Londra Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Londra Günlükleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ayrımcılığa mı uğruyoruz, ayrımcılık mı yapıyoruz?

Hiç yorum yok

03 Temmuz 2024

“Londra’ya geldiğinizden bu yana ayrımcılık deneyimi yaşadınız mı?” Göçmenlere sahada sorduğumuz sorulardan biri de bu… Bu soruyu sorarak aydınlatmak istediğimiz birçok nokta var aslında; ama bazen öyle oluyor ki ayrımcılığa uğradığını söyleyen kişinin ayrımcı bir dil kullandığına şahit oluyorsunuz.  


Tuncay Bilecen


Ayrımcılık olarak tarif edilen olgu; kişinin ayrımcılık olarak neyi tarif ettiği, dil becerisi, ev sahibi toplumla kurduğu ilişki, emek piyasasındaki konumu, yerleşilen toplumun sosyo-ekonomik yapısı, ulusal politikaları, kültürel benzerlik ve farklılıklarına göre değişebilir. Bütün bu parametreler “ayrımcılık deneyimi” olarak yaşanan olayın boyutunu belirliyor; çünkü bazen göçmenin ayrımcılık olarak ifade ettiği şey yaşadığı toplum açısından olağan bir durum da olabiliyor. 


“GOOD GOOD!”


Bizim kültürel kodlarımızda “small talk” dedikleri bir hadise yok. Biz birine halini hatırını sormak istediğimizde, bunu gerçekten istediğimiz ve karşı tarafın halini merak ettiğimiz için sorarız genellikle. Şimdi bu kültürel kodlarla Londra’ya gelmiş birinin birkaç selamlaşma sonrasında yaşadığı hayal kırıklığını düşünün. Bunu hepimiz yaşamışızdır. İlk geldiğim günlerde konuk olduğum üniversitenin ortak mutfağında karşılaştığım bir akademisyen selam verdikten sonra “how is it going?” diye sormuştu, bu soru üzerine üç dakika konuştuğumu hatırlıyorum. Karşımdaki kişi ağzı açık beni dinlemek zorunda kaldı. Oysa sonradan öğrendim ki bu soruya verilen yanıt “good good!”tan ibaretmiş. Yaşadığım bu kültürel çatışmayı bir ayrımcılık deneyimi olarak ifade edebilir miyiz? Elbette hayır. 


Kendi kültürel değerlerini referans noktası yapmak üstelik başka bir toplumda yaşarken bu konuda ısrarcı olmak uyum sürecini uzatmaktan başka bir işe yaramıyor. Buradan bağlı olduğumuz kültürel değerleri terk edelim, içinde yaşadığımız toplumun değerlerini kabul edelim mesajı çıkarılmasın.   


TOPLUMUN İMAJINI BOZANLAR


Ayrımcılık sadece kültürel farklılıklarla ilgili bir durum değil elbette. Son yıllarda, özellikle aşırı sağın yükseldiği ülkelerde karşımıza çıkan yabancı düşmanı politik söylem, göçmen karşıtı yasalar, kamusal alanda yapılan ayrımcı muamele göçmenler için hayatı daha da zorlaştırabiliyor. 


Görüşmeler sırasında “burada hiç ayrımcılıkla karşı karşıya geldiniz mi?” sorusunu sorduğum bir görüşmeci şu cevabı vermişti: “Eskiden halk seviyordu insanları. Şimdi sevmiyorlar, ters bakıyorlar. Dünyanın her yerinde ırkçılık var. Diyorlar ya İngiltere’de ırkçılık yok, olmaz olur mu? İnsanların ülkesine geliyorsun ilticacı olarak, insanların ülkesindeki malları gasp ediyorsun, iş olanaklarını alıyorsun…  İster istemez bundan hoşlanmıyorlar.”


Başka bir görüşmeci ise Türkiyeli toplumun içinden çıkan bazı kişilerin toplumun imajını olumsuz yönde etkilediğini söylüyordu: “Bir yandan Türkiyeliler aslında burayı canlandırdılar, marketler, restoranlar çok ciddi etkileri var, ama çok abuk sabuk şeylerde de Türklerin çok kötü şeyleri var… Yok, bilmem Diana’nın cenazesinde çiçek çalan Türk, yok bilmem Kraliçe’nin kuğusunu yiyen Türk… Yani böyle o kadar saçma sapan şeylerle Türkler ortaya çıkıyor ki, yok bilmem en büyük mafyanın başında Türk mafyası… Adamlar ırkçılık yapsa da haklı.”


“AYRIMCILIK YAPSALAR DA HAKLILAR”


Göçmenler zaman içerisinde yaşadıkları sosyal ortama adapte olurken, nasıl ilk geldikleri sırada oraya son yerleşmiş olan göçmen grubu tarafından dışlanıyorlarsa, bulundukları yeri sahiplenme duygusuyla kendilerinden sonra gelen göçmen grubunu da dışlamaya başlıyorlar. Bu dışlama bazen değerler, tutum ve davranışlar üzerinden de tezahür edebilmektedir. Ayrımcılık deneyimine ilişkin sorulara verilen cevaplardan çıkan ilginç sonuçlardan biri de göçmenlerin ayrımcılığı olumlaması, adeta haklı görmesi veya yeni gelen göçmen gruplara karşı ayrımcı bir dil kullanması idi: “İngilizler Londra’da kalmıyorlar artık. Boşalttılar Londra’yı… Londra, kozmopolitik, bütün ülkelerin insanların bulunduğu bir yer oldu. (Ayrımcılık) yapsalar da ben haklı buluyorum. Çok iyi bir şeyler yapmıyoruz. Altlarında Türkler’in en son model arabalar (…) aynı zamanda yardım alıp da bütün bunları yapan yine Türkler… Şimdi bunları düşününce bizim ülkemize böyle yabancılar gelse, ülkeyi böyle kullansalar, acaba biz böyle aman ne güzel der miyiz? Hiç sanmıyorum. Onun için ben biraz normal görüyorum yani. Yapsalar da normal görüyorum.”


GÖÇMENİN GÖÇMENE AYRIMCILIK YAPMASI


Ayrımcılık deneyimi kamusal alandan ziyade daha çok işyerlerinde hissediliyor. Bir görüşmeci yaşadığı deneyimden yola çıkarak buna ilişkin “invisible border” örneğini vermiş, eşit koşullarda yarışılsa bile üst düzey görevlere Türkiyelilerin gelmesinin çok daha zor olduğunu belirtmişti. Doğrudan olmasa da hissedilen bir ayrımcılık yaşadıklarını belirtenler bunu karşı tarafın “üstten bakması” olarak ifade ediyorlar. 


Ayrımcılığa en çok uğrayan göçmenlerin bir süre sonra yeni gelen göçmenlere ilişkin ayrımcı bir dil kullanması göçmenlik psikolojisinin tipik özelliklerinden biridir. Bir görüşmeci, kendi deneyiminden yola çıkarak Türkiyeli göçmenler arasında siyahlara veya diğer göçmen gruplarına ilişkin bulunan önyargıların devam ettiğini belirtmektedir: “Ezildiğini hisseden ezeceği başka bir grup bulduğunda kendini şahlanmış hissediyor.  Sınıf çatışmasından çok güç çatışması desek daha iyi olur belki. Bence işin içinde ırkçılık da var. İlk geldiğim yıllarda dikkatimi çekiyordu. Otobüste otururken Türkçe konuşan birileri kimse Türkçe bilmiyormuş gibi yüksek sesle konuşuyor. Onların siyahlara ve Hintlilere karşı ırkçı yorumlarına şahit oluyorsun.” 


“PEKİ, BİZİM TOPLUM AYRIMCILIK YAPIYOR MU?”


Kendisinin uğradığı ayrımcı muameleyi duygulanarak anlatan; ama birkaç dakika sonra özellikle sonradan gelen göçmenlere ilişkin fark etmeden ayrımcı ifadeler kullanan çok kişiyle karşılaştım. Bu yüzden artık görüşmelerde “peki, bizim toplum ayrımcılık yapıyor mu?” sorusunu da soruyorum. Bu soruya gelen bir yanıtla yazıyı sonlandıralım: “Çok, bir kere siyahları sevmiyorlar zenci diyerek. Hintli, Pakistanlı ve Bangledeşlileri sevmezler. Siyahlarla evliliğe çok tepki gösteriyorlar. Çok rahatsız oluyorlar. Aslında başka bir kültürden evliliğe karşılar. Mesela aydın görünen birinin ben şöyle dediğine şahit oldum: ‘Ya bizim köyden kimse yok ki kardeşimi evlendirelim.’ Düşünün o kadar. Bırak Türkiyeli olmayı, kendi köyünden birini istiyor kardeşini evlendirmek için. O kadar artık. Ben şöyle düşünüyorum, Türkiye’deki insanlar son otuz yılda ilerlediler, ama otuz yıl önce buraya gelenler o dönemde kaldılar. Maalesef zihniyet olarak hiç değişmediler.” 


Fotoğraf: Brexit oylaması sonrasında göçmenlerin çoğu daha fazla ayrımcı muameleye kaldıklarını ifade ediyor.  


Ahmet Sapaz: Londra'da Centilmenler Kulübü’nde otuz sekiz yıl

Hiç yorum yok

15 Şubat 2024

Bu söyleşide Ahmet Sapaz; İngiliz yönetici sınıfının dışında kraliçenin eşini, iki oğlunu Norveç Kralı’nı, Danimarka Kraliçesi’ni ağırladıkları “Centilmenler Kulübü”nde geçen 38 yılını anlatıyor. 


Tuncay Bilecen



Wimpy Kralı Ali Usta iflas edince tekrar işsiz kaldınız.


Ali Usta’nın iflas ettiğini Türkiye’de öğrendim, İngiltere’ye döndüm. Artık geleli beş yıl olmuştu. Yavaş yavaş çevreyi tanımış, dil sorununu aşmıştım. Önce inanamadım tabi Ali Usta’nın iflas ettiğine. Çünkü 70-80 tane dükkânı var. Nasıl olur? diyorum içimden. Dört farklı yerde menajerlik yapmıştım ona. O dükkânları tek tek dolaştım. Gerçekten de kapatılmış.  Dükkânlar kilitli, içerisi postacının mektuplarıyla dolmuş. Gideyim bari işsizliğe yazılayım dedim. Ben şirketteyken cinlik yapmışlar. Her yıl izne giderken işyerinde beni girdi-çıktı göstermişler. Böylece süreklilik önlenmiş. Bir aylık başvuru süresini de kaçırmışım. Dolayısıyla hiçbir hakkım olmadı. Gittim işsizliğe kaydoldum. Haftanın ilk üç günü ödemiyorlar. Çalışma günü beş gün kabul edildiği için iki gün ödediler bana. Her hafta da imzaya gideceksin. İşsizlik kurumunun önü ana baba günü gibi, sırada sokaklarda gördüğümüz esrarcı, eroinci tipler de var. İşlerin de tam ölü zamanları, grevlerle ülke çalkalanıyor. Ekonomi gerçekten durmuş. 


Sonra tekrar garsonluk işine mi döndünüz?


Gazeteleri karıştırdım. Bayswater semtinde bir Yahudi şirketinin dört yıldızlı oteli garson arıyordu. Niteliğine bakmadan hemen işe başladım. Üç ay çalıştım orada. Arkadaşım Hasan Saat, bana “gel sana burada bir iş var, burası nezih bir yer, Centilmenler Kulübü’nde birlikte çalışalım” dedi. Haftada 38 saat çalışıldığını ve ücretin de fena olmadığını da ekledi. 


Buradaki yeni işiniz neydi?


İşim kulübün ana barını çalıştırmaktı; yani kulübün bar menajeriydim. Meğer Hasan işten çıkacakmış, beni biraz da bunun için aldırmış. 14 Şubat 1976’da işe başladım. Ha babam de babam devam ederken tam 38 sene olmuş. Burası şimdiye kadar çalıştığım yerlerden çok farklıydı. Dört binin üzerinde üyesi vardı. İngiltere’de yönetici sınıf dediğimiz lordların, sörlerin yüksek eğitimli, elit insanların kullandığı otel ve sosyal tesisti. Barmenlik farklı bir meslek, başka hiçbir mesleğe benzemiyor. Kişiyle aranda 50 santim var. Yüz yüzesin. Kraliçenin eşi, iki oğlu, Norveç’in Kralı, Danimarka’nın Kraliçesi zaman zaman bunlar da geliyor. Onlara servis yapıyorsun. Çok saygın insanlarla çalıştım, sana bir tanıdık gibi yaklaşıyorlar. Damak tadını öğrenip kişiye özel kokteyller yapıyorsun. Zaman oluyor bu insanlarla sohbet ediyorsun. O tür bir kulübe üye olmak adeta bir statü göstergesiydi. Üyeler Oxford veya Cambridge mezunuydular. Bunlar “jump up” değildir, soydan asil insanlardır. Kulübe ölünceye kadar da üye olarak kalırlar. O kulübün insanlarından çok şeyler öğrendim. Hatta onlardan ilham alarak, köyüme dair belgesel niteliğinde bir çalışma yapıp kitap olarak bastırdım ve insanlara dağıttım. Bu arada Türkiye’de beş baskı yapmış, “İçki ve Koktely” adlı bir kitabım vardır. 


Nasıl bir çalışma yaptınız köyünüze ilişkin?


Köyün tarihçesini, ilgili bilgilerini, iki yüz senelik soy sop zincirini tek tek tespit edip yazıya döktüm. İngiliz gibi düşünmenin ne olduğunu, milliyetçiliğin yalnız bayrak dalgalandırmak olmadığını, erdemliliğin kayıp değil kazanç olduğunu öğrendim. Gerçek milliyetçiliğin efelenmeden, kırıp dökmeden ülke çıkarlarını korumak olduğunu öğrendim. 


Bunca yıllık çalışma deneyimi size başka neler kattı?


Açıkçası onlardan diplomasiyi öğrendim ve şunu düşündüm: İngiltere bir imparatorluk, biz de öyleydik. Onlar nerelerden çekildilerse o topraklarda kurulan ülkelerle dost kaldılar. Bizim çekildiğimiz yerlerde kurulan ülkeler ise bizim düşmanımız, onların dostu oldu. İşte buna İngiliz gibi düşünmek diyorlar. Bu ülkeyi yönetenler gerçekten liyakat sahibi, zeki ve kültürlü insanlar. Torpille, ahbap çavuş ilişkisiyle iş yapmıyorlar, işi hak edene veriyorlar. Sakin düşünüp sağlıklı karar veriyorlar. Bilhassa çocuklarının eğitimine çok önem veriyorlar. 


Ne zaman emekli oldunuz?


2014’ün şubatında emekli oldum. Tam 38 çalıştım. Her iki yılda bir başkan değişir orada. Başkan, “ne olur gitme, benim başkanlığımda da kal burada” dedi. “Artık yeter” dedim. “İşi tadında bırakmak lazım.” Çıkarken de bana emeğimin karşılığı olarak 15 bin sterlinlik hediye çeki ve kulübün ömür boyu emekliliğini verdiler. 


Emekli olduktan sonra kulübe gitmeye devam ettiniz mi?


Çok seyrek. Eskiler emekli oldular. Şimdi tanıdık kimse de kalmadı. Yüze yakın personelden birkaç kişi var sadece. Gençler durmuyor. 


Türkiye’ye geri dönmeyi düşündünüz mü hiç?


Gurbete giden herkesin ilk yıllarda kafasında taşıdığı düşüncedir bir gün mutlaka ülkesine geri dönmek. Bu düşüncenin kolay kolay gerçekleşmeyeceğini yıllar ilerledikçe anlar insan. Farkında olmadan da kafandan silinip gittiğini görürsün. Çünkü zaman her şeyi değiştirmiştir. Çevreye alışmış, çoluğa çocuğa karışmışsındır. Onların okul yılları, gelecekleri, tahsilleri senin vatana dönme fikrini fersah fersah geçer. Artık nerede yaşıyorsan, orası vatan olmuştur senin için. Biz buraya geçici olarak geldiğimizi düşünüyorduk. Bir ev alıp borçlanmak neyimize diyorduk. Fikrimi değiştiren Kıbrıslı, 'Tenekeci’ namıyla bilinen rahmetli İbrahim Usta’dır. Beni emlâk acentesine götürerek ev almaya ikna etmeye çalışırdı. Böylece 1978 yılında şimdi oturduğumuz evimizi 20 sene borçlanarak aldık. Daha sonra insanların birbirlerini görerek fikirlerini değiştirdiklerine, ev satın aldıklarına şahit oldum. 


Hayatın bana öğrettiği en büyük ders, dünyanın neresine gidersen git orda sana yol gösterecek, rehber olacak bir tanıdığın, arkadaşın, dostun olacak. Rehber güvencedir, ışıktır. 


Zamanla birçok şeyi öğreniyorsun ama iş işten geçtikten sonra bu öğrendiklerinin bir değeri kalmıyor. Önce bir rehber, sonra cesur bir duruş, hayatın başarısı bu yollardan geçiyor. Yatırım diye Türkiye’ye yatırdığımız, her ne varsa, hepsinden zarar ettik. Düzeni olmayan, adalet kavramı oturmamış, uyanıklığın geçer akçe olduğu bir ülkede yatırım ancak bu kadar olurdu. 



*Fotoğraf: Ahmet Sapaz, 38 yıl çalıştığı kulüpten emekli olup ayrılırken… Kulübün Genel Müdürü Mr.Telfer emeklerinin karşılığı olarak kendisine hediye çeki takdim ediyor. 


Ahmet Sapaz, Centilmenler Kulübü'nde geçen 38 yılın anılarını; BİR BARMENİN ANILARI, OXFORD & CAMBRIDGE CENTİLMENLER KULÜBÜ'NDE 38 YIL başlığıyla kitaplaştırdı.





https://www.youtube.com/c/BisikletliGazete

https://twitter.com/BisikletliGaze1

 



Dönmek mi zor, kalmak mı?

Hiç yorum yok

29 Ocak 2024

“Bir gün mutluka geri döneceğiz!” Her göçmenin gönlünde bir gün mutlaka geri dönmek düşüncesi yatar. “Ben asla dönmem!” diyenlerde bile bu böyledir aslında...





Tuncay Bilecen


“Bir gün mutluka geri döneceğiz!” Her göçmenin gönlünde bir gün mutlaka geri dönmek düşüncesi yatar. “Ben asla dönmem!” diyenlerde bile bu böyledir aslında. Türkiye’ye ilişkin her gelişme saatlerce takip edilir, evde işyerinde sabahtan akşama kadar Türkiye kanalları açıktır, Türk dizileri izlenir, Türkçe müzik dinlenir. Türkiye için tatil planları yapılır. Geri dönme umudu ise her hafta devreden büyük ikramiye gibi bir sonraki yıla devreder. 


AKADEMİNİN GERİ DÖNÜŞ GÖÇÜNE İLGİSİ


Geri dönüş göçü, göç literatüründe son yıllara kadar yeterince ilgi gören bir konu olmamıştır. Birçok çalışma geri dönme kararında yalnızlık, yabancılaşma, yurt özlemi, ayrımcılık gibi faktörlere dikkat çekmekte; eğitim, vasıf, dil yeterliliği gibi bireysel özelliklerle yaşanılan sosyal çevrenin ve sosyal bağlantıların önemine vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla geri dönüş göçünün bireysel ve rasyonel bir kararla mı, aile ve sosyal çevrenin etkisiyle mi yoksa politik veya diasporik nedenlerle mi gerçekleştiği soruları göç yazınının her zaman ilgi odağında olmuştur. 


Bu konudaki en ilk yaklaşımlardan biri “amacını gerçekleştirip geri dönenler” (başarılı), “amacını gerçekleştiremeyip geri dönenler” (başarısız) şeklindeki ayrımlar üzerinden geri dönüşü açıklayan yaklaşımdır. Amacını gerçekleştirme burada eğitimini tamamlama, kariyerini geliştirme, istediği kadar parayı yapmış olma şeklinde açıklanabilir. Amacını gerçekleştirememe ise bütün bunlardan birinde ya da birkaçında başarısız olmak ve geri dönmek zorunda kalmak şeklinde açıklanıyor. Aslında bu ayrımların daha çok ekonomik amaçlı göçü tanımladığı aşikâr. 


EKONOMİK AMAÇLI GERİ DÖNÜŞ


Ekonomik amaçlı geri dönüşlerin bir kısmını “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” atasözüyle özetyebiliriz. Şöyle ki göçmen bulunduğu ülkede belli bir miktar sermaye biriktirmiştir. Aklı fikri de bir gün Türkiye’ye dönmektedir. Etrafındakilerin ve Türkiye’deki çevresinin teşvikiyle Türkiye’de bir işyeri açmaya karar verir. Ne ki geride bırakılan ülke artık o ilk gençlik yıllarındaki ülke değildir. İnsanlar, hayat, ilişkiler her şey değişmiştir. Büyük hevesle geri dönen ve yatırımını yapan kişi toplumsal, sosyal, hukuksal ilişkilere ayak uyduramadığı için kısa sürede tepe taklak olur. Bu tipik örnekte geri dönülen ülkedeki emek piyasalarına ve çalışma koşullarına ilişkin bilgi eksikliği, uyum sorunu, dışlanma, rekabet koşullarına ayak uyduramama gibi nedenler başarısızlığın nedenleri arasında sayılabilir. Neticede sıfırı tüketen kişi gerisin geriye gelerek adeta ilk defa göçmen oluyormuş gibi hayatına yeniden başlar. 


Ekonomik amaçlarla geri dönen her göçmen başarısız olacak diye bir kaide yok. İngiltere’de kendisini hem eğitim hem de kariyer olarak geliştiren nice girişimci Türkiye’de ya da başka ülkelerde önemli yatırımlara imza atıyorlar. Bu konudaki farklılık, göçmenin profesyonel mi yoksa duygusal mı düşündüğüyle ilgili; bir başka deyişle gerçekten yapacağı işe ilişkin bir ön hazırlık yaptı mı, yoksa bir hevese kapılıp biraz da etrafındakilerin dolduruşuna mı geldi? 


POLİTİK NEDENLİ GERİ DÖNÜŞ


Göçü ortaya çıkartan sebeplerden biri de ülkelerin yaşadıkları politik karışıklıklardır. Bu çatışmalar; askeri darbe, iç karışıklık, politik baskı şeklinde olabileceği gibi belirli bir etnik veya mezhepsel gruba yönelik sistematik baskılar şeklinde de tezahür ediyor olabilir. Politik karışılık insanî güvenliği tehdit etme boyutuna ulaştığında iç veya dış göçe sebebiyet verebilir. Londra’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin çoğu da bu duruma giriyor. Asıl niyet ekonomik olsa, buna politik bir kılıf uydurulmuş olsa bile bu böyle. Çünkü doğrudan ya da dolaylı bir güvenlik tehdidi politik nedenli göçü teşvik ediyor. 


2013’te Londra’ya ilk geldiğimde yaptığım bir alan çalışmasında Kürt/Alevi göçmenlerle Türk/ Sünni göçmenler arasında geri dönme düşüncesi bakımından anlamlı farklar ortaya çıkmıştı. “Önümüzdeki 10 yıl içeresinde Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna Türkler % 56,6 oranında evet derken Kürtler’de bu oran % 40’ta kalmıştı. Aynı soruya Sünniler % 57,5 oranında evet demişler, Aleviler % 41, 1 oranında evet demişlerdi. 


Geride bırakılan ülkenin politik yapısında meydana gelen köklü değişiklikler göçmenlerin geri dönüş düşüncesini etkileyebilir. Bu durum çoğu zaman politik sebeplerle göç edenlerde geriye yönelik göçe ilişkin uygun bir zemin oluşturmaktadır. Sahada kiminle görüşürsem görüşeyim üç aşağı beş yukarı aynı şeyi duyuyorum: “Türkiye bir gün değişirse, hiç düşünmeden geri dönerim.” 


MEMLEKET HASRETİ VE GERİ DÖNÜŞ


Memleket hasreti geri dönüş göçünün en önemli sebeplerinden birini oluşturuyor. İlginçtir akademi bu meseleye bu boyutuyla uzun süre bakmadı. Sonra belirli göçmen gruplarıyla yapılan çalışmalarda memleket hasretinin en önemli geri dönüş motivasyonu olduğu ortaya çıktı. 


Geri dönüş arzusu çoğu zaman Türkiye’ye yapılan tatil ziyaretleri sırasında artar. Kişi bir nostalji duygusuna kapılarak “acaba hiç mi gitmeseydik? Buralara tekrar mı dönsem?” diye için için kendine sormaya başlar. Hele geride bırakalın yaşlı anne, baba da varsa, onlarla daha yakından ilgilenmek amacıyla da geri dönme düşüncesi daha yüksek sesle dile getirilebilir. 


Benim “göçmenlikte orta yaş krizi” olarak tanımladığım; belli bir yaşa geldikten sonra “burada köksüz ağaç gibiyim, Türkiye’de yeniden bir hayat kuramaz mıyım?” diyerek bavulunu toplayıp Türkiye’ye dönenler de bu kategoriye girebilir. Böylece kişi hayatında yeni bir sayfa açmak, içinde akan ırmağı denizine kavuşturmak ister. Kimi istediğine kavuşur, kimi ise yeniden yollara düşer. 


******

Kaynak: Doç.Dr.Tuncay Bilecen, Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler


https://pressdionysus.com/





‘British jobs for British workers' masalının sonu

Hiç yorum yok

25 Aralık 2022

Birleşik Krallık’ın ekonomik gerçekliğinden bihaber ırkçılar istedikleri kadar “British jobs for British workers” diye atıp tutsunlar, hepimiz biliyoruz ki bu ülkede göçmenler elini atmasa hiç yapılmayacak “Britishlerin” elini bile sürmeyeceği yüzlerce işkolu var. Son günlerde yaşanan tedarik sorunu, popülist Brexit kararının faturasını başta göçmenler olmak üzere tüm Birleşik Krallık halkının ödeyeceğini gösteriyor.


Tuncay Bilecen



Birleşik Krallık’ı Brexit’e götüren süreç daha dün gibi hatırımızda. Avrupa Birliği’nden çıkılması gerektiğini savunan güruh neredeyse propagandasının tamamını göçmen karşıtlığı üzerine kurmuştu. "77 milyon Türk İngiltere kapısına dayanacak!" diyen Boris Jonhson, UKIP lideri Nigel Farage ile birlikte kampanyanın bayraktarlığını yapıyor, her fırsatta da göçmenlere saldırıyordu. İkisinin de ortak tutumu British jobs for British workers” şiarından hareketle her fenalığın faturasını göçmenlere kesmekti. Örneğin göçmenler İngilizce öğrenmeden ve kendilerini British hissetmeden Birleşik Krallık’a adım atmamalıydı.[1]




Brexit’in İngiltere siyasetinde yarattığı kaosu iyi değerlendiren Johnson, krizi fırsatı çevirerek muradına erdi ve önce Muhafazakâr Parti başkanlığı sonra da Başbakanlık koltuğuna oturdu. Daha sonra da bu söylediklerinin bir kısmını ya inkâr etti ya da kendisine özgü üslubuyla konuyu saptırdı. Şu anda direksiyonunda Boris Johson’ın oturduğu Birleşik Krallık, popülist göçmen karşıtlığının bedelini ekonomide birçok alanda kendisini gösteren sıkıntılarla ödüyor.

TIR ŞOFÖRÜ KITLIĞI

Kamuoyunda “tır şoförü kıtlığı” olarak bilinen mesele, petrol istasyonlarına yakıt tedarikinde yaşanan sıkıntılarla yani uzun kuyruklarla ve belli başlı ürünlerin artık marketlerde bulunamamasıyla yani boş raflarla kendisini gösterdi.  Ancak göçmen alımında “puanlama sistemi”ne yakın dönemde geçilen buna rağmen istisnai bir şekilde tır şoförü almak için yeni bir vize türü yaratmaya çalışan Birleşik Krallık’ta Johnson’a göre ortada yine bir problem yoktu ve bu “kontrolsüz göç” için bir gerekçe olamazdı.


MEYVELERİ KİM TOPLAYACAK?
Birleşik Krallık’ın ekonomik gerçekliğinden bihaber ırkçılar istedikleri kadar British jobs for British workers” diye atıp tutsunlar, hepimiz biliyoruz ki bu ülkede göçmenler elini atmasa hiç yapılmayacak, “Britishlerin” elini bile sürmeyeceği yüzlerce işkolu var. Hatta ekonominin çarkları bu insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor.  Salgının ilk aylarında İngiltere tüm dünyaya kapılarını kapatmışken meyve toplamak için dünyanın dört bir yanından gelecek gündelikçi işçiler için yapılan istisnai düzenlemeyi hatırlayalım. Bu sayede 14 farklı ülkeden 7 bin meyve toplayıcısı gelmişti Birleşik Krallık’a. 

37 FARKLI ÜLKEDEN 16 BİN İŞÇİ GELDİ
Home Office’in istatistiklerine göre 2021’de meyve toplamak için Barbados, Nepal, Tacikistan ve Kenya dahil 37 farklı ülkeden 16 bin işçi geldi. Bu konuda en çok işçi sağlayan dört ülke Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ve Moldova oldular.  Times'ın haberine göre, tarlada çalışacak göçmen işçi bulamadığı için tarlasına 37 “British işçi” alan bir tarla sahibi 7 haftanın sonunda sadece bir işçinin çalışmaya devam ettiğini söylüyordu. Tarla sahipleri yerli halkın çalışmak istememesi nedeniyle saat ücretine yüzde 12 zam yaparak saatlik meyve toplama ücretini 15-20 sterline yükseltmiş.




JOHNSON'IN SÖYLEDİKLERİ VE GERÇEKLER

Muhafazakâr Parti’nin kongresine kıtlık tartışmalarıyla giren Boris Johnson bu konuda pembe bir tablo çizmeyi sürdürdü. Johnson'ın konuşmasına yanıt veren Küçük İşletmeler Federasyonu (Federation of Small Businesses FSB) başkanı Mike Cherry, başbakanın vizyonunun ve söylediklerinin "küçük işletmelerin ve serbest tüccarların yaşadıkları gerçeklikle örtüşmediğini” ifade etti. BBC's Today programına konuşan Iceland genel müdürü Richard Walker ise mevcut koşuların sürdürülemez olduğuna işaret ederek önümüzdeki günlerde fiyat artışlarının kaçınılmaz olduğuna dikkat çekti. Guardian gazetesi bu yüzden Johnson’un Manchester’daki parti kongre konuşmasını içi boş (vacuous) ve tumturaklı (bombastic) olarak nitelendirdi.

Birleşik Krallık, popülist Brexit kararının sancılarını ekonomide içine düştüğü krizlerle yaşarken, ekonominin çarklarını çeviren göçmenler kıymetlerinin anlaşılması bir yana günah keçisi olmaya devam ediyorlar.




Kaynaklar:

https://www.nytimes.com/2019/07/06/world/europe/uk-boris-johnson-immigrants-english.html

https://www.dailymail.co.uk/news/article-9982957/UKs-far-flung-army-fruit-pickers-16-000-workers-flew-2021-season-37-countries.html

https://www.bbc.com/news/business-58815961



[1] “I want everybody who comes here and makes their lives here to be and to feel British, that is the most important thing. And to learn English, too often there are parts of our country, parts of London still and other cities as well, where English is not spoken by some people as their first language. And that needs to be changed.”

 

Göçmen yazar Pelin Markirt “ithal gelinlerin" hikâyelerini yazdı

Hiç yorum yok

21 Ekim 2022

Göçmen yazar Pelin Markirt, “İthal Gelinler” başlıklı kitabında büyük umutlarla evlenip yurtdışına gelin giden yedi genç kızın başından geçenleri kahramanlarının ağzından aktarıyor.

 





Pelin, öncelikle bize biraz kendinden bahseder misin?

1984’te Adıyaman'da dünyaya geldim. 90’lı yıllarda, zamanımın çoğu şehirde yaşayan dedemle akrabalarını, ahbaplarını gezerken mutlu ve güzel bir çocukluk geçirdim. Köyde yaşayan dedem okumaya çok düşkündü, onun hikâyelerini dinlemek benim için muazzam bir duyguydu. Ayrıca, babamın kültürümüzde süregelen fabl benzeri masalları her uyku öncesi anlatması, hayal dünyamın gelişmesine çok katkı sağladı.

Bilkent Üniversitesinde İşletme Fakültesi’nden mezun oldum. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nden Finans Mühendisliği alanında yüksek lisans derecemi aldım. Uzun yıllar bankacılık ve finans alanında görev aldım. İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli illerinde çalışma imkânım oldu. Bir Ankara Anlaşmalı olarak 2019’da kurduğum Arbin Mileva Consultancy şirketi ile Londra’da finansal teknoloji şirketlerine insan kaynakları danışmanlığı hizmeti sağlıyorum.

 


Neden kadın odaklı bir kitap yazma gereksinimi duydun?

Her ne kadar doğduğum coğrafyaya âşık olsam da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini en yoğun olarak gözlemlediğim ya da bana hissettirildiği yerdir diyebilirim. Bunu henüz çok küçük yaşta, bir eş, dost gezmesinde yaşamıştım. Ben yine ilkokuldaydım. Ev sahibesi teyzeye yardım ediyordum, kek tabaklarını taşıyordum. Birden, ev sahibinin, Ankara’dan getirttiği matematik problem kitapçıkları dikkatimi çekmişti. Adam, kendi oğullarına ve erkek kardeşime kitapçıktan hediye etti. Ne yazık ki bana hediye etmedi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Bahsettiğim dönemde, belki çok başarılı bir öğrenci değildim fakat cinsiyet eşitsizliğini çok iyi anlamıştım çünkü elinde yeterince kitapçık varken bana vermemişti. Zaten, o odadaki görevim boş çay bardaklarını toplamaktı. O gün, bazı şeyleri değiştirmeye, gerçekten dört dörtlük öğrenmeye ve başarılı bir birey olmaya karar vermiştim. Hemen komşumuz Zeki amcanın kapısını çalarak bana kümeleri öğretmesini rica etmiştim. Bana kibritlerle kümeleri öğretmişti, sonra tutkulu olunca öğrenme ve başarı da kendiliğinden geldi. 

Kurduğum şirketin adını bile kadınlara armağan ettim. Arbin, Kürtçede ateş yakan, ışık saçan kadın demek. Mileva’yi ise, Albert Einstein’in teorilerinin arkasındaki görünmez figür olan karısı ve aynı zamanda engelli bir birey olan Mileva Maric’e saygımdan ötürü verdim.

Kadınların belli düşünce kalıplarına sıkıştırılarak onlara hak verilmemesine hep karşı çıktım. Kadının kadın olduğu için miras hakkının elinden alınmasına, erkeklerle aynı terfileri hak edebilmek için daha fazla çaba göstermesi gerektiğine, bir kadının trafikte erkeklerce taciz edilmesine katlanamıyorum. Sadece buna değil, hamile kalan kadına kilo alması veya doğum kilolarını atamaması ile ilgili toplumun dayatmalarına da dayanamıyorum. Evlilik için, annelik için kendi biyolojik ve ruhsal saatimizi değil de toplumun saatini dert etmek zorunda olmadığımızı da göstermek amacıyla kadın odaklı bir kitap yazmayı arzuladım.  

Hikâyeyi tersten okuyalım…Yağmur’a eşi gerekli desteği verseydi belki bugün Frankfurt’un çok güzel bir yerinde kuaför salonunu açmış olacaktı. Burcu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmasa acaba ilk nişanlısıyla nişanlanır mıydı? Ya da İpek sosyal hayatında arkadaş bile olmayacağı kişiyle evlilik yapar mıydı? Zaten, sosyal medyada kadına fiziksel şiddeti görüyoruz, benim biraz da okuyucularıma sunmak istediğim kahramanların yaşadığı psikolojik şiddeti göstermekti. Bu nedenle, kitabım okuyucu kitlesinin kadınlar değil de erkekler olmasını temenni ediyorum. Zira, kadının hayatındaki erkek figürünün eylemleri ile kadın hayatının nasıl tepetaklak olabileceğini de bütün şeffaflığıyla ortaya koymuş bulunduk. 

 


                                  
Kitabı kitapyurdu.com üzerinden temin etmek için tıklayın
👇

Göçmenlik konusu ne zaman dikkatini çekmeye başladı? “İthal gelinler” ilk defa ne zaman dikkatini çekti?

Çocuktum, mahallede çok sevdiğim bir akrabamın kızını, ablamı kitapta yer verdiğim gibi Kara Dantel Sokağı’nda incir ağacının altında gelin etmiştik. İki güzel kızı dünyaya gelmişti ancak kızlar henüz küçükken onları annesine, akrabam olan bibime (yerel dilde büyük hala) bırakarak Almanya’ya işçi olarak gitmişti.  Yanımda pek dile getirmiyorlardı fakat anladığım kadarıyla orada oturum ve çalışma izni alabilmek için eşinden boşanıp Almanya’da para karşılığı sahte bir evlilik yapmıştı. Ablamı özlüyordum, kızların annesiz kalmasına üzülüyordum. Yıllarca Türkiye’ye gelemedi, sonra bir izne geldiğinde onun ne kadar yıprandığını gördüm, yüzüne olgunluk çökmüştü. Bir davetiye matbaasında çalışıyormuş. Bize getirdiği çikolataları afiyetle yerken, birden baş parmağı ile işaret parmağının arasındaki upuzun dikiş izi dikkati çekmişti. İş kazası geçirmiş ve elini matbaa aletine kaptırmış. Şanslıymış ki eli kopmamış. Elini öyle görünce içim burkuldu. Görümcesinin evinde kalıyormuş. Onun göçmenlik haline çok üzüldüm. Keyfi yerinde miydi? Değer miydi kızları bırakmaya? O, bu kadar özlem ve acı çekerken aldığı çikolata boğazıma dizildi, yemeyi o an bıraktım. İthal gelin değildi ablam, fakat bir göçmen kadın olarak hiç bilmediği bir ülkede yaşadıklarını düşünüyordum. Bu sahneden sonra, Almanya gerçekten acı vatandı benim için.

Erasmus eğitimi için Hollanda’da yaşadığım sırada göçmenler hakkında gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di.

İlk kez bir ithal gelinle Hollanda’da bir arkadaşım aracılığıyla tanışma imkânım olmuştu. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun “yalnız anne” olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girdi. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu. Aklımın bir köşesinde hep durdu. 

"İthal Gelinler’’ senin ilk kitabın… Biraz bu kitabın oluşma ve yazım sürecinden söz eder misin? “İthal Gelinler”e nasıl ulaştın? Görüşmeler sırasında neler yaşadın? Nasıl tepkiler aldın?

Londra’ya yeni taşınmıştım, 17 Mart’ta bütün ülke tam kapatmaya girdi. Kısa yürüyüşler yapmak, değişik tarifler denemek, Netflix’te diziler izlemekle günlerimi geçirirken ve bu kadar boş zamanı nasıl değerlendirmem gerektiğini düşünürken, annemin Adıyaman’da büyüdüğü Süryani Mahallesi’nden çocukluk arkadaşının kızı ve aynı zamanda benim de çocukluk arkadaşım Kristin’in bana verdiği cesaretle bu serüvene başladım. O sıralar, ‘Unorthodox’ dizisini izliyordum, ana karakter Esty’nin yaşadıkları kitap kahramanım İpek’in yaşadıklarını hatırlattı. Kitabın konusunda karar kılmıştım: yurtdışına evlenerek taşınan kadınların göçmenlik hikâyelerini anlatmak istiyordum.  

İpek aracılığıyla zincirleme bir şekilde ulaştığım ilk kahramanla randevulaştıktan hemen sonra ithal gelin olmakla ilgili bir soru listesi hazırladım. Bir yandan yazarken diğer yandan da diğer ithal gelinlerle temasa geçiyordum. Ulaştığım görüşmecilerin tamamı kitapta öykülerine yer verilmesini kabul etmedi elbette. Mesela, Paris’te yaşayan bir ithal geline kitap konusunu açar açmaz hemen konuyu kapatarak “beni boş ver” demişti. Sonra, köyde sevdiğine varamadığı için sevdiği adamın bir akrabasıyla nispet için evlendiğini ve mutsuz olduğunu öğrendim. Maalesef, üzücü hikâyelerle de karşılaştım. Sadece bu ithal gelinden böyle sert bir tepki aldım. Onun dışında Avustralya’da yaşayan başka bir kadın, kitaba konu olmak istemediğini belirtti, saygıyla karşıladım. Kalben ve ruhen bir projeye dahil olmak bambaşka bir his. Bu nedenle, bu kitaba cani gönülden dahil olmak isteyen kahramanlarla ilerledim. Zaten, bu kahramanlarım da karantinadaydı ve onlar için de geçmişe bir yolculuk niteliğindeydi başlattığımız bu yolculuk… Zira ilmek ilmek dokuyacağımız hikâyelerimizde onların desteği olmadan ilerleyemezdim. 

 

Kitap yedi öyküden oluşuyor. Öykülerin birbiriyle bağlantısı var mı?

Bilinçli bir şekilde öykülerimi kahramanlarımdan İpek’in öyküsünün çevresinde topladım çünkü kitabım çıkış noktası İpek ile ‘Unorthodox’ filminin karakteri Esty’nin yasam benzerlikleri…Hayatlarımız nasıl sadece siyah ve beyazdan oluşmuyorsa, okuyucunun da sunduğum duygu paletindeki renkleri dilediğince karıştırmasını arzuladım. Bir duygudan başka bir duyguya geçişini sağlamak gibi…Böylece zaman zaman geçmişe yolculuk yaptık, bundan dolayı İpek’i ilkokulda sıra arkadaşı Yağmur’la aynı sıraya oturttum, çocukluk arkadaşı Burcu ile oyun oynadılar. Üniversiteden arkadaşı Alev onu Londra’ya ziyarete geldi, Öykü ile parkta keyif yapıyorlar. Dostu Lorin’in nişan törenine katıldı ve Zana ile ilk fırsatta görüştüreceğim. 

 


Bu öykülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Kitabın omurgası gerçek kahramanlara dayanmakla birlikte, yaşam öykülerini kurguladım. Çünkü belli bir çerçeveye bağlı kalarak kurgusal yazım tekniğinin beni daha özgür kıldığını hissettim. Ayrıca, kahramanlarımın özel hayatlarının gizliliğini ihlal etmemek adına da birtakım değişiklikler yapmayı tercih ettim. Bunu gerçekleştirebilmek için kafamda bir sokak yarattım, sokağa ne isim vereceğimi düşünürken öykülerin ortak unsuru ‘çeyiz’ kavramından yola çıktım. Wimbledon Park’ta çamurlara bata çıka günlük yürüyüşümü yaparken ve aynı zamanda sokağa isim düşünürken şarkı çalma listemde birden Kayahan’ın ‘Sarı Saçlarından Sen Suçlusun’ şarkısı çıktı. Bundan esinlenerek ‘Kara Dantel Sokağı’ verdim sokağımın adına. Sonuç olarak, hikâyelere bugüne kadar karşılaştığım birçok ithal gelinin hikâyesinin karması ya da gerçeklerden esinlenerek ortaya konmuş kurgusal öyküler gözüyle bakabiliriz.

 

Kahramanlarınla ilgili seni şaşırtan şeyler oldu mu? Bizimle paylaşabilir misin?

Yağmur’un hafızası, olayları net hatırlama yeteneği karşısında dilim tutuldu. Sanırım halen çözülmemiş bazı konular olduğu için geçmişine elveda diyemiyordu. Lorin, en az konuşmayı tercih ediyordu, kendini açma konusunda zorlandı. Burcu, kitabın yayımlanmasını en çok isteyen kahramanımdı, kitabımızın genç kadınlara kılavuz olmasını diliyor. Zana, görüşmecilerim arasında en keyiflisi ve konuları ballandıra ballandıra anlatan karakterdi. Öykü, diğer kahramanların hikâyelerini en çok merak eden kahramanım. Alev, akademisyen kimliğiyle ona okuması için gönderdiğim metindeki düzeltmeleri bile kendi yapacak kadar mükemmeliyetçi kahramanım. İpek’in geçmişle ilgili çok az şey hatırlaması enteresandı, çekmecelerinden çıkardığı notlarıyla ilerledik.

Seni en çok etkileyen hikâye hangisi oldu kitapta yer alanlar arasında?

Yağmur’un hikâyesi ilk göz ağrım olması ve hikâyenin ağırlığı nedeniyle beni en çok etkileyen hikâye oldu. Özellikle, kadın sığınma evine yerleştikten sonra eşi tarafından şiddet görüp odasında ölü olarak bulunan kadınla ilgili sahneyi yazarken çok zorlandım. Bilmediği bir ortamda, bilmediği insanlarla yaşarken, tamamen yabancı olduğu bir dilde bir şeyler olurken olayların merkezinde olmasına rağmen yaşananlara olan uzaklığı… Yağmur de ben de gözyaşlarımıza hâkim olamadık, birkaç gün olayın etkisinden kurtulamadım. Ortamın kasvetini çok derin hissetmiştim. Onun sonraki çaresizliği ve yalnızlığı da çok yürek dağlayıcıydı. 

 

Kitabında büyük umutlarla yurtdışına gelin giden kadınların yaşamlarına ayna tutuyorsun. Bunlar arasında büyük hayal kırıklığına uğrayanlar olduğu gibi kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınlar da var. Sence aralarındaki farkı belirleyen şey nedir? Yanlış seçim yapmaları mı? Bilinç durumları mı?

Evlilik, iki insanın hayatını birleştirmesi ve dünyalarını kesiştirmesi anlamına geliyor benim için. Kimi etnik veya kimlik nedenlerle dahil oluyor bu surece, kimi aşk için, bazıları da bunu da bir fırsat olarak değerlendirebiliyor.

Öte yandan, Türkiye’de yaşarken sevgilisinin, nişanlısının hayatına ithal gelin olarak dahil olan kadının göçmenlik, kadınlık, eş ve anne olma durumları daha da durumu zorlaştırıyor. Bu konu ilgimi çok çektiği için derinlemesine analiz etmek istedim. Amacım, sadece dramatik konuları değil, hayatın içinde var olan aşkı, tutkuyu, özlemi ve en önemlisi göçmenlik bilincini okura aktarmaktı.

Gençken evlilik kararı alanlarda sorun riski daha yüksek görünüyor. Tanıma surecini daha uzun bir doneme yayan çiftler birbirlerini anlayıp anlamadıklarını daha net görebiliyorlar. Bilinç durumları da elbette farklı ithal gelinlerin. Bilinci açık olmayan veya kendini yeterince tanımayan kadınlar, karşısındaki adamın ne istediğini de çözemiyor. Durum çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşüyor.

Göçmenlik, yeni kültüre dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı evliliğin sorumluluklarına, yeni dünyasına da hızlıca alışması gerekiyor. Bu noktada, eşinin, eşinin ailesinin, hatta arkadaş çevresinin bu konu ile ilgili yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler, sonu hüsranla hatta travmalarla biten evliliklere neden oluyor. Öte yandan, eşleri ile evlilik içerisinde yoğrulan, yeni ülkede destek gören kadınların ise yeni toplumuna ve hayatına daha fazla entegre olduğunu, her ne kadar sorunlarla karşılaşsalar da bu sorunların birlikte aşıldığını okuyucuya sundum. Bana göre kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınların duruşları ve eşlerinin ‘’ithal gelin’ yolculuğunda verdiği destek onları travmatik evlilik yapan kahramanlardan ayrıştırıyor.  Bugün bir yolcu, uçağa bindiğinde, dakikalarca uçuş süreci hakkında bilgi veriliyor, beklenmedik durumlarda yolcuların neler yapması gerektiği uçuş görevlileri ve pilotlar tarafından anlatılıyor. Benzer şekilde, bir çalışan yeni bir işe girdiğinde ilk iki aylık alışma evresinde, firma, organizasyon yapısı, işlerin nasıl yapıldığı uzun uzun anlatılıyor. Bunun ‘ithal gelin’ evliliklerinde de kesinlikle yapılması gerekiyor. Neyin nasıl yapıldığı, neyin nereden alındığı, hepsinin anlatılması, olası zor durumlarda nasıl aksiyon alacakları konuşulmalı. Her bireyin ‘intibak’ süresi farklı çünkü bizler birey olarak yeni bir şeyle karşılaştığımızda öğrenme eğrisi devreye giriyor. Bu eğrinin iki bileşeni var, öğrenme ve zaman. İthal gelinlerde ise zaman geçtikçe dili öğrenemeyen, çevreyi tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme eğrisi düzgün çalışmıyor. Eşiyle sorunlar çıkmaz hale geliyor, gurbet ve özlem faktörleri de devreye girince zorlukla baş edemiyor ve havlu atıyor.

 

Kitabı Almanya, ABD, İtalya ve İngiltere'den edinmek için 

👉Kitabı edinmek için tıklayın



Pelin Markirt’in İthal Gelinler adlı kitabını,

• Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) ve İthal Gelinler – Press Dionysus adresinden edinebilirsiniz (info@pressdionysus.com).

 


Bu ülkeden gitmek: “Yeni Türkiye’nin göç iklimi"

Hiç yorum yok

11 Ekim 2022

İngiltere’nin Türkiye’den yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya olduğu hepimizin malumu… Bu konuyu güncel gelişmelerin ışığında ele alan kitaplardan biri de "Bu ülkeden gitmek"...







Tuncay Bilecen


2014-2015 yılları arasında Londra’da Ankara Anlaşmasıyla ilgili yaptığımız çalışma için Home Office’ten aldığımız bilgi setinde 2002’den bu yana anlaşmadan kabul alanların sayısı 4.220 kişi olarak yer alıyordu. Türkiyeli toplum olarak abartma huyumuz bu konuda da devam ediyor, sahada “en az 30-40 bin kişilik Ankara Anlaşmalı varmış” cümlelerini sık sık duyuyorduk. Ancak bu rakamlar son üç yıldaki rekor başvurularla gerçeğe dönmüş gibi görünüyor. Anlaşma yapmak için başvuranların sayısı 2016’da 3.560, 2017’de 5.205, 2018’de ise 7.607. Bu sayılar 2019 ve 2020'de ise 20 binlerin üzerine çıktı. Bu da bize özellikle son dört - beş yılda Türkiye'den ciddi bir nüfusun yurt dışına çıktığını gösteriyor.



GİDENLERİN HİKÂYESİNİ ANLATAN KİTAP


Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna’nın kaleme aldığı Bu Ülkeden Gitmek, Metropolis Yayıncılıktan çıktı. “Yeni Türkiye’nin göç iklimini buradakiler ve oradakiler anlatıyor” alt başlığıyla yayımlanan kitap, son yıllarda “bu ülkede artık yaşanmaz” diyerek çekip gidenleri, gitme niyeti taşıyanları ve ne olursa olsun gitmeyi son seçenek olarak görenleri konu alıyor. 


Kitabın odağında iki kavram var: Huzursuzluk ve güvensizlik. Bu iki duyguyu içinde taşıyanların, Türkiye’de artık nefes alamayanların hikâyesi anlatılıyor Bu Ülkeden Gitmek’te. İbrahim Sirkeci, kitaba yazdığı “Sunuş”ta göç olgusuna ilişkin yaptığı genel değerlendirmede öncelikle son yılların popüler konusu olan göçe dair kalıplaşmış yargıları ele alıyor; ilk olarak göçün son yıllarda çok gündemde olmasına karşın dünya nüfusunun sadece yüzde 3.4 kadarının uluslararası göçmen olduğunu hatırlatıyor. Sirkeci, Türkiye’nin OECD üyesi gelişmiş ülkeler arasında, vatandaşları kitleler halinde göç eden / iltica eden tek ülke olduğunu vurguluyor. Bugünkü tablo daha farklı olsa da güvensizlik göç motivasyonunda başat faktör olmaya devam ediyor.


KİMLER GÖÇ EDİYOR?


“Türkiye’yi terk edenler arasında iş insanlarının ve girişimcilerinin yanında sanatçılar, akademisyenler, askerler, diplomatlar, mühendisler, doktorlar, öğrenciler, berberler, müteahhitler, mimarlar ve aklınıza gelebilecek her meslekten insan var. Türkiye’de mutlu olamayanlar tablosunda maalesef toplumun tüm kesimlerinden, hemen her kültür, etnik ve inanç grubundan insana rastlıyoruz” (s. 11). 


Kitabın odağında, sözü edilen huzursuz yurttaşların Türkiye’yi neden terk etmek istedikleri sorusu var. Önsözde bu durum; “Amacımız, Türkiye’de yaşayan, somut yaşamsal bir tehditle yüz yüze kalmamış olsa da, yani gitmek zorunda olmasa da, gerek duygusal gerekse de zihinsel olarak tehdit altında olduğunu, bu nedenle de gitmek zorunda kaldığını hisseden kişilerin hikâyelerine kulak vermek” (s. 17) şeklinde ifade ediliyor. Bu bakımdan çalışmanın sorunsalı göç edenlerin “Türkiye’de sürdürdükleri yaşamdan neden vazgeçtikleri, maddi ve manevi olarak nasıl karar verdikleri, hangi aşamada harekete geçtiklerini öğrenmek” (s. 23) olarak belirlenmiş. 


Yazarlar kitabın akademik bir çalışmanın ürünü olmadığını, herhangi bir sosyolojik araştırma metodunu kullanmadıklarını, daha çok gazetecilik perspektifinden konuya yaklaştıklarını peşinen ifade ediyorlar. Fakat bu durum kitabın niteliğini düşürmüyor, tersine röportaj tekniğinin iyi kullanılması sayesinde gitmek isteyenlerin hangi saiklerle gitmek istediklerini, gidenlerin neler yaşadığını etraflıca öğreniyor, özetle kitapta görüşmecilerin gür sesini duyabiliyoruz. 


KİTABIN ODAĞINDA ENDİŞELİ MODERNLER VAR


Görüşmeciler, 28-40 yaş aralığında; 16’sı kadın, 11’e erkek, toplam 27 kişiden oluşuyor. Kartopu yöntemiyle ulaşılan bu kişilerle derinlemesine mülakat yapılmış ve veri içerik analizi metoduyla işlenmiş. Yazarlar, görüşecekleri “kişileri belirlerken demografik kriterlerden ziyade kişilerin hikâyelerine öncelik” verdiklerini farklı meslek gruplarından kişileri seçmeye özen gösterdiklerini belirtiyorlar (s. 24). Ancak kitabın tamamı okunduğunda, görüşmecilerin yaş, cinsiyet, meslek olarak farklılıklar arz etseler de dünya görüşü olarak birbirlerine çok benzer oldukları görülüyor.


Bu benzerlikler görüşmecileri politik değerler bakımından ortak bir kümeye dâhil etmemize yol açıyor. Bu bakımından kitabın özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında göç edenlerin tamamının ruh halini yansıtmadığı bir gerçek. Bu da bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Örneğin bu kümenin fertleri için “Gezi” bir milat: “Bu çalışma için yaptığımız görüşmelerde bize ilginç gelen şeyse şu oldu: Demografik ve sosyokültürel özellikleri bakımından büyük çoğunluğu ‘Gezi katılımcısı’ olabilecek görüşmecilerimiz, Gezi’yi genel olarak Türkiye tarihinin negatif bir kırılma ânı olarak anımsıyorlar. Daha doğrusu, Gezi olayı belleklerde bir hayal kırıklığı olarak yer etmişe benziyor.


Gezi sürecindeki orantısız polis şiddetinin şok ediciliği, Gezi’den sonra iktidarın gitgide tırmandırdığı ayrıştırıcı dil ve baskı politikaları, Türkiye’de göç etmek isteyen görüşmecilerin ‘ülkeden umudu kesme’ tutumunu besleyen sembolik araçlar olarak karşımıza çıkar”  (s. 50-51). Nitekim görüşmecilerden Yılmaz bunu, “Gezi öncesi gibi değiliz, Gezi sonrasında Gezi öncesi gibi kalamadık”, “Gezi birçok hareketi yardı ve Gezi’den sonraki yapamama-edememe hali, Gezi’den önceki yapamama-edememe halinden daha ağır bir külfet olmaya başladı” şeklinde ifade ediyor. Görüşmecilerden ikisi ise gazetecilik mesleklerini Gezi sonrasında sürdüremediklerinden söz ediyorlar. 


Fotoğraf: Gözde Kazaz ve H.İlksen Mavituna’nın yazdıkları Bu Ülkeden Gitmek adlı kitap 2018’de Metropolis Yayınevi’nden çıktı. 


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan