kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Saklı Çekmece” için imza günü düzenlendi

Hiç yorum yok

29 Nisan 2025

Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Yarışması’nda dereceye giren öykülerin toplandığı “Saklı Çekmece” için GİK-Der'de imza günü ve söyleşi etkinliği gerçekleştirildi.


Londra’da Sosyalist Kadınlar Birliği tarafından kurulan, başarılı müzik çalışmalarıyla tanınan Rengin Kadın Korosu, düzenledikleri öykü yarışmasında dereceye giren 24 öyküyü Saklı Çekmece isimli kitapta toplayarak yayımladı.

Kitaptaki öykü yazarlarının, seçici kurulun ve konukların katıldığı etkinlik ve imza gününde buluşan kadınlar görüşlerini paylaştı.
Açılış konuşmasını yapan Gikder Başkanı Bedriye Avcil; koronun kuruluş hikâyesine değinerek şunları söyledi:

“Eril sistemin içinde kadın olmanın sorunlarına göçmenlik de eklenince yaşadığımız zorluklar katlanıyor. Ancak bizler bir araya geldiğimiz zaman daha güçlü, daha başarılıyız. Hayatlarımızın sanatla güzelleşeceğini biliyoruz ve sanat hepimizin hakkı. Bunun için de müziği, edebiyatı, resmi hayatımızın içine alıyoruz. Rengin Göçmen Kadın Öyküleri ismiyle kendi yazdığımız öykülerimizi topladığımız kitabımızda yaşadıklarımızı anlatıyoruz. Yazdıkça, paylaştıkça birbirimize daha çok yaklaşıp umutlarımızı daha da güçlendiriyoruz.”

İmza gününe İngiltere, Almanya, İsviçre ve Fransa’dan yazarlar ve jüri üyeleri katıldı. Etkinlikte en çok merak edilen şey yazarların öykü yazma deneyimleriydi. Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Yarışması’nın bir motivasyon ve kadın dayanışması kaynağına dönüştüğünü belirten yazarlar bu etkinliklerin sürdürülmesinin önemini vurguladılar. Okuyucuların soru ve paylaşımlarının ardından kitapların yazarlarca imzalanması ile etkinlik sona erdi.

Farklı ülkelerde yaşayan göçmen kadınların yoğun ilgi gösterdiği yarışmaya, İngiltere başta olmak üzere Almanya, Amerika, İsviçre, Fransa, İskoçya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Lüksemburg’dan toplam 60 öykü gönderildi.

Yarışmanın seçici kurulu Dursaliye Şahan, Fergül Yücel, Gülsen Gülbeyaz, İlden Dirini, Serpil Arslan, Şükran Bağcık ve Vicdan Özerdem’den oluştu. Kurulun titizlikle yaptığı değerlendirme sonucunda belirlediği 24 öykü Saklı Çekmece kitabına girdi.

 

KİTAPTA YER ALAN ÖYKÜLER VE YAZARLAR

 

Birincilik

* ‘Küçük Mavi Defter’ Burcu Özer Katmer / İsviçre

* ‘Jemma’ Hatice Demir Kaya / İngiltere

İkincilik

* ‘Boş Arsa’ Nur Şen / Almanya

Üçüncülük

* ‘Unutmak İçin’ Onur Feray Dönmez / İngiltere

 

Mansiyon

* ‘Bizden Biri’ Evren Altunkaş / İskoçya

* ‘Püripak Hanım’ Nur Engin / ABD

* ‘Göç Mevsimi’ Nükhet Esetekin / İngiltere ‘Sessiz

* Dostluklar’ Safiye Tosun / Fransa

 

Kitaba Girmeye Hak Kazanan Öyküler

* ‘Bir Pazar Günü’ Bermal Melik / Almanya

* ‘Bir Külbahar Sabahı’ Burçak Büyükişleyen Gönül / BAE

* ‘Diya Diya’ Deniz Güven / İngiltere

* ‘Kardeşimin Kafesi’ Eda Bayraktar / İngiltere

* ‘Korkudan Hep Korkudan’ Esra Bakay / Almanya

* ‘Anonim Yasinler’ Fatma Mutlu / İngiltere

* ‘Zaman Zaman’ Gül Greenslade / İngiltere

* ‘Uğultu’ Gökçe Karabulut / Lüksemburg

* ‘Pembeli Kadın’ Meltem Çimen / Almanya

* ‘Beyaz Dut Ağacının Altında’ Müge Erdoğmuş / İngiltere

* ‘Ben Seni Çok Sevdim Cankuş’ Nida Karadağ / İngiltere

* ‘Kalpteki Fay Kırıkları’ Nurcan Ören / İsviçre

* ‘Kına Saçlı Kadın’ Seray Genç / İngiltere

* ‘Çalınan Yaşamlar’ Rengin Akgün / İngiltere

* ‘Saksıdaki Çiçek’ Seher Koç / Almanya

* ‘Papatyalar’ Sidem Samsun / Almanya













 

“Göç, çocuk istismarı, delilik ve terk edilmişlik üzerine çok katmanlı bir metin" : F. Gül Özen'le Parçalanma romanı üzerine söyleşi

Hiç yorum yok

14 Nisan 2025

F. Gül Özen’in Parçalanma – Schadenfreude, adını taşıyan romanı Londra ve İstanbul merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından geçtiğimiz günlerde  İngiltere'nin ardından Türkiye'de de yayımlandı. F.Gül Özen'le kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında konuştuk.

 


Gül seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Tabii, 23 yaşımda Viyana’ya gelerek başladı göçmenlik hikâyem. İki çocuklu, orta gelirli memur bir ailenin büyük kızıyım. Yurtdışı eğitim masrafım için ailem sınırlarını epey zorlamıştı. Bu nedenle Viyana’da çok çeşitli öğrenci işlerinde çalışarak okudum. Kendimi bildim bileli sanatın her dalına merakım vardı. Küçük bir çocukken sınıfta, mahallede, izcilik kulübünde taklitler yapardım. Tiyatro oyunculuğunu meslek olarak yapmayı çok istemiştim. Bunu gerçekleştirmemin bir yolu benim için hikâyeler kurmak, yazmak oldu.

 Parçalanma'nın yazılma sürecinden kısaca söz eder misin?

Yazma tutkum çok önceleri başladı. Bir şekilde hep kalemle temasımı korudum. Dolayısıyla pandemiden evvel öyküler yazıyor ve çeşitli dergilerde yayınlanmaları için düzenliyordum. O sırada teknik eğitim üzerine bir şans yakaladım ve ustam Onur Orhan’ın öykü atölyelerine katıldım. Öncesinde birkaç roman yazmaya başlayıp yarım bırakmıştım. Öykülerim hep yarımdır, hep romana evrilecekmişler gibi yazardım. Bu atölyede bir gün “Parçalanma”nın bir bölümü çıktı. İki bölüm daha yazdım tefrikalar hâlinde. Sonra atölyeden ayrılıp yoğun bir okuma ve yazma süreci geçirdim. Bir yıl kadar sürdü. Ardından düzenleme ve demlenme süreçleri derken, üç yıldan biraz daha az bir zamanda yayımlanmış oldu.



Romanın hem bir göç kitabı hem de psikolojik arka planı ve olay örgüsü güçlü, çok katmanlı bir metin olarak okunabilir. Sen romanını bu bakımdan nasıl değerlendiriyorsun?

Hakikaten çok fazla irdelediğim alt başlık oldu, temelinde analitik psikolojiyle yola çıktım, çağrışımlar seansını bir insanın zihninden geçirmesine tanıklık olarak (içgörü de deniyor) düşündüm. Hatta olay esasen, C.G.Jung’un psikanalitik vakalarını okurken karşıma çıkan bir kadının çözülme sürecinden çok etkilenmemle başladı. Kimileri soğan diyor, lahana ya da marul da diyebiliriz, açtıkça açılan yapraklar hâlinde iç içe geçmiş mevzular var. Bir katmanı göç, bir katmanı çocuk istismarı, bir katmanı delilik, bir katmanı terk edilmişlik… Belki siz farklı başlıklar çoğaltabilirsiniz, her okur farklı bir pencere açabilir diye düşünüyorum.

Roman karakterlerin göçmenlik sürecindeki gözlemlerine mi dayanıyor? Naime gerçekten yaşadı mı yoksa kurgu bir kahraman mı?

Tiyatroda Stanislavski’nin “Bir Karakter Yaratmak” kitabından role girmenin, fiziksel ve ruhsal dönüşümü tahayyül etmek olarak öğrenmiştim. Bence romanda da olay pek farklı değil, yani bir karakterin oluşumu önce bir derdin sizi rahatsız etmesiyle başlıyor. Sonra bu derdin sahibine bakıp onun kişisel özelliklerini, yalnızken en çok ne yapmayı sever, başı sıkışsa ilk kimi arar, en son ne zaman birinin elini tuttu, nefret ettiği yer neresi… gibi sorularla izini sürerek gitmek kuramların çıtlattığı bir yol. Elbet bu soruların cevaplarını kendi gözlemlerimiz ve kendi okuduklarımız kadar verebiliriz. O nedenle ilk sorunuz için; kendi göçmenliğimdeki izlenimlerim büyük rol oynadı diyebilirim.

İkinci sorunuza cevabım hem evet hem hayır. Evet, çünkü bu bir “Etki Altındaki Kadın”ın ya da “Madam Bovary”nin dönüşümü gibi her insanın başından geçebilecek bir gerçekçiliğe dayalı. Hayır, çünkü tek bir spesifik kişi değil. Belki beş, belki on kişinin birleşimi diyebilirim.

 Parçalanma - Schadenfreude romanın ikinci adını tercih etme sebebinden bahseder misin?

Birbirimizin yapıp ettiklerinin güzelliğine bakıp övmeyi yük saydığımız narsistik bir çağda yaşıyoruz. Örneğin sosyal medyada çoğumuz bir başkasının mutluluğunu ya da başarısını gördükçe, bunun göze sokulan yapmacık bir gösteriş olduğunu söyleyip geçebiliyoruz. Kendi hayatlarımız yolunda gitmiyorsa, bir süre sonra bu mutlulukları görmeye tahammül edemeyecek duruma gelebiliyoruz. Sağlıklı kişilerde bu böyle. Bu durum psikotik açıdan rahatsız bireylerde ise başkalarının yaşadığı güçlüklere, belalara karşı duyulan bir hazzı da tetikleyebilir. Schadenfreude’nin Osmanlıcası “Şematet” metnin içeriğine uymadığı için Almanya’da geçen bir romanda Schadenfreude kelimesinin daha uygun düşeceği kanısıyla yola çıktım.

 Bundan sonrasına ilişkin edebiyatla ilgili neler yapmayı düşünüyorsun?

Hâli hazırda senaryo üzerine düşünceler geliştiriyorum. Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir tiyatro oyunu var aklımda. Yazar ve kitap kurdu arkadaşlarımla kurduğumuz bir sanat, felsefe, edebiyat platformumuz var. Holon Akademi çatısında çok güzel işler ürettik. Edebiyat Okumaları programımız Youtube’da yayında. Burada üzerine taze araştırmalar yaptığım, ilham kaynaklarımdan Virginia Woolf adına bir yazı çalışması daha planlıyorum. Bundan sonraki hedefimse ikinci romanımı İngilizce olarak kaleme almak ve dünyaya açılmak. Bana kendimi anlatma fırsatı verdiğiniz ve güzel sorularınız için çok teşekkürler.


👉F.Gül Özen'in Parçalanma romanı Türkiye'de kitap yurdu üzerinden, İngiltere'de Press Dinoysus'un sayfasından, Almanya'da  Amazon.de üzerinden, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 

 

 

 

 

Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 yorum

05 Nisan 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

1 yorum

03 Nisan 2025

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

“Köle olmak mülteci olmaktan iyidir”

Hiç yorum yok

25 Mart 2025

Kemal Siyahhan’ın Mülteci adını taşıyan romanı Sel Yayınları tarafından 2016’da basıldı. Siyahhan bu romanda, Afganistan’daki iç savaş ortamından kaçıp bin bir güçlükle Türkiye’ye gelen Ezelhan’ın Zeytinburnu’ndaki zorlu yaşam mücadelesini konu ediyor.

Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com


Göç, göçmen, sığınmacı, mülteci gibi kavramlar artık göç çalışmalarının dışına çıkarak gündelik ve politik hayatın da gündemine oturdu. Özellikle Suriye’de yıllardan bu yana devam eden iç karışıklığın 5 milyon Suriyelinin ülkesini terk etmesine neden olması ve Suriye dışında dünyanın pek çok ülkesinden de ister zorunlu olsun ister gönüllü olsun devam eden göç hareketleri, göçmenlik meselesini tüm boyutlarıyla dünya kamuoyunun gündeminde tutuyor.

AVRUPA'DA YENİ BİR HAYALET DOLAŞIYOR

Avrupa ve Amerika’da yeni bir hayalet dolaşıyor: göçmen hayaleti! Avrupa ve ABD’ye çeşitli yollarla akın eden göçmenler sadece nüfus yapısını, sosyo-ekonomik yapıyı değiştirmekle kalmıyor, ülkelerin politik hayatlarını da değiştiriyorlar. Göçmen karşıtı hareket, Kıta Avrupa’sından İngiltere’ye kadar politik yelpaze içerisinde aşırı sağcı partiler içerisinde konumlanmış durumda. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ndeki kaderini tayin edecek olan referandumda AB’den çıkma taraftarlarının en önemli argümanları göçmenlerin İngiltere’yi “istila” edecek olmasıydı. Almanya’daki eyalet seçimlerinde Merkel’in partisi Hıristiyan Demokratların peş peşe hezimete uğramasında da yine göçmen karşıtı parti AFD’nin (Almanya için Alternatif) etkisi yadsınamaz. Avrupa’nın yeni hayaleti olan göçmenleri günah keçisi ilan eden, bütün fenalıkların göçmenlerden geldiğini ileri süren propaganda toplumun belli bir kesimi üzerinde gayet etkili oluyor. Bu da, “göçmenler geldi ücretler düştü,” “göçmenler yüzünden işimizi kaybediyoruz”, “göçmenler yüzünden değerlerimizi kaybediyoruz”, “göçmenler teröristtir” gibi ifadelerin yarattığı atmosfer içerisinde düşük ücretlerle çalışan, ayrımcılığa uğrayan, çoğu zaman temel gereksinimlerini dahi karşılayamayan göçmenlerin yaşadıkları insanlık dramı görünmez hale geliyor. 

                                                   Kemal Siyahhan


"MÜLTECİ"
İşte Kemal Siyahhan’ın Mülteci romanı bu yakıcı sorunu, kaçak yollarla İstanbul’a gelen Afgan Ezelhan’ın gözünden bizlere aktarıyor. Ezelhan’ın yerleşmek için Zeytinburnu’nu seçmiş olmasının pratik bir nedeni var: Afganistan’dan gelen göçmenler genellikle bu ilçede yaşıyorlar. Bu yüzden Zeytinburnu’na “Küçük Afganistan” dendiğini öğreniyoruz romandan. Göçmenler aralarında kurdukları sosyal dayanışma ağları ile o bölgeye göçü adeta çekiyorlar. Dünyanın her yerinde aynı kültürü, aynı değerleri paylaşan göçmen topluluklar zor koşullarda hayatta kalmak ve aralarındaki dayanışmayı güçlendirmek için ortak mekânsallıklara ihtiyaç duyuyorlar, tıpkı Berlin’de Kreuzberg’in “Küçük İstanbul”, Londra’da Green Lanes’in “Küçük Türkiye” olarak anılması gibi…

Ezelhan’ın ev arkadaşı Lorin geçimini Zeytinburnu’nda bir dönerci dükkânında döner keserek sağlamaktadır. Lorin, soydaşlarının bir arada yaşama gerekliliğini şu şekilde ifade ediyor: “Kendi sokağında pis köpek bile bir kaplandır diye boşuna dememiş büyüklerimiz, burası gurbet, yokluk, çaresizlik, birbirimize yardımcı olmazsak kim bize el uzatır.” Bu sözleri üzerine Ezelhan Zeytinburnu’nda çoğaldıklarını artık buranın onlar için gurbet olmaktan çıktığını dile getirse de arkadaşını ikna edemiyor. (S.54)

Ezelhan ve Lorin yine de şanslı olan kaçak göçmenlerdendir. Hiç olmazsa başlarını sokacak bir evleri ve karınlarını doyurdukları işleri var. Zaman zaman köprü altlarında kalan kaçak göçmenlere yardım etmek için onların yanlarına gidiyorlar. “Yanımızdaki soydaşlarımızın tamamı kaçak, hiçbirinin sosyal güvencesi ve oturma izni yok. Ayrı ayrı hikâyelerini dinlerken anlıyoruz ki evlilik ve yuva kurmak hepsine hayal gibi geliyor.” (S.146)  

Romanda, Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıp Avrupa’ya geçmek niyetinde olan kaçak göçmenlerin içinde bulundukları koşullar Ezelhan’ın gözünden aktarılıyor: “Oturup sohbet ediyoruz neredeyse on beş günden beri yarı aç yarı tok burada olduklarından, kimsenin kendileriyle ilgilenmediğinden yakınanların bazıları gözyaşlarını tutamıyor. Buradaki insanların anlattıklarına yabancı sayılmam, Afganistan merkezi hükümeti ile Taliban arasında kaldıklarını, insanca yaşamaktan uzak olanların son çareyi kaçmakta bulduklarını tedirginlikle ifade ediyorlar. Avrupa’ya direkt geçiş yapmalarına Türkiye’nin izin vermediğini ve elde avuçta ne varsa harcayıp bitirdiklerini söyleyen bir diğeri ancak deniz yoluyla ulaşmalarının kurtuluş olabileceğini kısık sesle fısıldıyor.” (s.50)

Birçok soydaşı gibi Lorin ve Ezelhan da oturum izinleri olmadan kaçak olarak yaşamaktadırlar. Bu yüzden çalışma izinleri de bulunmamaktadır. Göçmen emeğinin sömürüsü de işte burada başlamaktadır. Çaresiz durumda olan göçmenler çok düşük ücretlere tamah etmek zorunda kalmaktadırlar. Nitekim romanda Ezelhan’ın piyasanın üçte biri fiyatına İngilizce dersi verdiğini görmekteyiz.

Oturum izninin göçmenlerin güvencesi olduğu, romanda sık sık dile getirilmektedir. Lorin, geride bıraktığı mektupta bu gerçeği dile getirmektedir: “Oturma iznin olmadığı için biz yokuz derdin hep; sana kızardım. Şimdi hak veriyorum, biz yokuz; ömrümüz, kelebekler kadar.” Kaçak yaşamak polisten kaçmaktan ibaret değildir. Örneğin evinin önünde dayak yiyen Ezelhan, “durumun iyi değil hastaneye gitmelisin” (s.181) diyenlere, kaydı olmayan bir insana doktor nasıl bakar, diye düşündüğü için olumsuz yanıt veriyor.

"ARAPLARA TANINAN HAK BİZDEN ESİRGENİYOR"

Oturum iznini almanın vatandaşı olunan ülkeye göre farklılık gösterdiği, özellikle Suriye ve Irak’tan gelenlere kolaylık sağlandığı yine Ezelhan’ın ağzından dile getiriliyor. “Feyzullah karşılıyor, oturma izninin deveye hendek atlatmak kadar zorlaştığını, Irak ve Suriye’den gelen Araplara tanınan statüden bile mahrum olduğumuzu müjdeymiş gibi vermesini üzüntüyle karşılıyorum. (…) Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin bir politikası bu.” (s.152-3) Kurdukları dernekte bir araya gelen göçmenler bir an önce oturum izinlerinin halledilmesi için uğraş veriyorlar.  Romandaki diyaloglardan, oturum izni almanın zorlaşmasının Türkiye dışına çıkmayı teşvik ettiğini de öğreniyoruz. Örneğin bu konuda aralarında çıkan tartışma sırasında bir göçmen, “sana katılmak isterdim ama gerçek farklı; Araplara tanınan haklar bizden esirgeniyor, bundan sonra Batı’ya kaçmanın yollarını arayabilirim” (s.171) diyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 2015 Türkiye Raporu’na göre 2015 yılında Türkiye’de yakalanan düzensiz göçmenler arasında Afganistan uyruklular 35.921 kişiyle Suriye’den sonra (73.422) ikinci sırada yer alıyor (goc.gov.tr).

Göç eden kişi bir taraftan kendi değerlerini yaşatmaya çalışırken, bir taraftan da bulunduğu toplumun değerlerine uyum sağlamaya çalışır. Bu durum çoğu zaman bir çatışmaya yol açtığı için melez kimliklerin veya kimliksizleşmenin oluşmasına neden olabilir. Romanda, Ezelhan’ın dilinden bu duygu şu şekilde karşılığını bulmuş: “Hayatım boyunca düzgün ve kararlı adam olmak için savaşıp çaresizlikle boğuşurken, sonunda bir yere ait olamama noktasına geldim.” (s.12)        

YABANCI OLMAK

Yaşanılan ayrımcılık deneyimi bir yere ait olamama duygusunu tetikliyor. Kitapta göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcı muameleye ilişkin pek çok örnek bulmak mümkün. Kaldıkları izbe apartmanda çıkan yangının komşular tarafından Afgan göçmenlere bağlanması üzerine Ezelhan gözyaşlarını içine akıtıyor. “karabasan gibi çöküyor bu sözler, cevap vermeye bile gerek duymuyorum, yüzüne bakarken gözyaşlarım içime akıyor.” (s.43) Apartmanda yaşanan hırsızlık olayının şüphelisi olarak kendilerinin gösterilmesini üzerine ise “lanet olsun, yabancı olmak başkasının malına mülküne tehdit olarak mı algılanmalı diye sormak isterdim onlara.” (s.142) diye içinden geçiriyor. Dikkat edilirse roman kahramanı, her iki olayda da bu ithamlarda bulunanlarla diyaloğa girip kendini savunmak yerine susmayı tercih ediyor. Bu da göçmenlerin ne denli kırılgan ve içine kapanık bir ruh hali içerisinde olduklarını gösteriyor. 

Roman kahramanları yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide salınırken intihar düşüncesi her daim kafalarını kurcalıyor. Ne ki yetiştirildikleri dini değerler intihar etmelerine izin vermiyor. Ezelhan bu duyguya kapıldığında babasının “İntihar edersen yerinin neresi olduğunu biliyorsun, öğretilenleri uygulamanın bizleri cennete taşıyacağını da unutmamalısın” sözünü hatırlıyor. (s.10) Fakat içine düştüğü çaresiz anlarda bu duygu ile baş etmekte zorluk çekiyor: “Allah’ım yardım et, huzur ver, demekten başka ne gelir elimden. Yatak çarşafım uzun zamandır yıkanmadığı için sararmış, kendimi kirli hissediyorum; her zamankinden daha kirli ve mutsuz. Yatağa girdiğimde duvarlar, kapı, pencere, her şey bağırarak konuşuyor, kulağımda büyük bir çınlama sesi, ölmek istiyorum.”

Romanın iki kahramanını da yaşamın zorluklarından bir an olsun alıkoyan şey yaşadıkları aşklardır. Lorin, çalıştığı dükkâna gelen Afgan kıza âşık olur. Bu aşk ona kendisini ülkesinde hissettirmesine neden olur. “Yoksulluk ve yalnızlıktan çaresizdim, onu aynı mezara girecek kadar kendime, yüreğime perçinlemiştim. Vatanıma kavuşmuştum sanki; göçmen değildim, ben de insanım diyordum güçlü durmalıydım, kucaklayacak sığınağı olacak kadar güçlü olmalıydım.” (s.57)

"KÖLE OLMAK MÜLTECİ OLMAKTAN İYİDİR"

Ezelhan da İngilizce dersi verdiği çocuğun İngilizce öğretmeni olan teyzesine âşık olur. Ancak burada da ağır bir değerler çatışması ile karşı karşıya kalır. Afganistan’da içinde büyüdüğü toplumun değerleri İstanbul’da bir kadınla ilişki kurmasını güçleştirmektedir. Örneğin kadının içki içmesi, onu evine davet etmesi veya şort giymesi ne kadar anlayışlı olursa olsun Ezelhan’ın kabul edebileceği şeyler değildir. Romanın genelinde bu türden çatışmalara sıkça rastlamak mümkün. Biz bir örnekle yetinelim: “Özgül hayranlık uyandırırken sonunda yorgun şekilde denizden çıkıp kumlara uzanıyor, bu yatış çileden çıkaracak gibi, yanı başımızdan geçen her insan alımlı vücuduna bakmadan edemiyor. Afganistan’da olsaydı her halde taşlanıp  ya da yakılarak öldürülürdü diye düşünüyorum.” (s.180)

Nihayetinde Lorin de, Ezelhan da sevdiklerine kavuşamıyor. Yoksulluk, imkânsızlık bir yana ikisinin de aşamadığı temel mesele “değer çatışması”dır. Lorin, Katre’nin ailesinin geleneksel tutumunu değiştiremeyip suça karışıyor, Ezelhan ise Özgül ile başka dünyaların insanları olduklarını anlayarak gerçek anlamda “mülteci” olmaya karar veriyor ve Türkiye’den kaçıyor. Kitabın “beklenen” beklenmedik sonu da bu sırada yaşanıyor.

Yazıya başlığını veren sözü ise Zeytinburnu’ndaki Afgan toplumundan Abdülmelik Amca ediyor. “Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi koşullar bulsanız bile en az beş on sene çekersiniz, koşullar kötü giderse inanın köle olmak mülteci olmaktan çok daha iyidir çocuklar.” (s.171)

 

 

 📌Kemal Siyahhan, Mülteci, Sel Yayınları, 2016

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesini “coğrafi sınırlama” ile kabul ettiği için Avrupa dışındaki ülkelerden gelenler mülteci statüsünde kabul edilmemektedir.

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan