latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

Gik-Der'den hükümetin Ruanda kararına tepki: “Bu insanlık suçuna ortak olmayacağız!"

Hiç yorum yok

Göçmen İşçiler Kültür Derneği'nin (GİK-DER) Hükümetin Ruanda tasarısını meclisten geçirmesine ilişkin yaptığı açıklama şu şekilde: 



Muhafazakar Parti hükümetinin 2 yıldır yasalaştırmaya çalıştığı “Ruanda Tasarısı” dün Meclis’ten geçti. İnsan haklarını hiçe sayan, ulusal ve uluslarası mahkemelerce ‘kabul edilemez” bulunan bu yasanın uygulanmasına izin vermeyeceğiz!

 Irkçı, ayrımcı uygulamaları her geçen yıl daha da tırmandıran Muhafazakar Parti hükümetinin göçmenlere dönük saldırılarına bir yenisi daha eklendi. Genel seçim yaklaşırken mülteci düşmanlığı yaparak kaybettiği oyları geri kazanmaya çalışan hükümet, İngiltere’ye yapılacak mültecilik başvurularında istenen koşulları ve başvuru ücretlerini karşılanamaz hale getirdi. Ardından iki yıldır tartışılan Ruanda Planı makyajdan öteye gitmeyen bir iki değişiklikle dün yeniden Parlamento’ya getirildi. Parlamento’da sert tartışmalara neden olan tasarı bugün sabaha karşı onaylandı. Plan, Kral 3. Charles'ın imzasından sonra yasalaşacak.

Plan yasalaşırsa, hükümetin deyimiyle ülkeye yasadışı yollardan giren hiçbir göçmen İngiltere’de barındırılmayacak. Mülteciler önce gözaltı merkezlerinde tutulacak, ardından Ruanda’ya gönderilecek. Mültecilerin göçmenlik başvuruları kendileri Ruanda'dayken değerlendirilecek, sonuç olumlu olsa dahi bu kişiler bir daha İngiltere'ye giremeyecek. Başvurusu başarılı olanlara mülteci statüsü verildikten sonra Ruanda'da kalmalarına izin verilebilecek. Yani aslında göçmenler Ruanda’ya göç edecek.

Üstelik Ruanda, Sunak’ın iddia ettiği gibi göçmenler için güvenli bir ülke olmaktan çok uzak. 2013-2018 yılları arasında İsrail’in kendilerine gönderdiği sığınmacıların bir kısmından haber alınamadığı, bir kısmının başka ülkelere gönderildiği belgelenen Ruanda, mahkeme kararları ile imzaladığı anlaşmalara uymadığı tescil edilmiş bir ülkedir. Bir göçmenin dahi Ruanda’ya gönderilmesi kabul edilemez. Göçmenlerin başka bir ülkeye sınır dışı edilmesi o ülkelerde kötü muamele, işkence ve hak ihlallerine uğrama riskini artıracak, uzun mücadeleler sonucu kazanılmış uluslararası göçmen haklarını da tehlikeye atacaktır.

Göçmen İşçiler Kültür Derneği olarak bu suça ortak olmayacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Siyasal sığınma ve mültecilik insan hakkıdır ve savunulmalıdır. Kendi yurtlarından edilen, binlerce kilometre yolu ve bütün zorlukları aşıp güvende yaşamak üzere Britanya’ya ulaşan göçmenleri Afrika’nın Ruanda ülkesine göndermek en hafif deyimle insanlık suçudur. Bu insanlık suçuna ortak olmayacağız!

Her gün sınırlarına daha yüksek duvarlar ören, Avrupa’nın sınırlarını adeta bir kale gibi savunan ve silahlanan, göçmenleri çeşitli çeşitli biçimlerde sınırlarda katleden, geri iten (push-backs) Avrupa devletleri ve Britanya’nın bu uygulaması illegaldir. Botlarla çıktıkları ‘umut yolculuğu’nda hayatlarını kaybeden yüzlerce göçmenin kanı sadece çetelerin elinde değil, yasal yollarla sığınma hakkını neredeyse imkansız hale getiren İngiliz hükümetinin de elindedir.

 Bu insanlık suçuna ortak olma!

Bu uygulamaya sessiz kalarak, hükümetin işlediği suçlara ortak olma. Yasaya karşı oluşturulan dayanışma hareketinin içinde yer al.

Gerici ve Irkçı Mülteci Yasası Derhal Geri Çekilsin!

Sınırdışı Edilmelere Son!

 

 


Göçmenlik; “mutlak yalnızlık içinde parasızlık”

Hiç yorum yok

 Murat Sevinç, Hey Garson’da “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenleri ve dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

Tuncay Bilecen 

                                                




              

 
Murat Sevinç’in 90’lı yılların ilk yarısında Londra’ya dil öğrenmek amacıyla gittiği döneme ilişkin gözlemlerine yer verdiğ Hey Garson adlı kitabından Can Öktemer’le bu konuda yaptığı röportaj vesilesiyle Londra’da doktora sonrası araştırma yaptığım sırada haberdar oldum. Yirmi beş yıl önce, akademisyen olmayı kafasına koyan yirmili yaşlarındaki bir gencin hocasının nasihatını dinleyip dil sorununu halletmek için Londra’nın yolunu tutması ve burada yazarın kendi ifadesiyle “herkesin yaşayabileceği türden, son derece sıradan hikâye”leri gazete yazısı olarak kaleme almasıyla başlıyor kitabın serüveni. Aradan geçen çeyrek asır sonrasında hikâyelerin güncel hale gelmesinin nedeni ise Türkiye’nin yeni göç iklimi… Gezi olaylarıyla başlayan ve 15 Temmuz’la zirveye çıkan “bu ülkeden artık kaçmak lazım furyası”na yönelik bir deneyim aktarımı ve tavsiyeler olarak da okunabilir kitap.

 

TÜRKİYE’Yİ TERK ETME İSTEĞİ

Türkiye’den kaçıp gitmek isteği son birkaç yılda özellikle orta sınıfların ana gündem maddelerinden biri. Bu konuda yapılan akademik çalışmalarda Türkiye’nin istikrarsız politik yapısı ve kendilerini kısıtlanmış hisseden kesimlerin varlığı kadar bu kesimlerin çocuklarının geleceğine ilişkin kaygıları da göç etme nedenleri olarak öne çıkıyor. Sevinç, günümüz dünyasında geçmişe kıyasla mobilize olmanın kolaylığını vurguladıktan sonra kaçıp gitme isteğinin nedenlerini şu şekilde ifade ediyor: “Koca memleket bu niteliklerden ibaret değil kuşkusuz, ancak iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hâle geldi; şirretliğin, kibrin, duyarsızlığın ve kinin, tozu kiri altında.  (…) Sıkıldı çocuklar. Daha fazla imkân var artık ellerinde. Burada bir gelecek görmüyorlar. Bana kalırsa hatalı ve fazla aceleci bir öngörü bu, ama hâl böyle. Yalnızca iş güç seçeneklerinden söz etmiyorum. Eğitimli orta sınıfın yaşam tarzı kaygısı, başlıca umutsuzluk nedeni. Gezi eylemlerindeki ‘bana karışma’ talebinin temsilcilerinden söz ediyorum. Türkiye’ye bakınca tarikatları ve eli palalı serserileri görüyorlar. Kaba sabalık, nobranlık, hoyratlık görüyorlar. İnşaat, top toprak görüyorlar. Trafikte kırmızı ışık yanınca duracak kadar olsun ‘uygarlaşmayı’ reddedenleri görüyorlar.” (s. 75)

Gençlerin çareyi ülkeyi terk etmelerinde bulmalarını Türkiye’ye özgü sebeplerle sıralayarak anlamaya çalışan yazar, kendi kişisel tarihinden verdiği örneklerle kaçıp gitmenin bir kurtuluş olamayacağını kaçılan yerde yaşanacak olası güçlükleri de vurgulayarak anlatıyor.  Bu yüzden daha kitabın başında şunu söylüyor: “Bugün sıklıkla dile getirildiği gibi ‘Türkiye’den kaçmak’ için değil, aksine bir an önce memlekete dönüp istediğim işi yapabilmek için gittim Londra’ya.”  (s.12).

 

“MUTLAK YALNIZLIK İÇİNDE PARASIZLIK”

Zincirleme bir etkileşimle eğitimli kesimlerin bir bir ülkeyi terk etmesinin geride kalanlarda yaratacağı hayal kırıklığı ve ülkenin böylece çoraklaşacak olması kitabın izleğinde yer alan diğer bir husus. “Taş yerinde ağırdır” mesajını örtük alarak kitabın genelinden alıyor okur. Murat Sevinç, Robert Fisk’le tesadüfen tanışmasını ve Fisk’in kendisine bu minvaldeki sözlerini de kitaba konu ediyor: “Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. ‘Eğer burada kalırsam, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin’ dedi. Şunu ekleyerek; ‘İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.’” (s.72)

Bir buçuk yıllık “göçmenlik” deneyiminin dil öğrenmek, farklı kültürlerden insanları tanımak kadar yazara kattığı bir şey daha var, o da zor koşullarda hayatta kalmayı öğrenmek olarak ifade edilebilir. Bu, bir bakıma göçmenliğin kısa süreli bir tatbikatını yapmak anlamına geliyor. Dil bilmeyen, paraya çevirecek bir vasfı olmayan ve kaçak olarak çalışmak zorunda  kalan milyonlarca göçmenin yaşadıklarının bir benzeri… Yazar bunu Türkiye’de tecrübe edilenle kıyaslayarak “mutlak yalnızlık içinde parasızlık” olarak ifade ediyor: “Orada deneyimlediğim parasızlık, Türkiye’dekinden farklıydı. Burada, başınız sıkıştığında birine gider, borç bulamazsanız bile hiç olmazsa çay kahve içip sohbet edersiniz. Yurtdışında yoksulluğun ileri bir evresi olan, ‘mutlak yalnızlık içinde parasızlık’ duygusuyla tanıştım. İlk zamanlarda en yoğun hissettiğim duygu buydu. Yalnızlık.” (s. 50)

 


“HAYATTA KALMAK İÇİN ÇALIŞMALIYIM”

Dil kursunun ücretini ve kaldığı süre içindeki masraflarını çıkarmak için neredeyse haftanın her günü çalışmak zorunda kalan yazar, bu sayede Londra’daki restoranlarda çalışanların koşullarına ilişkin gözlem ve kıyaslama yapma imkânı da buluyor. “Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada, akıl almaz bir biçimde emeğimin karşılığı olan bahşişler garsonlara verilmiyordu.” (s. 40). Bu kısımda üstü kapalı olarak Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomiye de değinilmiş oluyor; çünkü etnik ekonomiler bir bakıma yeni gelen göçmenlerin hayatta kalmaları için bir sığınak görevi görürken bu ekonominin hızla gelişmesini sağlayan ucuz ve uysal emeği de kolayca bulmuş olurlar. “Orada çalıştığım beş buçuk ay boyunca, iki hafta dışında verilen yemek, pilav ya da makarnaydı. Dedim ya, adamcağız nereden sömüreceğini bilemez hâldeydi. (…) Üç beş kez et yemeği verildiğini hatırlıyorum; o da Ramazan ayındaydı. Müslüman ya bizimki, insafa gelmişti demek ki!” (s. 41).  


Etnik ekonominin içerisinde işletme sahibi olarak çalışmanın da kendine özgü zorlukları vardır. Göçmenliğin ilk yıllarında edinilen “hayatta kalmak için çalışmalıyım” motivasyonu bir süre sonra bir yaşam tarzı haline gelebilir. Aslında böylece göçmen beraberinde getirdiği ne kadar yaratıcı özellik varsa onları körlemekle meşguldür, çünkü ayakta durmaya çalışmaktan kendini gerçekleştirmeye zaman bulamamaktadır. Bu tür özellikleri yoksa bu sefer istikameti para kazanmaktan ibaret olan bir yaşam tarzını benimseyecek, bu defa bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma ve para kazanma hırsı esir alacaktır göçmeni. Murat Sevinç’in tanıdığı restoran sahiplerinden biri de böyle biridir, onlar sıfırdan başlayan ve belli bir servet eden göçmenler gibi yaşamlarını sürekli ertelemekle meşguldürler. Yıllar sonra ziyaret ettiği “patronunu” yine bıraktığı yerde bulur: “Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?” (s. 57).

           

MUTLAK YALNIZLIK

Bunun bir başka yansıması ise göçmenliğin cefa döneminden sefa dönemine geçenlerin bir başka deyişle sınıf anlayıp da bilinç olarak sınıf atlayamayanların başarı öykülerini her önüne gelene bıkmadan usanmadan anlatmalarıdır. “Biz de sıfırdan başladık ve bu hallere geldik” temalı hikâyeyi defalarca dinleyen kişinin ilk defa dinlemiş gibi tepki göstermesi teamüldendir. Kitabın yazarının yolu böyle Türkiyeli bir işverenin sahibi olduğu zincir restoranlardan birine düşer. “Dedikodu gibi olacak ama bu Türk lokantasının sahibi, haftada iki üç kez çalışanlarını toplayıp hayat hikâyesini anlatıyordu. Kabul, sıfırdan başlayıp olağanüstü başarıya ulaşmış. Etkileyici bir yaşamı vardı var olmasına da, bir kez dinleyince anlaşılan bir hikâyeyi defalarca dinlemek bezdiriciydi. O da öyle tatmin oluyordu belli ki.”  (s. 66).

Londra göçmenler açısından ilk yıllarda yaşamanın bir zor olduğu bir şehir olduğu kadar çok kültürlü yaşam tarzıyla bir o kadar da renkli bir şehirdir. “Mutlak yalnızlık” olmasa Londra’nın yoksulluğu daha bir dayanılabilir yoksulluktur. “Orada yaşadığım süre içinde, elimden geldiğince yararlanmak, görmek ve duymak gibi bir hevesim vardı. Tüm bunları, ayda kırk sterline, bolca yürüyerek ve sonrasında çalınacak bisikletim sayesinde yapabiliyordum.” (s. 42).

“Hey Garson”da yirmili yaşlarda Londra’nın çok kültürlü dünyasına ayak basan bir gencin farklılıkların birarada yaşamasına ilişkin deneyimine de yer veriliyor:  “Yalnızca eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii, her ne demekse, o zihin terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle yaşamak ne mümkün! Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim bildiğimi biliyordu ama herkes biliyormuş gibi davranıyordu! (…) Oysa Londra’da o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü olabileceği, özgürce dile getirebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım. Hatta, anlamakta zorlandım. (s. 55).

 

ASGARÎ NEZAKETTE BULAŞABİLMEK

Kitap, sadece “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenlere seslenmiyor. Dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson’da Türkiye’de sosyal hayatta gördüğümüz nezaketsizliklere dair de “karşılaştırmalı dokundurmalar” yer alıyor. Murat Sevinç, ısrarla bu kabalık meselesini gündemde tutuyor. Bir taraftan da Türkiye’de kamusal alanda şahit olduğu tatsızlıkları böylece gündeme getiriyor.  “Bir de tabii, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ ifadeleri. İlk paragrafta, Türkiye’deki garsonlar kim bilir neler çekiyor, demiştim ya, işte o mevzu. Dilin ve davranışın parçası bunlar. Ben garsonlara nasıl davranılması gerektiğini ve Türkiye halkının bu konularda ne denli vahim durumda olduğunu Londra’da fark ettim. Vahametin çok önemli bir nedeni, her zaman altını çizmeye çalıştığım, karşısındakini ‘eşit kabul etmeme’ sorunundan kaynaklanıyor. (…) Türkiye’deyse ortalama bir lokanta müşterisi, garson yokmuş gibi davranır. Akıl almaz bir durum bu. Konuşmaz, teşekkür etmez, ‘lütfen’ demez, vesaire. Türkiye’de lokantaya gitmek, hele ki alışık olmadığınız bir mekânsa, pek çok açıdan eziyet aslına bakılırsa ancak beni en çok rahatsız eden ve sinirlendiren şey, müşterilerin garsonları görmezden gelmeleri. (s. 34).  Türkiye’de servis sektöründe çalışan insanların görmezden gelinmesine, kamusal alanda insanların birbirleriyle eşit ilişki kuramamasına birçok yerinde değiniliyor kitabın. “Bu yazı bir öneriyle, ricayla bitsin. Hani torun tombalak AVM’ye gidiyor ve acıkınca üst kattaki atıştırmacılara oturuyorsunuz ya… Hani siz o koridorlarda köftenizi yerken, çevrenizde üniformalar içinde birileri dolaşıyor, tepsilerinizi alıp götürüyor ve sonrasında sizin döküntülerinizi temizliyor… Hatırladınız mı o üniformalı kadın ve erkekleri? İşte o kadın ve erkekler bir iş yapıyorlar ve sizlerle eşit yurttaşlar. Bir gün olsun, o insanların ‘var’ olduklarını fark edip ‘merhaba’ diyebilir, teşekkür edebilir, hâl hatır sorabilirsiniz. Hiçbir farkınız yok. Eşitsiniz. Başka işler yapıyorsunuz yalnızca.”(s. 70).  

 Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.

 

·       Bu yazı Göç Dergisi’nin Ekim sayısında kitap kritiği olarak yayınlanmıştır.

 

Yazar              :           Murat Sevinç

Kitabın Adı    :           Hey Garson!

Yayınevi         :           April Yayınları

Basım Yılı      :           2018

Sayfa Sayısı   :           99


 

 

İngiltere’de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?

1 yorum

Bu yazıda, İngiltere'de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanlarını sorduğum görüşmecilerin sözlerine yer veriyorum. Güvenlik, huzur, istikrar, dünya vatandaşı olmak olumlu yönler olarak öne çıkarken yalnızlık ve memleket özlemi olumsuz yanlar olarak zikredilen başlıklar arasında yer alıyor. 

Tuncay Bilecen





Regent’s University’de misafir araştırmacı olarak bulunduğum sırada Türkiyeli göçmenlerin geri dönme eğilimleri ve geri döndükten sonra neler yaşadıklarına ilişkin bir alan araştırması yaptım. Türkiye’den Birleşik Krallık’a Göçler kitabında topladığım bu araştırma sırasında  görüşmecilere sorduğum sorulardan biri de iki ülkeye ilişkin olumlu ve olumsuz izlenimleriydi.  

Kuşkusuz göçmenler Türkiye ve Birleşik Krallık’a ilişkin değerlendirmelerde bulunurken kendi kişisel tarihlerinden, göç deneyimlerimden yola çıkmaktadırlar. Dolayısıyla bu soruya verilen cevaplar bir bakıma göç etme nedeni, uyum süreçleri, çalışma ilişkileri, sosyalleşme biçimleri, politik görüş, dini inanç, değerler ve tutumlar, aile ve akrabaya yakınlık, kişisel özellikler gibi birçok faktörü içinde barındırıyordu. 

İNGİLTERE'DE YAŞAMANIN OLUMLU YÖNLERİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumlu yanlarına ilişkin yaptıkları değerlendirmeleri; öngörülebilirlik, yaşam kalitesi, güvenlik, istikrar, sistemin iyi işlemesi, ulaşımda rahatlık, yeşil çevre, parkların çok olması, kültür sanat etkinliklerinin bolluğu, diğer ülkelere kolay ve ucuz ulaşım, çok kültürlülük şeklinde sıralayabiliriz.

Örneğin 59 yaşındaki bir kadın görüşmeci, yaşadığı kent olan Londra’ya dair yaptığı değerlendirmede yukarıda sözü edilen birçok faktörü sıralıyordu:

“İngiltere’nin olumlu yanları bana göre öngörülebilirlik; yarın, öbür gün, gelecek ay, gelecek sene konusunda daha emin olmak. Gelecekle ilgili tahmin edilebilirlik ve güvenlik. Geceleyin polis evimi basıp beni tutuklamayacak.  Ondan sonra elektriklerin kesilmesi çok muhtemel değil. Hakkımda dava açılması pek mümkün değil. Yarın evden çıktığımda evin önünde bir çukur bulmayacağım. Bunlar beni ilk geldiğimde çok etkilemişti, kalıcı ve değişmeyeceğini bildiğin şeylerin olması, istikrar. Belli mekanizmalar, belli kurumlar, belli şeyler bugünden yarına asla değişmez. Bu bana müthiş bir dinlenme imkânı veriyor. (…) Geçim sıkıntısını hallettikten sonra ancak bu istikrarı yakalayabiliyorsunuz. İki bilgiye ulaşabilme… İstediğiniz bilgiye istediğiniz zaman ulaşma hakkı. Üç, kültürel olarak da gerçekten zevk alıyorum, en büyük zevklerim sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek, konserlere gidiyorum, sergileri geziyorum. Ve bunu böyle büyük bir şey yapıyor gibi yapmanıza gerek kalmıyor. Dört, yaşam kalitesinin iyiliği… Bu şehirde istediğim yere istediğim şekilde tahmin edilebilir bir zamanlarda gidip spor, yüzme her türlü imkândan parasıza yakın bir düzeyde yararlanabilirsiniz. Aynı şekilde sağlık imkânları… İnsana önem verilmesi, bireyin hakkının önemli olduğu bir yer burası. Bir şikâyetiniz olduğu zaman milletvekiline mektup yazıyorsunuz, o size belki kişisel olarak yazmıyor belki ama imzalı bir cevap göndermek zorunda. Milletvekili benim kapıma geliyor ve onunla Brexit tartışabiliyorum. Bunlar istisnai şeyler değil, oluyor ve bunlardan da çok memnunum”

 GÜVENLİK DUYGUSU

Bu görüşmecinin dile getirdiklerinin başında Londra’ya ilişkin sıraladığı güvenlik ve öngörülebilirlikle ilgili olumlu faktörler Türkiye’de bulamadığı için göç etmesine sebep olan faktörlerdir. Çalışmanın ilgi çekici sonuçlarından biri de bu husustur. Çoğu göçmen için politik nedenlerden kaynaklanan “güvenlik endişesi” Türkiye’yi terk etmenin temel nedenlerinden biridir. Dolayısıyla Birleşik Krallık’ta bireysel anlamda elde edilen ve hissedilen güvenlik duygusu birçok katılımcı tarafından olumlu bir unsur olarak zikredilmiştir.

Başka bir kadın görüşmeci ise kültürel yaşamın zenginliği, ucuz ve kolayca seyahat edebiliyor olmak Londra’da yaşamanın en önemli avantajları arasında sıralıyor:

“Sosyal yaşam olanakları, bunun içinde sporu, pilatesi, eğitimler, sanat, meditasyon burada daha yaygın daha uygun fiyatlarda. (…) Onun dışında seyahat burada daha iyi… İki saatte İtalya’dayız. Prag’a baktım, 30 pounda bilet buldum. İki sigara parasına Prag’a gidiyorum” (Kadın, 34).

Kadın görüşmecilerin birçoğu Londra’da kadın olarak yaşamanın daha özgür ve güvenli hissetmelerine yol açtığını ifade etmiştir. “Londra her zaman, bir kadın olarak kendimi güvende ve medeni insanların arasında olduğumu hissettirdi bana” (Kadın, 45).

YALNIZLIK VE AİLE HASRETİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumsuz yanlarına ilişkin yaptığı tespitlerde en çok zikrettikleri husus yalnızlık olmuştur. Aileden, tanıdıklardan ve arkadaşlardan uzak kalmak ve buna bağlı olarak yalnızlık yaşamak çalışmada geri dönüş sebepleri arasında da sıkça söz edilmişti. Anavatan ile duygusal bağ kurmak, geride bırakılan aile bireylerini özlemek yalnızlık duygusunu pekiştirmektedir. “Buradaki kötü yönler sadece yalnızlık ve aile özlemi… Arkadaşlarım var görüştüğüm kişiler ama çocuklar dostlarım gibi değil. Ailemi özlüyorum. Kardeşlerimi özlüyorum. Benim için buranın en kötü tarafı bu” (GD12, Kadın, 46).

“İngiltere’de yaşamanın kötü tarafları iklimi ve aile ve akrabaların burada olmaması” (GD13, Kadın, 34).

“Yalnızlık sanırım. (düşünüyor) Evet yalnızlık… Burada arkadaşların oluyor ama ilişkiler çok sınırlı ve mecburi oluyor” (GD10, Kadın, 38).

Göçün ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen görüşmeciler Türkiye’de kurdukları ilişkilerin daha güçlü ve kalıcı olduklarını düşünmekte, Birleşik Krallık’ta kurulan ilişkilere ise geçici veya zorunluluk olarak bakmaktadırlar. Bir diğer kadın görüşmeci göçün ardından Türkiye’deki gibi ilişki kurulamamasını ülkelerin farklı kültürlere sahip olması ve Londra’nın yoğun tempolu hayatıyla açıklamaktadır.

“Biz sıcak insanlarız. Gece benim arkadaşlarım toplanıp gelirlerdi mesela. Gece toplanıp kısır partisi yaparız. Burada zor. Çünkü hayat çok koşturmacalı. Herkesin bir sürü işi var. İngiliz bir arkadaş Türkiye’de bizi ziyaret etmişti, şaşırdı. ‘Why is life so slowly?’ (Hayat neden çok yavaş akıyor?) dedi. Ben Adanalıyım. Adana’da insanlar uzun süreli çalışırlar. Ama çalışma aralarında oturur tavla atarlar. O mutluluk o coşku yok burada. Burada insanlar daha mutsuzlar, bunun farkında da değiller. Ne kadar mutsuz olduklarını bilmiyorlar” (GD2, Kadın, 56).


YÜKSEK KİRA ÜCRETLERİ

Görüşmecilerin Londra’ya ilişkin olumsuzluk olarak dile getirdikleri bir başka husus ise şehrin pahalı olmasıdır. Ancak bazı görüşmeciler ücretlerle kıyaslandığında kira fiyatları hariç Londra’da özellikle yiyecek, içeceklerin Türkiye’ye göre çok ucuz olduğunu belirtmektedir. “Londra’nın kötü yanları; çok yoğun, stresli, devamlı bir koşturmaca var. Bir şeylere yetişmeye çalışıyorsun. Pahalı bir şehir” (GD17, Kadın, 37).

“İngiltere’nin olumsuz yanı kiralar çok yüksek. Türkiye’de ayakta kalmanız daha kolay. İngiltere’de ise paranız olsa bile düşük geliriniz varsa, dört kişilik bir aileye İngiltere hükümetinin belirlediği para 29 bin pound. Benim gördüğüm bu parayı bir Ankara Anlaşmalının kazanması çok zor” (GG8, Erkek, 40).       

İKLİM FAKTÖRÜ

Bazı görüşmecilerin geri dönme nedenleri arasında saydığı iklim faktörü de Birleşik Krallık’a ilişkin olumsuzluklar arasında zikredilmektedir. Türkiye’de dört mevsimi, güneşli günleri yaşamaya alışanlar için Londra’nın gri gökyüzü ve sürekli yağmurlu havası depresyon nedeni olarak görülmektedir. GG5, bu soruya verdiği yanıtla Londra’nın iklimiyle insanını bir tutmaktadır.

“Ama buranın havası kötü yani kardeşim. Ne yapayım, soğuk, yağmurlu… Gri olmasından kaynaklı insanlar depresifler… Bir de bizim memleketin insanlarının sıcaklığı başka bir şey” (GG5, Erkek, 41). 

İklime de alışamadığı için Türkiye’ye dönen GK3, Türkiye’de daha mutlu uyandığını ifade etmektedir.


“Burada mutlu olmak için avutmak zorunda kalmıyorum kendimi. Mutlu uyanıyorum, mutlu kalkıyorum, mutlu yaşıyorum burada. Orada hep böyle karanlık olması beni çok etkiliyordu” (GK3, Kadın, 43).  


* Sizin için İngiltere'nin olumlu ve olumsuz yanları neler? Yorum bölümünde paylaşabilirsiniz. 😊


“İthal gelin olmak göçmenlikten de zor"

Hiç yorum yok

İthal Gelinler kitabının yazarı Pelin Markirt, kitabın yazım sürüveni yazdı. 





Pelin Markirt

Öğrenci iken tarih kitaplarında öğrendiğimiz ilk konulardan biri göçmen bir toplumdan geldiğimizdi. Türlü türlü nedenlerle insanoğlu göçmüştü farklı diyarlara. İstilalardan korunmak için yüksek yerlere ve dağlara hatta yeraltı kentlerine, daha zengin yiyecek bulabilmek için sulak bölgelere, nehir kenarlarına, sanayi devriminden sonra köylerden kentlere fabrikalarda çalışmak üzere…

İTHAL GELİNLERLE İLK TANIŞMA

Benim ilk göçmenlik yolculuğum ise Erasmus eğitimim nedeniyle Hollanda’ya taşınmakla başlamıştı. İş bulabilmek için yıllar önce göç dalgası ile Türkiye’den göç eden insanları tanıdım önce. Göçmenlerle ilgili gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di. Yakın arkadaşım aracılığıyla evini ziyaret ettiğim bir kadının göç hikayesi beni derinden etkilemişti. Daha iyi koşullarda Avrupa’da yaşayabilmek için aynı köyde doğup büyüdüğü uzaktan bir akrabası ile evlenerek yurt dışına taşınmıştı. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun ‘yalnız anne’ olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girmiş oldu. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu ve aklımın bir köşesinde hep durdu. 



KİTABIN YAZILMA HİKÂYESİ 

Londra’da pandemiyi yalnız geçirirken kadın ve göçmenlik odaklı bir kitap yazmak istiyordum, İthal Gelinler’i kaleme aldım. Avrupa’ya, hatta Amerika’ya ithal gelin olarak giden kadınların göç hikayelerini ve gittikleri ülkede yaşadıklarını kitabımla aktarmaya çalıştım. Göçmenliğin zor olduğunu bilmekle birlikte, ithal gelin olarak göçmenliğin daha da zor olduğunu görüşmecilerimin aktardıklarından öğrenmiş oldum. Kitabımdan bunlara dair bazı çarpıcı noktaları göçmen kadın gözünden sizlere ulaştırayım.

Almanya’ya gelin giden ilk kahramanım Yağmur, eşiyle anlaşamadığı ve eşinden hamileyken bile şiddet gördüğü için iki çocuğunu alıp kadın sığınma evinde yaşamak zorunda kalıyor. Çalışma izni yok, yaşadığı ülkenin dilini hiç öğrenememiş, kursa gitmemiş. Tamamen eşinin ekseninde bir hayat kurduğu için kendi sosyal çevresini kuramamış, yalnızlık ve çaresizlik en temel sorunları arasında. Göçmenlere has birtakım hastalıklardan temizlik hastalığı geliştirmiş zaman içerisinde.

KİTABIN KAHRAMANLARI

Diğer kahramanım Zana, çok mutlu bir evlilik yapmasına rağmen, çok sevdiği mesleği olan tekstil mühendisliğini İspanya’da devam ettirememiş, kariyerinden feragat etmenin üzüntüsünü yaşıyor zaman zaman. Güzel Türk kahvaltılarına ve ailesine hasret…Eşi bir İspanyol ve yemek saatlerine uyum göstermekte epey zorlanıyor.

İthal gelin Burcu, toplumsal baskılar nedeniyle iki kere başarısız nişanlılık yaşadıktan sonra evlenerek İsviçre’ye göç ediyor. İtalyan kantonunda yaşamasına rağmen, dili çok az öğreniyor. İkiz bebeklerinin doğumunda ebeyi tam anlayamadığı için kontrollere zamanında gitmiyor ve kaptığı enfeksiyon nedeniyle ölümden dönüyor. Evi terk etmek istese, gidebileceği bir kapının olmadığını, hatta nereden ve nasıl bilet alınabileceğini bile bilmediğini ifade ediyor. Dil bariyerinden dolayı, komşularıyla sosyalleşememekten mustarip…

Diğer kahramanım Lorin, Belçika’nın sakin kasabasında mutlu ve huzurlu bir hayat sürüyor ancak on yıl önce buraya gelin geldiğinde Türk usulü kuaför dahi bulamamış. Türkiye’ye dair her şeyde hemen duygusallaşıyor, yakınlarının özel günlerini kaçırdığı için ya da sevdiklerinin zorlu dönemlerinde fiziksel olarak yanında olamamaktan dolayı kendisini eksik hissediyor. Ne Belçika’ya ne de Türkiye’ye ait hissediyor kendisini, kısacası arafta.

Başka bir kahramanım Öykü, İngiltere’de, yaşadığı bölgenin halkını soğuk buluyor, gerçek dostluklar kurmakta zorlanıyor çünkü çok az sosyalleşebiliyor. Londra’da kullanılan Cockney İngilizcesini duyunca, kitaplarda öğrenilen dil ile yasayan dilin ne denli farklı olduğunu görüyor. Eşi İtalyan olduğu için, vizesi tamamen eşine bağlı. Bu ülkede ailesinden kimse olmadığı için anne olma konusuna mesafeli çünkü anne olunca desteğe ihtiyaç duyacağını biliyor.

Altıncı kahramanım Alev, Montreal’e taşınınca bir barda çalışıyor, bir süre sonra Fransızca eğitim veren üniversitede doktora yaparak akademisyen oluyor. Alev aynı Alev ancak barda çalışan Alev ile doktoralı Alev’e Quebec halkın bakış açısı bir değil. Gurbette sarma sararken bile hüzünleniyor ve ailesine, sevdiklerine özlemi hiç bitmiyor.

Son kahramanım İpek, toplumsal nedenlerle görücü usulü evleniyor, hiç tanımayarak evlendiği eşinin eşya biriktirme hastalığı olduğunu fark ediyor, eşinden şiddet görmesi nedeniyle Amerika’yı terk ederek ayrılıyor ve Türkiye’de sıfırdan bir yaşam kurmak zorunda kalıyor.



YEDİ KADIN, YEDİ COĞRAFYA

Sonuç olarak, karantina sürecinde göçü farklı bir perspektiften ele almak istedim. Göçmenlik, yeni kültüre, yeni dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı olarak evliliğin sorumluluklarına da hızlıca alışması gerekiyor. Her bireyin alışma süresi de farklı oluyor. Zaman geçtikçe yaşadığı ülkenin dilini öğrenemeyen, çevresini tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme süreci düzgün işlemiyor. Bu noktada, eşlerin ve ailelerinin hatta arkadaş çevresinin yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler ise travmalar yaşıyor. Hepsinin ortak duygusu ise kaçınılmaz olarak “özlem”.

Yazmış olduğum kitapla yedi kadının, yedi ithal gelinin dünyasına girdim, göç psikolojilerini derinlemesine hissettim. Kim bilir dünyanın dört bir yanında yaşayan ithal gelinler nasıl zorluklar yaşıyor? Göç, insanlığın soyu tükeninceye kadar devam edeceğe benzediği gibi her biri ayrı bir kitap konusu olacak ithal gelin öyküleri de devam edecek.

Keyifli okumalar.

İthal Gelinler kitabını Türkiye'den temin etmek için

👇

https://tinyurl.com/4ufs58x2

İthal Gelinler kitabını İngiltere, ABD, Almanya ve İtalya'dan temin etmek için

👇

İthal Gelinler – Press Dionysus


Kaynak: Talentra Recruitment Agency

Kitap Hakkında

“Evlilik kumar gibidir” derler, öyleyse yurtdışına gelin gitmek “Rus ruleti oynamak” değildir de nedir?

İthal Gelinler’de, 2000’li yılların başlarında Adıyaman’ın Kara Dantel Sokağı’ndan mutlu bir gelecek umuduyla evlenip yurtdışına giden genç kızların başından geçenler kahramanlarının ağzından aktarılıyor.

Yedi kadın, yedi dünya, yedi coğrafya…

Yeni başlangıçlar!

Göçmen yazar Pelin Markirt tarafından, tek başına geçirdiği üç aylık karantina sürecinde kaleme alınan bu kitap, kadınlığın ve göçmenliğin temel sorunlarını iç içe geçmiş akıcı hikâyelerle sunuyor okuyucuya.

Markirt, evlilik nedeniyle başka ülkelere göç eden kadınlarda öne çıkan çaresizlik, öfke, umut, özlem gibi duygu durumlarını sinematografik bir dille anlatıyor İthal Gelinler’de.

Yazar Hakkında

Güneş’in dünyada en güzel doğup en güzel battığı dediği topraklarda, Mezopotamya’nın parçası Adıyaman’da doğan Pelin Markirt, yazı yazmaya küçük yaşlarda ilgi duymaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında okumakta olduğu Adıyaman Anadolu Lisesi’nde tiyatro ve müzik çalışmalarında yer aldı. Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde burslu olarak okuduğu sırada Radyo Bilkent’te halkla ilişkiler alanında gönüllü öğrenci olarak çalıştı. Erasmus değişim programı bursu kazanarak bir dönem Hollanda’da Groningen Üniversitesi’nde işletme ve yönetim eğitimi gördü. Bankacılık ve finans alanında uzun yıllar çeşitli rollerde görev aldı ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Finans Mühendisliği alanında yüksek lisansını tamamladı.  Bilgi Üniversitesi tarafından düzenlenen Fenomen Romancılarımız Sertifika Programı’na katılarak yaratıcı yazarlık konusunda çalışmalarda bulundu.

Kendisini sanatın her dalına âşık biri olarak tanımlayan yazarın; çizgi film karakterleri çizmek, resim yapmak, dans etmek ve şarkılar söylemek hobileri arasındadır. Bunun yanı sıra seyahat etmekten çok hoşlandığı için seyahat yazıları da yazmaktadır. Türkçe, Kürtçe, İngilizce, İtalyanca ve Almanca bilmektedir.

Araştırma yapmaktan oldukça keyif alan yazar, 2019’dan bu yana Londra’da kurduğu yönetim danışmanlığı şirketi ile yaşamını İngiltere’de bir göçmen kadın olarak sürdürmektedir.



Meyhane buluşması 20 Nisan Cumartesi Enfield'ta

Hiç yorum yok

Tan Morgül ve Memet Ali Alabora’nın kurucusu olduğu İstanbulluluk projesi İstanbul Elsewhere, Londra’nın çeşitli yerlerinde konsept meyhaneler kurmaya devam ediyor. Bir sonraki buluşma 20 Nisan, Cumartesi akşamı Enfield’ta bulunan Coffee Break’te gerçekleştirilecek.



Londra’da yerleşik bir meyhane açmaya hazırlanan İstanbul Elsewhere oluşumundan, yeni pop-up meyhane buluşmasına ilişkin açıklama şu şekilde: “Meyhane açma yolculuğumuzda, pop-up meyhanemizle Londra’yı turluyor, hem sohbet ediyor hem de malumat derliyoruz. Zira kendimiz kadar müdavimin fikrini de merak ediyor, önemsiyoruz. Ve bu sefer de, rakı sofrasına, meyhane sohbetlerine çok da yabancı olmayan bir yere, kuzey Londra’ya, Enfield’a gidiyoruz.”

 

Tarih: 20 Nisan, Cumartesi

Saat: 19:00

Adres: Coffee Break, 792 Green Lanes, N21 2SH


Bilet: £85 / kişi başı  (min 2, max 5 kişi bilet alabilir)

Menü: 5 meze, 1 ara sıcak, 1 ana sıcak, 1 tatlı, 2 kişi paylaşımlı 35’lik Yeni Rakı

 

Bilet için;

https://buy.stripe.com/cN26oA6JL6kYf4s9AI

Metin Avdaç’ın yönettiği “Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali" belgeseli Londra'da izleyiciyle buluşuyor

Hiç yorum yok




GIK-DER Kültür Sanat Komisyonu önemli bir belgeseli daha izleyiciyle buluşturuyor. 2 Nisan 1948 yılında katledilen Sabahattin Ali'nin hayatını konu alan "Sabah Yıldızı: Sabahattin Ali" belgeseli 26 Nisan Cuma günü saat 19:30'da GIK-DER'de gösterilecek. Gösterim sonrasında film yönetmeni Metin Avdaç ile söyleşi gerçekleştirilecek.

Belgesel, uzun bir araştırma sürecinin ardından Almanya, Bulgaristan ve Türkiye’de gerçekleştirilen çekimlerle tamamlandı. Filmde Sabahattin Ali'nin edebiyatçı kimliğinin yanı sıra sevdaları, fikir dünyası ve onu faili meçhule götüren dönemin sosyo-politik dinamikleri de ele alınıyor.

Tarih:  26 Nisan Cuma
Saat: 19:30
Yer: GIK-DER Wedge House, White Hart Lane, N17 8HJ

Belgesel İngilizce altyazı ile gösterilecek. Gösterim ücretsizdir.
Ayrıntılı bilgi için bize 0 7379 930586 numaralı telefondan ulaşabilirsiniz.

 

“Önce bir şey beni çeker, sonra ben onu çekerim”

Hiç yorum yok

“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.







Gulseren DAŞ

 Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı.  “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.

Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.

Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek, fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?

Nilay İşlek ben, yeterli midir?

Gayet yeterli...

Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya, küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.

Alaylısınız o zaman!

Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım. Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.

Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Gri havası...

Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok güzel kareler çıkabiliyor...

Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize, şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim. Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum, gri havasını seviyorum.

Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen olarak yaşadığın zorluklar var mı?

Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle konuşamadığım zamanlar oldu.  Karakter olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.

‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’

Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen, yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın, bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara, kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini empoze etmeye çalışırım.

Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu, ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?

Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş.  Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.

Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...

Artlens, art ve lens kelimelerinden türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra, hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye; gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.  İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya başladık.  Hocalarımız hep akademik altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu. Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.

“Formasyon altyapısı önemli”

Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.

Fotoğraf üreten biri olarak ne tür kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?

Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim, feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf tekniği en kolay öğrenilecek şey.

“Londra inanılmaz renkli bir şehir”

Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim. Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir. Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir.  Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii, burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli. Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor. İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.

Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?

Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir eserleri.  Ben de boş Londra sokaklarını çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar, günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim ki ben bunları fotoğraflamalıyım.

“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”

Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya 1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum. Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o zaman bir sergi de düşünebilirim.

Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?

Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok, görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.

Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?

Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var. Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz, çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum. Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek, fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum. Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür ediyorum.




© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan