. Bu kişilerden üçü kendi ülkelerine dönmek isterken, dördü Ruanda’da kalıp yeni bir yaşam kurmayı tercih etti.

Ruanda, 5 Ağustos’ta yaptığı duyuruda ABD’den 250 kişiye kadar kabul edebileceğini, ancak her bir başvuruyu tek tek onaylama hakkına sahip olacağını açıklamıştı. İlk gelenlerin, uluslararası bir kuruluş tarafından sağlanan konaklama imkanına yerleştirildiği ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM) ile Ruanda sosyal hizmet birimlerinin ihtiyaç tespitinde bulunduğu bildirildi.

Makolo, anlaşmanın Ruanda’nın kendi göç ve mülteci deneyimlerinden kaynaklandığını söylese de, yerel aktivistler bu adımın esasen ekonomik ve siyasi çıkarlarla bağlantılı olduğunu ifade ediyor. Anlaşmanın, Ruanda’nın hem maddi gelir elde etmesini sağladığı hem de Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki (DKC) barış görüşmelerinde Kigali’ye avantaj kazandırdığı öne sürülüyor.

Trump yönetimi ise üçüncü ülke anlaşmalarını, bazı devletlerin kendi vatandaşlarını kabul etmeyi reddetmesi nedeniyle gerekli gördüğünü savunuyor. 

Kaynak: The Guardian

Göçmenler ve “Bodyshaming”

1 comment

29 August 2025

Ramazan Yaylalı

“Görünmenin” o dayanılmaz ağırlığı!


Alman haftalık gazetesi “Die Zeit” yine ilginç bir söyleşiye sayfasında yer vermiş. Söyleşinin merkezinde Ortadoğu kökenli üç göçmen genç kadın var:  Özlem, Nika ve Yasemin'e mahrem bir konu üzerinde fikirleri sorulmuş. Söyleşinin konusu, söyleşiye katılan ve Almanya'da yaşayan bu Ortadoğulu genç kadınların, çok ilginç bir nedenden ötürü kendilerini dışlanmış olarak görmesi. https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht[1]




Konuyu biraz daha açarsak; üç genç göçmen kadın, sahip oldukları vücut tüyleri -evet yanlış okumadınız- kara tüyleri yüzünden Alman toplumunda kendilerini dışlanmış hissettiklerini iddia ediyorlar.

Anlattıklarından son derece seküler ve modern bir hayat tarzına sahip olduklarını düşündüğümüz üç genç kadının, esmer tüyleri yüzünden ötekileştirilmeleri küçük ve ironik bir mesele gibi görülse de anlaşılan “Die Zeit” için durum pek de öyle değil.



Söyleşinin tümünü bu yazıda özetlemek mümkün olmadığı için söyleşiye katılan üç kadından biri olan İran asıllı Nika'nın anlattıklarına bir göz atalım. Nika söyleşide özetle şunları dile getiriyor. Orta okulda aşık olduğu Alman bir sınıf arkadaşının ona yaklaşarak bıyıklarının olduğunu söylemesi Nika'yı şok etmiş. O an gülüp geçmiş Nika, ancak okuldan sonra hemen annesiyle birlikte kozmetik ürünler satılan bir dükkâna gidip, kadınlar için üretilen tıraş bıçağını almış ve yüzündeki kara tüyleri yok etmeye çalışmış.

Tabii olay bununla da bitmemiş, Nika o günden itibaren vücut tüylerini düzenli olarak almaya başlamış ve mümkün olduğunca erkeklerle yan yana oturmamaya karar vermiş. Vücut tüylerini almaya üşendiği bazı günlerde ise kapalı uzun elbiseler giyerek vücut tüylerini kamufle etmeye çalışmış.

Yine bir yaz döneminde, annesiyle birlikte İran'a; yani memleketine gittiğinde, orada yaşayan kuzenlerinin de tıpkı kendisi gibi siyah tüylere sahip olduğunu fark etmiş, fakat bu konuda kuzenlerinin hiç bir komplekslerinin olmadığını, ayrıca bu durumun toplum içinde itici bir unsur ve kusur olarak görülmediğini fark edince çok şaşırmış. 

Gel zaman git zaman Nika bu gerçeği kabullenmiş ve içinde yaşadığı Alman toplumuna inat tüyleriyle, daha doğrusu bedeniyle barışık olmayı öğrenmiş. Hatta işi o kadar ileriye götürmüş ki, “Only Fans"te çıplak tüylü vücudunu sergilemeye kadar ileri gitmiş. Bu resimlerin altına yapılan yorumlar genellikle vücut tüylerini alması doğrultusunda oldukça sert ve onur kırıcı oluyormuş ama Nika mümkün olduğu kadar yorumlara aldırmamaya çalışmış. 

Daha sonrasında bu provokatif sergileme olayına başka bir mecrada;  Instragam'da devam etmiş. Kendini takip eden kitleyi provoke etmek adına tüylü kıllı çıplak fotoğraflarını eklemeye devam etmiş. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi resimlerin altına yapılan yorumlar artık o kadar sert ve iğrenç bir hale gelmiş ki, sonunda Nika bütün bu baskı ve sözlü şiddete dayanamayıp tüylü çıplak fotoğraflarını Instagram sayfasından silmiş. 

Ergenlik döneminde yaşadığı bu olaylardan sonra,  yani uzun zamanlar sonra, Nika vücut tüylerini tekrar almamaya karar vermiş ve herkese inat resimlerini yine aynı şekilde sosyal medyada yayınlamaya devam etmiş. Gittiği ortamlarda insanların ona tuhaf tuhaf bakmalarına artık aldırmadan kendini bu duruma alıştırmaya çalışmış. Toplumun onun hakkında ne düşündüğünü artık ciddiye almamayı öğrenmiş ve gerçek anlamda kendisi gibi olmayı, yani etnik kimliğinin bir parçası olan esmer bedeni ve tüyleriyle, toplumun ona dayattığı kalıplara sığmamak için bugüne dek savaşmaya devam etmiş.

Lookism

Nika'nın ve Nika gibi Ortadoğulu göçmenlerin etnik kimliklerinin somut simgesel parçası olan görünüşleri üzerinden yaşadığı ötekileştirme istisnai bir durum değil. Sahip olduğunuz görünüm ya da suret, size benzemeyen başka bir toplumda hangi etnik gruba ait olduğunuzu oldukça kolay deşifre eden bir etkendir. 

Dolayısıyla öteki ile karşılaşmada, ilk bakışta, göçmenlerin sahip oldukları kimliğin tarihsel bir parçası olan suretleri üzerinden hızlıca bir kategori (ve genellikle negatif bir şekilde) içine yerleştirilmeleri çok olağan bir durum haline geliyor -özellikle de Avrupa'da yaşayan Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenler için.- Yani burada “bodyshaming”in bir tür etnik-göçmenlik versiyonu ile karşı karşıyayızdır aslında.

“Suret” üzerinden sahip olduğunuz kimlik, hangi simgesel dünyaya ya da toplumsal değere işaret ediyorsa ona göre ya pozitif ya da negatif bir önyargı oluşturabilir. Eğer ortalama beyaz bir Avrupalı suretine sahipseniz,  bu yargılama ya da kategorileştirme pozitif bir yönde de tezahür edebilir. Sarı saçlı mavi gözlü Batılı birini anımsatıyorsanız bu negatif yargılamadan muaf kalma olasılığınız yüksek olabilir - en azından bir süre için-. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra mavi gözlü sarı saçlı mültecilerin Avrupa'da daha çok arzulandığını hatırlayalım.

Nika'nın sahip olduğu etnik-görünüm yüzünden kendisinin öteki tarafından negatif bir kategori içine sokulması sadece göçmenleri rahatsız eden bir mesele değil, daha doğrusu sadece göçmenlikle ilgili bir olgu değil. Çağımızda “görünüyorum, öyleyse varım” paradigmasının toplumsal kabulünden bu yana “nasıl göründüğümüz” toplumsal kimliği aşan benliğin bir parçası haline geldi.



Lookism çağında örneğin; obezite bir birey “bodyshaming” gerçekliği altında toplum içinde disiplinsiz, sağlıksız ve başarısız olarak kategorileştirilmesine neden olabiliyor.

Çünkü sahip olduğunuz imge; yani yaşadığınız toplumun standartları dışında kalıyorsa (obez olmanız, fit bir vücuda sahip olmamanız, belli bir güzellik standardına –“Schönheitsideale”- sahip olmamanız), uğrayacağınız ayrımcılık en az siyahi bir göçmenin ten renginden dolayı  yaşadığı ayrımcılık kadar sert ve şiddetli olabiliyor. 

Zira literatürde son elli yıldır oldukça geniş bir yer kaplayan ve "İdeal Beden/Güzelik/Bodyshaming/Selfoptimization" gibi olgular üzerine yapılan çok sayıdaki sosyolojik tez ve araştırmalara bakıldığında; bu meselenin öyle çok hafife alınmayacak bir mesele olduğuna kolaylıkla ikna olabilirsiniz. Dış görünüşün toplum içinde nasıl önyargılı bir algıya yol açtığına dair çok sayıda araştırma söz konusu. 

Bahsi geçen araştırmalara bir örnek olarak; Alman ulusal Kanalı SWR bu konuyu "Body-Shaming“[2] başlığı altında elle alırken, Almanya'da belli bir standart-beden ölçüse sahip olmayan Almanların toplum tarafından dışlandığını iddia ediyor. SWR'nin iddiasına göre "obez bir bedene sahip olmak" genellikle Alman toplumunda tembellik, sağlıksız beslenme alışkanlıkları, karakter zayıflığı veya disiplin eksikliği ile eş anlamlı tutuluyor.

Arama motoru Google'a “Bodyshaming” yazdığınızda buna benzer pek çok akademik ve basında çıkmış makale ile karşılaşırsınız.

Kısacası, sahip olduğumuz görüntü postmodern bir dünyada benliğimizin artık çok önemli bir parçası. Bu gerçeklik altında "Beden/Görünüm" ya da "Suret" basit bir biyolojik nesneden çok postmodern bireyin kimliğinin parçası haline geliyor, tıpkı etnik ya da ideolojik kimlik gibi belli bir “Suret-İmgesinin” dolayımlı bir yoldan; yani söylemler üzerinden yeni bir “öznellik” dayattığı kesin.

Çünkü suret nesnel bir olgu olarak göz ile temas girdiği an yani bakışın çemberine girdiği an zihinde önceden yerleşik imgelerle özdeşleştirilerek nesnellikten öznelliğin bir parçası haline gelir. Yani görünüş ve onun yansıttığı ilk izlenim algıyla ilgilidir. Görünen neyse algı ona göre şekil alır, en azından ilk etapta.

Göçmen birey taşıdığı bu imge yüzünden büyük Metropollerde bile anonim olamıyor, birey ise hiç olamıyor. O hep ötekinin bakışında beli bir sosyolojik kategori olarak damgalanmaya yazgılıdır.

Çünkü öteki ile derinden, yani öznel ilişki kurmak pek mümkün değildir. Herkesin anonim olduğu bir eko-sistemde iç dünyanızı analiz edecek ne zaman ne de mekan var olur, dolasıyla; görünen ne ise “gerçek” odur. Göçmenler ve toplumun arzuladığı belli bir ideal-imge çerçevesine girmeyen her birey bu önyargısal şiddete maruz kalır. 

Bazen metroya binerken, çok kısa bir iş için resmi bir daireye girerken, sokaklarda yürürken, daha önce gitmediğiniz bir kafeye girerken bile başınıza gelebilir.

Öyle ya, Berlin'de geleneksel bir “Gasthaus”a adımını atan siyahi bir gencin, sarışın mavi gözlü Alman garsonun beyninde ilk bakışta nasıl bir yargı oluşturduğunu tahmin etmek her halde çok zor olması gerek. Aynı şey tersi için de geçerli tabi.

Ve yine standartların üstünde ya da aşağısında bir beden (aşırı kilolu, obez) ölçüsüne sahip olan herhangi bir insanın tıpkı yukarıda değinildiği gibi ilk bakışta sağlıksız, tembel ve disiplinsiz olarak öteki tarafından nitelendirilmesi aynı mekanizmayı, yani beden üzerinde bir yargıyı; öteki hakkında negatif ya da pozitif bir fikri tetikler.

Yine çok güzel bir fiziğe sahip olan genç bir kadının ya da erkeğin, örneğin bir iş görüşmesine başvuru yapan diğer rakiplerine göre işe alınma olasılığının daha yüksek olmasının ana nedeni ötekinde yarattığı bu pozitif algı değil midir? Bu konuda sosyolog Catherine Hakim’in çalışmalarına bakılabilir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; postmodern bir dünyada görselliğin ve görünüşün sosyal statü açısından temel alınması, hem göçmenlerin hem de ortalamanın dışında görünüşe sahip olan İnsanların hayatlarında çok önemli bir yer kaplıyor. Anlaşılan o ki, “görünüyorum, öyleyse varım” paradigması uzun bir süre yaşamlarımızda yerini koruyacak gibi ...


Ramazan Yaylalı'nın tüm yazılarını okumak için tıklayın
http://www.bisikletligazete.com/search?q=Ramazan+Yaylal%C4%B1

[1] https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht

 

[2] https://www.swr.de/swr2/wissen/body-shaming-wie-dicke-menschen-diskriminiert-werden-104.html

 ......

Reform Partisi’nden 600 bin göçmeni sınır dışı etme planı

No comments

26 August 2025

Reform Partisi, gelecek seçimlerde iktidara gelmesi durumunda beş yıl içinde 600 bin göçmeni sınır dışı etmeyi planladığını duyurdu.



İngiltere'de göçmen karşıtlığıyla bilinen ve şu anda anketlerde birinci parti olarak görülen Reform Partisi lideri Nigel Farage, küçük teknelerle İngiltere’ye ulaşan kişilerin sığınma hakkı talep edemeyeceğini ve ülkeye giriş yapanların gözaltı merkezlerine alınarak geri gönderileceğini açıkladı. Plan, “Adaleti Geri Getirme Operasyonu” adıyla kamuoyuna tanıtıldı.

Parti, söz konusu süreç için 10 milyar sterlinlik bir bütçe ayrılacağını, bu kapsamda ülkelerle anlaşmalar yapılarak geri kabul programlarının oluşturulacağını belirtiyor. Reform, ayrıca Afganistan ve Eritre gibi ülkelere yönelik yardım ve ödeme paketleri hazırlamayı, anlaşma yapılmayan ülkelere ise yaptırım uygulamayı öngörüyor.

Reform’un açıklamasına göre 18 ay içinde kullanılmayan askeri üslerde 24 bin kişilik gözaltı merkezleri kurulması hedefleniyor. Bunun yanı sıra günde beş charter uçuşuyla sınır dışıların gerçekleştirilmesi, ayrıca Rwanda ve Arnavutluk gibi ülkelerle barınma konusunda iş birliği yapılması planlanıyor.

Muhalefet partileri ise Reform’un önerilerini eleştirdi. İşçi Partisi planı “uygulanamaz” olarak nitelendirirken, Muhafazakâr Parti benzer düzenlemeleri daha önce açıkladıklarını belirtti. Liberal Demokratlar ise planın detaylarının belirsiz olduğunu ve pratikte hayata geçirilmesinin güç göründüğünü dile getirdi.

Resmî verilere göre 2024’te Manş Denizi üzerinden gelen kişi sayısında önceki yıla göre yüzde 46 artış yaşandı. Aynı dönemde 111 bin sığınma başvurusu yapıldığı ve ülkede düzensiz göçmen sayısının 650 bini aştığı tahmin ediliyor.


Kaynak: BBC

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan