Yeni göç dalgası: ORTA SINIFLARIN HİCRETİ

Hiç yorum yok

02 Ocak 2025

Bu yazıda, Türkiye'den yurtdışına yönelik son yıllarda gerçekleşen göçlerin temel özelliklerine değineceğiz...



Tuncay Bilecen


Son birkaç yıldır özellikle politik istikrarsızlık nedeniyle Türkiye’den yurtdışına yoğun bir göç hareketi yaşanıyor. Bu yeni göç hareketi 1960’lı yıllarda özellikle Almanya’ya yönelen daha sonra tüm Avrupa ülkelerini ve diğer ülkeleri kapsayan işçi göçüne benzemiyor. Türkiye’den yurtdışına göçler aile birleşmeleri ve düzensiz göçlerle 1970, 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca devam etti. Bir yerden başka bir yere açılan göç koridorunun, akrabalık, hemşerilik ilişkileri sayesinde kurulan bağlantılarla iki yönlü olarak dolaşıma açılmasına “göç kültürü” diyoruz. Londra’da en çok Maraşlıların, Brüksel’de en çok Elmadağ’lıların olmasını sözünü ettiğimiz zincir göçe bağlayabiliriz. Ancak son yıllarda Türkiye’den yurtdışına yönelen göç bunların hiçbirine benzemiyor. 


ORTA SINIFLARIN HİCRETİ


Yeni göç dalgasının en önemli özelliklerinden biri “endişeli” orta sınıfların demografik ve sınıfsal olarak en önemli kesimi oluşturması. Burada da ailelerin özellikle çocuklarının geleceği konusunda duydukları kaygı birincil neden olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim sahada yaptığımız çalışmalarda görüştüğümüz kişilerden “hadi biz neysek, biz alıştık ama çocuklarımızın geleceği için endişe duyuyorduk. O yüzden göç etmek zorunda kaldık” ifadelerini çok sık duyuyoruz. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla İngiltere’ye gelenler 1980’li yılların sonunda gerçekleşen göçlerle gelenlerden birçok bakımdan ayrışıyor. Birincisi yeni göç hareketi daha çok aile merkezli bir göç… Oysa ilk göç akınında önce erkekler geliyor, sonra ailelerini getirmek için çaba veriyorlardı. Yine bu yeni göç akınıyla gelenlerin eğitim seviyesi, dil yeterliliği ve meslekî vasıfları ilk göç dalgasıyla gelenlerden bir hayli farklılık gösteriyor. Orta sınıf göçü olarak tanımlamamızın bir diğer nedeni de bu zaten. 


ANKARA ANLAŞMALILAR FARKLI BÖLGELERDE YAŞIYOR


İlk göç dalgasıyla gelenler dil ve meslekî yeterlilikleri daha az olduğu için birlikte yaşamak zorundaydılar, bir başka deyişle birbirine muhtaçtılar. Bu yüzden tekstil sektörü çöker çökmez informal ilişkilerle bir anda kendi etnik ekonomilerini oluşturdular. Yeni göç dalgasıyla gelenler de Home Office’e verilecek evrakların neler olduğu konusunda birbirine ihtiyaç duyuyor olabilir; ancak bu sorun genellikle sosyal medya grupları üzerinden yazışmalarla ya da kişisel bağlantılarla hallediliyor. Dolayısıyla ilk göç dalgasından farklı olarak yeni gelenlerin aynı muhitlerde yaşamalarına gerek yok. Hatta bunu bilinçli olarak tercih etmeyen birçok Ankara Anlaşmalı bulunuyor. Özetle; sadece Hackney, Haringey, Enfield’ta yaşayan değil Londra’nın her yerinde hatta Britanya’nın çeşitli yerleşim yerlerine dağılan Ankara Anlaşmalılardan söz ediyoruz artık. Bu sebeple Londra’da daha önce Türkiyelilerin pek ayak basmadığı yerlerde dahi yeni göç dalgasıyla gelenleri görmemiz mümkün. Yaptığı iş, dil yeterliliği vs. nedenlerle Türkiyeli etnik ekonomi içerisinde çalışma zorunluluğu bulunanlar biraz da mecburiyetten Kuzey Londra’da yaşıyorlar. 


GÜVENLİK ENDİŞESİ EN ÖNEMLİ GÖÇ NEDENİ


Türkiye’de Gezi süreci ile başlayan, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 iki seçim dönemi arasında tırmanan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle zirveye çıkan güvenlik kaygısı sözünü ettiğimiz göçü tetikleyen saiklerin başında geliyor. Yeni göçmenler kariyerlerinde yeni bir sayfa açmak, yeni bir hayata başlamaktan ziyade kendilerini güvende hissetmedikleri için göç ettiklerini ifade ediyorlar. Dinlediğim göç hikâyelerinin çoğunda sözünü ettiğim önemli tarihlerin göç etme kararını almada bir milat olduğu ortaya çıkıyor.  


Türkiye’nin yoğun gündeminden yorulan ve geleceğe dair tüm umutlarını yitirenler çareyi yurtdışına göç etmekte buluyor. Tıpkı zincir göç gibi burada da birbirini tetikleyen “biz de kaçalım, biz de kendimizi kurtaralım” şeklinde bir göç etme etkileşiminden söz edilebilir. Buna halihazırda işlerini yitirenler, iktidar tarafında olmadıkları için bütün kapılar yüzlerine kapanları özetle bir şekilde üzerleri çizilenleri de ekleyelim. Bu durumda göç bir mecburiyet olarak kendisini dayatıyor. Kısaca toplumdaki genel nezaketsizlik hali, çocukların geleceği ne olacak endişesi, işini yapamama veya zaten çoktan kaybetmiş olma hatta İstanbul’un trafik çilesi bile Türkiye’yi terk etmeye iten nedenler arasında sıralanabilir.


YENİ GÖÇ DALGASININ GELECEĞİ


Yeni göç dalgasını göç etme nedeninden, göç edilen yere ve göçmenlerin taşıdıkları özellikler bakımından ilk göç dalgasıyla kıyasladıktan sonra şu soruyu soralım: peki, bundan sonra ne olacak? Bu göçler artarak devam edecek mi? Kesilecek mi? Yoksa bir geri dönüş göçü mü başlayacak? Elbette bu soruya şimdiden cevap vermek mümkün değil; çünkü Türkiye’deki ve İngiltere’deki gelişmeler olmak üzere birçok değişken yeni göçmenlerin geleceğinin ne olacağı sorusuna etki edecek. Önce Türkiye’den başlayalım; politik istikrarsızlık devam ettiği, ülke demokrasiden otoriteryanizme doğru savrulduğu sürece göçler devam edecektir. Nitekim görüşmelerde, “Türkiye istikrara kavuşursa burada bir dakika daha durmam” diyen birçok kişiyle karşılaşıyoruz. Bu durum ilk göç dalgasıyla gelenler için de geçerli. 


Diğer bir husus ise göçmenlerin maddî ve kültürel uyum sağlama becerileriyle ilişkili… Göç ettikten sonra ekonomik olarak Türkiye’deki gelirine umut bağlayanlar, Türk lirasının hızla değer kaybetmesi nedeniyle zor günler geçiriyorlar. Bu şekilde evini, toprağını satanlar elde ettikleri paranın burada yaşamaya yetmemesinden şikâyetçi. Yine Türkiye’deki orta sınıf konformizmini Londra’ya uyarlamaya çalışanların da zorluklar yaşadığını söyleyelim. Türkiye’den ağır mobilyalarını getirip Londra’da evinin kapısından geçirmeye çalışanların hikâyesini duymuşsunuzdur. Dolayısıyla yeni göç dalgasıyla gelenler buraya uyum sağladıkları ölçüde kalıcı olacaklardır. Ancak kısa vadede yeni göç dalgasıyla gelenlerin önemli bir kısmının geri döneceğini ya da geri dönmek zorunda kalacağını öngörebiliriz. 






“Doğumla ilgili her an ulaşıp danışabilecekleri birinin olması ailelere çok iyi hissettiriyor"

Hiç yorum yok

28 Aralık 2024

Bebeklerin sağlıklı gelişimi için ailelerin hamilelik ve doğum sonrası süreçlere doğru hazırlanması büyük önem taşıyor. Doğum öncesine ve doğum sonrasına ilişkin ailelere çeşitli konularda profesyonel destekler sağlayan hemşire – doula Özge Aydoğan’la verdiği hizmetler hakkında sohbet ettik.

 





Özge Hanım, sizi biraz tanıyabilir miyiz?

2006 yılında Akdeniz Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra hemşire olarak çalışmaya başladım. Türkiye’de 13 yıllık devlette hemşirelik tecrübem var. Kızım Alya’nın 2010’da doğumuyla birlikte kadınların doğum öncesi ve sonrası dönemlerinde ne kadar yalnız ve desteğe ihtiyacı olduklarını fark ederek bu alanda eğitimler almaya başladım.

İlk olarak hamile pilatesi eğitmenliğiyle başladı yolculuğum. Bu eğitimleri alırken de İstanbul Doğum Akademisi'nden haberdar oldum ve orada “Doğuma Hazırlık Eğitmenliği ve Doula” (anne adayının doğumdaki destekçisi) sertifikalarını aldım. Teorik eğitimlerin yanı sıra birçok farklı uzmanlık alanının pratik uygulamalarını da öğrendiğimiz, her aşamada süpervizyonlarımızın olduğu bu eğitimler yaklaşık iki yıl sürdü. “Keşkesiz Doğum” felsefesiyle eğitimler veren akademinin Türkiye'deki ilk eğitmenlerinden biri oldum.

Özge Aydoğan

Kapı kapıyı açtı ve bu alanda öğrenilmesi gereken ne kadar çok uygulamanın var olduğunu fark ettim. Ardından Hypnobirthing Enstitüsünden haberdar oldum ve Türkiye’deki eğitimlerine katılarak HYPNOBIRTHING eğitmeni oldum.

Türkiye’de bir devlet hastanesinde Gebe Okulu birimini kurarak orada eğitim vermeye başladım. Birkaç yıl sonra Sağlık Bakanlığı tarafından yürütülen Uluslararası Bebek Dostu Hastane Projesi kapsamında yapılan eğitime katılarak Emzirme Danışmanı ve Bebek Dostu Hastane değerlendirmecisi oldum. Çalıştığım il sağlık müdürlüğünde uzman olarak Anne ve Bebek Dostu Hastane çalışmalarını yürüttükten sonra hastanede Gebe Okulu ve Emzirme Danışmanlığı birimlerinde aktif olarak çalıştım.

Türkiye’de, Uluslararası Bebek Masajı Derneği (IAIM) üyesi ve “Bebek Masajı” eğitmeni olduktan sonra tüm bu uzmanlıklarımı bir araya getirerek Alya Bebek Spa ve Doğuma Hazırlık Merkezi’ni kurdum. 2021’de profesyonel olarak sürdürdüğüm bu iş üzerinden Ankara Anlaşmasına başvurdum ve Londra’ya geldim. Halihazırda doğum öncesi ve sonrasına ilişkin profesyonel hizmetlerimle Londra’da ailelere bu özel dönemlerinde destek oluyorum.

Öncelikle doğum öncesinde verdiğiniz eğitimlerden biraz söz edelim. Hypnobirthing ne demek?

Hypnobirthing daha ağrısız, bilinçli, kolay ve korkusuzca doğum yapmak için kullanılan bir doğuma hazırlık tekniğidir. Hypnobirthing Mongan Yöntemi olarak adlandırılan bu doğuma hazırlık programı, aynı zamanda doğal doğumu benimseyen bir felsefe olarak da görülür. Hypnobirthing, doğumda kadının bedenine ve iç sesine odaklanarak, içgüdüsel olarak doğumunu yapabilmesini sağlayan bir teknik. Kadınlar, bu tekniği öğrendiğinde doğumda ağrıyla baş etmeleri ve doğuma uyumlanmaları daha kolay oluyor.

Burada doğumun fizyolojisinin yanında pozisyonları, özel nefes tekniklerini, bebek ile bağ kurma egzersizleri, imgeleme teknikleri ve derin gevşeme tekniklerini öğretiyoruz. Birçok noktada kadının kendi gücünü keşfetmesini sağlıyoruz. Hypnobirthing deyince kadını hipnoz ediyormuşuz, sanki bilinç devreden çıkıyormuş gibi bir şey anlaşılıyor olsa da kadının algıları bu sırada tamamen açık, her şeyin farkında. Film izlerken o sırada önünden geçenleri nasıl görmez, etrafında olanları nasıl duymazsak, işte aslında doğumda da kadına bunu yapmasını öğretiyoruz. Doğumuna odaklanmasını, dış etkenlerden kendini koruyarak içgüdüsel olarak kendini doğuma bırakmasını sağlıyoruz.

Eğitimleriniz bireysel mi yoksa grup eğitimleri de veriyor musunuz?

Grup eğitimleri ya da birebir olarak ailenin evine giderek de eğitimler verebiliyorum. Ya da online olarak da dünyanın herhangi bir yerinden eğitimlerimi alabiliyorlar.

Eğitimler ne kadar sürüyor?

Doğuma hazırlık eğitimlerim 10 saat sürüyor, iki buçuk saatlik dört oturum şeklinde gerçekleştiriyoruz. Bunu 4 farklı günde yapabileceğimiz gibi 5 er saatlik buluşmalarla ailelerin 2 günlerini ayırmaları da yeterli oluyor. Planlamayı birlikte yapıyoruz.

Hamileliğin hangi sürecinde kadınların bu eğitim almasını tavsiye ediyorsunuz?

İlk üç aydan sonra herhangi bir zaman olabilir. Sadece son haftalara bırakmalarını çok önermiyorum. Çünkü son haftalar biraz daha telaşlı oldukları bir dönem. Eğitimden sonra oluşan farkındalıklarla doğuma hazırlık yapmaları için ailelerin önünde belirli bir zaman kalmasını öneriyorum. Bazen son haftalarda yaptığımız da oluyor. Önerim erken başlanması ama geç olması hiç olmamasından daha iyidir tabii.



Emzirme eğitimi de veriyorsunuz. Emzirme eğitimi nedir?

Emzirme Eğitimi anne ve baba adaylarını emzirme dönemine hazırladığım, doğru emzirme pozisyonunu öğrettiğim, bu dönmede yaşayabilecekleri sorunlara yönelik alabilecekleri önlemler ve çözüm yolları hakkında bilgilendirdiğim kapsamlı bir eğitim. 4-5 saat kadar sürüyor. Yüz yüze ya da online olarak planlayabiliyoruz.

Birçok anne emzirmeyi doğal bir süreç olarak görüyor ve bu konuda zaten bir sorun yaşamayacağını düşünüyor. Eskiden öyleydi evet. Çünkü medikal doğumlar yoktu. Mamalar, biberonlar havada uçmuyordu. O yüzden kadınların tek bildiği şey vardı o da emzirmekti. O dönem kalabalık ailelerde yaşıyorduk. Çevremizde emziren bir büyüğümüz mutlaka oluyordu. Ama şu an öyle değil maalesef. Bireysel yaşıyoruz ve birçok kadın hayatında bir bebeği bile kucağına almadan anne olabiliyor. O yüzden de maalesef beklendiği gibi olmayabiliyor. Bazen emzirmeye sadece mekanik bir olay gibi bakılıyor. Bebeğin memeyi emmesi ve karnını doyurması gibi. Bu, bu kadar basit bir süreç değil, çok başka boyutları var. Annenin nasıl hissettiği, bebekle nasıl bir bağ kurduğu, bebeğin anneye dokunmasının ne kadar önemli olduğu hep unutuluyor. O yüzden de birçok şeyi kaçırmamak için doğumdan önce emzirme eğitimi almalarını da çok önemsiyorum.



Sırası gelmişken DOULA’lıktan bahseder misiniz? Nedir Doula?

Doula Eski Yunancada “hizmet eden kadın” anlamına gelir. Doula, kadına doğum boyunca ve doğum sonrası dönemde profesyonel olarak destek olan kişidir.

Bir doula, kadını hamileliğin ilerleyen dönemlerinde doğum için hazırlamaya başlar. Doğum esnasında da yanında olarak onu yönlendirir, nefes alış-verişlerini düzenlemesine ve kasılmalarla baş etmesine yardımcı olur. Kadını masajla, bası noktaları, gevşeme, nefes teknikleri uygulayarak rahatlatır. Gerekirse suyun gücünden faydalanır, korkularını yenmesini sağlar.

Bu eğitimleri almanın sağladığı faydalar nelerdir?

Kadının öncelikle kendine olan güveni yükseliyor. Bunun yapabileceğine olan inancı oluşuyor. Özellikle doğumu durduran ve aslında birçok doğumun zor olmasına sebep olan doğum korkusu ortadan kalkıyor ya da kontrol edilebilir hale geliyor. Korkusuz bir doğum ile hormonlar ve beden olması gerektiği gibi çalışıyor, çok daha kolay bir doğumun kapıları açılıyor. Kadınlar bu öğrendikleriyle nasıl bir doğum yapmak istediğine karar veriyor ve doğumun sorumluluğunu alıyorlar.  

Eğitimde doğumu kolaylaştıran yöntemleri öğreniyorlar ve bu süreçte babalar da doğum koçu olarak eşlerine çok güzel destek olabiliyor. Çünkü gerçekten o doğum anında birbiriyle bütün olmak ve heyecanı birlikte yaşamak çiftleri birbirine bağlıyor. Bu anlamda da çok büyük katkısı oluyor.

Doula’lığını yaptığım, doğuma hazırlık eğitimi alan kadınların doğumlarında süreci büyük bir beceriyle yönettiklerini gözlemliyorum. Gerçekten eğitim birçok şeyi değiştiriyor.

Yaklaşık 10 yıldır birçok farklı doğumda ailelere destek oldum. Eğitim sonrası oluşan bilinçli doğum tercihlerine saygı duyarak nerede doğurmak isterlerse hayallerindeki gibi bir doğum yaşamaları için onlara destek oldum. Birçok evde suda doğum, aktif doğum, hypno doğum, lotus doğum ve sezaryen doğuma eşlik ettim. Keşkesiz doğum deneyimleri yaşamaları ve aşk ile bebeklerine kavuşmaları için profesyonel olarak onlara destek olmaktan büyük mutluluk duydum. Bebeklerin nasıl dünyaya geldiği çok önemli, bu ana yatırım yapmak çok kıymetli, çünkü o an bebeğin tüm hayatını etkiliyor. Bu olağanüstü anlarında ailelere destek olmak benim için bu yüzden çok kıymetli.

Biraz hamile pilatesi hakkında konuşalım. Hamile pilatesi nedir?

Kadının doğum yapabilmesi için bedeninin güçlü olması gerekiyor. Doğum efor isteyen bir eylem. Bir maratona katılacaksanız öncesinde iyi bir hazırlık yaparsınız değil mi? Doğumda da olması gereken budur. Doğumda bacakların güçlü olması, eklemlerin daha esnek olması, doğru doğum pozisyonlarında uzun süre kalabilmesi için tüm beden kaslarının güçlü olması gerekir. Güçlü karın kasları bebeği itmesinde kadına yardımcı olacaktır. Pilates doğuma ve doğum sonrasına yatırım yapacağınız harika bir egzersiz türlerinden biridir.



DOĞRU POSTÜR İÇİN HAMİLE PİLATESİ

Düşük riski ihtimaline karşı ilk 3 ay genelde egzersiz çok önerilmiyor, fakat kişinin daha öncesinde bir spor geçmişi varsa doktor onayıyla daha erken haftalarda da başlanabiliyor. Bunlar çok efor isteyen egzersizler olmuyor. Belli noktalarda bedeni destekliyoruz. Çünkü ağırlık merkezi değişiyor beden büyüdükçe. Doğru postür için hamile pilatesi çok önemli. Şöyle ki, kadınların birçoğu hamilelik sürecinde öne doğru eğiliyorlar. Memeler büyüyor, karın büyüyor, beden öne doğru eğilmeye başlıyor. Eğer omurga, iskelet sistemi ve kaslar sağlam değilse, hormonal dengenin değişmesi ve kalsiyum kaybıyla birlikte birçok kadının postürü değişiyor. Aynı zamanda rahmi ve idrar kesesini tutan iç pelvik kasların da çalışılması gerek ki doğum sonu dönemde yaşanabilecek yakınmaların önüne geçilsin.  O yüzden bu dönemde bedensel olarak kendilerini güçlendiriyor olmaları hem kolay bir doğumun kapısını açıyor hem de doğum sonrası dönemde, emzirme sürecinde ve sonrasında beden yakınmalarını azaltıyor.

Peki, doğum sonrasında ailelere nasıl bir destek sağlıyorsunuz?

Doğum sonrası hizmetlerimden biri emzirme danışmanlığı. İki tür emzirme danışmanlığı veriyorum. Birincisi, emzirmeye doğru başlama ve sürdürme için en erken zamanda emzirme sürecine dahil oluyorum. Aileler öncesinde bunun için randevu tarihi alıyorlar. Doğumdan sonra, en erken zamanda, bazen hastanede, bazen eve çıktıklarında ev ziyaretiyle doğum sonrası emzirme hizmetime başlıyorum. 2-3 saat kadar anneyle birlikte oluyorum ve emzirme eğitimi veriyorum.

Emzirme nasıl yapılır? Pozisyon uygun mu? Bebek doğru kavranıyor mu? Memede sorun var mı? Bebek yeteri kadar sıvı alıyor mu? İyi beslendi mi? Mama kullanımı olduysa eğer bunu geriletmek için neler yapabiliriz? Bütün bu sorular etrafında konuşuyor ve ona göre de bir yol haritası belirliyoruz.

İkincisi, bir sorun yaşadıklarında ailelerim bana ulaşıyor, soruna yönelik çalışma başlatıyoruz. Burada bebeğin kaç aylık olduğunun bir önemi olmuyor ne zaman destek almak isterlerse çalışabiliyoruz. Emme güçlüğü, kilo alamama, mama kullanımı, meme sorunları, süt arttırma, meme reddi gibi birçok sorun için danışmalık veriyorum. Her iki danışmanlık durumunda da önce ev ziyareti yapıyorum, sonrasında da online olarak bir hafta boyunca takip ediyorum. Aile bana günlük listeler gönderiyor, videolar atıyor ya da görüntülü görüşmelerle durumlarını takip ediyorum. Anneyle, bu süreci nasıl yönetiyor, anlattıklarımı nasıl uyguluyor, nerede zorluk yaşıyor, hangi alanda desteğe ihtiyacı var görmek için iletişimimi sürdürüyorum. Emzirme dışında da birçok konu ile ilgili her an ulaşıp danışabilecekleri güvendikleri birinin olması ailelere çok iyi hissettiriyor. Ayrıca emzirme sorunları kişiye özel oluyor, her bebek kendine özel, her doğum öyküsü farklı, her ailenin dinamiği başka. Bu yüzden emzirme sürecinde genel bilgilerle hareket etmek yerine kendi sorunlarına yönelik profesyonel destek almak her şeyi çok daha kolaylaştırıyor.

“MATERNITY NURSE OLARAK ANNELERİ DİNLENDİRİYORUM”

Doğum sonrasında verdiğiniz diğer destekler nelerdir?

Doğum sonrasında aynı zamanda bebek bakımıyla ilgili de destek veriyorum. Maternity Nurse deniyor buna, yani yeni doğan bebek bakımı. Bu süreçte gerçekten anneler çok uykusuz kalıyor, beslenmelerine çok dikkat edemiyor, kendi öz bakımlarına bile fırsat bulamıyor. Çünkü bebek çok yoğun bir şekilde emmek istiyor. Çok yoğun bir şekilde bakıma ihtiyaç duyuyor. Bu aşamada ailelere profesyonel olarak bebek bakımı konusunda destek oluyorum. 10 saatlik ziyaretler yapıyorum. Bu 10 saatlik ziyaretlerde; bebek banyosu, pozisyonu, kundaklama, giydirme, alt değiştirme, saç bakımı, tırnak kesimi gibi işlerle ilgileniyor ve bu konuda bilgilendirmeler yapıyorum. Genel olarak bütün her şeyi hem aileye öğretiyorum hem de o gün anneyi dinlendiriyorum. Eğer anne gece uyumak istiyorsa, bebek benimle kalıyor, bebeğin beslenmesini ben yapıyorum ya da emzirmek istiyorsa anneyi beslenme saatinde uyandırıyorum. Maternity Nurse olarak gece ve gündüz seçenekleriyle bu hizmeti ailenin talebine göre1 aylık, 2 aylık, 4 aylık gibi periyotlarla sunuyorum.



Sizin bir de “bebek masajı” hizmetiniz bulunuyor. Bebek masajı nedir?

Bebek masajı eğitimlerimi Türkiye'de grup eğitimleri olarak yapıyordum. Burada ailelere birebir yapıyorum. Tabii bunun için uygun koşullar olursa grup eğitimi de yapmak isterim. Bebek masajının hem bebeğin nörolojik gelişimi açısından hem de gaz problemlerinin çözülmesi açısından çok yararı var. Bebek masajı için adeta gaz problemlerini çözmek için ailenin elinde bulundurduğu sihirli bir dokunuş diyebiliriz.

BEBEK MASAJI: “BESLEYİCİ TEMAS”

Dokunmanın çok güzel bir büyüsü var, “besleyici temas” diyoruz biz buna. Bebek masajını anne veya baba düzenli olarak yapabilir. Bunu bölge bölge öğretiyorum ve dört oturumla aktarıyorum. Her oturumda farklı bir bölge konuşuyoruz ve aynı zamanda sadece masajı öğretmiyorum. Örneğin bebeğin duygu durumunu konuşuyoruz, ağlamalarını konuşuyoruz. Bebek ne demek istiyor? Ağlamasını çoğu kez aslında bizler bir problem gibi görüyoruz. Ama aslında aileler ağlamanın bebek için ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu fark ediyorlar. Hangi duygu durumunda bebeğe masaj yapabiliriz?  Mesela ben masaja gittiğim zaman aile “ben yapmak istiyorum ama durmuyor” diyor. Bunun da bir tekniği var. Önce annenin buna hazır ve aynı zamanda bebeğin uygun duygu durumunda olması lazım. Bebek ağlıyorken ya da huzursuzken ona masaj yapmak isterseniz rahatlaması mümkün değil. Önce onu rahatlatmak gerekiyor. Bunun dışında ailelerle genel olarak bebek gelişimi hakkında konuşuyoruz. Her oturumda masaj tekniklerinin yanında farklı bir konuyu ele alıyoruz ve bu ebeveynlere çok büyük katkı sağlıyor. Masajla birlikte bebeklerinin rahatladığını görmek annelere çok iyi hissettiriyor.

“BÜTÜN BU SÜRECİ AİLEYLE BİRLİKTE YAŞIYORUZ”

Birlikte çalıştığınız ailelerden nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Çok güzel geri dönüşler alıyoruz. Örneğin emzirmeyle ilgili mesela çok ciddi sorunlar yaşayıp benden destek aldıktan sonra problemsiz bir şekilde uzun bir dönem bebeğini emziren anneler, “Özge Hanım çok sağ olun bebeğim hâlâ emiyor ve siz bana o dönemde destek olmasaydınız belki ben bebeğime anne sütü veremeyecektim” diyorlar. Türkiye’de ilk doğumlarına yardımcı olduğum aileler ikinci doğumları için çağırıyorlar; gidebildiklerim oluyor, gidemediklerim oluyor. Bunlar da bizim işimizin en büyük motivasyon kaynağı. Tabii bunlar arada aileyle bir bağ kurmadan olamaz. Onların evini görüyorum, aile yaşantılarını görüyorum, doğuma ilişkin nasıl bir bakış açıları olduğunu görüyorum, bu süreci birlikte yaşıyoruz, anneye dokunuyorum, masaj yapıyorum, gözyaşlarını siliyorum. Özetle, aileyle profesyonel desteğin yanında, duygusal bir bağ da kuruyoruz. Ve sanırım bu bağ hepimize çok iyi geliyor...

 

Telefon:                 07417418707

Web:                      https://www.alyadoulaservices.co.uk/

Instagram:             @alyadoulaservices.uk

E-posta:                 info@alyadoulaservices.co.uk

 



 



Türkiye dışarıdan nasıl görünüyor? Türkiye’de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?

Hiç yorum yok

24 Aralık 2024

 Türkiye'de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir? Bu yazıda, göçmenlerin Türkiye’yi dışarıdan nasıl gördüklerine yer veriyorum.

 Tuncay Bilecen

2019-2021 yılları arasında İngiltere’ye Türkiye’den göç etmiş göçmenlerle yaptığım alan araştırmasında görüşmecilere her iki ülkede de yaşamayı deneyimledikleri için “Sizce Türkiye ve İngiltere’de yaşamanın olumlu ve olumsuz tarafları nelerdir?” şeklinde bir soru yöneltmiştim. Başlı başına bu soruya verilen yanıt bile görüşmecilerin iki ülkeyi nasıl değerlendirdiklerini ortaya koymaya yetiyordu.

Daha önce Türkiye’ye geri dönme kararı almış ama bir süre sonra tekrar Birleşik Krallık’a tekrar göç etme kararı almış görüşmecilere Türkiye’ye ilişkin olumlu ve olumsuz buldukları tarafları sordum. Görüşmeciler örneğin Birleşik Krallık’a ilişkin olarak iklimden şikâyet ederken, Türkiye’de dört mevsimin yaşanmasını olumlu bir özellik olarak ifade ettiler. Diğer taraftan Birleşik Krallık’ta güvenlik ve politik istikrar olumlu bir faktörken, Türkiye’de politik çatışmalar bir olumsuzluk olarak çoğu kişi tarafından dile getirildi. Yine Birleşik Krallık’ta yalnızlık hissetmek bir olumsuzluk iken Türkiye’de aile bireylerinin, tanıdıkların, arkadaşların olması olumlu bir özellik olarak ifade edilmektedir. Örneğin bir görüşmeci, bu soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Ailem, arkadaşlarım, kayıtsız şartsız sevildiğimi hissetmek, güneş ve bulabildiğim zaman doğa ve deniz, sabah kahvaltıları ve elbette çay” (GG1, Kadın, 45).

Göçmenlerin Türkiye’ye dair olumlu olarak zikrettiklerinin başında havasının iyi olması ve insanların daha neşeli olması geliyor. “Türkiye’nin olumlu yönü, yani havası, suyu, doğası, yani hep yapacak bir şey var burada. Sıkılman için zaman yok yani. İstanbul’un gündüzü ayrı gecesi ayrı bir güzel. İnsanlar hep böyle neşeli” (GK7, Kadın, 31).

Türkiye’ye ilişkin olumlu ve olumsuz tarafları sıralarken aşağı yukarı bütün görüşmeciler belli noktalar üzerinde ortaklaşmaktadırlar. Bunlar Türkiye insanının sıcakkanlı olduğu, doğasının ve ikliminin harika olduğu fakat politik çatışma ve ekonomik krizlerin Türkiye’yi yaşanmaz kıldığıdır. “Türkiye toplumunun hem coğrafi olarak zenginliği var hem de kültürel olarak zenginliği var. Çok kültürlü, çok dilli, coğrafi olarak, iklim olarak da dört mevsimi yaşayabilen bir ülke. Bu cennet ülkeyi cehenneme dönüştürenlere lanet olsun” (GK5, Erkek, 59). 

İki ülke arasında dönüşümlü bir hayat yaşayan GG3’ü Türkiye’nin dinamik yapısı, ihtimallerle dolu olması heyecanlandırmaktadır. Bu duyguyu yaşamak istediğinde Türkiye’ye gitmekte, sakinleşmek istediğinde ise Birleşik Krallık’a geri dönmektedir. GG3 bu durumu şizofrenik bulsa da her iki duyguyu yaşamak onu mutlu etmektedir.

“Yaşadığınız yer sizi değiştiriyor, bizler biraz İngiliz olduk biraz da Türküz… Şizofrenik gibi görünse de hem istikrarı hem heyecanı hem de değişme ihtimalini seven, ikisinden almaya çalışan bir yapımız var (Gülüyor). Türkiye ihtimallerle dolu, bunu da seviyorum. O olmayınca da hiç heyecanlanamıyorsunuz. Hayatımın en heyecanlı yanını Türkiye’de yaşıyorum. Sürekli bunları yaşamak çok yorucu tabii. Yaşlandım, ama o beni saran o duygudan kurtulamıyorum” (GG3, Kadın, 59).

Anadille kurulan güçlü bağ, duyguların düşüncelerin en iyi anadille ifade edilmesi, bir coğrafyaya olduğu kadar onun kültürüne ve diline özlem duymak göçmenlik psikolojisinde sıkça rastlanılan bir durumdur. Örneğin GD10, Türkiye’ye dair olumlu düşüncelerini anadiliyle kurduğu güçlü bağa bağlıyor. “Türkçe okumayı, seyretmeyi seviyorum, şarkı söylemeyi seviyorum. Hatta sadece Türkçe duygularımı ifade edebiliyorum. Ne kadar iyi İngilizce konuşursam konuşayım, İngilizceyi hep tiyatro gibi görüyorum. İngilizce konuşurken ben başka bir roldeyim” (GD10, Kadın, 38).

Olumsuz olarak ise görüşmeler en çok politik yapının verdiği bıkkınlık ve güvensizlik ile insan ilişkilerinde yaşanan değişim üzerinde duruyorlar. Çalışmada, Birleşik Krallık’a gerçekleşen özellikle aile göçlerinde iç politikada yaşanan çatışmalar başat faktör olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Türkiye’ye ilişkin olumsuzluklarda da en çok bu konu dile getirilmiştir.

“Türkiye’de de o koyu muhafazakârlık, yandaşlık. Sen AK Partiliysen, yani ya da herhangi bir cemaate üyeysen, bir tek Fettullahçılarla iş bitmiyor, direkt yolunu buluyorlar. Ama onun haricinde sıradan bir sosyal demokratsan bile sırtını sıvazlayıp gönderiyorlar. Bir de herkes küçük bir Recep Tayyip Erdoğan olmuş. Üslup, tarz hepsi fabrikadan çıkmış gibi. Belediye başkanından tut memuruna kadar herkes öyle olur mu ya, bu nedir yani? Tamam, Tayyip’in bir tarzı vardır. Türkiye’ye gelmiş önemli bir liderdir. Ama herkes de Tayyip olamaz ki kardeşim” (GD11, Erkek, 54).

Türkiye’de muhafazakârlaşma olarak ifade edilen otoriterleşmenin bazı bölgelerde mahalle baskısına dönüşmesi, farklılıklara tahammülün azalması yine görüşmeciler tarafından Türkiye’ye dair olumsuzluklar arasında sıralanmıştır.

“Küçük bir Anadolu kasabasındayız, ısrarla orada yaşamaya devam ediyoruz. Ben ilkokulda falan hep oruç tutuyormuş gibi yapmak zorunda kaldım. Aşırı kötü bir yerdi. Bir ara kapanmak falan istedim, çünkü sürekli cehennemde yanacağımızı falan düşünüyordum. Türkiye’ye dair özlediğim romantik bulduğum hiçbir şey yok. Deniz kenarı yok, mevsimler yok. Sadece ailem var. Başka hiçbir şey yok. Eğer onlar orada olmasaydı Türkiye’ye gitmek istemezdim. Her geçen gün çok daha kötü oluyor” (GD10, Kadın, 38).

1989’da politik nedenlerle Birleşik Krallık’a göç eden ve 2004’te Türkiye’ye geri dönen GK6, siyasi gelişmeler nedeniyle Türkiye’den ve insanından umudunu kestiğini ifade etmektedir.

“Var tabi, ülkedeki siyaset… Nâzım’ın sözü var, şöyle diyor: çağımdan tiksiniyorum diyor, sonra da bu çağ benim çağım, yani insanın kendinden tiksinmesi gibi bir şey. Böyle yaşayamıyoruz diyor. Ben artık insandan çok umutlu değilim ama İthaki’ye yolculuk devam etsin diyorum” (GK6, Erkek, 57). 

2019’da Türkiye’ye dönen GK3, döndükten sonra ilk dikkatini çeken olumsuzluğun hayat pahalılığı olduğunu vurgulamaktadır. “Bir markete gittim, alışveriş yaptım. O doğrusu korkuttu, beş yüz lira. İngiltere’den pahalı. Korkunç ya, korkunç derecede pahalı. Onun dışında sıkıntı yok” (GK3, Kadın, 43). 

Yukarıda uyum süreçleri kısmında da ifade edildiği gibi Türkiye’de kamusal alanda insan ilişkilerinde yaşanan zorluklar politikayla birlikte en çok tekrarlanan olumsuzluklar arasında yer almakta, insan ilişkilerindeki bu bozulma politikanın doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. 

“Toplu ulaşım, hava ve çevre kirliliği, insanların giderek kabalaşması, toplum ve aile içi şiddete eğilim, insanlara bir şey katmayan ve aptallaştıran TV programları, gencinden yaşlısına sigara alışkanlığı, görünüş ve düşünsel olarak yozlaşan toplum ve cehalet” (GG1, Kadın, 45).

 

DD1 her iki ülkeye ilişkin kıyaslama sorusunu “paket satın alma” metaforuyla açıklamaktadır. Buna göre, kişi Birleşik Krallık’taki kibarlığa, bireysel alana dayalı insan ilişkilerini seçerse bunun yan etkisi olarak samimiyetsizlikle karşılaşacaktır, Türkiye’deki samimi insan ilişkilerini seçerse de kabalıkla karşılaşacaktır.

“Son birkaç yıldır gittiğimde hissediyorum. İnsanlar çok sinirli ve çok nefret dolular. Mesela çok basit şeylerden tırlatacaklar. Birkaç kere basit şeylerin insanların çileden çıkardığını gördüm. Orada insan seni sevmiyorsa belli ediyor, burada belli etmiyor. İngilizler belli etmiyor. Türkiye’de insanlar direkt, harbi. Saygı duyuyorsa belli ediyor, duymuyorsa da belli ediyor. Diplomasi yok. Benim bunu anlamam burada bir yıl aldı. İnsanları gerçekten kibar zannediyordum. Sosyal fobi, aşırı kibarlık ve sürekli özür dileme bence, bu bir sosyal fobi. Benim arkadaşlarımın arasında İngiliz arkadaşın olmamasının nedenlerinden biri de bu, hiç de aramıyorum. Sonuçta da bu ülkeye geldim. Ben ortaokul lisedeyken bir Harry Potter hayranıydım. Delicesine. Bence burada paket satın alıyorsun. Oraya gittiğinde insanlar daha samimi olabilir, daha direkt olabilirler ama yan etkileri de daha kaba olabilirler. Sırada önüne geçiyor gibi. Basit şeyler bunlar beni rahatsız ediyor. Kişiye saygı eksikliği. Burada da ondan çok fazla var. Taşıyor yani, ama samimiyet yok içinde” (DD1, Kadın, 29).

 

Kaynak: 

👉Politik Sığınmacılardan Ankara Anlaşmalılara: Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler  - Doç.Dr. Tuncay Bilecen




Bisiklet Hırsızları

Hiç yorum yok

22 Aralık 2024

Bu yazıda, bisiklet severlerin en önemli dertlerinden biri olan bisiklet hırsızlığına ilişkin bazı istatistikleri paylaştıktan sonra “her şey sınıfsal” diyerek konuyu 1948 yapımı Bisiklet Hırsızları filmine getiriyorum. 

Tuncay Bilecen






Bisiklet hırsızlığı Londra’da yaşayan bisiklet severlerin en önemli dertlerinden biridir. Sadece Londra ile sınırlandırmayalım, çünkü İngiltere ve Galler’de polis tarafından kaydedilen tüm suçların yaklaşık % 5’ini bisiklet hırsızlığı oluşturuyor. Bu konudaki veriler muhtelif olmakla birlikte; Birleşik Krallık’ta her yıl 376.000’den fazla bisiklet çalınıyor, bu da her doksan saniyede bir bisikletin çalındığı anlamına geliyor. (Ben hesap edenlerin yalancısıyım.)

Sebebi hikmetini bilmiyorum, ama istatistiklere bakılırsa Birleşik Krallık’ta 1980-2017 yılları arasında en çok bisikletin çalındığı yıl açık ara farkla 1995 olmuş. Örneğin, 2017’de bisiklet sahibi 100 haneden yaklaşık 2’si son 12 ayda bisiklet hırsızlığı kurbanı olurken, bu oran 1995’te 100 hanenin 6’sı şeklinde gerçekleşmiş. O yıllar geride kaldı diye hemen sevinmeyelim, çünkü Evening Standard’ın haberine bakılırsa Covid -19 salgını sırasında Londra’da çalınan bisiklet sayısı üçe katlanmış durumda.



Ulusal bisiklet veri tabanı BikeRegister’a göre, Londra bisiklet hırsızlığı olaylarında açık ara önde görünüyor. Londra’yı takip eden şehirler ise Edinburgh ve Oxford. Bu konuda posta kodlarına göre de bir çalışma yapılmış. Buna göre, Londra’da en çok bisiklet hırsızlığı SW bölgesinde yapılıyor, ardından SE ve N1 posta kodları geliyor.

Peki, bisikletler en çok nereden çalınıyor? Bu konudaki istatistikler Birleşik Krallık’taki bisikletlerin yarısından fazlasının ev ve civarından (bahçe, garaj) çalındığını gösteriyor. 

Bütün bu bilgiler içinde en çok dikkatimi çeken ve bu seferki “Velespit Hikâyesi”ni yazmama vesile olan ise gelir durumuyla hırsızlık arasındaki ilişkiyi gösteren şu istatistik oldu: Birleşik Krallık’ta yıllık geliri 10 bin sterlinin altında olan hanelerin bundan daha fazla gelire sahip olanlara göre bisiklet hırsızlığı mağduru olma ihtimalleri çok daha yüksekmiş.


Bu istatistiği okuyunca aklıma hemen Vittorio De Sica’nın yönettiği, 1948 İtalyan yapımı Bisiklet Hırsızları filmi geldi. Uygulanan teknik, konusu ve işleniş tarzıyla yeni gerçekçilik akımının kült filmlerinden biri sayılan Bisiklet Hırsızlarıİkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında ekonomik zorlukların üstesinden gelmeye çalışan Roma’da geçer.

Filmin kahramanı Antonio Ricci iş bulma umuduyla İş Bulma Kurumu’na başvurmuş binlerce Romalı düşük gelirli, işsizden biridir. Bu sefer şansı yaver gitmiş, kendisine uygun bir afişçilik işi çıkmıştır. Ne ki ona layık görülen bu işi yapması için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Memur, “bisikletin yoksa bu işi yapamazsın, ona göre” dediğinde, çaresizce “bugün alacağım” demek zorunda kalır.

Antonio, iş bulduğuna sevinsin mi, üzülsün mü, bilemez, çünkü tez zamanda bisiklet almazsa şans eseri belediyede bulduğu iş elinden kayıp gidecektir. Bu buruk haberi karısı Maria’ya verdiğinde, karısı kaşla göz arasında ne kadar yatak örtüleri varsa hepsini 7.500 liret’e satar. Böylece Antonio bu parayla bir bisiklet alır ve belediyede memurluğa başlamak için başvurusunu yapar.

Antanio sabahın kör saatinde oğlu Bruno’yu çalıştığı benzin istasyonuna yeni aldığı bisikletiyle bırakarak ilk iş gününü geçirmek üzere belediyenin yolunu tutar. Ancak iş düşündüğü kadar kolay değildir. Afişçiler, bisiklet sürerken bir taraftan da merdivenlerini de koltuklarının altında taşımak zorundadırlar. Sonra mesai arkadaşından duvarlara afiş yapıştırmanın inceliklerini öğrenir.



Şans bu ya, daha ilk iş gününde merdivene tırmanmış duvara afiş asarken bisikletini çaldırır. Hırsızın peşinden koştursa da artık çok geçtir. Antanio, bisikletin seri numarasını vererek çalındığına dair başvuruda bulunduğunda polisin olayla pek de ilgilenmediğine tanık olur. Polisten umudu kesince bisikletinin bulunması için araya hatırlı kişileri sokmaya çalışır. Ertesi gün hep birlikte bisiklet pazarına giderler ve parçalarının söküldüğünü tahmin ettikleri bisikleti aramaya koyulurlar. Pazar o kadar karmakarışık bir haldedir ki Antonio’ya bütün bisikletler onunmuş gibi gelir.

Şehrin başka bir tarafındaki diğer pazara gittiğinde ise yağmur yüzünden tezgâhların çoğunu toplanmış bulur. Filmin yağmur sahnesi görsel bir şölen gibidir. Antonio sağından solundan hızla geçen bisikletler arasında kendi bisikletini çaresizce arar durur. Yağmurun dinmesinin ardından bisikletini çalan çocuğu uzaktan görüp peşine düşse de yakalamaya muvaffak olamaz. Bu sefer çocukla irtibatlı olduğunu düşündüğü yaşlı adamın peşine düşer, fakat o da kilisede izini kaybettirir.



Bütün bu koşuşturmaca sırasında şahit olduğu bir olay tüm gün yanında koşturan oğluna çok kötü davrandığını fark etmesine yol açar. Oğlunun gönlünü almaya çalışır. “Olan oldu zaten, nasılsa sonunda ölmeyecek miyiz? Neden şimdi ölelim?” diyerek oğluyla birlikte karınlarını doyurmak üzere bir restorana girerler. Fakat girdikleri restoran bir hayli lüks bir yerdir. Oğlu Bruno bu sırada sürekli yan masadaki zengin ailenin tabağıyla ilgilenir. Bu ilgiyi fark eden babası “onlar gibi yemek yemek istiyorsak ayda milyon kazanmamız gerekir” der ve oğluna yoksulluklarını hatırlatır. Zaten kılık kıyafetleriyle bu zengin mekânında çok eğreti durduklarının farkındadır ikisi de.

Yemek yerken Antonio’nun aklına yine çalınan bisikleti gelir ve oğluna kalem vererek belediyedeki işini kaybetmesinin ona ne kadara mal olacağını hesaplamasını ister. Maaşını, alacağı sosyal yardımları hesap bir bir ettirir.  “Annenin duaları da Azizler de bize yardım edemez” der demez karısı Maria’nın gittiği üfürükçü kadından medet ummak gelir aklına. Antonio üfürükçüye de kiliseye de hep başı sıkıştığı için mecburiyetten gitmektedir.  Üfürükçü kadın, “bisikleti ya hemen bulacaksın ya da hiç bulamayacaksın” der. Başka da bir şey demez. Bütün üfürükçüler gibi alacağı paranın derdindedir ne de olsa.



Antonio gerçekten de kapıdan çıkar çıkmaz bisikletini çalan çocukla karşılaşır. Evine kadar peşinden koşturup yakasına yapışır. Bu sefer de mahalle halkı olaya müdahale eder, polis gelse de elinde bir kanıt olmadığı için bir şey yapamayacağını söyler. Bu arada bisikleti çalan çocuk ve ailesi Antonio ve ailesinden daha beter bir yoksulluk içinde bir göz odada kalmaktadır. Belki de yazının başında sözünü ettiğimiz istatistikte eksik kalan parçalardan biri de budur; düşük gelirliler daha çok bisiklet hırsızlığı kurbanı olabilir ama hırsızlık yapanlar çoğu zaman onlardan da düşük gelirlidir.

Sonuç olarak Antonio bisikletini çalanı bulmuştur ama işlemeyen adalet sistemi ve bunu tam olarak ispat edememesi nedeniyle oradan da boş dönmektedir. Çaresizlikten ne yapacağını bilemez halde stadyumun yanında oğluyla birlikte otururken etraftaki bisikletler dikkatini çeker. Tam apartmanın önünde bekleyen bisikleti alıp kaçtığı sırada fark edilir, etraftaki insanların koşturmasıyla fazla uzaklaşmadan yakalanır ve epeyce tartaklanır. Bisikletini çaldığı kişi Antanio ve çocuğunun haline açığı için şikâyetçi olmaktan vaz geçer.

Dönemin İtalya’sından panoramalar sunan filmde bisikletin Roma’da gündelik hayatın bir parçası olduğunu ilişkin birçok sahne yer alır. Filmin en dokunaklı sahnesi sonudur; Antonio bisiklet hırsızının peşinde koca bir günü geçirirken kendisi hırsız damgası yemiş, bu yüzden oğluna mahcup olmuştur. Yaşadıkları ona ağır gelir. Final sahnesinde, gözyaşları içinde evlerine doğru sessizce yürürken, oğlu Bruno her şeyin farkında, babasının elini tutarak adeta ona teselli vermektedir.



 Kaynak:

https://www.cyclist.co.uk/news/412/bicycle-crime-statistics

https://www.standard.co.uk/news/crime/bikes-stolen-london-lockdown-covid-b63433.html

https://www.ons.gov.uk/peoplepopulationandcommunity/crimeandjustice/articles/overviewofbicycletheft/2017-07-20

 

 

 

BEYAZ YAKA HASTALIĞI NEDİR?

Hiç yorum yok

19 Aralık 2024



Haluk Ecevit

Hastalığın temel sebebi: Beyaz yakalı çalışanların çalıştıkları iş yerlerinde, hayatta kalmak için uyguladıkları benlik dışı davranış ve tutumların, zamanla onlar fark etmeden şahsiyetlerine sirayet etmesidir. Bunun yanında hastalığın bulaş ihtimali de oldukça yüksektir. “Bu işler böyle yürüyor demek…” cümlesinin yanılgısına kapılan beyaz yakalı, eğer dikkatli olup sağlam bir karakter ortaya koyamaz ise direkt olarak hastalığa maruz kalabilir.

Keşfi bana ait olan bu rahatsızlık hâli belki tıp literatürüne geçmez ama günümüz iş dünyasında karşılığını bulacağına eminim.

Kendi kariyer yolculuğum boyunca karşılaştığım kimi insanlarda -derecesi değişmekle birlikte- rastladığım belirtileri ve topladığım bulguları derleyerek, varlığından iyice emin olduğum bu hastalığın semptomlarını size şöyle sıralayabilirim.

 

HER ŞARTTA AŞIRI DERECEDE POLİTİK OLMA HÂLİ

Hastalığı bünyesinde barındıran beyaz yakalı, anlık fayda sağlama, zarar görmeme, üzerine iş almama gibi vesaire sebepler ile gösterdiği davranışlar sonucunda zamanla netliğini kaybeder. Karşı taraflara verdiği, günü kurtarma niteliği taşıyan cevaplarından ötürü büründüğü politik hâl, adım adım karakterine yansır ve zaman içinde arkadaşlarına, eşine ve hatta çocuklarına bile bu davranışları sergilemeye başlar. Bir süre sonra özel yaşantısında samimiyetini ve benliğini kaybeder. Ama o, bu durumu kendisinde sezinlese bile vazgeçmez. Çünkü bu politika iş dünyasında onu ayakta tutmaya yetmektedir. Bu onun için yeterlidir. Beyaz yaka, kendi kanından beslenen bir kutup ayısı gibidir artık.

 

İŞYERİNDE ÇALIŞANLARDAN GÖRDÜĞÜ MUAMELEYİ SOSYAL YAŞAMDA HERKESTEN BEKLEME

Hani iş yerindeyken onun bir sözü ile denizler yarılır ya… Takım arkadaşları, astları, onun her isteğine karşılık “Tamam ……. Hanım, hemen bakıyorum …….. Bey,” derler ya… Sendroma yakalanan Beyaz yakalı bu anlayışı ve itaati, Migros’ta kasiyerden, Eczanede kalfadan, hatta evine gelen temizlikçiden de bekler. Ona kimse itiraz etmemelidir, dedikleri harfiyen ve ivedilikle uygulanmalıdır. Çünkü o özel ve yücedir. İşi ileriye götürüp ailesi içinde de aynı beklentiyi gösterirse, özellikle eşi ile ciddi sorunlar yaşamaya başlar. “Bana bak, ben senin elemanın değilim,” cümlesi çok çabuk duyulacaktır. 

 

SÜREKLİ OLARAK ŞARTLARDAN ŞİKÂYET ETME HÂLİ

Hastalık sahibi beyaz yakalı, öyle olmasa bile, sürekli olarak şartların zorluğundan şikâyet eder. En zor işler hep ona veriliyordur, o hep mesaiye kalıyordur, firmada zaten yemekler kötüdür, piyasaya göre o hep düşük ücrete çalışıyordur, aslında o şimdi bilmem ne müdürü olması gerekiyordur da, hep hakkı yenmiştir, önüne set çekilmiştir. Kötüye giden şeylerden hep işyeri ve dış çevre sorumludur ama o kusursuzdur. Ve bir gün olsun onun gönülden şükrettiğini asla göremezsiniz. Hastalığı şükretmesine manidir çünkü. O, bu şikâyet hâlini her şartta sürdürür ki böyle anlara şahitlik eden yöneticisi ona daha fazla iş vermesin hatta yılbaşı hâline acıyıp %5 fazla zam versin…

 

SÜREKLİ SİNİR VE GERGİNLİK

İlgili beyaz yaka eğer çalıştığı işyerinde yönetici ise, bazen astlarına sözünü dinletmek için, bazen saygı görmek için, bazen de kendi yöneticisine mesafe koymak için bazı sinirli ve gergin tavırlar takınır. Bunun zaman içinde işe yaradığını da görürse bu tavırlarını yine devam ettirir. Bu davranış şekli sıklaşır, onun ayrılmaz bir parçası hâline gelir. Aslında iş yerinde çayını getiren hizmetliye ara ara yaptığı atarı gideri evde eşine de oğluna/kızına da yapıyordur ama o bunu fark etmez. Onun için geçerli olan bunun işe yaramasıdır. Gerçi fark etse de buna bir son verip kendini tedavi etmez/ettirmez.

 

 YALANI PROFESYONELLİK SANMA YANILGISI

 Hastalığa maruz kalan Beyaz yakalı bazen durumu kurtarmak için bazen de ufak ufak nemalanmak için, kendince masum saydığı yalanlar söyler. Diğer semptomlara benzer olarak, bu da bir süre sonra onun karakterinin ve şahsiyetinin yerini alır. Önce yalanların üzerindeki masumiyet perdesi kalkar, sonra da yavaş yavaş yalan mevzuunu özel hayatına taşmaya başlar. Mevcut çalıştığı yerde iş ararken sürekli çocuğu hastalanırken, evde de eşine harcadığı paraların izahını olmadık yalanlarla süsler. Yine görüldüğü gibi önemli olan yalanın ahlaki ve etik boyutu değil, işlevselliğidir. O an durum kurtuluyorsa, sonrası için her şey mubahtır.

 

YABANCI DİL UKALALIĞI

 Hastalığa yakalanan beyaz yaka, yarım yamalak konuştuğu plaza İngilizcesinin onu bir mertebeye taşıdığını sanır ve her zaman bunun ukalalığı içindedir. Gözünüzde canlandı değil mi, onun o “Siz Türkler nasıl diyor,” yüz ifadesi… Daha ötesi, kullandığı bu dilin onu bir hayli entelektüel yaptığı yanılgısı içindedir de aynı zamanda. Mesela, Fransızca biliyorsa, Fransa’ya defalarca gitmiş, yemeklerinden halk edebiyatına, tarihinden, Fransız köylüsünün gelenek göreneklerine kadar her şeye hâkim sanır kendini... Sanırsınız, 1789 Devriminde ön saflarda savaşmıştır, size öyle anlatır kent meydanlarını. Bunu en iyi şu cümlesinde sezersiniz:

“Fransa’da böyle değil mesela bu işler…”


 YURTDIŞI ÇIKIŞININ SINIFSAL AYRIMI

 Onun için insanlar ikiye ayrılır. Yurtdışına çıkanlar ve çıkmayanlar. Kendisinden başkasının yurtdışı gezilerini hasetle izlerken, çıkmayanları da hakir görür içten içe. Onun için Eyfel Kulesi’ne bir kere çıkabilmiş olmak hayatta herkesin atlaması gereken bir merhaledir. Yunanistan’da bir kez Jumbo karides yemediysen hiçsindir hatta. 

 

ADALET KAVRAMINDA SÜREKLİ OLARAK GÜÇLÜYE MEYLETME

İş hayatındaki güç ve iktidar dengelerinden ziyadesiyle şirazesi kayan beyaz yakanın bir süre sonra bireysel, toplumsal ve sınıfsal değerlendirmelerinde sürekli olarak “haklıdan” değil “güçlüden” yana tavır aldığı gözlemlenir. Hastalığın ileri evrelerinde bu bir adım öteye götürülerek “fakirler ölsün!” kıvamına gelebilir. Onun bu tutumuna, dünya görüşünde veya günlük siyaset sohbetlerinde fazlasıyla rastlanır. Dahası, siyaset konuşacak tarihsel ve entelektüel birikimi olmadığı halde, her konuda fikir beyan eder. Ona kalsa; idam geri gelmelidir, bilmem hangi suça teşebbüs edenlerin ikisini taksim meydanında sallandıracaksındır. Daha ileri vakalarda, “Lozan’ın gizli maddeleri varmış” gibi…

Bahsedilen gücü elde etmek için de her şeyi meşru kılar kendine. Adam alır, adam satar, yalan söyler, olmadık yollara başvurur, kendini acındırır, psikolojik provokasyonlara girişir... Bir gün bir bakmışsınız içini çeke çeke ağlıyor yöneticisinin karşısında hasta beyaz yaka. İş arkadaşları yemeğe giderken onu çağırmıyorlardır, yemekte kimse yanına oturmuyordur. Aslında sahteliği fark edilmeye başlamıştır herkes tarafından ama o bunu yöneticisine böyle servis eder. Güç karşısında bu hallere bile bürünür!

 

“ÇARESİZ KABADAYI” DAVRANIŞLARI SERGİLEME

 “Çaresiz Kabadayı” tabiri de bu hastalıkla birlikte yine bendeniz tarafından ortaya atılmış bir kavramdır. Kabadayıdır çünkü günlük konuşmalarda burnundan kıl aldırmaz… Köşeye sıkıştığı her olayı anlatırken “basacaktım istifayı da ……. Bey mâni oldu, bırak yapma dedi,” gibi cümleler sarf eder. O hiçbir zaman işverene muhtaç olmamıştır, olmaz da… Ama sadece konuşmada bu böyledir. O, bugün işi bıraksa, sektördeki namı sebebi ile en az on işyeri ona kapılarını açacaktır. Dışarıda aynı işi yapan herkes ondan en az iki katı maaş almaktadır. O da yılbaşında konuşacaktır, vermezlerse gidecektir. Dilinde hep bir “gitmek” vardır ama kendisinden sonra işe başlayanlar bile giderken, o hep orada kalır. Çünkü çaresizdir... Gelecekte alacağı terfiye, prime, zamma bel bağlayarak aldığı evin kredisini ödemekte zorluk çekmektedir. Ömrünün ilk on yılı ipotek altındadır ve muhtemelen bu on yıl dışındaki ömrü de başka borçları ödeyerek geçecektir. Ama o yine de kabadayılığı elden bırakmaz.

 İşçi sınıfından kendini ayırmak, “elitliğini” kendine ispatlamak için elinden geleni yapar ama borçları yüzünden eli kolu bağlı olduğu için adım atacak ne takati ve de cesareti vardır.

 Evet hastalığımızın semptomları kabaca bu şekilde kendisi gösterir beyaz yakanın bünyesinde. Siz de tabi ki yoktur bu belirtiler ama eminim çok yakınınızdaki bir çalışma arkadaşınızda semptomların en az üç tanesine rastlanır. Önceki iş yerlerinizde bu haftalığa maruz kalmış çalışma arkadaşlarınız olmuştur ya da olacaktır buna emin olabilirsiniz. Kendinizi korumak için size tavsiyem, farkındalığınızı yüksek tutmanız olacaktır. Bu yazıyı sık sık hatırlayarak, muhtemel bulaşmaları ve temasları önleyebilirsiniz.

Hastalığın en güçlü özelliğini de son olarak söylemek isterim. Hastalık, uzun yıllar kendini fark ettirmeyecek derecede de sinsidir. Hatta bazı vakalarda emeklilikten sonra bile ortaya çıkabilmektedir. Örneğin emekli olmuş bir hasta, bir sabah uyanır ve tuvaletten sonra lavaboda ellerini yıkar. Ama ellerinin temizlenmediği hissine kapılır. Sonra bir daha yıkar. Bir daha… Günlük el yıkama rutini 15-20’ye çıkar ama elleri temizlenmez. Hijyen sağlanmıştır aslında ama beyaz yaka iş yaşamı boyunca kirlenen karakterini temizleyemez bir türlü. Bu hastalığın son evresidir, artık ne yapsa kâr etmez.

Sevgili beyaz yaka dostlar, bu günler bir gün bitecek, bunu bilip bu farkındalıkla yaşamalıyız. Çeklerin, terminlerin, GÇB’lerin, beyannamelerin, üretim emirlerinin, rasyoların, hedeflerin, toplantıların olmadığı günlerde huzurla, sağlıkla, yaşayabilmek için şimdiden bu hastalığa karşı önlemler almalıyız.

 

Hepinize sağlıklı günler dilerim.


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan