Trump, Ruanda’yla “göçmen anlaşması” yapmaya hazırlanıyor

Hiç yorum yok

06 Mayıs 2025

Doğu Afrika ülkesi Ruanda, ABD ile sınır dışı edilen göçmenleri kabul etme üzerine bir anlaşma için görüşmeler yürütüldüğünü doğruladı. Ruanda Dışişleri Bakanı Olivier Nduhungirehe, devlet medyasına yaptığı açıklamada müzakerelerin "erken aşamada" olduğunu belirtti.

 


Bu gelişme, daha önce benzer bir planı uygulamaya koymaya çalışan Birleşik Krallık’ın girişimlerini yeniden gündeme getirdi. İngiltere, 2024 yılında göçmenleri Ruanda’ya gönderme planını son aşamaya kadar getirmişti. Konaklama hazırlıkları dahi tamamlanan proje, İşçi Partisi'nin iktidara gelmesiyle iptal edilmişti. İngiltere’nin bu konuda geri adım atması Ruanda’nın insan hakları karnesi ve uluslararası tepkilerle bağlantılı olarak da değerlendirilmişti.

Ruanda’nın göçmen kabul etme geçmişi sadece İngiltere ile sınırlı değil. Ülke daha önce de Avustralya ile benzer bir plan üzerine çalışmış ancak bu girişim de hayata geçirilememişti. ABD Dışişleri Bakanlığı ise şu aşamada Ruanda ile yapılacak herhangi bir anlaşmaya dair yorum yapmaktan kaçındı.

 

Kaynak: The Guardian

 

Bir Peni’nin hikmeti

Hiç yorum yok

05 Mayıs 2025

Size aşağıda, 1 peni ile ilgili olarak bizzat yaşadığım acı bir anımı anlatmaya çalışacağım. 



Hüseyin Doğan

Dünyanın en değerli paralarından birisi olan İngiliz poundunun, eski tanımıyla sterlinin yüzde biri olan peni (penny) yani İngiliz parasının kuruşu bugün hâlâ  kullanımda olan bir İngiliz para birimidir. İngilizlerin kuruşlarına verdikleri önemi dile getiren çok eskilerden kalma meşhur bir deyişleri de vardır: “look after your pennies, then the pound look after themself” (siz önce kuruşlarınızı koruyun sonra poundlar kendi kendilerine bakarlar, korurlar...) Ancak peni’ye gösterilmekte olan bu ilgi, günlük yaşamda bir dizi tuhaflığı da beraberinde getiriyor. Bir tarafta yerde yatan 1-2 bazen 5 peniyi eğilip yerden almaya bile tenezzül etmeyen, çiğneyip geçen insanlar görürsünüz, diğer bir tarafta ise 1 peni eksiğiniz olsa alışveriş yapamadığınız, zor durumlarda kaldığınız olur.

Size aşağıda, 1 peni ile ilgili olarak bizzat yaşadığım acı bir anımı anlatmaya çalışacağım. 

1 peni eksiğim olduğu için neskafeyi  vermediler!..

İngiltereye yerleşmeye ve dikiş tutturmaya çalıştığım 2000 yılının Nisan’ının başlarında bir Cuma günü Türkiye’den getirdiğim küçük ölçekli bazı mal numunelerini tekerlekli orta boy bir bavula doldurdum, Londra’da çeşitli malların toptancılarının bulunduğu Hackney Shoreditch arasında  “Hackney Road” caddesinde toptancıları gezerek bavulumdaki malları tanıtıp müşteri arıyor, piyasa araştırması yapmaya çalışıyorum. O günlerde bende, öğlen saat 11-12 gibi bir bardak nescafe ile birlikte ilk sigaramı içmek gibi tatlı bir alışkanlık oluşmuştu. Oysa o gün, saat 12 olduğu halde hâlâ bu küçük lüksümü yaşayacak uygun bir zaman ve mekân bulamamıştım. krizlere girmek üzereydim. Yıllar önce, şimdi ismini hatırlayamadığım bir Amerikalı yazarın kitabında “İnsanlar 40 yaşından sonra günlük alışkanlıklarının esiri olurlar” diye bir cümle okumuştum. İşte benimkisi de aynen öyle bir alışkanlıktı. Hele bunun günün ilk kahvesi ve ilk sigarası olduğunu düşünürseniz, esaretimin ağırlığını anlayacağınızdan eminim. 


Ayrıca bölgede yaşayan Asyalıların çokluğundan yola çıkarak civarda mutlaka bir küçük cami veya mescid bulabileceğimi düşünerek Cuma namazınıda kılmayı çok istiyordum. Bu zaman darlığında bu iki arz küçük lüksümü yerine getirebilmem oldukca zor gözüküyordu. Tam o sırada yolumun üstünde köşe başında küçük bir cafe restauranta rastladım. Bu tür yerler “İngilizlerin kahvaltılarını yaptıkları ve hafif yemeklerini yedikleri çaylarını kahvelerini içip gazetelerini okudukları küçük gruplar halinde sohbetlerini yapıp zaman geçirebildikleri mütevazı restaurant kahvehane karışımı içkisiz mekânlardır. İrademin de tam da iflas ettiği bir anda idim. Burada bir bardak nescafemi “take away” sistemiyle (Al götür, dükkandan çık git, burada kalabalık ve bulaşık etme de nerede yer içersen git orada ye iç sistemi) alır, hem ileride solda ikinci sokağın girişinde olduğunu söyledikleri mescide kadar yürür, hem de kahvemi içerim diye düşündüm.

Hemen içeriye girdim, siparişimi verdim. Bir dakika sonra nescafem plastik kapaklı yanmaz karton bir bardak içerisinde önümdeydi. Bende cebimde bir şekilde birikmiş bir avuç bozuk parayı elime almış sabırsızlıkla şakırdatıyordum. Bana servis yapan 55-60 yaşlarında, kısa boylu, ciddi duruşlu İngiliz beye borcumu sordum. Nescafenin fiyatı 65 peni idi. Bu fiyat o yıllarda böyle mütevazı bir semtte, hele “al götür servisi” için biraz fazla bile sayılabilirdi, ama burası medeniyetin, kapitalizmin, serbest piyasanın beşiğiydi. Herkes herşeyi satabildiği en yüksek değere satmaktan beis duymaz. Belki de benim ilk önce kahvenin fiyatını sormam sonrada avucumdaki bozuk paraları saymam lazımdı, işime gelmiyorsa almak zorunda da değildim. Ne var ki benim o durumda mutlaka içmem gerektiğini hissettiğim bir bardak nescafenin fiyatını hesap edecek halim yoktu. Her halükarda cebimde kahve param vardı. Zaten kahvenin fiyatına da bir şey dememiştim. Yapmam gereken iş, kahvemi almak, parasını ödemek, o meşhur 3 sihirli sözden birisi olan “Thank you”yu telaffuz edip oradan çıkmaktı. Benim niyetim de buydu. 

Cebimde bulunan irili ufaklı bozuk paraları bir avucuma aldım, öbür elimle de tek tek masanın üstüne saymaya başladım. Gelin görün ki bu avuç dolusu bozuk para çıka çıka 64 peni çıkmasın mı!.. Parayı son bir kez de benden para bekleyen bu orta yaşlı İngiliz beyle beraber saydık ve gerçekten de 1 peni eksik çıktı. Muhatabımın bu durumu hoşgörü ile karşılayacağını düşünerek hafifçe omzumu silktim ve rahat bir gülümsemeyle paraları adamın eline bıraktım, karton neskafe bardağını aldım. Henüz gülümsemem geçmemişti ki adamın kaşlarını çatarak “Sorry (kusura bakma), paranız eksik, kahveyi veremem!” dediğini duydum. Birden şaşırdım, kulaklarıma inanamadım, aynı anda elimdeki neskafe bardağını masaya geri koydum, şaşkınlık ve dikkatle adamın yüzüne baktım. Evet, evet duyduğum doğruydu. Kahveci 1 penim eksik çıktığı için önüme kadar getirdiği nescafeyi vermiyordu. Bu tavrı beklemiyordum ama adam parasını tamı tamına alma hakkını kullandı, tavrını öyle koydu, ne diyebilirdim ki? 

Ben de yaşadığım o bozgunla hemen ve ister istemez ciddileştim. Kendisine en küçük paramın 20 pound olduğunu söyledim. Adam “No problem” bozarım, dedi. Tezgâhın üstüne yayılmış olan 64 peni tutarındaki bozuk paralarımı toplayıp tekrar cebime koydum ve cüzdanımdaki en küçük kâğıt para olan 20 pound’u çıkarıp adama uzattım. Adam paramı bir güzel bozdu, talep ettiği 65 peniyi kuruşu kuruşuna tahsil etti. Ben de adet yerini bulsun diye adama hem teşekkür ettim hem de kendisinden özür diledim, dışarıya çıktım. 

Tabii ister istemez darmadağın olmuştum, duygularım incinmişti. Kendi kendime “Ne olacak, İngiliz değil mi, bunlardan daha ne beklenirdi ki?” diye söyleniyor, burukluğumu teselli etmeye çalışarak hem kahvemi içmeye çalışıyor hem Cuma namazını kılmaya niyetlendiğim mescide doğru yoluma devam ediyordum ki, birden anılarım canlandı. Olduğum yerde kalakaldım kahvemi içmediği halde yaktım bir cigara yaslandım sağ tarafıma gelen bir bahçe duvarına. Bilmem sizce biraz abatı mı oldu ilk gençlik yıllarımın ölümsüz sanatcılarından Nezahat Bayram’ın “Gurbet ilden bir hal geldi başıma” türküsünü gözyaşları içinde mırıldanmaya başladım hazır gözlerimi kapatmışken daldım uzak ve yakın maziye...

Daha bir ay önce Türkiye’de idim. Memleketim Kırşehir’de adres sormak için girdiğim bir halı mağazasında o anda çay içmekte olan ve daha önce tanışmadığımız insanların samimi bir ısrarla bana da çay ikram ettiklerini, kendimin İstanbul’daki işyerimde yıllarca herhangi bir nedenle ofisime gelen insanlara, Türk veya yabancı olmalarına bakmaksızın, istisnasız olarak mutlaka bir şeyler ikram ettiğimi, yine 2005 yılının Şubat ayında İstanbul’da iken bir belediye otobüsüne arka kapısından binip de bilet parasını elden ele şoföre gönderen yolcunun 

“Kaptan, kusura bakma şu kadar lira eksik” deyişini ve otobüs şoförünün verdiği  “Canınız sağ olsun” cevabını...

Dahası çoçukluk dönmemde akşamın alaca karanlığında beş numaralı gaz lambasıyla aydınlattığımız evlerimize çekilmeden önce babamın bize dışarıda fakirhanemize misafir edilecek yolcu ve satıcı/ çerçilerin kalıp kalmadığının sormalarını hatırladım!.. 

Bu iki yaman çelişki beni çok sarstı. İşin doğrusu, 1 kuruş eksiğimi anlayışla karşılamayan o kişinin yetiştiği yıllarda İngiliz toplumunun da az çok bize benzer bir hoşgörüye sahip olduğunu, dolayısıyla ben yaşlarda (o zaman 52 yaşında idim) bir İngiliz’in henüz bu kadar maddiyatçı bir yapıya sahip olacağını düşünemediğim için şaşkınlığım bir kat daha artmıştı. Bunun yanında, bu ülkede insanın gerçek anlamda parasız kalması ihtimalinde içine düşeceği durumu düşündüm ve iyice irkildim. Boğazıma bir şeyler düğümlendi, göz yaşlarımı tutamadım, elimdeki neskafe bardağı yere düştü!.. İşte o anda tarihi kararlarımdan birisini verdim. Bundan böyle yerlerde üstüne basıp geçtiğimiz 1 ve 2 penileri toplayacak, hiç kimseye, özellikle de bir İngiliz’e 1 peni de olsa eksik para vermeyecektim.

Şimdi mutfağımızda sadaka kutusu olarak tuttuğumuz ve her sabah evden çıkmadan önce mutlaka 3-5 kuruş sadak parası koyduğum kumbarada gün içinde sokaklarda topladığım bolca penilerde mevcut.





Göçmen karşıtı Reform Partisi yerel seçimlerden zaferle çıktı

Hiç yorum yok

02 Mayıs 2025

İngiltere’nin bazı bölgelerinde gerçekleştirilen yerel seçimlerde, Nigel Farage liderliğindeki Reform Partisi önemli bir başarı kazandı. Northumberland yerel meclisinde 23 sandalye elde eden parti, ilk kez bu düzeyde temsil gücüne ulaştı. Muhafazakâr Parti 26, İşçi Partisi ise sadece 8 sandalye kazanırken, bağımsızlar ve diğer partiler geride kaldı.




 

İngiltere'de 23 şehirde yerel seçim, 1 bölgede ise ara seçim yapıldı.  İktidardaki Labour Parti,  Runcorn and Helsby bölgesindeki bir milletvekilini sadece 6 oy farkla Reform Partisi'ne kaptırdı.

 “SIĞINMACILAR Otelde değİl çadırda kalsın”

Reform Partisi’nin Greater Lincolnshire belediye başkanı seçilen Andrea Jenkyns, zafer konuşmasında göçmen politikalarına sert eleştiriler yöneltti: "Yumuşak politikalarla yönetilen Birleşik Krallık dönemi sona erdi. İltica başvurusunda bulunanlar lüks otellerde değil, Fransa’daki gibi çadırlarda kalmalı." Jenkyns, Trump’ın söyleminden esinlenerek partisinin "ülkeyi görkemli geçmişine döndüreceğini" ve Nigel Farage’ın bir gün başbakan olacağını savundu.

Farage: "Artık Ana Muhalefet Bİzİz"
Reform lideri Nigel Farage, Runcorn’daki zaferin ardından yaptığı açıklamada, "Muhafazakar Parti’yi geride bırakarak ana muhalefet olduk" iddiasında bulundu. İşçi Partisi’nin geleneksel kalelerinde bile etkili olduklarını vurgulayan Farage, "Artık hem Muhafazakarlara hem de İşçi Partisi’ne eşit düzeyde tehdit oluşturuyoruz" dedi. Göçmen karşıtı politikaların seçmenlerden destek gördüğünü belirten Farage, "İngiltere’nin kontrolünü yeniden ele alacağız" mesajı verdi.

İşçi Partisİ’nde Şok: "Lİderlİk Değişimi Gerekebİlİr"
Reform’un yükselişi, İşçi Partisi’nde şok etkisi yarattı. Northumberland’da sandalye sayısını 17’den 8’e düşüren parti yetkilileri, "Seçmenlerin tepkisini ciddiye almalıyız" açıklaması yaptı. Kabine üyesi Peter Kyle, "Muhafazakar seçmenin çöküşü şaşırtıcı, ancak Reform ile ittifak tartışmaları da oy kaybettirdi" ifadelerini kullandı.

Yeşİller: "Hükümet Zenginlerİ Vergilendirmelİ"
Yeşiller Partisi, yerel seçimlerde rekor sayıda temsilci kazanırken, eş lider Adrian Ramsay, İşçi Partisi’ni "Reform’a taviz vermekle" eleştirdi. Ramsay, "Sağlık hizmetleri ve sosyal konutlar için servet vergisi şart. Hükümet, çalışanların sorunlarına odaklanmalı" çağrısı yaptı. Öte yandan, Liberal Demokratlar’ın da bazı bölgelerde güçlenmesi bekleniyor.

Sonuçlar, İngiltere’de siyasetinde göçmen karşıtı politikaların yeniden gündeme geleceğini gösteriyor. 


Kaynak: BBC

Annesi yazdı, küçük kızı çizdi, ortaya bu kitap çıktı!

1 yorum

30 Nisan 2025

Kuzey Londra’da yaşayan Çağrı Oral, kızı Zehra’ya her akşam kendi zihninden hikâyeler anlatıyordu. Kızı anlattığı hikâyeleri çok beğenince diğer çocuklar da sever diye “The Little Girl with a Big Heart” isimli bir kitap yazdı. Yola çıktığı illüstratörle yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle çizim işi yarıda kalınca 6 yaşındaki kızı “Anne sen üzülme kitabın resimlerini ben çizerim!” dedi ve ortaya bu tatlı ve duygusal resimli çocuk kitabı çıktı.

Fotoğraflar: Deniz Kavalalı


Halil Yetkinlioğlu

İngilizce olarak Londra merkezli yayınevi Press Dionysos tarafından okuyucuyla buluşturulan kitabın yayımlanma hikâyesi de gerçekten çok ilginç! The Little Girl with a Big Heart’ı yazan Çağrı Oral ve resimleyen Zehra ile kitabın ortaya çıkış serüveni hakkında sohbet ettik.

 

Bu sizin ilk çocuk kitabınız? Çocuk kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Ben çok uzun yıllar Türkiye’de reklam yazarlığı yaptım. Birçok ünlü markanın reklam kampanyalarında yaratıcı ekipte yer aldım. Ayrıca üniversitede sinema okudum. Dolayısıyla yazma eylemini farklı bir kulvarda zaten gerçekleştiriyordum. Yayınlanmış öykülerim de var. Sözlü yazılı hikâye anlatmayı seven biriyim. Hikâyenin etkisine çok inanırım. Çocuk kitabı konusuna gelince asıl itici güç kızım oldu. Ona hikâyeler anlatıyor, kitaplar okuyor, masallar uyduruyordum. Bildiğimiz klasik masalların beğenmediğim bölümlerini değiştiriyor, adapte ediyordum. Ama çoğunlukla uyduruyordum ve kızımın çok hoşuna gidiyordu anlattıklarım. Bir gün dedim ki ya ben her akşam uyku saati değişik değişik hikâyeler uyduruyorum doğaçlama, bunu kâğıda döksem ya. Kızım seviyorsa diğer çocuklar da sevebilir. Sonra bir akşam bilgisayarın başına oturdum ve yazdım.

Peki, The Little Girl with a Big Heart’ın hikâyesinin çıkış noktası ne?

Aslında bu öykü için gerçek hayattan alınmıştır desem çok yanlış olmaz. Tamamen kızımdan esinlendim. Kitap, küçük bir kızın koşarken birden durup kalp atışını duyup çocuk merakıyla yüreğine yolculuğunu anlatıyor. Mesela anneannesi kızım Zehra’yı bahçede salıncakta sallarken kızım “ben kelebek oldum ben kelebek oldum” demişti ve bunu hikâyemde kullandım. Zehra ne zaman bir kedi görse çok mutlu olur ve onları beslemek şefkat göstermek ister bu da kitapta yer alan bir bölüm. Çocuklar o kadar doğal ve etkileyici ki onlardan ilham almamak ne mümkün! Benim esinlenmem de bana bu hikâyeyi yazdıran şey oldu.

The Little Girl with a Big Heart İngilizce bir kitap. Neden anadilinizde değil de İngilizce yazdınız kitabı?

Onun da hikâyesi enteresan. Ben aslında hikâyeyi önce Türkçe yazdım. Hatta ismi “Kalbinin Derinliklerine Giden Kız”dı. Sonra Türkiye’de üç farklı yayınevine gönderdim dosyayı. Hepsi reddetti. Bunun için de çeşitli gerekçeler sıraladılar. Örneğin, biri “hikâye çok güzel ve samimi” dedi. Çok sevindim. “Ama basamayız” dedi sevincim kursağımda kaldı. “Neden?” diye sordum. “Ya sosyal medyada çok takip edilen biri ya da aktiviteler düzenleyen ünlü bir öğretmen olmanız lazım” dedi. Dedim ki “bu saatten sonra öğretmen olmam zor.” Güldük beraber. Bir diğeri “kâğıt çok zamlandı, maliyetler arttı” dedi. Öbürü de benim ritim olsun, metne şiirsellik katsın diye kullandığım tekrarları fazla buldu. Oysaki bir sürü yabancı çocuk kitabında bu tarz tekrarları görmüş ve okumuştum. 

Türkiye’deki yayınevleri tarafından reddedilmek sizi nasıl etkiledi?

Ben aslında çok çabuk demoralize olan biriyimdir. Oldum da. Demek ki hikâyem o kadar da güzel değil diye düşündüm. Neyse ki etrafımda edebiyat dünyasından yazar çevirmen ve çocuk kitapları konusunda bilirkişi diyebileceğimiz insanlar vardı. Onlara reddedildiğimi anlattığımda yazar arkadaşım “Türkiye’de yayınevlerinde de çeteleşme yok mu sanıyorsun” dedi. Diğer konusunda uzman arkadaşlarım da hikâyemin iyi olduğu konusunda beni ikna etti. Ve ben de ikna olmuş olmalıyım ki Türkiye olmadıysa Dünya olur deyip oturup hikâyeyi İngilizceye çevirdim. Anlayacağınız bana kendi dilimde bir hikâye kitabı çıkartmadılar. :)

Sonrasında süreç nasıl gelişti?  

Ben metni İngilizceye çevirdim ama edebi çeviri bambaşka bir şey. Türkçedeki müzik ve ritimli formu yakalamak her İngilizce bilenin yapacağı şey değil. Bir arkadaşım beni Özge Çalık Spike ile tanıştırdı. Özge zaten Türkçeden İngilizceye çeviriler yapan çok başarılı bir çevirmen. Eşi Matt de Edinburgh Üniversitesi Dil Bilimi Bölümü’nde kürsüsü olan bir akademisyen. Onlara gönderdim metni. Özge de Matt de çok beğendiler metni. Yalan yok, özellikle Matt’in bana videolu bir görüşmemizde Türkçe olarak hikâyeyi çok beğendiğini söylemesi beni çok cesaretlendirdi. Sonra Özge çeviriyi yaptı bana gönderdi metni bir okudum. İnanamadım. Öyle bir dokunmuş ki hikâyeye bazı kelimeleri o kadar özenle seçmişti ki çok etkilendim. Benim Türkçede yapmaya çalıştığım müzikli anlatımı o İngilizce yapmıştı. Hatta İngilizcesi Türkçesinden daha etkileyici oldu diye bile düşündüm.

Peki, kitabın İngiltere’de basımı nasıl oldu?

Çizer bir arkadaşım hikâyeyi çok beğenmişti. Beraber yola çokalım dedim. Çünkü hikâyenin yanında görseller olduğu zaman yayınevlerini ikna etmek daha kolay olur diye düşünüyordum. Nitekim öyle oldu. Sunum dosyasını birkaç görselle birlikte gönderdim. Press Dionysus çok kısa sürede yanıt verdi. Ben bu kitabı basarım dedi. İmzalar atıldı.

Kitabın illüstrasyonlarını kızınız yaptı, buna nasıl karar verdiniz?

Kitabın yayınlanmasına çok az bir zaman kala çizer arkadaşımla yollarımızı ayırmak zorunda kaldık. Çizdiklerini çok beğenmiştim ve benimsemiştim ama bazen ilişkileri yönetebilmek zor olabiliyor. Çok üzülmüştüm çünkü kitapla ilgili özellikle yayıneviyle anlaştıktan sonra çok hayal kurmuştum. Umut bağlamıştım. Kitabın çıkmasına çok az kalmıştı ama ortada çizimler yoktu. Çok üzgün olduğum anda kızım Zehra geldi yanıma ve “Ağlama anne, üzülme kitabın resimlerini ben çizerim hem de çok güzel çizerim” dedi. Altı yaşındaydı o zaman ve hayatım boyunca o anı unutmayacağım. Ve hemen bir kalem kâğıt alıp bana nasıl şeyler çizebileceğini gösterdi. Sonra gerçekten düşündüm kitap küçük bir kızın kalbine yolculuğunu anlatıyor. Kız kalbine gidiyor ve yüreğinde gördüklerini resmediyor. Çok güzel örtüştü hikâyeyle. Yayımcıyı aradım. “Çok iyi fikir Çağrı” dedi. “Hiç acele etme, zaman problemin yok; çünkü insan her zaman kitap çıkaramıyor” dedi. Çok rahatladım. Minnettarım. Zehra üzerinde zaman baskısı oluşsun istemedim. Böylelikle kızım kitabın illüstratörü oldu. İyi ki de öyle oldu.

Zehra için süreç nasıl geçti? 

Uzun zamana yaydık çizimleri. Bazen iki hafta bir şey çizmedi. Ben ona paragraf okudum, o zaman ben buraya şöyle bir şey çizeyim dedi çoğunlukla… Benim de müdahalelerim oldu zaman zaman. “Acaba şuraya bir de pusula mı çizsen” dedim mesela… Bana “Sen karışma anne, bu kitabın çizeri benim demişliği” de var ayrıca… İşi sahiplendi gerçekten ve sorumluluk hissetti ve beğenmediği çizimini olmadı bu diyerek yırtıp attı. Ben de hayretler içinde onu izleyip kızımla gurur duydum.

Kitap ile ilgili ilk tepkiler nasıl?

Aslında Zehra’nın çizimleri hikâyenin önüne geçti. Kitabın yazarı olarak kendimi ikinci planda hissediyorum (gülerek). Bu da beni çok gururlandırıyor. Örneğin bir çocuk terapistinin yorumu geldi şu an aklıma. “Tam bir terapi kitabı hem çok güçlü mesajı var hem de bu mesajı çok yalın bir şekilde veriyor” dedi. Çok hoşuma gitti. Okuyan herkes çok beğeniyor. Zehra’nın hayranları bir hayli fazla. Sık rastladığım bir başka yorum da bu sadece bir çocuk kitabı değil, büyükler de okumalı. Evet doğru zaten biz yetişkinlerin çocuk kitaplarından öğreneceği çok şey var. Büyüdükçe unuttuğumuz şeyler hatırlatıyorlar bize çünkü.

 


Zehra sen nasıl çizmeye karar verdin?

Zehra: Annemin kitabını ilk çizen kişi bıraktı. Annem çok üzüldü. Ben de “Ben çizerim anne” dedim. Annemin üzülmesini istemedim.

Peki nasıl çizdin kitabı?

Zehra: Çok eğlenerek çizdim. Çizerken annem bana hangi konuyla ilgili çizeceğimi okudu. Ben de aklıma gelenleri çizdim.

Kitapta en çok sevdiğin bölüm hangisi?

Zehra: Bir tane et yiyen bitki çizdim. Kızın elinde kalpten balon var. Ben en çok o sayfayı beğendim.

Hangi boya kalemlerini kullandın?

Zehra: Kuru kalemlerle çizdim. Annem bana yeni illüstrasyon kalemleri aldı. 

Çizerken en çok neyde zorlandın?

Zehra: Kızı her sayfada aynı çizmem lazımdı. Başka kişi olduğunu zannetmesinler diye.

Anne ve kız çok güzel bir işe imza attınız. Çok güzel bir duygu olmalı…

İnanılmaz. Tarifi yok. Her şeyden önce çok kıymetli bir anı ikimiz için de. Bir de şöyle güzel bir yanı var bu kitabın. Bu ülkede bandrollü bir kitap yayınladığınızda başta British Library olmak üzere ülkenin çok önemli kütüphanelerine kitabı yollamanız gerekiyor ve kitap arşivleniyor. Yani yıllar sonra Zehra’nın torunu British Library’e gitse The Little Girl with a Big Heart’ı bulup okuyabilecek. Bunu ilk duyduğumda çok etkilendim. Dünyaya dikili bir ağaç bırakmışız gibi geldi.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Teşekkür etmek isterim. Başta kızıma. Beni yüreklendiren arkadaşlarıma, Kitabın sanat yönetmenliğini yapan arkadaşım Jülide Lokman’a, editör ve çevirileri yapan Özge Calik Spike’a, yayınevim Press Dionysos’a, emeği geçen herkese. 

Bu kitap gönüllü olarak saatini, emeğini, çocuğuyla geçireceği vakti bu öykü için özveriyle paylaşan ve beni yüreklendiren kadın arkadaşlarım sayesinde gerçekleşti. Kadın dayanışmasının güzel bir örneği oldu. Buradan teşekkür ediyorum hepsine. 

 

https://pressdionysus.com/product/the-little-girl-with-a-big-heart-cagri-oral/




“Saklı Çekmece” için imza günü düzenlendi

Hiç yorum yok

29 Nisan 2025

Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Yarışması’nda dereceye giren öykülerin toplandığı “Saklı Çekmece” için GİK-Der'de imza günü ve söyleşi etkinliği gerçekleştirildi.


Londra’da Sosyalist Kadınlar Birliği tarafından kurulan, başarılı müzik çalışmalarıyla tanınan Rengin Kadın Korosu, düzenledikleri öykü yarışmasında dereceye giren 24 öyküyü Saklı Çekmece isimli kitapta toplayarak yayımladı.

Kitaptaki öykü yazarlarının, seçici kurulun ve konukların katıldığı etkinlik ve imza gününde buluşan kadınlar görüşlerini paylaştı.
Açılış konuşmasını yapan Gikder Başkanı Bedriye Avcil; koronun kuruluş hikâyesine değinerek şunları söyledi:

“Eril sistemin içinde kadın olmanın sorunlarına göçmenlik de eklenince yaşadığımız zorluklar katlanıyor. Ancak bizler bir araya geldiğimiz zaman daha güçlü, daha başarılıyız. Hayatlarımızın sanatla güzelleşeceğini biliyoruz ve sanat hepimizin hakkı. Bunun için de müziği, edebiyatı, resmi hayatımızın içine alıyoruz. Rengin Göçmen Kadın Öyküleri ismiyle kendi yazdığımız öykülerimizi topladığımız kitabımızda yaşadıklarımızı anlatıyoruz. Yazdıkça, paylaştıkça birbirimize daha çok yaklaşıp umutlarımızı daha da güçlendiriyoruz.”

İmza gününe İngiltere, Almanya, İsviçre ve Fransa’dan yazarlar ve jüri üyeleri katıldı. Etkinlikte en çok merak edilen şey yazarların öykü yazma deneyimleriydi. Rengin Göçmen Kadın Öyküleri Yarışması’nın bir motivasyon ve kadın dayanışması kaynağına dönüştüğünü belirten yazarlar bu etkinliklerin sürdürülmesinin önemini vurguladılar. Okuyucuların soru ve paylaşımlarının ardından kitapların yazarlarca imzalanması ile etkinlik sona erdi.

Farklı ülkelerde yaşayan göçmen kadınların yoğun ilgi gösterdiği yarışmaya, İngiltere başta olmak üzere Almanya, Amerika, İsviçre, Fransa, İskoçya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Lüksemburg’dan toplam 60 öykü gönderildi.

Yarışmanın seçici kurulu Dursaliye Şahan, Fergül Yücel, Gülsen Gülbeyaz, İlden Dirini, Serpil Arslan, Şükran Bağcık ve Vicdan Özerdem’den oluştu. Kurulun titizlikle yaptığı değerlendirme sonucunda belirlediği 24 öykü Saklı Çekmece kitabına girdi.

 

KİTAPTA YER ALAN ÖYKÜLER VE YAZARLAR

 

Birincilik

* ‘Küçük Mavi Defter’ Burcu Özer Katmer / İsviçre

* ‘Jemma’ Hatice Demir Kaya / İngiltere

İkincilik

* ‘Boş Arsa’ Nur Şen / Almanya

Üçüncülük

* ‘Unutmak İçin’ Onur Feray Dönmez / İngiltere

 

Mansiyon

* ‘Bizden Biri’ Evren Altunkaş / İskoçya

* ‘Püripak Hanım’ Nur Engin / ABD

* ‘Göç Mevsimi’ Nükhet Esetekin / İngiltere ‘Sessiz

* Dostluklar’ Safiye Tosun / Fransa

 

Kitaba Girmeye Hak Kazanan Öyküler

* ‘Bir Pazar Günü’ Bermal Melik / Almanya

* ‘Bir Külbahar Sabahı’ Burçak Büyükişleyen Gönül / BAE

* ‘Diya Diya’ Deniz Güven / İngiltere

* ‘Kardeşimin Kafesi’ Eda Bayraktar / İngiltere

* ‘Korkudan Hep Korkudan’ Esra Bakay / Almanya

* ‘Anonim Yasinler’ Fatma Mutlu / İngiltere

* ‘Zaman Zaman’ Gül Greenslade / İngiltere

* ‘Uğultu’ Gökçe Karabulut / Lüksemburg

* ‘Pembeli Kadın’ Meltem Çimen / Almanya

* ‘Beyaz Dut Ağacının Altında’ Müge Erdoğmuş / İngiltere

* ‘Ben Seni Çok Sevdim Cankuş’ Nida Karadağ / İngiltere

* ‘Kalpteki Fay Kırıkları’ Nurcan Ören / İsviçre

* ‘Kına Saçlı Kadın’ Seray Genç / İngiltere

* ‘Çalınan Yaşamlar’ Rengin Akgün / İngiltere

* ‘Saksıdaki Çiçek’ Seher Koç / Almanya

* ‘Papatyalar’ Sidem Samsun / Almanya













 

Intesa, DB Music’te sahne alıyor

Hiç yorum yok

Stoke Newington’da bulunan DB Music’te müzikseverleri müzikle dolu bir akşam bekliyor. Intesa ikilisi, Lucine Musaelian (vokal) ve Nathan Giorgetti (viola da gamba) ile 30 Nisan 2025 Çarşamba akşamı DB Music’te sahne alacak. Ücretsiz olarak katılımın mümkün olduğu konserde, Avrupa ve Ermeni folkloru ile erken dönem müzik geleneklerini harmanlayan bir repertuvar dinleyicilerle buluşacak. 

 


Handel Hendrix House ve Fidelio Cafe’de sahne alan, Utrecht, Viyana ve New York festivallerine katılan Intesa, Royal Academy of Music’teki Oda Müziği Bursu ve 2024 Tunnell Trust Ödülü gibi prestijli başarıları da sırtladı. Konserlerinde, hikâye anlatıcılığı tekniklerini kullanan Intesa, tarihsel ve kültürel müzik mirasını modern bir bakışla yorumluyor. DB Music’in 24 Stoke Newington High Street, N16 7PL adresindeki mekânında kapılar saat 18.30’da açılacak.

 https://www.instagram.com/localandliveinhackney/


SOME OF THEM PAST EVENTS












Göçmen olmak: olan biteni ‘dışarıdan’ izlemenin ağırlığı

Hiç yorum yok

Türkiye’nin günden güne otoriterliğe savrulması nedeniyle son yıllarda birçok kişi çareyi ülkeyi terk etmekte buldu. Bu yazıda, son dönem göçlerin nedenlerini ve olup biteni dışarıdan izleyen göçmenlerin yaşadığı burukluğu tartışıyorum.

 Tuncay Bilecen




Tıpkı doğa kanunları gibi toplumsal yapıyı oluşturan koşullar da bazı kurallara tabidir. Örneğin siyasal iktidar otoriterleştikçe göç etme kabiliyetine sahip olan kesimler dalga dalga ülkeyi terk ederler. Bu, bazen daha iyi ekonomik koşullarda, daha sağlıklı bir toplumda yaşamak arzusuyla gerçekleşir bazen de güvenlik endişesi o kadar ağır basar ki kervan yolda düzülür misali, bir an önce kaçıp kurtulalım, sonrasına bakarız düşüncesi ağır basabilir.

Otoriter iktidarlar züccaciye dükkânına giren fil zarafetiyle menfaat gördüğü kurumları istila edip rant gördüğü alanları yağmalarken buna muhalefet edenler de eğer zindana düşmekten kurtulabilirlerse çareyi göç etmekte bulurlar. Böylece otoriter rejim kendisini tahkim ettikçe ülke yetişmiş insan gücünü yavaş yavaş yitirir, çoraklaşma ve yozlaşma adım adım her yere sirayet eder. Liyakat ortadan kalkar, nepotizm (ahbap çavuş kapitalizmi) yayılır, ekonomik, sosyal ya da beşeri sermayesi olmadığı için göç edemeyenler bile bir şekilde kaçıp gitmenin derdine düşer.

Sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu durum yurt dışında yaşayan hatırı sayılır diasporik toplulukların oluşmasına yol açmaktadır. Rusya gibi, İran gibi ülkelerde muhalefet artık sınırların dışında yapılıyor. Nedeni çok basit; çünkü içeride kimsenin sesini çıkarmaya cesareti ve mecali yoktur, ikincisi de bu ülkelerin muhalefetinin önemli bir kısmı zindanda değilse yurt dışındadır. Dolayısıyla siyasal iktidar, otoriterliğin cıvatalarını her sıktığında yurt dışında yaşayan ve artık diasporik nitelik taşıyan toplulukların hem çoğalmasına hem de hareketlenmesine neden olur.

Son beş yılda, Londra’da yaşayan Türkiye’den göç etmiş göçmenlerle yaptığım saha çalışmalarında “neden göç etme kararı aldınız?” sorusuna çok benzer cevaplar verildiğini fark ettim. Aile olarak göç edenler ağız birliği etmişçesine aynı cevabı veriyorlardı bu soruya: “çocuklarımızın geleceği için geldik!

ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ İÇİN GELDİK

Bir görüşmeci şöyle diyordu: “Ben çocuklarımın bu kadar siyasetin konuşulduğu bir yerde büyümesini istemedim. (…) Yani iki laf muhabbet ediyoruz, ondan sonra sözümüz Türkiye'nin siyasetine geliyor, ekonomisine geliyor. Bunları konuşmaman lazım. Sosyal bir devletsen bunları konuşmaman lazım.”

Başka bir görüşmeci ise Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan değişimin çocuklarının davranışlarına nasıl sirayet ettiğini ve bunun göç kararlarını nasıl etkilediğini şöyle anlatıyordu: “Çocuğumu devlet okuluna, anaokuluna gönderdim. Ama o sıralar dünyadaki ve Orta Doğu'daki IŞİD zihniyetinin palazlandırılması ile birlikte Türkiye'ye İslamist, cihadist bir dalga geldi. Biz kimliğimiz dolayısıyla bunu yaşadık açıkçası, bunu fark ettik. Çocuğun okulunda birtakım olaylar oldu. Biz tabii bunun farkına daha sonra varıyoruz ama böyle küçük çocukların birbirleri arasında böyle kafa kesme şekilleri yapmaları, bu şekilde birbirleriyle konuşmaları. Bizi böyle bir karar almaya itti. Bir çocuğumuz var, evet Türkiye'de neler verebiliriz? Türkiye'de bir tapu verebiliriz çocuğa, bir araba verebiliriz, güzel bir okulda okuturuz. Ama başka hiçbir şey veremeyiz. Çocuk kaybolup gidebilir. (…) İki buçuk yıl önceye kadar hep eşimle konuşuyorduk ki çok şükür çocuğu kurtardık, çocuğu kurtardık, diyorduk. İki sene önce anladık ki çok şükür çocuk bizi kurtarmış. Çocuk olmasaydı, biz o ekonomik buhranda, o sıkıntılı haldeki ülkede hâlâ kalıyorduk.

BOĞUCU POLİTİK GÜNDEM

Gezi olayları, 7 Haziran 2015 seçimleri, patlayan bombalar, 15 Temmuz darbe girişimi, tek adam yönetimine geçiş, muhalefete yönelik operasyonlar derken ülke gündeminden yorulan birçok kişi göç etmeyi ciddi ciddi gündemine aldı. Bunu gerçekleştiren yakınlar, komşular, arkadaşlar da birçok insan için tetikleyici bir motivasyon kaynağı oldu.

Bir görüşmeci göç etmesine neden olan iklimi şöyle tarif ediyordu: “15 Temmuz’dan önce de Gezi’nin etkilediğini hatırlıyorum. Gezi’den sonra çatlaklar oluştu. Örneğin saat 10’dan sonra içkinin yasaklanması biraz dokundu insanlara. İnsanların özel hayatlarına müdahale edildi. Çok kısa bir süre bu bir öfkeye ve umutsuzluğa dönüştü.”

Başka bir görüşmeci ise bu konuda yine benzer şeyleri söylüyordu: “Kimseyle siyasetten veya ekonomiden başka bir şey konuşamadık. Zaman zaman boğucu çevresi nedeniyle insanın kendisi de sıkıcı bir hale gelebilir. (…) Nereye gidersek gidelim, dolar kaç para oldu, Recep Tayyip Erdoğan yine ne dedi, vs. Kısacası eğitim kalitesi, bunu harcanan para, ülke gündemi ve göçmen problemi nedeniyle Türkiye'den ayrılmak istedim. Ailem ve daha çok benden ziyade eşim ve çocuğumun farklı bir hayatı deneyimlemesini istedim.”

Bazı görüşmeciler ise ekonomik durumlarının daha kötüye gideceğini bildikleri halde göç etmeyi tercih ettiklerini belirtiyordu: “Dinci bir yönetimin iktidarı giderek ele geçirmesi. Biz Demirel’in zamanını da gördük, başka iktidarlar da gördük. Hepsi sağ iktidardı, hiç sol iktidar yoktu ama bunlar kadar haddini bilmezini ilk defa gördük. Yani ne dedilerse yaptılar adamlar. Hiçbir şeklide çekinmediler açıkçası. Bu beni korkuttu. Ekonomik durumumuz çok iyiydi. Tam tersine burada sürünüyoruz. Orada işyerimiz vardı. Arabam vardı, eşimin arabası vardı. Evim var hâlâ. Orada ekonomik durumum gayet iyiydi. Ama ben tamamen tüm her şeyi satıp döküp sermaye edip buraya geldim. Eğer çocuğum olmasaydı bu kararı almazdım. Orada direnirdim belki de. Çocuğumu buraya getirdim ki orada hiçbir şekilde gelecek görmedim.”

Bir görüşmeci ise Türkiye’nin değişen demografik ve sosyal yapısı nedeniyle Türkiye’de ırkçı bir zihniyete savrulduğunu fark ettiğini belirtiyordu: “Ekonomik olarak açıkçası hiçbir sorunumuz yoktu. Hatta hep diyorum keşke sorun ekonomiyle ilgili olsaydı, çünkü çözülebilirdi. Ama değişen sosyal yapı, huzursuzluk, yönetim, siyaset artık hepsi içten içe beni etkilemeye başladı ve hatta çok net ırkçı olmaya başladım. Aslında okuduğum kitaplar, ilgi alanlarım tamamen bunlardan soyutlanmak üzerineydi. Ama insanları etiketlemeye başladım; Suriyeli, Afgan gibi... Dışarıda gördüğüm insanları sırf kıyafetleri ya da tipleri nedeniyle yargıladığımı fark ettim.”

OLAN BİTENİ DIŞARIDAN İZLEMENİN AĞIRLIĞI

Peki, ülkeyi terk edince bütün bu dertler bitiyor mu? Elbette bitmiyor. Bu sefer de ülkenin yıkıcı gündemini takip etmenin, öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla sürekli kötü haber almanın yılgınlığı, geride kalan yakınlar için endişelenmenin ve bir şey yapamamanın öfkesi çörekleniyor insanın içine. İşte tam da bu noktada tuhaf, karmaşık bir duyguya kapılıyor çoğu göçmen. “İyi ki gelmişiz, iyi ki kendimizi kurtarmışız” ile “elimden hiçbir şey gelmiyor, acaba orada mı olmalıydım?” düşüncelerinin harman olduğu, tarif etmesi zor, yakıcı bir duygu bu.

 

 

 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan