Hiçbir Yerdeki Adam bu kez Rutherford Theatre’da sahnelenecek

Hiç yorum yok

16 Kasım 2024

Anıl Can Beydili’nin yazdığı, Özer Arslan’ın yönettiği ve Kürşat Karaman’ın oynadığı tek kişilik oyun “Hiçbir Yerdeki Adam” 23 Kasım Cumartesi günü, Wimbeldon’da bulunan Rutherford Theartre’da seyirciyle buluşuyor.

 




Londra’da ilk defa sahnelendiğinde büyük beğeni toplayan Hiçbir Yerdeki Adam, bu kez Güney Londra’da seyirciyle buluşuyor.

Oyunun tanıtım yazısı şöyle:

“İkimiz de yola bakıp hayaller kuruyoruz. Ben bölüm şefi olmuşum, bu takım elbiseyi giyip ofise giriyorum. Herkes bana bakıyor. Öğle yemeğine nereye gidelim diye bana soruyorlar, ben nereye dersem oraya gidiyoruz! Yemekte hep ben konuşuyorum. Sonra hesap geliyor, hepsini ben ödüyorum! Bugün benden olsun arkadaşlar diyorum, hepsi hayran hayran bana bakıyor… sonra… bir anda hayal bitiyor.”

 

Oyun künyesi

Yönetmen: Özer Arslan (Oyun günü Türkiye’den gelip katılacak)

Yazar: Anıl Can Beydilli

Oynayan: Kürşat Karaman

 

Tarih: 23 Kasım, Cumartesi

Saat: 15:00

Yer:  Rutherford Theatre ( Wimbeldon High School )

Adres:  SW19 4AB (Wimbledon )

 

Bilet linki:

 https://www.trybooking.com/uk/events/landing/70422?qr=true&qr=true

Scale – up vizenin tüm detaylarını Avukat Yaşar Doğan'la konuştuk

Hiç yorum yok

 Home Office kısa süre önce ‘Scale-up vizesi’ne ilişkin ayrıntıları yayınladı.  Redstone Solicitors’tan Avukat Yaşar Doğan ile bu vizenin ayrıntılarını konuştuk.

 


                                                                                                    

Scale-up vizesi nedir?

‘Scale-up vizesi’; hızlı büyüyen ve belirli niteliklere sahip bir şirketin sponsorluğunda, yüksek nitelikli bireylere verilen bir vize türüdür. Bu vizenin amacı, hızlı büyüme potansiyeline sahip şirketlerin istikrarlı bir şekilde büyümeye devam etmelerini sağlamak için uygun nitelik, beceri ve tecrübelere sahip çalışanlar edinebilmelerinin önünü açmaktır.

Bu vizeye kimler başvurabilir?

Scale-up vizesi adaylarının karşılamaları gereken bir dizi gereksinimler bulunuyor. Bunların başında, İngiltere’de faaliyet yürüten uygun niteliklerdeki bir sponsor şirketten, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren bir iş teklifi almış olmak geliyor. Diğer gereksinimlerin bazıları şunlar: (i) 18 yaşından büyük olmak, (ii) geçerli bir sponsor sertifikasına sahip olmak, (iii) teklif edilen işin gerçek bir pozisyon olması ve yalnızca vize edinmek amaçlı olmaması, (iv) teklif edilen maaşın belirli bir seviyenin üzerinde olması, (v) İngilizce dil şartını yerine getirmek ve (vi) finansal gereksinimi karşılıyor olmak.

Bu durumda, Scale-up vizesi sponsorluk gerektiriyor. Bunu açıklar mısınız?

İlk duyurulduğunda, Scale-up vizesinin sponsor şirket gerektirmeyeceği söyleniyordu. Ancak, detaylar ortaya çıktıkça, bu vize türünün de ilk etapta bir sponsorluk gerektireceği netleşti. Başvuru sahiplerinin İngiltere’de bu vize türü altında geçirecekleri ilk 6 aylık dönem için uygun bir sponsor şirkete ihtiyaçları bulunuyor. İlk 6 aylık periyodda sponsor şirket için çalıştıktan sonra, tercih eden Scale-up vize sahipleri sponsor şirketlerinden ayrılabilirler.

Scale-up vizesi için sponsor lisansı edinmek isteyen şirketlerin karşılamaları gereken belirli kriterler mevcut. Öncelikle, mevcutta en az 10 çalışana sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, şirketin son 3 yılına bakıldığında, işçi sayısı veya yıllık ciro bakımından yüzde 20 oranında artış olduğunun ispatlanması elzemdir. Bu kriterleri sağlayabilecek şirket sayısının sınırlı olacağı kanaatindeyiz.

Hangi meslek mensupları bu vizeden daha kolay yararlanabilir?

Bu vize türünden yararlanabilecek meslek gruplarının listesi Home Office web sitesinde mevcut. Genel olarak, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren meslek grupları mensupları için oluşturulmuş bir vize rotasıdır. Başvuru sahiplerinin üniversite mezunu olması şart değil. Ancak, doldurulacak iş pozisyonunun üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri öngörmesi gerekir. Üniversite mezunu olmasa da, bu boşluğu iş tecrübesi ile tamamlamış olan adaylar da bu vize türünden yararlanabilir. Tabii, üniversite mezunu olmadan bu kriterleri karşılayabilecek birey sayısı da sınırlı olacaktır. Uygun meslek gruplarına birkaç örnek olarak şunlardan bahsedebiliriz: Yönetim Kurulu Başkanları, diğer üst düzey şirket yöneticileri, insan kaynakları müdürleri, bilişim direktörleri, banka müdürleri, sağlık servisi müdürleri, sağlık çalışanları, sosyal servis müdürleri, mühendisler, mimarlar, yazılım uzmanları, okul müdürleri, avukatlar, muhasebeciler, vs.

Bu vizeye başvurmak için hangi seviyede İngilizce dil bilgisine sahip olmak gerekir?

Scale-up vizesinin B1 düzeyinde İngilizce dil bilgisi şartı bulunuyor. Bunu karşılayabilmek için; İngilizce okuma, yazma, konuşma ve anlama alanlarında B1 ve üzeri seviyede Home Office onaylı bir dil testi geçmiş olmak gerekiyor.

Asgari maaş şartını açıklar mısınız?

Scale-up Vize sahiplerinin almaları gereken asgari maaş şu şekilde. Minimum yıllık maaş £33,000, saatlik maaş £10.58 veya ilgili meslek grubunun genel-geçer maaş seviyesi daha yüksek ise, ilgili seviyede maaş alacak olmaları gerekiyor.

Pekiyi, buradaki finansal gereksinim nedir?

Scale-up vizesi’ne başvuracakların, başvuru tarihinde ve onun öncesindeki belirli bir periyodda banka hesaplarında bulunması gereken asgari bir miktar söz konusu. Yalnız başına başvuru yapacaklar için bu miktar £1,270. Bağlı olarak başvuracak eş ve çocuklar için ayrıca belirli miktarlar sağlanması gerekir. Sponsor şirketin, başvuru sahibinin ilk aylık masraflarını karşılayacağını taahhüt etmesi halinde bu miktarların sağlanması gerekmiyor.

Vize uzatmaları ve kalıcı oturum almak mümkün mü?

Evet. Sponsor şirketiniz için 6 ay çalıştıktan sonra ve asgari maaş gereksinimini karşıladığınız sürece, 3’er yıllık uzatmalar almak mümkün. Bu vize ile 5 yıllık bir ikamet süresinin ardından, kalıcı oturum için başvuru yapılabilir.

Scale-up Vizesi ile aile fertleri de İngiltere’ye getirilebilir mi?

Scale-up Vizesi sahipleri, eşlerini ve 18 yaşını doldurmamış çocuklarını İngiltere’ye getirebilirler.

Bu vizenin başvuru sahibi için maliyeti nedir?

Sponsor lisansı ve sponsor sertifikası masraflarını sponsor şirketin kendisi karşılayacaktır. Başvuru sahipleri kendi başvuru ücretlerini karşılamak durumunda olacaklardır. Başvuru ücretleri başvuran başına £715 olup, İngiltere’de kalınacak her yıl için £624 sağlık harcı da ödenmesi gerekir. Avukat veya danışman aracılığıyla başvuru yapılması durumunda, bu servisler için de ayrıca bütçe ayırmak gerekecektir.

Başvuru süreci nasıl işliyor ve sizce vizenin neticesini almak ortalama ne kadar süre tutacak?

Basitçe anlatmak gerekirse, uygun bir sponsor ve iş pozisyonu bulduktan sonra, sponsor şirketin sponsor sertifikası edinip başvuru sahibine iletmesi gerekir. Akabinde, önce internet üzerinden ilgili başvuru formu tamamlanıp, destekleyici dokümanlar sisteme yüklendikten sonra, başvuru sahibi biyometrik kayıt randevusuna katılıp başvuru sürecini tamamlamış olacak. Normal koşullarda, bu başvuru türü 3 haftalık bir sürede karara bağlanır.

Ankara Anlaşması’ndan çeşitli gerekçelerle ret almış biri bu vizeye başvurabilir mi?

Ankara Anlaşması veya başka bir vize türünden ret almış olmak, Scale-up vizesi’ne başvurmanın önünde bir engel teşkil etmez. Elbette, daha önce ret almış olmak, sonradan yapılan vize başvuruları üzerinde bir önyargı oluşturabilir. Ancak, bu durum tek başına ve kendi içinde ret gerekçesi oluşturamaz.

 

Yaşar Doğan, Solicitor Advocate

Redstone Solicitors

 Unit B, 17 Downham Road, London N1 5AA

 Tel:      0203 940 5959

Fax:     0203 940 5966

 Web:    www.redstonesolicitors.co.uk

 

*Bu yazı ilk defa 15 Eylül 2022 tarihinde Olay Gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/turk-toplumu/scale-up-vize-sahipleri-sponsor-sirketlerinden-ayrilabilir.html

 

(L)ezo Gelin..!

1 yorum

10 Kasım 2024

Bu yazıda, 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrine uzanıyoruz ve Türkiyeli ikinci nesil bir genç kız olan Lezgin’in ilginç hikâyesine tanıklık ediyoruz.

 Ramazan Yaylalı
Editör: Fatoş Gül Özen




İçine fırtlatıldığımız toplumsal alan (sozial raum) yani aile, toplum ve sınıfın içinde “anlam-dünyamız” (sinnwelt) inşa edilir. Bu süreçte benliğimiz, arzularımız, beğenilerimiz, davranış kalıplarımız, ideolojilerimiz, hatta flört ve aşkı anlamlandırma ve deneyimlerimiz bile aynı paralellikte inşa edilir. Yani hangi ‘mekâna’ yazılmış ise kaderimiz, o ‘hakikat’ ile kuşatılır ‘anlam ve kimlik’ dediğimiz şey...

Bu inşa sürecinin bir diğer önemli ayağını “zeitgeist” yani “zamanın ruhu” oluşturur. Zeitgeist anlam dünyamıza rengini veren, ona ayrı bir biçim kazandıran, mühim bir olgudur. Zamanın ruhu anlamın kalbidir desek abartmış olmayız...

Fakat iki zamansallık ve mekân arasında bir bölünme söz konusu olduğunda yani geist ya da özne iki farklı “zeit” ve “mekân” arasında sıkışmış ise bu durumda anlam evrenimiz ve sahip olduğumuz benlik kelimenin tam anlamıyla bölük pörçük parçalanmış halde bulunur…

Böylece benlik, bir bölünmüşlük içinde olgulara anlam verme ve onu simgesel dünyaya oturtma konusunda kendini ikili bir evrende bulur... Olguları anlamlandırma boyutu bundan sonra tekli bir mekâna ve zamansallığa sığmayacak kadar bir “fazlalılığa” dönüşür. Çünkü deneyimlenen “şey” artık “kurgunun” ötesindedir.    

İşte göç deneyimi (Fremdwelterfahrung) bu “fazlalığın” daha doğrusu bu “çoklu gerçekliğin” (multiple realities) en somut örneğidir. Bir evrenden başka evrene geçmekle birlikte “Sinnwelt” kompleks bir hal alır, artık eskisi gibi sabit ve tek düze değildir, Weberci bir bakış ile ifade edersek artık büyü bozulmuştur ve kurgu özneyi artık “avutacak” kadar inandırıcı değildir.

Biraz daha da somutlaştırarak ifade edersek, örneğin “zihin haritaları” on altıncı yüzyılı değerler dünyasına göre şekillenmiş taşralı Anadolulu bir göçmenin ‘anlam dünyasından’ uzak başka bir mekâna ve “zeistgeist’a” göç etmesi tam da böyle bir parçalanmaya, kopuşa ya da “fazlalığa” örnektir.

Göçmen için “kökten” yani kendi “öz-zamansallığından ve mekânından kopuş ve ötekine zoraki tutunuş derin bir ontolojik kriz içerir. Böyle bir durumda geriye doğru bir kapanışa yani “asr-ı hazır’ın” dayattığı hakikaten kaçarak geçmişi “muhafaza” ederek bu krizin üstesinden gelinmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla “ötekinin evreninde” kendi “öz evrenini” muhafaza ederek bu “fazlalılığını” dışarıda tutmayı arzulayacaktır. Kısacası Jacques Lacan’nın da çok güzel ifade ettiği gibi ''özne artık kendinle ne yapacağını bilemediği zaman, arkasında kendini koruyacağı bir şey arar” ve bu koruma ruhsal bir gereksinim olarak kaybolmuşluk hissini minimum düzeyde tutmak için başvurulan bir savunma mekanizmasıdır.

Fakat bazen bütün bu çabaya rağmen kurguyu ayakta tutmak pek mümkün olmayabilir, çünkü evin içinden bir SES bu “fazlalığı” dışarıya kusarak bütün bir kurguyu yerle bir eder ve kelimenin tam anlamıyla birey kendisini ansızın “gerçekliğin çölünde” bulur ve o çölde “gerçeğin” dayanılmaz ağırlığı öznenin varoluşsal mekânını olan bedeni kızgın bir güneş ile kavurur…

İşte o sese ve o itiraza bir örnek olarak sizinle Lezgin’in hikâyesini paylaşmak istiyorum. 

Lezgin bir direnişin sesi..!

Dönem 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrinde Türkiyeli ikinci nesil bir genç kızın hikâyesi, yani Lezgin’in hikâyesi…

Lezgin Avusturya’da feodal ve geleneksel bir ailede yetişmişti, o geleneksel değerler dünyası içinde benliğini ve kimliğini inşa etmiş, aynı anda iki farklı kültürde iki farklı dilde farklı anlam dünyasında hayatı yorumlamaya çalışmış tipik ikinci nesil göçmen bir kızımız.

Bütün bu karmaşık ruh hali içinde, bir gün çalıştığı Fast-Food şirketinde yeni işe girmiş iş arkadaşı Polonya asıllı Natalia’yla tanışır. Natalia ise Lezgin’e göre daha liberal bir ailede yetişmiş ve hayatını kendi öz kararlarıyla ailesinden bağımsız şekillendirme şansına sahip yine ikinci nesil bir göçmendir.

Hemen hemen aynı yaşta olan iki iş arkadaşı, uzun bir arkadaşlık döneminden sonra aralarındaki arkadaşlık bağının bundan daha fazla olduğunu fark ederler ve bu bağ duygusal yani tutkulu bir aşk ilişkisine dönüşür.

Kaçış Zamanı

Lezgin küçük bir şehirde yaşamaktaydı, herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bu şehirde gerek ailesi olsun gerek o şehirde yaşayan feodal göçmen Türk ve Kürt toplumu olsun Lezgin için bir handikaptı. Çünkü Natalia’yla yaşadığı ilişki o toplum ve aile için kabul edilecek bir ilişki biçimi değildi. Dolayısıyla sürekli gizli bir şekilde ilişkisini yaşamakta olan Lezgin uzun zaman sonra ansızın Natalia’ya açılarak yaşadıklarını anlatır ve o şehirden ayrılıp başka bir ülkeye kaçmayı teklif eder.

Natalia için şehirde yaşamak ve ilişkisini sürdürmek sorun değildir, çünkü hem ailesi hem çevresi daha ılımlı görüşlere sahip olduğu için Lezgin gibi bu ilişkiyi gizli yaşamak zorunda değildi. Fakat söz konusu Lezgin olduğu için onunla birlikte başka bir şehre taşınmaya da razıydı. Natalia ailesine açılarak Lezgin’le birlikte başka şehre taşınacaklarını iletir, aile bu kararına saygı duyduklarını ve istediği zaman geri dönebileceğini, kapılarının ona her zaman açık olduğunu belirtir.

Mayıs ayında Lezgin ve Natalia gizlice evden bavullarını hazırlayıp trene biner ve başka bir şehire kaçarlar. Kaçış gününden bir gün sonra Lezgin’in ailesi kızlarından haber alamayınca iş yerlerini ararlar. Kızlarının işyerine gelmediğini duyunca aile telaşlanır, etrafta kim var kim yoksa kızlarının nerde olduğunu sorarlar.

Birkaç gün sonra ise polise başvururlar. Fakat hiçbir ses seda yoktur. Aile gittikçe telaşlanır, tam o sırada Lezgin’in annesi çekmecede bir mektuba rastlar. Mektupta Lezgin açık açık iş arkadaşı Natalia ile ilişkilerini deşifre eder ve beraber başka bir ülkeye göç ettiklerini bildirir.

Aile tam bir şok içindedir. Kendi kültür dünyasında anlamlandıramadıkları bu ilişki türüne ve onun birlikte kızları Lezgin’in hiç kimseye haber vermeden evini terk edip gitmesine şok olmuşlardır. Aile bir yandan çocuklarının kendilerini habersiz terk etmelerine üzülürken, diğer taraftan onu bu kaçışa iten sebebin hakikatiyle ayrı bir hüzün içindeydiler.

Kaç yüzyıllık heteronormatif dünyalar, böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Avrupa’da bu tür yaşam biçimlerini duymuş ve uzaktan olsa da tanık olmuşlardı. Fakat bu tür hayat stilinin kendi dünyalarında asla var olmayacağına inanmışlardı. Bunun evrensel bir hakikatten çok, kültürel bir hakikat olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla bunu ötekinin bir meselesi olarak adlandırıyorlardı. Fakat o hakikat ansızın kendilerine de çarptığında, onunla nasıl baş edeceklerini hiç mi hiç bilmiyorlardı ve bu onlar için sarsıcı, trajik deneyimdi.

Bu “trajik hakikat” o mektupla birlikte evin içine bomba gibi düşmüştü, öyle bir yankılanıyordu ki ses, dört duvar içinde muhafaza edilen geçmiş ve tarih yerinden oynuyordu. “Anlam” pusulası kendini kaybetmiş bir şekilde şaşkın halde oradan oraya savruluyordu. Bu sarsılma hem aile için hem Lezgin için zor bir sürecin habercisiydi.

Bütün Aşiret Tedirgin!

Bir yandan bu krizler yaşanırken, ailelerin yaşadığı o küçük kentte olayla ilgili dedikodular hızlıca kulaktan kulağa yayılmıştı bile. Biraz gerçek biraz kurmaca hikâye ağızdan ağıza aktarılıyordu. Aileleri ister istemez bir utanç duygusu sarmıştı, uzun bir süre kimselerle görüşmemeye karar verdiler. Çünkü meseleyle ilgili sorgu ve sorulara cevap verecek durum da değillerdi. Ne de olsa onlar da bütün yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ve bir süre eve kendi içine kapanır aile.

Bu sancılı süreç devam ederken olayla ilgili dedikodular sadece yaşadıkları şehirde değil, çok geçmeden doğduğu topraklarda yani memleketlerine de ulaşmıştı. Ailenin yarası köyde yaşıyordu, haber memlekette duyulunca doğal olarak bütün bir aşiret olaydan haberdar olmuştu. Son derece feodal ve geleneksel değerler biçimlenmiş, aşiret üyeleri de anlamdırılması zor bir olayla karşı karşıyalardı.

Ama belki de bu meselenin en saf yerinde duran Lezgin’in babaannesi yani aşiretin yaşça en büyüğü Xalti Naze’ydi.

Yaşça aşiretin en büyüğü olan babaanne yani Xalti Naze’nin kulağına bu dedikodular gelince o da neye uğradığını şaşırmıştı. (Xalti Kürtçede teyze demektir ve Halti diye okunur). Çok geçmeden Xalti Naze torununun hakkında söylenen bu söylentilerle ilgili bilgi almak için Lezgin’in babasını arar. Babaanne torunu Lezgin için çok endişelidir. Xalti Naze ve Oğlu arasında telefonda geçen o konuşma:




Xalti Naze: Oğlum bu söylentiler nedir? Lezgin nerededir, nereye gitmiştir?

Baba: Başımıza maalesef böyle bir olay gelmiştir, biz de çok üzgünüz. Lezgin  evi terk etmiştir, gitmiştir.

Xaltı Naze: Torunum neden kaçtı? Sebebi nedir?

Baba: Bilmiyoruz. Gavur bir kız ile kaçmışlar.

Xalzti Naze: Ya oğul keçik keçikê çı mo direvînin? (Kız kızı niye kaçırsın ki …?)

Baba: Nizanım dayê (bilmiyorum anne)

 

Judith Butler gelse Xaltı Naze’yi ikna edemezdi!

Hem aile, hem aşiret hem de Xaltı Naze için aynı cinsten iki insanın birbirini      sevmesi ve bunun uğruna ailelerini terk edip kaçmalarına anlam veremiyorlardı. Yani onların “heteronormatif” dünyalarında böyle bir kategorinin varlığı söz konusu bile değildi. Erkeklerin sevdiklerini kaçırmaları, o yörede yıllarca var olan bir husustu. Yani buna zaten aşinaydı aşiret, ancak aynı hem cinsten iki kadının birbirlerini sevmesi ve ilişkiye girmesi onlar için çok tuhaf bir gerçelikti. Babaannenin en son oğluna telefonda şaşkın bir şekilde “Ma keçik keçikê paçî dike?” (Kız kızı öper mi?) sorusu bu şaşkınlığın en somut haliydi belki.

Babaanne Naze bir türlü bu hakikati “simgesel dünyasına” oturtmayı beceremiyordu. Herhangi bir simgesel gerçeğe uymayan bu hakikat Xaltı Naze’yi çok tedirgin ediyordu. Dolayısıyla ya bu hakikatle barışacaktı ya da onu büküp kırıp kendi simgesel dünyasına oturtacaktı. Nitekim ikincisi tercih edilmişti. Hakikat bükülüp kırılıp var olan simgesel kurguya entegre edilecekti.

Lezgin’in bu sıra dışı eylemi “ruhsal” bir bozukluk olarak anlamlandırılacaktı. Xaltı Naze ve aşirete göre, Lezgin kendini şaşırmıştı. Belki de ona büyü yapılmıştı. Dolayısıyla onun bir an önce iyileşmesi ve doğru bir hayat seçmesi için dua etmekten başka çare kalmamıştı. Kurgulanan bu sonuç onları bir an olsun rahatlatmıştı. Neden sonuç ilişkisi kurulmuştu ve hakikat bükülerek kendi özüne “sinnwelte” yani sembolik dünyasına uygun bir şekilde entegre edilmişti.

Eve Geri Dönüş

Uzun bir zaman sonra Lezgin ile Natalia ayrılma kararı alırlar ve ilişkilerini sonlandırırlar. İlişkilerinin bitmesiyle birlikte tekrar ailelerinin yanına geri dönerler.

Lezgin’in tekrar eve dönmesiyle aile derin bir nefes almıştı. Hem anne hem baba için çocuklarının kendilerinden uzak, habersiz yaşadıkları süre onları çok yıpratmıştı. Sonunda kızları eve döndüğü için çok mutlu olmuşlardı.

Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti. Çünkü aileyle yaşanan olayların bir an önce unutulması arzu dışındaydı. Yani aileler meseleyi bir an önce gündemden düşürmek niyetindeydi ve topluma da cevap niteliğinde olacak bir plan yürütmeye kararlıydılar. Bunun için ise Lezgin’in anne babasının uygun gördüğü toplumsal normlara göre evlendirilmesi şart olmuştu. Çünkü ait oldukları toplumsal değerlere göre yapılacak heteronormatif bir evlilikle birlikte yaşanan bütün olayların unutulacağına eminlerdi. Böyle bir evlilik sayesinde Lezgin’in “normal” bir hayata döneceğine dair inançları tamdı.

Lezgin ise yapılacak olan o formalite evliliğine başta çok dirense de sonrasında bu durumu kendi adına avantaja çevireceğini düşünerek ailesinin evlilik kararına itiraz etmeyi bıraktı ve tam da ailesinin arzusuna göre bir evlilik yapmaya karar verdi. Fakat asıl bombayı Lezgin sonraya bırakacaktı. 

Kurban Seçilmişti: The Pismom Sevko!

Peki bu nasıl olacaktı? Bu planın daha doğrusu bu oyunun kurbanı kim olacaktı? Bu konuda önceden yani çocukluğundan beri Lezgin için düşünülen Şevko’dan daha iyi bir aday olamazdı.

Şevko Lezgin’in öz amca oğlu yani “Pismomu” (Pismom Kürtçede amca oğlu demektir), kendisine birkaç yaş büyük, aşiretin genç delikanlılarından biri. Bütün bir yaşamını köyde geçirmiş, kültürel benliği o “Lebensraum’da” içinde inşa edilmiş, zeki ve dürüst bir genç. Kısa bir zaman önce teskeresini almış, geleneksel bir dünyanın önemli prosedürü olan evlilik kurumuna adım atmaya çoktan hazırdı. Daha da önemlisi Şevko o sıkıcı köy hayatından bezmiş ve bir an önce başka dünyalara yelken açmaya can atıyordu...

Kısa bir zaman sonra Lezgin ve ailesi köye izine gelirler. Amca kızı Dotmam (Dotmam Kürtçede amca kızı demektir) Lezgin köye ayak basar basmaz ertesi gün Şevko’nun ailesine haber salarlar, kızımızı istemeye gelebilirsiniz diye.

Birkaç gün sonra Sevko ve ailesi Lezgin’i istemeye gelirler. Söz alınır ve Lezgin Şevko ile sözlenir. Aile arasında, köyde küçük bir kutlamayla bu ilişki resmi olarak tasdiklenmiş olur. 

Bir hafta sonra Lezgin ve ailesi tekrar Avusturya’ya geri dönerler. Plan hem aile açısından hem Lezgin açısından tıkır tıkır işliyordur. Artık aile derin bir nefes almıştı. Yaşanan olaylar yavaş yavaş unutulmaya başlıyordu. Artık toplum içinde rahat, alınları ak çıkabilirlerdi. Geçmişte yaşanan olaylar unutulmuştu. Anne ve baba kızları Lezgin’in mürüvvetini görmeye sabırsızlanıyorlardı.     

O süre içinde Lezgin birkaç kez nişanlısı Sevko’yu görmek adına köye gidip geldi. Gayet olması gereken gibi davranan Lezgin bir yandan da bütün bir oyunun bir an bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu. 

İthal Damat adayı Şevko ise bütün olaylardan habersiz, amca kızı yani Dotmam Lezgin ile sözlenmekten çok mutlu olmuş, hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Gelecek yaz yapılacak düğünden sonra Avusturya’ya “ihtal damat” olarak göç edecekti. O vakit gelene dek evde Almanca öğrenmeye bile başlamıştı. Arada sözlüsü Lezgin ile telefonda konuşurken Almanca romantik cümleler kurarak (İch liebe dich Dotmam gibi) Ortadoğu’nun o romantik duygusunu Lezgin’e yaşatmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu tür romantik konuşmalar ve tavırlar Lezgin’in hoşuna gitse de ortada bir gerçek vardı, Lezgin karşı cinse yani bir erkeğe ne duygusal ne de seksüel anlamda bir şeyler hissediyordu. Hele ki bu öz be öz kuzeni ise. Fakat rol icabı Lezgin bu kurguya devam etmek zorundaydı, çünkü buna mecburdu…

10 ay sonra

On ay sonra yani düğün zamanının yaklaşmasıyla birlikte Lezgin artık tedirgin olmaya başlamıştı. Bu formalite icabı ilişkinin bir an önce bitmesi ve hayata kaldığı yerden devam etme arzusundaydı. Bu formalite sözlenme sayesinde bir süreliğine hem ailesini hem el alemi susturmuştu.

Lezgin düğün gününe birkaç hafta kala Sevko’ya uzunca bir mektup yazar. Mektupta bütün bu tiyatroyu deşifre eder, neden bu tiyatroyu oynamak zorunda kaldığını uzunca anlatır. Ailesini kırmamak adına bu oyunu oynamak zorunda kaldığını, Sevko’yu da bu oyuna alet ettiği için çok özür diler. Mektubun devamında Lezgin ilginç bir şekilde Sevko’dan yine de şimdilik bu tiyatroya devam etmesini rica eder. Aralarındaki formalite ilişkinin devamında her ikisinin de kazançlı çıkacağını belirtir. Lezgin’e göre hem kendisi hem Şevko aslında bir özgürlük arayışındadır, Sevko da kendisi de o feodal toplumdan kurtulmak arzusundadır. Dolayısıyla bu formalite evlilik sayesinde Şevko o köyden kurtulup Avrupa’ya yerleşebilecekti, Lezgin ise ailesini ve toplumu bu evlilik sayesinde susturduktan sonra bir sonraki plan olan o toplumdan kopup kendine özgür, yeni bir dünya kuracaktı. Böylelikle Lezgin’e göre hem kendisi için hem Şevko için bir Win-WiN söz konusuydu.

Şevko mektubu okuduktan sonra uzun bir süre kendi dünyasına çekildi. Ne çevresi ne ailesi bu suskunluğa bir anlam veremedi. Çünkü Lezgin’in ricası yüzünden, olayı ailesiyle de paylaşamıyordu.

Şevko uzun süre düşündükten sonra Lezgin’i aradı ve teklifini kabul ettiğini belirtti. Söz verdiği gibi bu formalite ilişkiye devam edeceğini, Avusturya’ya yerleştikten sonra da boşanacağını söyledi. Lezgin Şevko’nun bu cevabıyla çok mutlu oldu. Şevko’nun bu tiyatroyu oynamayı kabul edeceğini hiç beklemiyordu. Çok şaşırtmıştı ama aynı zamanda çok mutlu olmuştu. Kendisini anlayışla karşıladığı için Sevko’ya minnettardı.         

Özgürlüğe Bir Adım Kala      

Şevko ile Lezgin formalite icabı o yaz köyde düğünlerini yaptılar. 6 ay sonra Lezgin Sevko’yu Avusturya’ya getirmeyi başardı. Bir sene evli kaldıktan sonra tek celsede boşandılar. Aileler tabii bu karara çok üzülürler ama yapacak bir şey yoktur. Çünkü Lezgin için hiçbir şey özgürlükten daha değerli olamazdı. Lezgin kısa süre içinde Sevko’ya bir iş de bulur. Kaldıkları evi eşyalarıyla birlikte Sevko’ya bırakır. Ardından kendisi de yaşadığı şehre çok uzak bir kasabaya taşınır. Orada kendine yeni bir hayat kurar, fakat ailesiyle yine de arada bir görüşmeyi ihmal etmez.

Lezgin evlenip boşandıktan sonra ne ailesi ne de toplum tarafından eskisi gibi yeni seçtiği hayat yüzünden yargılanır. Çünkü o artık özgür bir dul kadındı. 

Şevko ise Avusturya’daki yeni hayatına alışmış ve köyün o baskıcı ve sıkıcı hayatından kurtulmanın getirdiği mutlulukla aynı şekilde Lezgin gibi yeni bir hayat kurmuştu.

Özetle     

Göç hadisesini sadece makro-sosyolojik düzeyde ele almak bazen içerden yani daha derinden göçmen açısından bakıldığında, göçün trajik yapısını anlamak adına yetersiz kalabilir. İstatistiki veriler, kurumlar üzerinden yazılan raporlar, soğuk ekonometrik veri analizleri vesaire göçün birey üzerinde mikro dinamik çatışmalarını derin bir açıdan görmemizi sağlamaz.

İnsan dediğimiz varlık istatistik bir veriden daha fazlasını barındıran bir “Da Sein’dır”. Sabit bir “anlam dünyası” için doğan, sonraki süreçlerde hayatın dayattığı zorluklar yüzünden bam başka bir evrende kendini bulan taşralı Anadolu göçmenlerinin yaşadığı kültürel krizleri ancak ve ancak onların hikâyelerine daha yakından baktığımızda kavrayabiliriz.

Yani Göçün yarattığı sarsıcı fırtınaları görmek ve anlamak için bazen Lezgin gibi göçmenlerin ait olduğu dünyaya inerek hadiseyi kavramak gerekir. İki “zamansallık” içinde sıkışmış ruhların tedirgin edici yaşanmışlıklarını ancak bu şekilde daha net görebilir ya da hissedebiliriz.

Belki bu yüzden Lezgin gibi göçmen bir yönetmen olan Fatih Akın’ın “Gegen die Wand” (Duvara Karşi) filmini izlediğimizde Sibel ile hissettiğimiz empati duygusunu daha derin hissetmemizin nedeni budur. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız yaşanmış olan gerçek hikâyede olduğu gibi tam da bu derin dünyanın çıkmazlarını, çatışmalarını ve çelişkilerini deşifre ederek, yani hem Lezgin’in hem ailesinin mikro dünyasına odaklanarak, bu dünyaya hiç tanık olmamış okurlara bir ışık tutmak istedim.

Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında geçtiği gibi herkesin haklı olduğu bir hikâyede, suçlamak yerine her bir bireyin duygu ve düşünce dünyasının arka planını oluşturan “Lebenswelt” ve onun üzerinden inşa edilen “anlam dünyasını “hesaba katmadan, bireyleri modern dünyanın daha doğrusu kendi dünyamızın normatif değerleri üzerinden yargılamak pek doğru bir yaklaşım değildir. Her özne tarihsel bir sürecin sonucudur.

Her birey nesnel hakikati kendi öznel bakışına göre bükerek içselleştirir. Dolayısıyla binlerce yıl alan bu süreç öyle iki günde yeni normlar sunarak değiştirilecek basit bir şey değildir. Lezgin’in şanssızlığı belki de iki dünyanın en kırılgan noktasında olmasıydı. Bir yandan eski dünyanın pençesinden kurtulmak isteyen diğer tarafta ise yeni dünyanın bir parçası olmak için can atan, parçalı bir ruh hali. Tıpkı bugüne kadar süregelen Batı-Doğu çatışması gibi … 

Bir başka göç hikâyesinde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...



“İthal gelin olmak göçmenlikten de zor"

Hiç yorum yok

09 Kasım 2024

İthal Gelinler kitabının yazarı Pelin Markirt, kitabın yazım sürüveni yazdı. 





Pelin Markirt

Öğrenci iken tarih kitaplarında öğrendiğimiz ilk konulardan biri göçmen bir toplumdan geldiğimizdi. Türlü türlü nedenlerle insanoğlu göçmüştü farklı diyarlara. İstilalardan korunmak için yüksek yerlere ve dağlara hatta yeraltı kentlerine, daha zengin yiyecek bulabilmek için sulak bölgelere, nehir kenarlarına, sanayi devriminden sonra köylerden kentlere fabrikalarda çalışmak üzere…

İTHAL GELİNLERLE İLK TANIŞMA

Benim ilk göçmenlik yolculuğum ise Erasmus eğitimim nedeniyle Hollanda’ya taşınmakla başlamıştı. İş bulabilmek için yıllar önce göç dalgası ile Türkiye’den göç eden insanları tanıdım önce. Göçmenlerle ilgili gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di. Yakın arkadaşım aracılığıyla evini ziyaret ettiğim bir kadının göç hikayesi beni derinden etkilemişti. Daha iyi koşullarda Avrupa’da yaşayabilmek için aynı köyde doğup büyüdüğü uzaktan bir akrabası ile evlenerek yurt dışına taşınmıştı. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun ‘yalnız anne’ olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girmiş oldu. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu ve aklımın bir köşesinde hep durdu. 



KİTABIN YAZILMA HİKÂYESİ 

Londra’da pandemiyi yalnız geçirirken kadın ve göçmenlik odaklı bir kitap yazmak istiyordum, İthal Gelinler’i kaleme aldım. Avrupa’ya, hatta Amerika’ya ithal gelin olarak giden kadınların göç hikayelerini ve gittikleri ülkede yaşadıklarını kitabımla aktarmaya çalıştım. Göçmenliğin zor olduğunu bilmekle birlikte, ithal gelin olarak göçmenliğin daha da zor olduğunu görüşmecilerimin aktardıklarından öğrenmiş oldum. Kitabımdan bunlara dair bazı çarpıcı noktaları göçmen kadın gözünden sizlere ulaştırayım.

Almanya’ya gelin giden ilk kahramanım Yağmur, eşiyle anlaşamadığı ve eşinden hamileyken bile şiddet gördüğü için iki çocuğunu alıp kadın sığınma evinde yaşamak zorunda kalıyor. Çalışma izni yok, yaşadığı ülkenin dilini hiç öğrenememiş, kursa gitmemiş. Tamamen eşinin ekseninde bir hayat kurduğu için kendi sosyal çevresini kuramamış, yalnızlık ve çaresizlik en temel sorunları arasında. Göçmenlere has birtakım hastalıklardan temizlik hastalığı geliştirmiş zaman içerisinde.

KİTABIN KAHRAMANLARI

Diğer kahramanım Zana, çok mutlu bir evlilik yapmasına rağmen, çok sevdiği mesleği olan tekstil mühendisliğini İspanya’da devam ettirememiş, kariyerinden feragat etmenin üzüntüsünü yaşıyor zaman zaman. Güzel Türk kahvaltılarına ve ailesine hasret…Eşi bir İspanyol ve yemek saatlerine uyum göstermekte epey zorlanıyor.

İthal gelin Burcu, toplumsal baskılar nedeniyle iki kere başarısız nişanlılık yaşadıktan sonra evlenerek İsviçre’ye göç ediyor. İtalyan kantonunda yaşamasına rağmen, dili çok az öğreniyor. İkiz bebeklerinin doğumunda ebeyi tam anlayamadığı için kontrollere zamanında gitmiyor ve kaptığı enfeksiyon nedeniyle ölümden dönüyor. Evi terk etmek istese, gidebileceği bir kapının olmadığını, hatta nereden ve nasıl bilet alınabileceğini bile bilmediğini ifade ediyor. Dil bariyerinden dolayı, komşularıyla sosyalleşememekten mustarip…

Diğer kahramanım Lorin, Belçika’nın sakin kasabasında mutlu ve huzurlu bir hayat sürüyor ancak on yıl önce buraya gelin geldiğinde Türk usulü kuaför dahi bulamamış. Türkiye’ye dair her şeyde hemen duygusallaşıyor, yakınlarının özel günlerini kaçırdığı için ya da sevdiklerinin zorlu dönemlerinde fiziksel olarak yanında olamamaktan dolayı kendisini eksik hissediyor. Ne Belçika’ya ne de Türkiye’ye ait hissediyor kendisini, kısacası arafta.

Başka bir kahramanım Öykü, İngiltere’de, yaşadığı bölgenin halkını soğuk buluyor, gerçek dostluklar kurmakta zorlanıyor çünkü çok az sosyalleşebiliyor. Londra’da kullanılan Cockney İngilizcesini duyunca, kitaplarda öğrenilen dil ile yasayan dilin ne denli farklı olduğunu görüyor. Eşi İtalyan olduğu için, vizesi tamamen eşine bağlı. Bu ülkede ailesinden kimse olmadığı için anne olma konusuna mesafeli çünkü anne olunca desteğe ihtiyaç duyacağını biliyor.

Altıncı kahramanım Alev, Montreal’e taşınınca bir barda çalışıyor, bir süre sonra Fransızca eğitim veren üniversitede doktora yaparak akademisyen oluyor. Alev aynı Alev ancak barda çalışan Alev ile doktoralı Alev’e Quebec halkın bakış açısı bir değil. Gurbette sarma sararken bile hüzünleniyor ve ailesine, sevdiklerine özlemi hiç bitmiyor.

Son kahramanım İpek, toplumsal nedenlerle görücü usulü evleniyor, hiç tanımayarak evlendiği eşinin eşya biriktirme hastalığı olduğunu fark ediyor, eşinden şiddet görmesi nedeniyle Amerika’yı terk ederek ayrılıyor ve Türkiye’de sıfırdan bir yaşam kurmak zorunda kalıyor.



YEDİ KADIN, YEDİ COĞRAFYA

Sonuç olarak, karantina sürecinde göçü farklı bir perspektiften ele almak istedim. Göçmenlik, yeni kültüre, yeni dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı olarak evliliğin sorumluluklarına da hızlıca alışması gerekiyor. Her bireyin alışma süresi de farklı oluyor. Zaman geçtikçe yaşadığı ülkenin dilini öğrenemeyen, çevresini tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme süreci düzgün işlemiyor. Bu noktada, eşlerin ve ailelerinin hatta arkadaş çevresinin yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler ise travmalar yaşıyor. Hepsinin ortak duygusu ise kaçınılmaz olarak “özlem”.

Yazmış olduğum kitapla yedi kadının, yedi ithal gelinin dünyasına girdim, göç psikolojilerini derinlemesine hissettim. Kim bilir dünyanın dört bir yanında yaşayan ithal gelinler nasıl zorluklar yaşıyor? Göç, insanlığın soyu tükeninceye kadar devam edeceğe benzediği gibi her biri ayrı bir kitap konusu olacak ithal gelin öyküleri de devam edecek.

Keyifli okumalar.

İthal Gelinler kitabını Türkiye'den temin etmek için

👇

https://tinyurl.com/4ufs58x2

İthal Gelinler kitabını İngiltere, ABD, Almanya ve İtalya'dan temin etmek için

👇

İthal Gelinler – Press Dionysus


Kaynak: Talentra Recruitment Agency

Kitap Hakkında

“Evlilik kumar gibidir” derler, öyleyse yurtdışına gelin gitmek “Rus ruleti oynamak” değildir de nedir?

İthal Gelinler’de, 2000’li yılların başlarında Adıyaman’ın Kara Dantel Sokağı’ndan mutlu bir gelecek umuduyla evlenip yurtdışına giden genç kızların başından geçenler kahramanlarının ağzından aktarılıyor.

Yedi kadın, yedi dünya, yedi coğrafya…

Yeni başlangıçlar!

Göçmen yazar Pelin Markirt tarafından, tek başına geçirdiği üç aylık karantina sürecinde kaleme alınan bu kitap, kadınlığın ve göçmenliğin temel sorunlarını iç içe geçmiş akıcı hikâyelerle sunuyor okuyucuya.

Markirt, evlilik nedeniyle başka ülkelere göç eden kadınlarda öne çıkan çaresizlik, öfke, umut, özlem gibi duygu durumlarını sinematografik bir dille anlatıyor İthal Gelinler’de.

Yazar Hakkında

Güneş’in dünyada en güzel doğup en güzel battığı dediği topraklarda, Mezopotamya’nın parçası Adıyaman’da doğan Pelin Markirt, yazı yazmaya küçük yaşlarda ilgi duymaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında okumakta olduğu Adıyaman Anadolu Lisesi’nde tiyatro ve müzik çalışmalarında yer aldı. Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde burslu olarak okuduğu sırada Radyo Bilkent’te halkla ilişkiler alanında gönüllü öğrenci olarak çalıştı. Erasmus değişim programı bursu kazanarak bir dönem Hollanda’da Groningen Üniversitesi’nde işletme ve yönetim eğitimi gördü. Bankacılık ve finans alanında uzun yıllar çeşitli rollerde görev aldı ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Finans Mühendisliği alanında yüksek lisansını tamamladı.  Bilgi Üniversitesi tarafından düzenlenen Fenomen Romancılarımız Sertifika Programı’na katılarak yaratıcı yazarlık konusunda çalışmalarda bulundu.

Kendisini sanatın her dalına âşık biri olarak tanımlayan yazarın; çizgi film karakterleri çizmek, resim yapmak, dans etmek ve şarkılar söylemek hobileri arasındadır. Bunun yanı sıra seyahat etmekten çok hoşlandığı için seyahat yazıları da yazmaktadır. Türkçe, Kürtçe, İngilizce, İtalyanca ve Almanca bilmektedir.

Araştırma yapmaktan oldukça keyif alan yazar, 2019’dan bu yana Londra’da kurduğu yönetim danışmanlığı şirketi ile yaşamını İngiltere’de bir göçmen kadın olarak sürdürmektedir.



Tuğçe Yaşar'ın "Kurtarılmış Zamanlar" kitabı üzerine

Hiç yorum yok

08 Kasım 2024





Tuncay Bilecen

Tuğçe Yaşar’ın, Ocak 2023’te Sözcükler Yayınları tarafından yayımlanan Kurtarılmış Zamanlar başlıklı öykü kitabı birbirinden bağımsız on öyküden oluşuyor. Öyküler her ne kadar bu şekilde kurgulansa da Kurtarılmış Zamanlar’da; göç, uyum sorunu, dil yetersizliği, göçmenlerin Fransa’daki çalışma koşulları, farklı mekânsallıklarda yaşam sürmenin aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerine etkisi gibi göçmenliğe dair yaşanmışlıkların öne çıkan ortak izlekler olduğu söylenebilir. Bu da bir bakıma kurgusal olmasa da izleksel olarak öyküleri birbirine teyelliyor ve okuyucuda bir bütünlük hissi uyandırıyor.

Öykülerde, göç ve göçmenliğin ortak izlekler olması yazarın yaşamıyla da paralellik taşıyor, zira kitapta yer alan öz yaşam öyküsünden Tuğçe Yaşar’ın lise ve yüksek öğrenimini Fransa’da tamamladığını öğreniyoruz (s.1). Yazarın bu sırada yaptığı gözlem ve yaşadığı deneyimlerin Kurtarılmış Zamanlar’da göze çarpan, göç ve göçmenliğe dair yaşanmışlık hissi veren duygu durumlarının kaynağını oluşturduğu söylenebilir.

Yetmiş iki sayfadan oluşan kitapta yer alan on öykünün bir diğer ortak özelliği ise her birinin çok kısa metinlerden oluşması. Detaylı tasvirlere yer vermeden, “o an”a odaklanılması kurgusal olarak öyküleri karakterlerin geçmişinden uzaklaştırırken okuyucuyu da dolambaçlı olmayan yollardan öykünün meramına ve şimdiye getiriyor. Tuğçe Yaşar, sosyal medya kullanımının da etkisiyle odaklanma süresinin saniyelerle ölçüldüğü bir dönemde, öykülerindeki karakterleri ve olay örgüsünü çok derinleştirmeden öyküyü varacağı istikamete bir an önce ulaştırıyor. Her ne kadar olaylar çabuk gelişip çabuk serimlense bazen de netice okuyucuya bırakılsa da yazar bunu telaşlı bir anlatımla yapmıyor. Dolayısıyla bu kurgusal tutum okuyucunun da anda kalma duygusunu pekiştiriyor.    

Göçmenlerin “dil yetersizliği” nedeniyle yaşadığı sorunlar Kurtarılmış Zamanlar’ın ortak temalarından birini oluşturuyor. Örneğin “La Carte La Carte” başlıklı öyküde Hekimhan’dan Fransa’ya göç eden, gündüzleri inşaat işçiliği, hafta sonları ise düğünlerde zurnacılık yapan Kevî’nin Paris’teki yaşamına tanıklık ediyoruz. “Fransızcayı kahve istemeyi ve ağrıyan yerini anlatabilecek kadar” kavrayan Kevî, dört yıldır yaşadığı Fransa’da oturum alamadığı için halen kaçaktır. Mahkeme tarafından sürekli ret almaktan yorulan Kevî son duruşmaya paragöz avukatı olmadan bir tercüman yardımıyla çıkar. Kevî duruşma esnasında konuşulanları çat pat anlar ama müziğin evrensel dili Kevî’nin dil sorununu ortadan kaldırır: “Bu kez zurnasını çıkarıp Diyarbekir Yolunda Türküsü’nü çaldı. Salondaki Afrikalı, Çinli, Pakistanlılar alkış tuttu. Kimisi ayağa kalkıp dans etti” (s.25). Duruşma çıkışında arkadaşının durumuyla ilgili kötü bir haber alacak olsa da Kevî müziğin evrensel diliyle oturum sorununu şimdilik halletmiştir.

“Renkli Boya Kalemleri” adlı öyküde ise dil yeterliliği ve ayrımcılık ortak temalardır. Öykü göçmen çocuklarıyla dolu bir ilkokul sınıfının anlatımıyla başlar, öykü kahramanı dil yetersizliği yaşadığından çizerek anlatmayı daha çok sevmektedir, bu yüzden en sevdiği ders resim dersidir. Tuğçe Yaşar, bu öyküde dil bilmemenin verdiği çaresizliği çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır:

Dil bilmeyen insanlar konu ne olursa olsun sohbet esnasında sık sık güler. Hem de olur olmadık yerde. Soru sorulduğunda anlamadığı zamanlar olur, evet ya da hayır deyip hemen gülmeye başlarlar. O gülüş, anlamış gibi yapmak değil de, “Bir gün bütünüyle anlayacağım, benimle sohbet etmeyi sürdür,” demek sanki (s.8).

Resim öğretmeni Madam Veziat, öğrencilerin arkadaşları Eflâ’nın okuldan atılmaması için verdikleri kâğıda destek imzası atmak yerine dolu olan kalem kutusuna başka bir boya kalemini sokmaya çalışarak dolu kalem kutusu metaforunu kullanır; “Bak Eflâ, bu kalem kutusu Fransa, bu tek kalem de sensin. (…) Ama bak bu kalem buraya girmiyor, çünkü artık yer yok” (s.10) der. Madam Veziat’ın bu sözleri öykü kahramanını derinden sarsar, bunu “Belki de hayatımda hiçbir Fransızca cümleyi bu kadar çabuk ve temiz, tek seferde anlamamışımdır” diyerek ifade eder.  

Öykünün sonunda ise mücadele ve dayanışma ruhu galip gelmiş, Madam Veziat’ın kullandığı kalem kutusu ve boya kalemleri metaforu tersine dönmüştür: “Hayet, Eflin ve Arthur, ‘Hepimiz göçmen çocuğuyuz!’ diye slogan atıyor. Her biri o bardaktaki renkli boya kalemlerine benziyor. Yan yana başları dik! Ben de rengimi onlara katıyorum” (s.10).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” adlı öyküsünde ise göçmenlerin çalışma koşullarına tanıklık eder okuyucu, bu koşullar göç edilen ülkenin dilinin geç öğrenilmesinin ipuçlarını da ortaya koyar. Çünkü “hoparlördeki şarkılar işçiler diri kalsın diye hep yüksek sesteydi” (s.34). Bu da göçmenlerin kendi aralarında konuşmalarını ve sosyalleşmelerini engellemektedir. Bu yüzden ancak mesai bitiminde birbirleriyle konuşma fırsatı bulurlar. Hikâyenin Cezayirli ve Türk kahramanları kendi aralarında konuşurken, Cezayirli söze girer: “‘Birbirimizin yüzünü göremiyoruz, kaldı ki konuşacağız da dilini geliştireceksin! Allah iyiliğini versin abi’” (s.39).

Kitabın son öyküsü “Mavi Masa”da ise gurbette gerçekleştirilen çok kültürlü, çok dilli buluşmalara şahitlik eder okuyucu. Burada da müzik dost sohbetlerinin ortak dili olarak karşımıza çıkar. Sabaha eren gecenin sonunda dostlar birer birer ayrılırken geriye Veronika dışında sadece Türkiye’den göç edenler kalmıştır. “Artık sohbetin tek dili bütünüyle Türkçe olmuştu. Veronika da seheri bekleyenlerdendi. Konuştuklarımızdan bir şey anlamasa da can kulağıyla dinliyordu” (s.74).

Göçmenliğe ilişkin alışageldik bu olgu başka birçok göçmen yazarın yapıtlarında da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları (2011) romanında da Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı öykü kitabında da anadil korunaklı bir liman olma özelliğini çok kültürlü sohbetlerde sürdürür. Toprak, bunu bir güvence ve rahatlama olarak yansıtırken karşı tarafın tepkisine yer vermeyi de ihmal etmez;

Üstelik ikisinin aralarında Türkçe konuşması Polonyalı yazarı da, çevirmeni de rahatsız etmemişti. Belki de herkes ortak bir yabancı dili konuşmaktan yorulmuş, şimdi ana diline dönerek rahatlamıştı (Toprak, 2009, s.22).

Tuğçe Yaşar’ın öykülerinde dil meselesi sadece göçmenlerin yaşadığı dil sorunuyla sınırlı kalmaz, anadil de izleklerden biridir. “Taksi Balıkçısı” öyküsü, Paris’te çevirmenlik yapan Çiçek’in İstanbul’da arkadaşı Sedef’in evini ziyaretini konu alır. Çiçek, taksiyle Sedef’e giderken taksicinin telefonda Kürtçe konuşması üzerine ilkokul anılarına geri döner. Kürtçenin bir dil, anadili olduğunu o yıllarda yaşadığı bir olay üzerine annesinden öğrenmiştir.

Göçmenlerin emek piyasalarındaki görünümleri Yaşar’ın öykülerinin bir başka ortak izleğidir. “Tadeo Kalarov” adlı öyküsü Türkiye’de ekonomik olarak zorlanan Zafer ve Yade çiftinden, “Memlekette artık yaşanmaz” diyen Zafer’in pandemi döneminde Fransa’ya göçünü konu alır. Sahte Bulgar kimliği olan Zafer, Tadeo Kalarov ismiyle bilinir ve çoğu yeni gelen göçmen gibi bir inşaatta iş bulur. İşi ve odası arasında mekik dokuduğu rutin yaşamına başlar. Göçmenlerin gündelik yaşamlarına uzun uzadıya yer vermeyen yazar, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir an önce varacağı yere varır, Zafer inşaatta geçirdiği bir iş kazasında hayatını kaybeder. “Evleneli bir buçuk yıl olmuştu. Biraz para biriktirdikten sonra salgına da çare bulununca ailesini yanına aldıracaktı. Salgın gibi Zafer’in kaçakçılığı da sürerken, Tadeo’nun kıyafetleri ve Bulgar kimliği Zeynel Ustabaşına verildi” (s.18).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” başlıklı öykü göçmenlerin zorlu çalışma koşullarına ilişkin detaylı tasvirlerle doludur. Bu öyküde göçmen işçiler arasındaki çekişmeler ve rekabetin yanı sıra göçmen işçi sirkülasyonu da yer alır. “Mavi yelekli ustalar her yorgunluğa, bıkkınlığa yetişemezdi. Kimi işçinin dayanamayıp molada istifasını verip çekip gittiği de olurdu. Sokak, okul, ev arasında öğrendikleriyle çelişip denge tutturamayan gençlerinse yerine başkalarının geçmesi uzun sürmezdi” (s.34). Bu öykü de tıpkı “Renkli Boya Kalemleri”nde olduğu gibi göçmenler açısından ümitvâr bir sonla biter ve tıpkı o öyküdeki gibi bir metaforu tersine çevirir yazar. Göçmenlerin birbirleriyle konuşmamaları ve tempolu çalışmaları için çalışma ortamında yüksek sesle dinletilen Dans sa bulle şarkısı grev marşı olup çıkmıştır.  

Kurtarılmış Zamanlar’ın bir başka ortak izleği ise farklı mekânsallıklarda yaşamanın arkadaş, aile ve aşk ilişkilerine yansımasıdır. Örneğin “Ardıç Kuşu” adlı öyküde öykü anlatıcısının Yunan sevgilisiyle yaşadığı aşk ilişkisini arkadaşı Zeynep’e anlatması konu edilir. Sonradan Yunanistan’a gittiği anlaşılan Yunan sevgili bir ara ortadan kaybolmuş, aylar sonra ise yeniden ortaya çıkmıştır. Ardıç kuşu bu yönüyle bir bakıma gurbet içinde gurbeti yaşamayı, göç edilen yerde köklü ilişkiler kuramamayı gösterir gibidir. “Ardıç Kuşu şimdi bir yerlerde gitarını çalıp şarkı söylüyordur. Bir kadının parmaklarına dokunup hangi enstrümanı çalabileceğini tartışıyordur” (s.45).

“Denize Atılan Taşlar” öyküsü ise araya giren mesafelerle birlikte dostluklar yıllara meydan okur mu? Biz ve geride bıraktığımız yıllar sonra bile aynı kişiler midir? sorularını sordurur. Bu öyküde göçmenlerin yaşadığı aidiyet sorununun arkadaş ilişkilerine yansıması örtük olarak kendisini hissettirir.

Tuğçe Yaşar’ın kendine özgü üslubu ve diliyle kaleme aldığı Kurtarılmış Zamanlar, göç ve göçmenliği çeşitli biçimleriyle aktarması ve yaşanmışlıklardan süzülen gerçekçi anlatımıyla göç yazınına ilgi duyanların keyifli okuyacağı bir kitap olma özelliği taşıyor.

 

Tuğçe Yaşar, Kurtarılmış Zamanlar, Sözcükler, 2022, 77 sayfa

 

Kaynakça:

Toprak, Menekşe, Hangi Dildedir Aşk, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Toprak, Menekşe, Temmuz Çocukları, İletişim, 2011


* Bu yazı Göç dergisinin Kasım - 2023 sayısında yayınlanmıştır.

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/872

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan