haber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
haber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İsmail Kaygusuz’un ardından: Kavga / Kervan dergilerinde Kaygusuz'un izleri

Hiç yorum yok

24 Nisan 2025

Alevilik üzerine birçok değerli çalışmaya imza atan İsmail Kaygusuz, 3 Şubat 2022’de İstanbul’da vefat etti. Bu yazıda, Kaygusuz’un Kavga ve Kervan dergilerinde yazdıkları üzerinden Alevilik düşüncesine yaptığı katkıya değiniyorum.

 Tuncay Bilecen

Kavga ve Kervan dergileri üzerine akademik çalışmalar yapana kadar İsmail Kaygusuz’u tanımıyordum. Daha sonra kendisiyle Emek Araştırmaları Vakfı’nın (EMAR) Londra’da düzenlediği Gaye Yılmaz söyleşisinde yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum Kaygusuz, bir hayata sığdırdığı onca çalışma, araştırma makale, kitap ve romana rağmen içten, mütevazı bir kişilikti.

Kavga ve Kervan’ın felsefi yükünü çekiyordu

Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) Londra kanadı tarafından Mart 1991 – Aralık 1998 tarihleri arasında çıkan (71 sayı yayımlanmıştır) Kavga ve Kervan dergilerinin politik yükünü Rıza Yürükoğlu (Nihat Akseymen) felsefi yükünü ise İsmail Kaygusuz sırtlıyordu. İsmail Kaygusuz, Alevilik konusundaki engin tarihi ve mitolojik bilgi birikimi nedeniyle derginin entelektüel ayağını oluşturuyordu.

İsmail Kaygusuz, dergideki yazılarında Alevilikle sosyalizm arasında tarihsel, sınıfsal ve diyalektik bağlar kurmuş ve Alevi kimliğinin İslamiyet’ten azade bir kimlik olarak tanınması için yaşamı boyunca uğraş vermiştir. Bu bakımdan Alevilik inancının müstakil bir inanç olarak tanınmasında, onu zengin tarihsel ve felsefi kökleriyle buluşturmada ve özellikle de yurt dışında yaşayan Alevilerin diasporik bir kimlik kazanmalarında Kaygusuz’un rolü yadsınamaz. Örneğin, Kervan dergisinin 24. sayısında, 1993’te İşçi Birliği’nin girişimiyle Londra’daki ilk cemi şöyle anlatıyor Kaygusuz: “İlk toplanan cemde, Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş, genç-yaşlı, kadın-erkek canlarda başlangıçta, uzun yıllar ceme katılmamış olmanın ya da ilk kez katılmanın verdiği bir heyecan, ürkeklik vardı. Ancak, cemde canların sorduğu sorulara Dede’den doyurucu yanıtlar geldikçe saatlerin ilerlemesine rağmen canların Dede’nin ağzından çıkanı can kulağıyla dinleme isteği daha ağır bastı. Cemevi’nin gerekliliği üzerine görüş birliği oluştu.” (Kaygusuz, Kervan 24, sy.16).



Londra’da ilk cemin yapılmasına ön ayak oluyor

1990’ların ikinci yarısından itibaren Alevi örgütlenmesinde yaşanan gelişmeler Alevilerin kamusal ve siyasal alanda görünür olmalarını sağlamıştır. Özellikle Almanya’daki Alevilerin örgütlenmesiyle başlayan görünürlük yurt dışında yaşayan diğer Alevileri de örgütlenme konusunda motive etmiştir. Bu dönemde Kaygusuz’un da yazılar kaleme aldığı Kervan dergisi Türkiye’de ve yurt dışında açılan cemevlerinin haberlerini okuyucuya duyurmakta, “Cemevlerimizi her yerde açacağız.”, “Nerede Alevi varsa orada Cemevi kuralım”, “Her semte cemevi, her hafta cem gerekli”, “Gençleri ‘cem ve kültürevi’ne çekelim” gibi başlıklarla cemevlerinin Alevilerin olmazsa olmazı olduğunu sürekli vurgulamaktadır.

“Sünnilikle, Aleviliğin ortak paydası yoktur”

Kaygusuz, Alevilik felsefesini materyalizmle ilişkilendirme eğilimindedir. “Sonsuz olan maddedir. Tanrı da uzay ve zaman gibi, maddenin bir varoluş biçimi olarak tanımlanamaz mı? Öyle ya da değil, ama tanrıyı en gelişmiş madde olan insanda varoluşa (yokoluşa) götüren Alevi-Bektaşi inancı, onun, maddenin dışında var olamayacağını ispatlamıştır (Kaygusuz, Kervan 58, sy.14). Aleviliğin materyalist düşünceyle ilişkilendirilmesi Sünni inancının ister istemez “metafizik” olarak kodlanmasına yol açacaktır. Bu da inanç felsefesi boyutunda Sünnilik ve Aleviliği iki zıt kutba yerleştirmek anlamına gelmektedir: “Alevilik inanç olarak dinin metafizik göğünde asılı duran değerlerin bazılarını reddetmiş, bazılarını ise yere indirip insanlaştırmış, maddeleştirmiştir. Bu nedenle, İslam metafizik değerlerinin kendi öz mantığı içinde, ‘vahiyle akıl arasında çelişki yoktur’ diyerek mantıkla bağdaşamayan ve aklı dine uyduran Sünnilikle, Aleviliğin ortak paydası yoktur (Kaygusuz, Kervan 70, sy. 3-4).

“Hak=Halk!”

Kaygusuz, Alevilik’i bir taraftan tarihsel kökleriyle buluşturmaya ve onu dünyevileştirmeye çalışırken bir taraftan da onunla İslami düşünce arasına mesafe koymaya çalışır. Bir yazısında “Enalhak” düşüncesine karşı çıkarak “Tanrı Halktır Halk da Tanrıdır” görüşüne varır. “Yolunu, süreğini unutmuş Cemevi’ne Cami gözüyle bakan; Cemlerde niçin Dede’nin önünde yeri öptüğünü, pirine mürşidine rehberine, musahibine, cem erenlerine neden niyaz ettiğini bilmeyen günümüz Alevilerinden bazıları da soruyor: ‘Allah insan, insan allahtır! Nasıl olur bu milyarlarca allah mı var?’ Bir Alevi bunu soruyorsa şeriatçıdan farklı düşünmüyor demektir. (…) Kaldı ki, “Hakk Halktır, halk da Hakk’tır belgisinden yola çıkmış olan, Hacı Bektaş Veli Hurdaname’sinde, ‘Şeriatta bu senin bu benim, Tarikatta hem senin hem benim, Hakikatta ise ne senin var ne benim. Cümle varlık Hakk’ındır, yani Halk’ındır’ buyuruyor. Demek ki, tasavvufta ve onun halka indirilmiş Alevilik inancında bu ‘dünyanın tek sahibi var: Hak=Halk! Ve bütün var olanlardan eşit biçimde yararlanılmalıdır” (Kaygusuz, Kervan 49, sy. 19).

Aleviliğin ve sosyalizmin özde bir olduğu görüşü Kaygusuz’un kaleminde Sol-Alevi ütopya diyebileceğimiz bir dünyanın yaratılmasına yol açmıştır. Örneğin “İşçiler ve Aleviler omuz omuza rıza şehrini kurmaya” başlıklı yazısında Marx, More ve Campenalla’dan yola çıkarak Alevi mitolojisinde kurulan “rıza şehri, “paranın geçmediği her şeyin rıza ile yapıldığı mülkiyetin olmadığı bir ütopya” olarak tasvir edilmektedir.



İşçi sınıfı ile Aleviliği musahip etme çabası

Kaygusuz Türkiye solunun Alevi inancına bakışını iki noktada eleştirir. Bunlardan ilki Alevi meselesinin görmezden gelinmesi ve geleneksellik olarak aşağılanmasıdır; ikincisi ise kendi toprağında yetişen muhalif, devrimci tarihsel damarın görmezden gelinmesidir. Kaygusuz’a göre Alevilerin muhtaç olduğu teorik yaklaşım zaten bu inançta mündemiçtir. “Aleviliğin ve Alevi toplumunun arzu ettiği dünyayı ve yönetimini, beş yüz yıl önce ihtilalci Kızılbaş siyaseti saptamıştır. Rıza şehri kurmak! Komünizmin ve komünistlerin de istediği bu dünyadır. Kızılbaşlığınızı yadsımayın ve ihtilalci Kızılbaş siyasetine sahip çıkınız! İşte bunun içindir ki ‘işçiler ve Aleviler yol musahibidirler’” (Kaygusuz, Kervan 55, sy.8-9). Alevilerin ve işçilerin yol musahibi olduğu görüşü Kaygusuz ve Yürükoğlu’un Kavga ve Kervan sayfalarında, konuşmalarında ve diğer yazılarında bıkmadan usanmadan tekrar ettikleri bir düşüncedir. Öyle ki dergide reklamı yapılan kasetler dahi “İşçi sınıfı ile Aleviliği musahip etmede mütevazi bir adım” şeklinde tanıtılır.

Alevilik ve sosyalizm arasındaki fikirsel akrabalık sadece tarihten örneklerle değil, güncel siyasî gelişmeler üzerinden de vurgulanmaktadır. Örneğin derginin 10 Eylül 1993’te düzenlediği panelin başlığı “Alevi işçi gönül gönüle”dir. Panelde “Alevi ve işçi yol musahibidir” ifadesi öne çıkartılır. Dergi çevresi, Alevilerin tarihsel, sınıfsal ve diyalektik bir zorunluluk olarak sosyalist mücadele saflarında yer almaları gerektiğini defalarca yinelemektedir. Bu adeta bir zorunluluktur. “Bugün Aleviliğin yer alabileceği tek siyasî platform vardır, o da sol düşüncedir” (Metin, Kervan 67, sy.7).



ALEVİLERE YAPILAN SALDIRILARIN KARŞISINDA YER ALIYORDU

İsmail Kaygusuz’un bir başka misyonu da Alevi topluluğuna yönelik fikri saldırılarla mücadele etmektir. Örneğin İzzettin Doğan’ın 17 Ağustos 1995’te Milliyet’te kaleme aldığı yazıya ilişkin şunları yazar: “Alevi İslam yoktur sayın Doğan, Alevilik vardır. İstanbul Belediye başkanının da (Tayyip Erdoğan) daha pek çoklarının da söylediği gibi ‘İslam demek Şeriat demektir.’ Alevi İslam da olmaz Alevi şeriatı da. Alevilik, İslamın materyalizme dönük yüzüdür. Alevilik İslam dininden çıkmış ama islamın kendisi değildir. İslamın insanı öne alan ve sevgiye, nesnel dünya yaşamına dönük yorumudur. (Kaygusuz, Kervan 53, sy.22). Kaygusuz, Alevilerin Sünni devletle hemhal edilme projelerine ve bu projelerin değişmez isimlerine yönelik tavrını her daim ortaya koyan biriydi. Cem Vakfı başkanı İzzettin Doğan’ın marifetiyle Alevilerin Diyanet’e bağlanma çabasına ilişkin olarak şunları yazmıştı: “Alevi burjuvazisinin kurduğu, sözcülüğünü ve başkanlığını Prof. İzzettin Doğan’ın yapmakta olduğu Cem Vakfı’nın bu toplantısı tesadüf olmadığı gibi, bilimsellikten de uzaktır. Alevi toplumunun kendisine ne icazet ne de yeti vermiş olduğu Prof. İzzettin Doğan, babasından kalan miras ve vasiyetle kol kola bulunduğu devlet tarafından ‘Alevi dedesi’ olarak atanmayı başarmış birisidir! O günden beri kendi kendini yetkili kılarak, Aleviler adına devletle uzlaşma pazarlıkları yapıyor.”, devlet eliyle toplanmak istenen Ehli Beyt kurultayına da karşı çıkarak Alevileri bu konuda uyarmaktadır. “Kapitalistinden, sağ-tutuculardan, dinci-milliyetçilere kadar çeşitli görüşlerdeki kişilerin devletin teşvik ve desteğiyle, hiç hakları olmadığı halde Alevilik adına oluşturdukları kurultay, ne Aleviliği ne de Alevileri hiçbir zaman temsil etmemektedir. (…) Bu kurultay aynı zamanda devletin, bazı sözde Aleviler aracılığıyla, Alevi toplumuna yaptığı tehdittir: bunlar gibi olacaksınız, yoksa ‘Kerbela vakaları’ yaşarsınız!” (Kaygusuz, Kervan 60, sy. 16).

“İncindiğimiz yerde inciteceğiz”

Kaygusuz, Alevi toplumunu, onları devletle hemhal etmeye çalışan, Alevi değerlerinin özünden uzaklaştıran “Alevilere” karşı uyarmayı kendisine bir nevi vazife edinmiştir. “Tüm Alevi – Bektaşi örgütlenmeleri, bu tehditten korkmamalı; devrimci saflarda birleşip toplumunu mücadeleye hazırlamalıdır. Hacı Bektaş Veli’nin ‘İncinsen de incitme sözü’, bireysel ilişkileri düzenleyen, dostlukları perçinleyen bir Alevi güzel ahlak kuralıdır. Ama Alevi – Bektaşi toplumsal hareket düsturu değildir. Bu inancı bin yılı aşkın süredir yaşanan zulme, baskıya ve eşitsizliğe başkaldırışıdır. Haksızlığa karşı direnmesidir. İncindiğimiz yerde inciteceğiz. Bu böyle biline! Bu toplum bir daha Çorum, Sivas ve Gazi gibi” Kerbela Vakaları’ yaşamayacak. Küfeli ihanetçileri de aralarında asla barındırmayacaktır.” (Kaygusuz, Kervan 68, sy.7). 

İsmail Kaygusuz, verdiği onca eserin yanı sıra, Türkiye sosyalist düşüncesini Aleviliğin değerleriyle buluşturma ve Alevileri  sosyalist mücadele saflarına katma konusundaki çabaları nedeniyle her zaman hatırlanacak…

 

 İsmail Kaygusuz’un araştırma-inceleme Kitapları:

  • Onar Dede Mezarlığı ve Şeyh Hasan Oner , Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul-1983
  • Musahiblik, Alev Yayınları, İstanbul-1991(genişletilmiş 2.Baskı, Alev Yay.İstanbul, 2004)
  • Alevilik’te Dar ve Pirleri, Alev Yayınları, İstanbul-1993
  • Alevilik İnanç Kültür ve Siyaset Tarihi I, Alev Yayınları, İstanbul-1995
  • Görmediğim Tanrıya Tapmam, 2.Baskı, Su Yayınları, İstanbul, 2009
  • Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yayınları, İstanbul-1998
  • Alevilik, Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul- 2004
  • Hasan Sabbah ve Alamut (Öğretisi,tarihi, felsefesi),  Su Yayınları,  İstanbul-2004
  • Anadolu Bilgeleri (Anadolu’yu aydınlatan düşün ve eylem adamları), Su Yayınları, İstanbul-2005
  • İslam İmparatorluklarında İktidar Mücadeleleri ve ALEVİLİĞİN DOĞUŞU, Su Yayınları, İstanbul-2005
  • Müslümanlık ve Hristiyanlığın İnanç Öğretilerinde ÖTEKİ GERÇEKLER, Su Yayınları, İstanbul-2006
  • Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Karacaahmet Sultan Derneği Yayınları, İstanbul, 2008
  • Makalat-ı Şeyh Safi, Alevi Akademisi Yayınları, Ankara, 2009
  • Ummü’l Kitab,  Demos Yayınları, İstanbul, 2009

Romanları:

  • Son Görgü Cemi (Roman), Alev Yayınları,  İstanbul- 1991
  • Kentin Kızı PLANKİA MAGNA (Roman), Alev Yayınları, İstanbul-1997
  • Perge’nin Kızı Plancia Magna (Tarihsel roman), 2.Baskı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2008
  • SAVAŞLI YILLAR 1-2, Son Görgü Cemi/Çileli Günler (Roman), Alev Yayınları, İstanbul, 2006

Tiyatro Oyunları:

  • Silvanlı Kadınlar, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Satılık (Evlilik Oyunu),Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Kısır, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Pascal ile Stephanie (Paris’te bir Kafe Tiyatro’nun doğuşuna katkı), Alev Yayınları,  İstanbul-1999
  • Plankia Magna, Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Oğlan Şeyh Maşuki Duruşması,  Alev Yayınları, İstanbul-1999
  • Baba Erenler, Alev Yayınları,  İstanbul-1999
  • “Dünya mülkü halkındır”dedi Baba Resul, Alev Yayınları, İstanbul-2001
  • Arkeolog (Baskıya hazır)
  • İnsanoğlu Çifttir/July ile Jale (Baskıya hazır)              

Anı-Öyküler:

  • Darbe Günleri (Üniversite ve Bilim-Araştırma Çevresinden Yaşanmış Öyküler ve Anılar), Alev Yayınları, İstanbul-2001
  • Dünden Bugüne Alevi Olmanın Bedeli (Yaşanmış Öyküler), Alev Yayınları, İstanbul-2004
  • Şarabi Öyküler, Su Yayınları, İstanbul, 2008


Çeviri:

  • Karam Khella, (Çev.İsmail Kaygusuz), Tarihin Yeniden Keşfi ÜNİVERSALİST TARİH  Avrupa Merkezci Tarih Bilincinin Yıkımı, Su Yayınları, İstanbul-2005

 

Kaynakça:

Bilecen, Tuncay, (2020). The Struggle to Unite Diaspora Alevis and the Working Class: Alevism in the Kavga/Kervan Magazine. Kurdish Studies8(1), 91-112.

Kaygusuz, İsmail, (1993) “Londra’da ilk cem. Cem tutalım yola gidelim”, Kervan 23, s.16.

Kaygusuz, İsmail, (1996) “Makamı nazda Tanrıyı sorgulama eleştiri ve yoksama”, Kervan 58, s.14

Kaygusuz, İsmail, (1998) “Türk Müslümanlığı Çıkışıyla, Türk-İslam Sentezi Resmileşiyor (mu?)”, Kervan, 70, s.3-5.

Kaygusuz, İsmail, (1995), “Tanrının İnsanda Nesneleşmesi”, Kervan 49, s.15-19.

Kaygusuz, İsmail, (1995) “Aleviliğin ‘Ütopya’’sı: Rıza Kenti’nde Canı Cana Malı Mala Katmak”, Kervan 55, s.8-9.

Metin, İsmail, (1998), “Alevilik ve ‘sol’ bağlamı üzerine”, Kervan 67, s.7

Kaygusuz, İsmail, (1995) “Alevi toplumundan elinizi çekin”, Kervan 53, s.22-23.

Kaygusuz, İsmail, (1996) “Alevi İslam, Emevi İslam ve Diyanete yeni düzen”, Kervan 60, s.16-17

Kaygusuz, İsmail, (1998) “Alevi Bektaşi örgütlerinde yaşananlar ve Ehli Beyt Kurultayı”, Kervan 68, s.6-7

 https://www.biyografya.com/biyografi/10274

http://www.ismailkaygusuz.com/

 

Göçmen olmak: olan biteni ‘dışarıdan’ izlemenin ağırlığı

Hiç yorum yok

11 Nisan 2025

Türkiye’nin günden güne otoriterliğe savrulması nedeniyle son yıllarda birçok kişi çareyi ülkeyi terk etmekte buldu. Bu yazıda, son dönem göçlerin nedenlerini ve olup biteni dışarıdan izleyen göçmenlerin yaşadığı burukluğu tartışıyorum.

 Tuncay Bilecen




Tıpkı doğa kanunları gibi toplumsal yapıyı oluşturan koşullar da bazı kurallara tabidir. Örneğin siyasal iktidar otoriterleştikçe göç etme kabiliyetine sahip olan kesimler dalga dalga ülkeyi terk ederler. Bu, bazen daha iyi ekonomik koşullarda, daha sağlıklı bir toplumda yaşamak arzusuyla gerçekleşir bazen de güvenlik endişesi o kadar ağır basar ki kervan yolda düzülür misali, bir an önce kaçıp kurtulalım, sonrasına bakarız düşüncesi ağır basabilir.

Otoriter iktidarlar züccaciye dükkânına giren fil zarafetiyle menfaat gördüğü kurumları istila edip rant gördüğü alanları yağmalarken buna muhalefet edenler de eğer zindana düşmekten kurtulabilirlerse çareyi göç etmekte bulurlar. Böylece otoriter rejim kendisini tahkim ettikçe ülke yetişmiş insan gücünü yavaş yavaş yitirir, çoraklaşma ve yozlaşma adım adım her yere sirayet eder. Liyakat ortadan kalkar, nepotizm (ahbap çavuş kapitalizmi) yayılır, ekonomik, sosyal ya da beşeri sermayesi olmadığı için göç edemeyenler bile bir şekilde kaçıp gitmenin derdine düşer.

Sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu durum yurt dışında yaşayan hatırı sayılır diasporik toplulukların oluşmasına yol açmaktadır. Rusya gibi, İran gibi ülkelerde muhalefet artık sınırların dışında yapılıyor. Nedeni çok basit; çünkü içeride kimsenin sesini çıkarmaya cesareti ve mecali yoktur, ikincisi de bu ülkelerin muhalefetinin önemli bir kısmı zindanda değilse yurt dışındadır. Dolayısıyla siyasal iktidar, otoriterliğin cıvatalarını her sıktığında yurt dışında yaşayan ve artık diasporik nitelik taşıyan toplulukların hem çoğalmasına hem de hareketlenmesine neden olur.

Son beş yılda, Londra’da yaşayan Türkiye’den göç etmiş göçmenlerle yaptığım saha çalışmalarında “neden göç etme kararı aldınız?” sorusuna çok benzer cevaplar verildiğini fark ettim. Aile olarak göç edenler ağız birliği etmişçesine aynı cevabı veriyorlardı bu soruya: “çocuklarımızın geleceği için geldik!

ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ İÇİN GELDİK

Bir görüşmeci şöyle diyordu: “Ben çocuklarımın bu kadar siyasetin konuşulduğu bir yerde büyümesini istemedim. (…) Yani iki laf muhabbet ediyoruz, ondan sonra sözümüz Türkiye'nin siyasetine geliyor, ekonomisine geliyor. Bunları konuşmaman lazım. Sosyal bir devletsen bunları konuşmaman lazım.”

Başka bir görüşmeci ise Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan değişimin çocuklarının davranışlarına nasıl sirayet ettiğini ve bunun göç kararlarını nasıl etkilediğini şöyle anlatıyordu: “Çocuğumu devlet okuluna, anaokuluna gönderdim. Ama o sıralar dünyadaki ve Orta Doğu'daki IŞİD zihniyetinin palazlandırılması ile birlikte Türkiye'ye İslamist, cihadist bir dalga geldi. Biz kimliğimiz dolayısıyla bunu yaşadık açıkçası, bunu fark ettik. Çocuğun okulunda birtakım olaylar oldu. Biz tabii bunun farkına daha sonra varıyoruz ama böyle küçük çocukların birbirleri arasında böyle kafa kesme şekilleri yapmaları, bu şekilde birbirleriyle konuşmaları. Bizi böyle bir karar almaya itti. Bir çocuğumuz var, evet Türkiye'de neler verebiliriz? Türkiye'de bir tapu verebiliriz çocuğa, bir araba verebiliriz, güzel bir okulda okuturuz. Ama başka hiçbir şey veremeyiz. Çocuk kaybolup gidebilir. (…) İki buçuk yıl önceye kadar hep eşimle konuşuyorduk ki çok şükür çocuğu kurtardık, çocuğu kurtardık, diyorduk. İki sene önce anladık ki çok şükür çocuk bizi kurtarmış. Çocuk olmasaydı, biz o ekonomik buhranda, o sıkıntılı haldeki ülkede hâlâ kalıyorduk.

BOĞUCU POLİTİK GÜNDEM

Gezi olayları, 7 Haziran 2015 seçimleri, patlayan bombalar, 15 Temmuz darbe girişimi, tek adam yönetimine geçiş, muhalefete yönelik operasyonlar derken ülke gündeminden yorulan birçok kişi göç etmeyi ciddi ciddi gündemine aldı. Bunu gerçekleştiren yakınlar, komşular, arkadaşlar da birçok insan için tetikleyici bir motivasyon kaynağı oldu.

Bir görüşmeci göç etmesine neden olan iklimi şöyle tarif ediyordu: “15 Temmuz’dan önce de Gezi’nin etkilediğini hatırlıyorum. Gezi’den sonra çatlaklar oluştu. Örneğin saat 10’dan sonra içkinin yasaklanması biraz dokundu insanlara. İnsanların özel hayatlarına müdahale edildi. Çok kısa bir süre bu bir öfkeye ve umutsuzluğa dönüştü.”

Başka bir görüşmeci ise bu konuda yine benzer şeyleri söylüyordu: “Kimseyle siyasetten veya ekonomiden başka bir şey konuşamadık. Zaman zaman boğucu çevresi nedeniyle insanın kendisi de sıkıcı bir hale gelebilir. (…) Nereye gidersek gidelim, dolar kaç para oldu, Recep Tayyip Erdoğan yine ne dedi, vs. Kısacası eğitim kalitesi, bunu harcanan para, ülke gündemi ve göçmen problemi nedeniyle Türkiye'den ayrılmak istedim. Ailem ve daha çok benden ziyade eşim ve çocuğumun farklı bir hayatı deneyimlemesini istedim.”

Bazı görüşmeciler ise ekonomik durumlarının daha kötüye gideceğini bildikleri halde göç etmeyi tercih ettiklerini belirtiyordu: “Dinci bir yönetimin iktidarı giderek ele geçirmesi. Biz Demirel’in zamanını da gördük, başka iktidarlar da gördük. Hepsi sağ iktidardı, hiç sol iktidar yoktu ama bunlar kadar haddini bilmezini ilk defa gördük. Yani ne dedilerse yaptılar adamlar. Hiçbir şeklide çekinmediler açıkçası. Bu beni korkuttu. Ekonomik durumumuz çok iyiydi. Tam tersine burada sürünüyoruz. Orada işyerimiz vardı. Arabam vardı, eşimin arabası vardı. Evim var hâlâ. Orada ekonomik durumum gayet iyiydi. Ama ben tamamen tüm her şeyi satıp döküp sermaye edip buraya geldim. Eğer çocuğum olmasaydı bu kararı almazdım. Orada direnirdim belki de. Çocuğumu buraya getirdim ki orada hiçbir şekilde gelecek görmedim.”

Bir görüşmeci ise Türkiye’nin değişen demografik ve sosyal yapısı nedeniyle Türkiye’de ırkçı bir zihniyete savrulduğunu fark ettiğini belirtiyordu: “Ekonomik olarak açıkçası hiçbir sorunumuz yoktu. Hatta hep diyorum keşke sorun ekonomiyle ilgili olsaydı, çünkü çözülebilirdi. Ama değişen sosyal yapı, huzursuzluk, yönetim, siyaset artık hepsi içten içe beni etkilemeye başladı ve hatta çok net ırkçı olmaya başladım. Aslında okuduğum kitaplar, ilgi alanlarım tamamen bunlardan soyutlanmak üzerineydi. Ama insanları etiketlemeye başladım; Suriyeli, Afgan gibi... Dışarıda gördüğüm insanları sırf kıyafetleri ya da tipleri nedeniyle yargıladığımı fark ettim.”

OLAN BİTENİ DIŞARIDAN İZLEMENİN AĞIRLIĞI

Peki, ülkeyi terk edince bütün bu dertler bitiyor mu? Elbette bitmiyor. Bu sefer de ülkenin yıkıcı gündemini takip etmenin, öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla sürekli kötü haber almanın yılgınlığı, geride kalan yakınlar için endişelenmenin ve bir şey yapamamanın öfkesi çörekleniyor insanın içine. İşte tam da bu noktada tuhaf, karmaşık bir duyguya kapılıyor çoğu göçmen. “İyi ki gelmişiz, iyi ki kendimizi kurtarmışız” ile “elimden hiçbir şey gelmiyor, acaba orada mı olmalıydım?” düşüncelerinin harman olduğu, tarif etmesi zor, yakıcı bir duygu bu.

 

 

 

“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz”

Hiç yorum yok

08 Nisan 2025

Pride etkinlikleri kapsamında Londra’da her yıl olduğu gibi bu yıl da LBGT toplulukları görkemli bir yürüyüş düzenlediler. Peki, Londra’da yaşayan Türkçe konuşan topluluk bu konuya nasıl bakıyor? Ada Ayşe İmamoğlu ile bizim toplumun tabularından biri olan LGBT konusunu konuştuk.

                                        👇


                                                                            👆

Tuncay Bilecen

Londraya ne zaman geldin?

Üç yıl önce, 2019 Temmuzunda geldim. Medya sektöründe çalışıyordum. Son ana kadar umutlu olmaktan vazgeçmedim ama cezaevindeki arkadaşlarına mektup yazan, yaptığı işte sürekli sansüre, tehdide uğrayan biriydim. Bir hava değişikliği ihtiyacı doğdu. Ankara Anlaşması da bitmek üzereydi. Kaybetmeden, bir deneyelim şansımızı dedik. En kötü ne olur? Olmazsa geri döneriz, dedik. Üç yıldır buradayız.

Peki ne umdun, ne buldun?

Rolling coaster” gibi… Bisiklete binip buraya gelirken hiçbir şekilde endişe duymamak, benim için muazzam bir şey. Ama bir yandan da çok yalnızlık var. Çünkü İstanbulda İstiklale çıktığım anda arkadaşlarımla doğaçlama olarak buluşup meyhaneye gitmek, sohbet etmek vardı. Orada kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmiyordum. Bu neden yaşanıyor, hayatta kalma mücadelesinden mi, bilmiyorum ama İstanbulda daha iyiydi. Daha kalabalıktı. Yoğrulduğun topraklar oralar.

Artık buraya alışma süreci başladı sanırım…

İlk geldiğimizde “Göç Günlükleri” adında bir podcast dizisi yaptık. Hatta şimdi soran oluyor, neden devamını getirmiyorsunuz diye. Çünkü iki yılımız korkunç bir kâbus içinde geçti. Kalacak yer, Covid süreci vs. her şey o kadar kötüydü ki… Bizim kötü olmaya, kendimizi kötü hissetmeye vaktimiz yoktu. Yaşam mücadelesi verdik. Şimdi artık hmm bir dakika oluyor galiba dediğimiz yerde de alışmaktan çok “eyvah ya yalnızız” şeklinde vurmaya başladı.

 


Bu hafta Pride Haftası… Aslında söyleşimizin nedeni de bu… LGBTİ+ nedir?

Lezbiyen, gay, biseksüel, interseks, queer, aseksüel, plus şeklinde devam eden; aslında insanların kendilerini nasıl tanımladıklarıyla, yönelimleriyle ilgili bir durum… Atanmış cinsiyetlerinden başka kendi yönelimleriyle ilgili bir çatı LGBTİ+… Bununla ilgili Türkçe kaynak olarak birçok yerden artık doğru bilgilere ulaşmak mümkün. Kaos gl, spot, Lambdaistanbul bu sivil toplum örgütleri yıllardır bu konuda çalışmalar yapıyor. Ben de Lamdaistanbul’da çalıştım, sonra mahallede LGBT diye bir proje yürüttüm. Biz yazılı olarak bir tarih oluşturduk Türkiye’de. Örneğin Kaos Gl’nin 25 yılı aşan bir tarihi var. Onlar hem arşivlerini çok sağlam tuttular hem dernekleşmenin önemini ortaya koydular hem de yapısal olarak akademik, sanat, kültür bütün bu üretim dallarını tek bir çatı altında toplayabildiler.

Aktivist olarak İstanbul’da bir mücadelenin içinden geliyorsun. Orada bir tarihin var. Buraya göç ettikten sonra buradaki toplulukla nasıl bir bağ kurdun?

İstanbul’da sahanın ortasındayken mücadele etmek biraz bir gazeteci olarak alet çantasıyla hareket etmek gibiydi. Belgeselciyim. Bundan dolayı bu mücadele biçimini çok net oturtabiliyorum kendi içimde. Temelde “herkes için özgürlük” ve “herkes istediği hayatı yaşasın” mottosuyla yola çıkan ama tabii ki 1950’den bu yana dünya üzerinde kazanımları olan bir hareketten söz ediyoruz. Türkiye’de de bence mücadelesi çok yükselmeye başladı. İstanbul’da son Pride’ta yapılan saldırılar da gösteriyor ki aslında biz bir alan yaratmışız. Mücadelemiz bir yerde anlam bulmuş. Yalnız değiliz, yanlış değiliz. Dolayısıyla destekçilerimiz çok… Ailelerimiz destek olmaya başladı. Bu güçlü bir sese dönüştü.

Londrada, yani burada çok büyük bir tarih var. Burada Pride etkinlikleri bir aya yayılmış durumda. Şirketler bile bunu kutluyorlar. Bunun politik tarafını tartışabiliriz ama ben bir yokluğun içinden geldiğim için her yerde gökkuşağı bayrağı görmek, safe space”lerin oluşturulduğunu görmek bence muazzam. Gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum; herkes ne kadar özgün ve kendine has diye… Londra’da Pride yürüyüşünde polisler yüzlerini gökkuşağının renklerine boyayıp katılımcılarla birlikte yürüyorlar. Böyle bir şey aslında tam da. Buradaki politik altyapı da bu… Tek tipten öte bir şeyden bahsediyoruz. Burada o gökkuşağı renklerinin cıvıl cıvıllığını toplumsal hayatta da görüyoruz. Ancak hayatlarında sadece bir renk görmek isteyenler için ürkütücü bir durum tabii…



Burada her şey çok güllük gülistanlık mı?

Değil. Burada da çok fazla homofobik saldırılar oluyor. Ancak sıfır tolerans gösteriliyor. Önemli olan da bu. Çünkü sen en nihayetinde dayak da yiyebilirsin, şiddete de uğrayabilirsin, tacize, tecavüze de uğrayabilirsin ama bunlarla ilgili sıfır tolerans var. Yani hukukun işlediği bir yeri görebiliyorsun. O yüzden buna güvenebiliyorsun.

Peki, Londrada yaşayan Türkçe konuşan toplumu bu konuda nasıl değerlendiriyorsun?

Geldiğimde çok umutluydum. Buradaki bütün demokratik altyapıların da buna hazır olduğunu düşünüyordum. Çünkü tırnak içinde demokratik bir altyapı kurmuşlardı. Bütün bu kurdukları yapıda bunu atlamış olmaları bende bir şok etkisi yarattı. Sonra dedim ki, hayır ya, yirmi yıldır mücadele veriyorum. Şimdi Londrada da mı buna devam edeceğim?” Çok kızdım. Çok öfkelendim. Ama sonra -bu insanın yaşamsal olarak kendi içindeki dürtüsü- hayır, ben yapmazsam, kim yapacak?” demeye başlıyorsun. Biraz buradan yola çıkarak, kurumlara gidip ailelere LGBT çocuklarınızla nasıl konuşmanız gerekiyor, açılırlarsa nasıl tepki göstermeniz gerekiyor, ne yapmanız gerekiyor şeklinde çalışmalar yaptık. Yani çocuğunuz özendiği için ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz. Bunları o kadar ABCden başlayarak anlatıyorum ki bazen kendi bildiğim şeyleri de unuttuğumu fark ettim. Bir yandan da okuma yapıyorum. Dolayısıyla bizim toplum bu konuda çok geride.

Nasıl örnekleyebilirsin bunu? Çocuklarını kabul etmiyorlar mı?

Hiç konuşmuyorlar. Daha kötüsü yok sayıyorlar. Öyle bir şey yokmuş, olamaz, bizim başımıza gelmez gibi bir tavırla yaklaşıyorlar. Bu yüzden çocuklar çok kayıplar. Ben kurumlara çok fazla girip çıktığım ve olabildiğince çok dillendirdiğim için artık queer gençler bir şekilde bana ulaşmayı öğrendiler. Bir şekilde onlarla iletişim kurmayı başarabildim.

Aileye açılmak çok ciddi bir şey… Bu bir süreç… Bunun bir destekle yapılması gerekir. O yüzden bütün bunları anlatıp önce çocuklara destek olmaya başladım. Dermanda da bunu sürekli anlatıyorum: Lütfen, aileleri eğitmemiz gerekiyor. Bu konuda ciddi bir eksik ve talep var.”

Bu toplumda gençlerin intiharları konuşuluyor, uyuşturucu ve çete sorunu konuşuluyor. Ama bu konu konuşulmuyor değil mi?

Evet, çünkü bir yerde hiç dillendirmezsek hiç olmayacakmış gibi davranılıyor. Bu en kolay yol. Bunu kurumlar da böyle yapıyorlar. Ben de direterek eğitim seminerleri hazırlıyorum ve olabildiğince çok insana ulaşmaya çalışıyorum. Bu görmezden geleceğiniz bir şey değil. Bir insanın varlığını reddedemezsiniz. Çocuğunuzun varlığını reddedemezsiniz. Böyle bir şey yok. Örneğin şu anda bir arkadaşımız evlendirilmeye zorlanıyor. Bunu İngilterede yaşıyor olmak bence çok acı. Bunu yabancı LGBT+ kurumalarına anlattığımızda, nasıl zorla evlendiriliyor?” diye soruyorlar. Kafalarında böyle bir kültür yok. En fazla aile reddediyor ve görüşmüyor. Hikâye burada bitiyor. Bizdeki hikâyeler daha travmatik. Öldürülebilirsin, şiddet görebilirsin ve zorla evlendirilebilirsin.

Bu toplumsal tutum değişikliğini aileden başlayarak nasıl gerçekleştireceğiz?

Aileleri suçlamıyorum. Örneklere ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Kafalarındaki o imaja ilişkin örnekler gördüklerinde bu sefer gardlarını indirip sorular sormaya başlıyorlar. Her zaman şunu söylüyorum. Yanlış da olsa bana sorular sorun. Yanlışları düzeltebiliriz, ama sonunda çocuğun intiharı var. Bunu engelleyemeyiz. O yüzden de siz sorularınızı sorun, ben de cevaplandırayım. Bazen öyle sorular geliyor ki şok geçiriyorum. Bunu atlatabilmem için bana on dakika verin” diyorum. Yapacak hiçbir bir şey yok. Ben de maruz kalıyorum o şiddet diline ama bu kadar çalışmanın içinde kotarabiliyorum biraz zorlansam da… Tek motivasyonum buradaki queer çocuklar ve gençler… Birini bile kaybetsek, -ki kaybettik, trans bir arkadaşımız intihar etti- çok harap oldum. Ondan sonra zaten hızlanmaya başladım.

Türkiyeli LGBT grupları kurmaya çalışıyoruz. Bunlardan biri Mezopotamya Anatolian Queer for Azadi (MAQFA). Ama dediğim gibi daha çalışkan, daha örnek teşkil eden, kurumların içine girmekten korkmayan insanlara ihtiyacımız var. Bazen yeni gelen Ankara Anlaşmalılar çok ukala” gibi laflar duyuyorum. Bunlara hiç bakmıyorum. Ben herkesin hikâyesinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ülkeye otuz yıl önce gelenler çocuklarını tekstil atölyelerinde büyütmek zorunda kaldılar. Parmak uçları yara bere içindeydi. Bu hikâyeyi görmezden gelirsek asla bu insanlara ulaşamayız. O hikâyeyi göreceksin, o katranlaşmış yapıyı göreceksin, hepsinin üstesinden gelebileceğine de inanacaksın. Hedef bu. Çünkü herkesten sorumluyuz.



Gelelim sizin örgütünüze…MAQFA’nın açılımı nedir? Ne zaman kuruldu, neler yapıyorsunuz?

MAQFA… Mezopotamya Queer for Azadi… Ben geldiğimde kurulmuştu. Kendi içlerinde bir dayanışma grubuydu. Sonra ayrılan arkadaşlar olmuş. Ben geldiğimde kurulu bir düzen vardı. Henüz hâlâ elle tutulur bir üretime geçmiş değiliz. Bunu bir özeleştiri olarak sürekli dile getiriyorum. Birey olarak benim bir şey yapmamın bir anlamı yok. Hep birlikte bir şeyler yapmak durumundayız. Hep birlikte ilerlemek zorundayız. “Kurtuluş yok tek başına!”, böyle bir özet var hayatımızda. Bunu hep söylüyorum. Biraz da zorluyorum galiba ama dediğim gibi özellikle bu İstanbul Pride’a ilişkin yaptığımız açıklamanın ardından insanlar çok ulaştılar bizlere. Dolayısıyla oradan bile bir etkileşim oldu. Yatay bir örgütlenmeye sahibiz, herkes işin bir ucundan tutacak tabii. Ama yatay örgütlenmelerin de böyle bir zorluğu var.

Bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz? Yakın zamanda Pride var, oraya katılacaksınız sanırım.

Evet. Pride’ta İstanbul’da yaşananlara dikkat çeken bir pankart taşıyacağız. Kortej yürüyüşüne çok inanmayan arkadaşlar da alternatif bir yürüyüş yapacaklar. Her yerden yürüyoruz gibi olacak… Ne kadar fazla yerde görünürlüğümüz olursa insanların gelip bize ulaşacağını düşünüyoruz.

MAQFA olarak önümüzdeki sürece ilişkin tam olarak bir yol haritası çizmiş değiliz. Ben kişisel olarak Gik-Der’le görüştüm. Gik-Der ve Sosyalist Kadınlar Birliği ile birlikte bir eğitim formu oluşturmayı düşünüyoruz. Gik-Der’in çatısında eylül ayında böyle bir planlama yapılıyor ama MAQFA olarak şu an attığımız bir adım yok. Gik-Der’de bir destek hattı açmayı planlıyoruz.

 

👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın



“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz” | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

* Bu röportaj ilk defa 8 Temmuz 2022 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 yorum

05 Nisan 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan