göçmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
göçmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Türkiye'nin Beyin Göçü Raporu Üzerine

Hiç yorum yok

10 Aralık 2024



Türkiye’nin Beyin Göçü” başlıklı rapor geçtiğimiz günlerde Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yayınlandı. Rapor, dünyadaki örnekler üzerinden Türkiye’den yurtdışına gerçekleşen “beyin göçü”ne odaklanıyor ve bu göçün nasıl geri döndürülebileceğine ilişkin -yine farklı ülkelerin deneyimlerini paylaşarak- politika önerilerinde bulunuyor.

Dünya Bankası Kalkınma Raporu, International Migration Outlook 2024, World Migration Report ve bazı akademik çalışmalardan yararlanılarak oluşturulan raporda Türkiye dışında diğer göç alan ve veren ülkelere ilişkin güncel istatistikler de yer alıyor.

2023 yılı itibariyle dünya nüfusunun % 2.3’ünün göçmen olduğunun belirtildiği raporda, dünyada süregelen göç motiflerinin de artık değiştiği örneğin Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (GCC) ülkelerine göçlerin arttığı ve geçmişte göç veren ülkeler olan İrlanda ve İtalya’nın artık göç alan ülkeler haline geldiği vurgulanıyor.



EN ÇOK GÖÇ ALAN ÜLKELER: ABD, ALMANYA, SUUDİ ARABİSTAN, RUSYA, BİRLEŞİK KRALLIK

BM verilerine göre günümüzde en çok göç alan ilk beş ülke ABD, Almanya, Suudi Arabistan, Rusya ve Birleşik Krallık. En çok göç veren ülkeler ise; Hindistan, Meksika, Rusya, Çin ve Suriye. Yine rapora göre, 2020 itibariyle göçmenlerin %84’ü kendi ülkelerinden daha zengin bir ülkeye göç ediyorlar.

Bireylerin göç kararlarını gerçekleştirmesinde beşeri (eğitim, vasıf, dil beceresi), sosyal (akraba, arkadaş, tanıdık), finansal sermayeleri son derece etkili olmaktadır. Dolasıyla “gönüllü” göçte eğitimli nüfusun daha fazla göç etme eğiliminde olması kaçınılmazdır. Nitekim rapora göre; küresel olarak yükseköğrenim görmüş bireyler için göç oranı sadece ilkokul eğitimi almış bireylerin 7,3 katı ve sadece ortaöğretim eğitimi almış bireylerin 3,5 katıdır (Dünya Bankası Verileri.)  

EN ÇOK GÖÇ VEREN ÜLKELER: HİNDİSTAN, ÇİN, MEKSİKA, PAKSİTAN, RUSYA

“Hindistan, Çin, Meksika, Pakistan, Rusya gibi ülkeler çok fazla sayıda göç verirken bu ülkelerin tamamında göçmenler ülkenin işgücünü oluşturan bireylerden ortalamada daha eğitimlidir.” Rapora göre, Türkiye’de işgücünü oluşturan bireyler içerisinde yükseköğretim mezunlarının oranı %9,4’ken Türkiye’den göç edenler arasında bu oran %21,4’e yükselmektedir.



TÜRKİYE'DEN BEYİN GÖÇÜ EN ÇOK ABD, ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK'A

Türkiye’den göç etme kararı alan yüksek öğrenim görmüş kişilerin %21,4’ü ABD, %17.5’i Almanya, % 11.2’si Birleşik Krallık, % 6.9’u Hollanda ve % 4.9’u Kanada’ya göç ediyor.

Türkiye’nin Beyin Göçü Raporu’nda Çin, Hindistan gibi ülkelerden gerçekleşen beyin göçünün nasıl geri döndüğüne ilişkin detaylar da yer alıyor.  Rapora göre “… ekonomik koşullardaki iyileşmeye ek olarak sosyal düzene ilişkin şeffaf şekilde işleyen kurumların ve adil rekabetin tesis edildiği bir düzen, göç veren ülkelerin beyin göçünü beyin kazanımına çevirmesinin esas ve kalıcı şartını oluşturmaktadır.”

TERSİNE GÖÇ MÜMKÜN MÜ?

Peki gerçekten “ekonomik koşullardaki iyileşme ve adil rekabet” ülkesini terk eden göçmenlerin geri dönmeleri için yeterli olabilir mi? Son yıllarda Türkiye’den yurtdışına yönelik beyin göçü/ beyaz yakalı göçünün karakteristik özelliklerine bakıldığında güvenlikte hissetmeme duygusunun ekonomik beklentilerin çok daha önünde olduğunu tahmin etmek güç değil. 

Özellikle buna son yıllarda göçün “aile göçü” karakterine büründüğü ve “çocukların geleceğini kurtarmanın” kişisel kariyer hedefinin önüne geçtiği düşünülürse, insani güvenliğin teminatı olan hukuk devletini tesis etmeden tersine göçü beklemek beyhude bir çaba olacaktır. Zira kimse ekonomik ve sosyal çöküşe eşlik eden siyasal türbülansın devam ettiği; demokrasi, basın özgürlüğü, yolsuzluk endekslerinde dünya sıralamasının sonlarında yer alan bir ülkeye geri dönmek istemeyecektir. Bir başka deyişle, insanî güvenliğin olmadığı bir yere kimse geri dönmek istemeyeceği gibi esasında beyin göçünün ana nedeni tam da budur.

 

Otoriter liderler beyin göçünü niçin umursamaz?

1 yorum

09 Aralık 2024

Bu yazıda otoriter liderlerin “beyin göçünü” neden umursamadıklarını tartışıyorum.

 





Tuncay Bilecen


Beyin göçü, bir ülkenin eğitimli, vasıflı yetişmiş işgücünün çeşitli nedenlerle yurt dışında yaşamayı tercih etmesi olarak ifade edilebilir. Bu nedenler neler olabilir? Örneğin yurt dışına eğitim amacıyla giden birinin bu ülkenin koşullarına alışarak kalıcı olmaya karar vermesi çok sık rastlanılan bir durumudur. Yine  daha iyi imkânlara sahip olma, daha iyi ücret alma arzu da beyin göçünü tetikleyebilir. Aralarındaki kolonyal bağ olması nedeniyle emperyalist ülkelerin eski sömürgelerinin yetişmiş işgüçlerini kendisine çekmesi hatta bunu yaparken de “puanlama” yapması çok sık rastlanılan bir durumdur.

Beyin göçünün güzergahı diğer emek göçlerinde olduğu gibi az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur.  Kendi ülkesinde kalsa her anlamda daha kötü koşullarda yaşayacak insanların beşerî sermayelerini kullanarak daha iyi koşulların olduğu yerlere doğru hareket etmeleri gayet anlaşılır bir mevzudur.



Peki otoriter ülkelerden beyin göçü nasıl gerçekleşiyor?

Baskıcı yönetimlerin olduğu ülkelerde öncelikle liyakat sistemi bozuluyor. Liyakate değil sadakate göre yapılan niteliksiz personel atamaları ve partizanlaşma yüzünden sistem gün geçtikçe çürüyor. Mesleki saygınlık, profesyonellik, kurum kültürü tuzla buz olurken artan baskıya eşlik eden boğulmuşluk hissiyatı her geçen gün daha da artıyor. Ardından buna bütün otoriter yönetimlerin yaşadığı ekonomik kriz ekleniyor ve göç baskısı kaçınılmaz hale geliyor.

Son altı yılda İngiltere’de yaptığım onlarca göçmen görüşmesinden çıkacak en temel sonuçlardan biri “insanî güvencesizlik” idi. Bu yüzden “çocuklarımın geleceği için geldim”, “rahat bir nefes almak için geldim” ve “artık ekonomik ve politik olarak yaşama imkânımız kalmamıştı” sözlerini birçok görüşmecinin ağzından defalarca duydum.

Türk lirasının rekorlar kırarak değer kaybetmesinin ardından da bu sefer Türkiye’de yaşayan çoğu kişi şu soruyu sorar oldu: “biz nasıl yapar, nasıl ederiz de yurt dışına çıkabiliriz?” Türk Tabipleri Birliği’nin verilerine göre, 18 ayda yaklaşık 8 bin sağlık çalışanı görevinden istifa etmiş. Yurt dışına çıkmayı kafasına koyan bazı sağlık çalışanları Almanca kurslarına gidiyor. Ülkeden umudu kesenler çaresizce yurt dışında yaşayan yakınlarını arayarak “ben nasıl gelebilirim?” diye soruyorlar.



Otoriter liderler beyin göçünü neden umursamaz?

Sanıldığının aksine otoriter liderler beyin göçünü çok umursamaz. Hatta çoğu durumda ülkedeki nitelikli işgücünün yurt dışına göç etmesi işlerine de gelir diyebiliriz.

Peki, neden?

Öncelikle otoriter liderler iktidarlarını sürekli kılmak dışında uzun vadeli planlar yapmazlar. Yani nitelikli işgücünün yarattığı ekonomik, sosyal, kültürel hasar onları çok ilgilendirmez.

Otoriter liderler, beyin göçünü umursamaz çünkü gidenlerin çoğu “muhalif” olacağı için politik anlamda bu göçlerin ardından -sayısal olarak- ülkedeki gücünü daha da artırır. Buna pekâlâ “beğenmeyen gider, böylece de bir oy eksilir” gözüyle bakabilir.

Otoriter lider beyin göçünü umursamaz çünkü gidenlerin bıraktığı işleri, statülerini, yaşadıkları yerleri kısaca onların boşluğunu kendi yandaşlarıyla doldurabilir. Böylece yandaşlarının nazarında popülaritesini biraz daha artırma imkânı bulur. Çünkü bütün otoriter ülkelerde suyun başını tutan niteliksiz güruh iktidar değişirse artık o pozisyonda kalamayacağını çok iyi bilir.  

Otoriter liderler beyin göçünü umursamaz çünkü bilirler ki göç etmiş olsalar da bu insanların ülkeleriyle ekonomik ve kültürel ilişkileri kesilmeyecektir. Dolayısıyla göçmen demek aynı zamanda göçmen dövizi (remittance) demektir. Göçmen dövizi ise bir ülkenin zor zamanlarında imdadına yetişen en önemli kaynaklardan biridir. Bugün Ukrayna ve Moldova gibi ülkelerinin ekonomileri göçmen dövizleri sayesinde ayakta durmaktadır.

Otoriter liderlerin beyin göçünü umursadıkları bir tek nokta olabilir; o da bu kişilerin bulundukları ülkelerde de kendi ülkelerinin politik gelişmelerini takip edip burada bir lobi gücü (diaspora) oluşturmalarıdır. Eşyanın tabiatı gereği, esasında bütün otoriter ülkelerin fıtratında ülke dışında hatırı sayılır diasporik topluluklar oluşturmak vardır. Ancak bunun da kolayı vardır. Bu kesimler “dış güçler”, “terörist”, “kökü dışarıda” diye yaftalanır ve sorun en azından iç kamuoyu nazarında çözülmüş olur.

 



Göç kararı alırken en çok yapılan beş yanlış

Hiç yorum yok

25 Kasım 2024

Bu yazıda, göç kararının alınmasından göç edilene kadar geçen süreçte en çok yapılan beş yanlışa değineceğiz.



 Göç yazınında kimler göç eder? sorusuna verilen cevaplar muhteliftir. Bir kişinin göç etmesi için; beşeri (eğitim ve vasıf), finansal (para), sosyal (tanıdık, akraba vs) sermayelerden en az birine sahip olması beklenir. Bunun yanı sıra kişinin fiziksel engelinin olup olmadığı, yaşı, kişilik özellikleri, geçmiş göç deneyimleri gibi birçok faktör göç kararı almasında etkili olur.

Göç etmede cesaretlendirici rol oynayan bazı faktörler de vardır. Örneğin göç etmiş akrabaların veya tanıdıkların olması cesaretlendirici rol oynayabilir. “Onlar yaptıysa ben de yaparım”, “bir deneyeyim ne kaybederim ki” gibi ruh halleri göç kararını perçinleyebilir.

 Bu yazıda, göç kararının alınmasından göç edilene kadar geçen süreçte en çok yapılan yanlışlara değineceğiz.


 1) “KERVAN YOLDA DÜZÜLÜR, HELE BİR YOLA KOYULALIM, GERİSİNİ YOLDA HALLEDİRİZ”

En sık yapılan yanlışlardan biri, göç edilecek ülkeye ilişkin yeterince bilgi  sahibi olmadan, yeterli hazırlık yapılmadan yola koyulmaktır. Cahil cesareti diyebileceğimiz bu tutumun içinde olanlar, “herkes nasıl hallettiyse, ben de bir şekilde hallederim” diyerek kendisini motive edebilir. Ancak gerçekçi bir analiz yapmamak ileride doğacak birçok sorunun ana nedenidir.

 

2)  “TANIDIKLARIM VAR NASIL OLSA BAŞIM SIKIŞTIĞINDA YARDIMCI OLURLAR?”

Elbette akrabalar ve tanıdıklar göç edenlerin yaşamlarını kolaylaştırırlar. Göç edilen yerin seçiminde sosyal bağlantılar son derece etkilidir. Ancak bu, söz konusu sosyal bağlantıların her zaman beklentilerinizi karşılayacağı anlamına gelmez.

Gelin bu konuya yakından bakalım. Yaptığım göçmen görüşmelerinde sosyal bağlantı soruları muhakkak yer alır. “Göç ederken ve ettikten sonra burada yaşayan bir tanıdığınız var mıydı? Size yardımcı oldu mu?” gibi sorulara görüşmecilerin çok büyük bir kısmı “evet” cevabını verirler. “Peki, şimdi aranız nasıl?” diye sorduğumda, görüşmeci bu sırada derin bir nefes alır ve genellikle “artık pek görüşmüyoruz”, “aramız pek iyi değil”, “kavga ettik” gibi cevaplar verir. Bunun birçok nedeni vardır; örneğin göç eden kişinin geleceği ülkedeki gündelik hayatı, ekonomik ve sosyal ilişkileri pek hesaba katmaması bunlardan biridir. Burada empati yoksunluğu karşılıklı çatışmanın en önemli sebebidir. Ev sahibi, göç eden kişinin alışık olmadığı bir kültürle karşı karşıya olduğunu unutur, göç eden kişi ise ev sahibinin kendi ülkesindeki gibi davranmasını bekler. Velhasıl kaçınılmaz olan bu çatışmalar, dargınlıklara dönüşebilir.

 

 



3)     “DİLİM İYİ DEĞİL AMA BİRKAÇ AYDA HALLEDERİM NASIL OLSA”

Dil yeterliliği, göç konusundaki en önemli parametrelerden biridir. Çünkü göç edilen ülkenin dilini bilmek o ülkeye uyum sağlamayı ve iş bulmayı çok daha kolay hale getirir. Ancak dil sorunu varsa kişi potansiyelinin altında işlerde çalışacağı gibi hayatının büyük bir kısmında “etnik ekonomi sömürüsü”ne maruz kalabilir.

“Dil bilmiyorum ama atla deve değil, birkaç ayda hallederiz” diyerek göç edenlerin büyük çoğunluğu ne kadar zor bir karar verdiklerinin farkında bile olmuyorlar. Bunun cezasını da çok uzun yıllar potansiyellerinin çok altında işlerde, uzun süreli ve ucuz işgücü olarak çalışarak ödüyorlar.

Dil, birkaç ayda öğrenilemeyeceği gibi bu şekilde yoğun bir çalışma hayatına giren kişi dil öğrenmek için zaman ve ortam bulamayabilir. Etnik ekonomi içinde kalan binlerce göçmen maalesef aradan geçen onlarca yıla rağmen hâlâ bulunduğu ülkenin dilini tam olarak konuşamamaktadır.

 

4)    “SOSYAL MEDYADAN YETERİNCE BİLGİ SAHİBİ OLDUM.”

Sosyal medyada göçmenlerin işlerini kolaylaştıracak çok değerli içerikler yer alıyor. Bu tür tecrübe paylaşımları sayesinde birçok göçmen aynı hatalara düşmeden veya verilen ipuçlarını kullanarak onlar için yeni olan ülkenin işleyişi hakkında çabucak bilgi sahibi olabiliyorlar. Ancak burada da olguların genellenmesine ilişkin kafa karışıklıkları ortaya çıkıyor. Örneğin birinin “beş dakikada banka hesabı açtım”, “bir günde ev kiraladım”, “üç günde sigorta numaramı aldım” türünden videosunun izleyerek cesaretlenen kişi göç ettikten sonra kazın ayağının hiç de öyle olmadığını görebiliyor. Aynı şekilde göçmenlerin oluştukları sosyal medya gruplarındaki paylaşımlarda bilgi kirliliğinden geçilmiyor veya özel olguların genellenmesinden dolayı yanlış yönlendirmeler söz konusu olabiliyor.

 




5) “BENİM GİBİ GÖÇ EDENLER NASIL BULDUYSA BİR ŞEKİLDE BİR İŞ BULURUM.”


En sık düşülen hatalardan biri de kişinin işini hazır etmeden göç etmesidir. Burada da yolun başında genellikle iyimser bir hava hakimdir. “Nasıl olsa iş bulurum, açıkta kalacak değiliz ya” şeklindeki düşünce, sermayeden yenen günlerin sayısı artıp bulunulan ülkedeki koşulların hiç de beklendiği gibi olmadığı görüldükçe yerini endişeye bırakır. Bu sefer, panikle potansiyelin çok altında işler aramaya girişilebilir. Burada dikkat edilecek bir başka husus ise, insanların bu çaresizliğinden yararlanan simsarların eline düşmemektir. Sözünün ettiğimiz bu simsarların oraya daha önce göç eden aynı toplumun üyesi olduklarını hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Özetle; beşeri, fiziksel ve sosyal sermayelere sahip olsun ya da olmasın göç kararı vermeden önce kişilerin mevcut durum analizlerini de iyi yapmaları gerekir. “Orada nerede yaşayacağım?”, “Sosyal çevrem nasıl olacak?”, “Uyum sorunu yaşar mıyım?”, “Geçimimi nasıl sağlayacağım?”, “Ekonomik olarak zorlanırsam bunun üstesinden nasıl gelebilirim?”, “yeni ülkenin ekonomik, siyasal, bürokratik yapısı hakkında yeterince bilgi sahibi miyim?” gibi birçok sorunun cevabına ilişkin kafa yorulmazsa daha sonra hayal kırıklıkları yaşanabilir.

Sözünü ettiğimiz mevcut durum analizi, nesnel koşulları hesaba katıp bunun üzerine kişinin kendi potansiyelini teraziye gerçekçi bir şekilde koyabildiği ölçüde başarılı olacaktır. Aksi takdirde göç sonrasında umulanla bulunan arasında bir uçurum oluşması kaçınılmazdır.


* Sizin göçmenlik deneyiminiz nasıldı, yorumları aşağıya bekliyoruz...  



Bizim ne işimiz var burada!

8 yorum

17 Kasım 2024

Güzel kardeşim mis gibi işin, şahane maaşın var; orada düzenin kurulu, ne işin var Londra’da? Buranın havası hava değil, canım memleketimin yeşili ayrı yeşil denizi ayrı deniz, ne ararsan elinin altında, boş ver sen kal ülkende... Yıllarını göçmen olarak yurt dışında yaşamış bazı güzidelerimiz başka diyarlara göç etme niyeti olanlara böyle akıl veriyor bazen.



                                                                                                          Charlie Chapter


Öyle mi? Buyurun o zaman sizi alalım güzel yurdumuza...


Göçmenliğimin ilk günlerinde bir tanıdık vasıtasıyla Türkçe yayınlanan bir gazeteye iş görüşmesine gitmiş, çok bilmiş beyefendiye CV'mi uzatmıştım. Şöyle bir göz ucuyla bakmıştı cv'me ve sonra bana "Burası öyle bir memleket ki hanımefendi, havalimanına iner inmez şimdiye kadar yaptığınız her şeyi unutmalısınız, burada cv'nizin ne kadar iyi olduğunun bir önemi yok" demişti.

Burası bambaşka bir dünyaydı ve ben özgeçmişimle birlikte burada bir böceğe dönüşmüştüm. Usulca cv'mi önünden alıp çantama geri koyup sonra da esenlikler dileyerek yanından uzaklaşmıştım.


Izgarada bacon pişiyordu ve kafede son ses Sibel Can çalıyordu. İngiliz müşteriler “kapa artık şu müziği” diyor, patron kimseyi iplemiyor müziğin sesini sonuna kadar açıyordu. Londra'nın göbeğinde kimliğinin hakkını veriyordu abimiz. Büyük dayım bir görüşmemizde "kızım sen caaanım plazadan çık, kafede çalışmaya başla olacak iş değil" diye burun kıvırmıştı yeni kariyerime. Ben ise kafedeki mesaime doğru ilerlerken kendimi Stanley and Iris filmindeki Jane Fonda kadar güçlü ve gururlu hissediyordum.  Alnımın teriyle çalışmamın nesi tuhaftı? Değişik insanlar görüyor onları izliyor küçük notlar alıyordum arada. Her şey gayet normal ve güzeldi bence.

Bir keresinde çok sevdiğim Londra'ya turist olarak geldiğimde, caddenin birinde gecenin bir vakti mini eteğimle kendimi bir aşağı bir yukarı nedensizce koşarken bulmuştum. O zamanların sevgilisi şimdilerin çocuğumun babası yarim, deli danalar gibi koştuğumu görünce bana “ne yapıyorsun?” diye sormuştu gülerek, "ben bu ülkede kendimi çok özgür hissediyorum!" diye haykırmıştım. Gezi'den hemen sonraydı.  Özgürlüğümün kısıtlandığını daha çok hissetmeye başladığım günlerdi.  Beyaz yakalılar dünyasındaki çetrefilli ilişkiler ve etrafımdaki insanların samimiyetsiz tavırları derken her şey bir araya gelmiş, yoğun bıkkınlık hissiyle kaçmış buralara gelmiştim. Üstelik geldiğimde her şey bugünkü kadar kötü de değildi canım memleketimde. Hayatımın öngörüsüydü belki de ve göçme kararı almıştım.

İlk işim tezgâhtarlıktı. Afrika kumaşları satılan minik bir dükkândı. Siyah tenli beyaz dişli bir arkadaşımla beraber dükkânı açıp kapıyorduk. Esnaf olmuştum. Kendi kendime dükkânın önüne iki iskemle bir de tavla attık mı, bir de demlik ve çaydanlık ayarladım mı bu iş tamam, diyordum. Özgür ve mutluydum; geleceğe güvenle bakıyordum fakat tezgâhtarlık konusunda pek muvaffak olamamıştım. İnci dişli güzel kardeşim benimle iletişim kurmamış, beni biraz incitmişti ama olsundu.  Günü gelecek tüm bunları bir yerde yazacaktım. Hayatı boyunca pek fazla dibe batmamış biri olarak bunlar heybeciğime attığım bir avuç malzeme, geleceğe  manidar bir yatırım gibi geliyordu. Hem pek çok yazar çizer hep zor günlerden geçmemiş miydi; işte bunlar da benim o günlerimdi.

Evde kuru fasulye pilav pişiyor, cacıkla rakı içiliyor, Neşet Ertaş dinleniyordu.  Çok şükür bu yaştan sonra asimile olacak halimiz yoktu. Yerimiz yurdumuz belliydi. Londra'nın göbeğinde vatanımızın geleceği için oy kullanırken gözümüzden hıçkırıklı gözyaşı dökmüşlüğümüz vardı. İnsan gurbette daha farklı oluyordu. Güreş müsabakasında dünya birincisi olmuşken ve ay yıldızlı bayrağımız en yukarıya taşınırken hissedilen tüylerin diken diken olma hali gibiydi gurbette oy verme.  

Bence havalimanları bir şehir ve ülke hakkında pek çok ipucu verir. Vatanıma her gittiğimde daha havalimanında bile birçok farklılık hissetmeye başlamıştım. Orada kalan dostlarım arkadaşlarım zaten değişimin artık daha hissedilir olduğundan söz ediyorlardı. Sen uzaktan maval okuma diyenler oluyordu elbette ama hepimizin bildiği üzere bazı şeyler uzaktan daha iyi fark edilebiliyordu. Üzülüyorduk, çok üzülüyordum. Kaçıp gideceğine ülkende kalsaydın diyen dostlarımın da ülkemizde benim gibi üzülmek dışında bir şeyler yaptığına bir eyleme geçtiğine şahit olamamıştım. Olsun onlar benden daha vatanseverdi; çünkü Türkiye sınırları içindeydiler.


Sonra birçok arkadaşım bana göç etme niyetinden bahsetti. Kimseye sakın gelme demedim. Aksine herkese bildiğim kadarını anlattım, onlara elimden geldiğince cesaret vermeye çalıştım. Ben yapabildiysen siz de yapabilirsiniz dedim, dönmek isteyene gitme, dayan dedim. Bir avukat mesleğini burada yapamayacağını bile bile buralara gelmeyi göze aldıysa mutlaka bunun bir nedeni vardır. Yılların mühendisi ben bisikletle pizza dağıtıcam diyorsa bir şeyler canına tak etmiştir. Bir yazar çocuğunu alıp başka dillere doğru yollara düşüyorsa, bir marangoz bana orada daha çok değer verirler diyorsa ya da bir kız çocuğu kendini daha özgür hissetmek için, bir erkek çocuğu baskılara dayanamadığından, bir öğretmen yıllardır atanamadığı ve aç kalmak istemediği için buralara geliyorsa birilerinin gözü dönmüş ve bir şeyler ters gidiyor demektir. Birileri oralarda mutsuz demektir. Hakkettiği mutluluğu aramak isteyen canım insanlara “ne işin var buralarda ya da ne işin var oralarda?” deniyor.

Bir kız çocuğu ve bir kız çocuğunun annesi olarak ben kararımdan ötürü mutluyum. Başka bir ülkede, o ülkenin vatandaşı bile değilken daha çok saygı duyulduğunu hissediyorum. Kendi ülkemde duymadığım kadar çok teşekkür ediliyor, özür dileniyor. Ya sıradayken kuyruktayken birinin araya kaynamaması bile birini huzurlu hissettirir mi? İnşaatın altından geçerken kafama tuğla düşer mi diye endişelenmemek, yaya kaldırımdan geçerken bu araba acaba durur mu diye düşünmemek, daha birçok gündelik ve basit örnek sıralanabilir elbette... Bunlar kendimi iyi ve huzurlu hissettiriyor. Sırf bu nedenlerle bile evet bizim işimiz var buralarda. Gönül ister ki vatanımıza aynı iç huzuruyla yasayabilecek günler gelsin, hepimizin güneşli günleri olsun.


Scale – up vizenin tüm detaylarını Avukat Yaşar Doğan'la konuştuk

Hiç yorum yok

16 Kasım 2024

 Home Office kısa süre önce ‘Scale-up vizesi’ne ilişkin ayrıntıları yayınladı.  Redstone Solicitors’tan Avukat Yaşar Doğan ile bu vizenin ayrıntılarını konuştuk.

 


                                                                                                    

Scale-up vizesi nedir?

‘Scale-up vizesi’; hızlı büyüyen ve belirli niteliklere sahip bir şirketin sponsorluğunda, yüksek nitelikli bireylere verilen bir vize türüdür. Bu vizenin amacı, hızlı büyüme potansiyeline sahip şirketlerin istikrarlı bir şekilde büyümeye devam etmelerini sağlamak için uygun nitelik, beceri ve tecrübelere sahip çalışanlar edinebilmelerinin önünü açmaktır.

Bu vizeye kimler başvurabilir?

Scale-up vizesi adaylarının karşılamaları gereken bir dizi gereksinimler bulunuyor. Bunların başında, İngiltere’de faaliyet yürüten uygun niteliklerdeki bir sponsor şirketten, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren bir iş teklifi almış olmak geliyor. Diğer gereksinimlerin bazıları şunlar: (i) 18 yaşından büyük olmak, (ii) geçerli bir sponsor sertifikasına sahip olmak, (iii) teklif edilen işin gerçek bir pozisyon olması ve yalnızca vize edinmek amaçlı olmaması, (iv) teklif edilen maaşın belirli bir seviyenin üzerinde olması, (v) İngilizce dil şartını yerine getirmek ve (vi) finansal gereksinimi karşılıyor olmak.

Bu durumda, Scale-up vizesi sponsorluk gerektiriyor. Bunu açıklar mısınız?

İlk duyurulduğunda, Scale-up vizesinin sponsor şirket gerektirmeyeceği söyleniyordu. Ancak, detaylar ortaya çıktıkça, bu vize türünün de ilk etapta bir sponsorluk gerektireceği netleşti. Başvuru sahiplerinin İngiltere’de bu vize türü altında geçirecekleri ilk 6 aylık dönem için uygun bir sponsor şirkete ihtiyaçları bulunuyor. İlk 6 aylık periyodda sponsor şirket için çalıştıktan sonra, tercih eden Scale-up vize sahipleri sponsor şirketlerinden ayrılabilirler.

Scale-up vizesi için sponsor lisansı edinmek isteyen şirketlerin karşılamaları gereken belirli kriterler mevcut. Öncelikle, mevcutta en az 10 çalışana sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, şirketin son 3 yılına bakıldığında, işçi sayısı veya yıllık ciro bakımından yüzde 20 oranında artış olduğunun ispatlanması elzemdir. Bu kriterleri sağlayabilecek şirket sayısının sınırlı olacağı kanaatindeyiz.

Hangi meslek mensupları bu vizeden daha kolay yararlanabilir?

Bu vize türünden yararlanabilecek meslek gruplarının listesi Home Office web sitesinde mevcut. Genel olarak, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren meslek grupları mensupları için oluşturulmuş bir vize rotasıdır. Başvuru sahiplerinin üniversite mezunu olması şart değil. Ancak, doldurulacak iş pozisyonunun üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri öngörmesi gerekir. Üniversite mezunu olmasa da, bu boşluğu iş tecrübesi ile tamamlamış olan adaylar da bu vize türünden yararlanabilir. Tabii, üniversite mezunu olmadan bu kriterleri karşılayabilecek birey sayısı da sınırlı olacaktır. Uygun meslek gruplarına birkaç örnek olarak şunlardan bahsedebiliriz: Yönetim Kurulu Başkanları, diğer üst düzey şirket yöneticileri, insan kaynakları müdürleri, bilişim direktörleri, banka müdürleri, sağlık servisi müdürleri, sağlık çalışanları, sosyal servis müdürleri, mühendisler, mimarlar, yazılım uzmanları, okul müdürleri, avukatlar, muhasebeciler, vs.

Bu vizeye başvurmak için hangi seviyede İngilizce dil bilgisine sahip olmak gerekir?

Scale-up vizesinin B1 düzeyinde İngilizce dil bilgisi şartı bulunuyor. Bunu karşılayabilmek için; İngilizce okuma, yazma, konuşma ve anlama alanlarında B1 ve üzeri seviyede Home Office onaylı bir dil testi geçmiş olmak gerekiyor.

Asgari maaş şartını açıklar mısınız?

Scale-up Vize sahiplerinin almaları gereken asgari maaş şu şekilde. Minimum yıllık maaş £33,000, saatlik maaş £10.58 veya ilgili meslek grubunun genel-geçer maaş seviyesi daha yüksek ise, ilgili seviyede maaş alacak olmaları gerekiyor.

Pekiyi, buradaki finansal gereksinim nedir?

Scale-up vizesi’ne başvuracakların, başvuru tarihinde ve onun öncesindeki belirli bir periyodda banka hesaplarında bulunması gereken asgari bir miktar söz konusu. Yalnız başına başvuru yapacaklar için bu miktar £1,270. Bağlı olarak başvuracak eş ve çocuklar için ayrıca belirli miktarlar sağlanması gerekir. Sponsor şirketin, başvuru sahibinin ilk aylık masraflarını karşılayacağını taahhüt etmesi halinde bu miktarların sağlanması gerekmiyor.

Vize uzatmaları ve kalıcı oturum almak mümkün mü?

Evet. Sponsor şirketiniz için 6 ay çalıştıktan sonra ve asgari maaş gereksinimini karşıladığınız sürece, 3’er yıllık uzatmalar almak mümkün. Bu vize ile 5 yıllık bir ikamet süresinin ardından, kalıcı oturum için başvuru yapılabilir.

Scale-up Vizesi ile aile fertleri de İngiltere’ye getirilebilir mi?

Scale-up Vizesi sahipleri, eşlerini ve 18 yaşını doldurmamış çocuklarını İngiltere’ye getirebilirler.

Bu vizenin başvuru sahibi için maliyeti nedir?

Sponsor lisansı ve sponsor sertifikası masraflarını sponsor şirketin kendisi karşılayacaktır. Başvuru sahipleri kendi başvuru ücretlerini karşılamak durumunda olacaklardır. Başvuru ücretleri başvuran başına £715 olup, İngiltere’de kalınacak her yıl için £624 sağlık harcı da ödenmesi gerekir. Avukat veya danışman aracılığıyla başvuru yapılması durumunda, bu servisler için de ayrıca bütçe ayırmak gerekecektir.

Başvuru süreci nasıl işliyor ve sizce vizenin neticesini almak ortalama ne kadar süre tutacak?

Basitçe anlatmak gerekirse, uygun bir sponsor ve iş pozisyonu bulduktan sonra, sponsor şirketin sponsor sertifikası edinip başvuru sahibine iletmesi gerekir. Akabinde, önce internet üzerinden ilgili başvuru formu tamamlanıp, destekleyici dokümanlar sisteme yüklendikten sonra, başvuru sahibi biyometrik kayıt randevusuna katılıp başvuru sürecini tamamlamış olacak. Normal koşullarda, bu başvuru türü 3 haftalık bir sürede karara bağlanır.

Ankara Anlaşması’ndan çeşitli gerekçelerle ret almış biri bu vizeye başvurabilir mi?

Ankara Anlaşması veya başka bir vize türünden ret almış olmak, Scale-up vizesi’ne başvurmanın önünde bir engel teşkil etmez. Elbette, daha önce ret almış olmak, sonradan yapılan vize başvuruları üzerinde bir önyargı oluşturabilir. Ancak, bu durum tek başına ve kendi içinde ret gerekçesi oluşturamaz.

 

Yaşar Doğan, Solicitor Advocate

Redstone Solicitors

 Unit B, 17 Downham Road, London N1 5AA

 Tel:      0203 940 5959

Fax:     0203 940 5966

 Web:    www.redstonesolicitors.co.uk

 

*Bu yazı ilk defa 15 Eylül 2022 tarihinde Olay Gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/turk-toplumu/scale-up-vize-sahipleri-sponsor-sirketlerinden-ayrilabilir.html

 

(L)ezo Gelin..!

1 yorum

10 Kasım 2024

Bu yazıda, 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrine uzanıyoruz ve Türkiyeli ikinci nesil bir genç kız olan Lezgin’in ilginç hikâyesine tanıklık ediyoruz.

 Ramazan Yaylalı
Editör: Fatoş Gül Özen




İçine fırtlatıldığımız toplumsal alan (sozial raum) yani aile, toplum ve sınıfın içinde “anlam-dünyamız” (sinnwelt) inşa edilir. Bu süreçte benliğimiz, arzularımız, beğenilerimiz, davranış kalıplarımız, ideolojilerimiz, hatta flört ve aşkı anlamlandırma ve deneyimlerimiz bile aynı paralellikte inşa edilir. Yani hangi ‘mekâna’ yazılmış ise kaderimiz, o ‘hakikat’ ile kuşatılır ‘anlam ve kimlik’ dediğimiz şey...

Bu inşa sürecinin bir diğer önemli ayağını “zeitgeist” yani “zamanın ruhu” oluşturur. Zeitgeist anlam dünyamıza rengini veren, ona ayrı bir biçim kazandıran, mühim bir olgudur. Zamanın ruhu anlamın kalbidir desek abartmış olmayız...

Fakat iki zamansallık ve mekân arasında bir bölünme söz konusu olduğunda yani geist ya da özne iki farklı “zeit” ve “mekân” arasında sıkışmış ise bu durumda anlam evrenimiz ve sahip olduğumuz benlik kelimenin tam anlamıyla bölük pörçük parçalanmış halde bulunur…

Böylece benlik, bir bölünmüşlük içinde olgulara anlam verme ve onu simgesel dünyaya oturtma konusunda kendini ikili bir evrende bulur... Olguları anlamlandırma boyutu bundan sonra tekli bir mekâna ve zamansallığa sığmayacak kadar bir “fazlalılığa” dönüşür. Çünkü deneyimlenen “şey” artık “kurgunun” ötesindedir.    

İşte göç deneyimi (Fremdwelterfahrung) bu “fazlalığın” daha doğrusu bu “çoklu gerçekliğin” (multiple realities) en somut örneğidir. Bir evrenden başka evrene geçmekle birlikte “Sinnwelt” kompleks bir hal alır, artık eskisi gibi sabit ve tek düze değildir, Weberci bir bakış ile ifade edersek artık büyü bozulmuştur ve kurgu özneyi artık “avutacak” kadar inandırıcı değildir.

Biraz daha da somutlaştırarak ifade edersek, örneğin “zihin haritaları” on altıncı yüzyılı değerler dünyasına göre şekillenmiş taşralı Anadolulu bir göçmenin ‘anlam dünyasından’ uzak başka bir mekâna ve “zeistgeist’a” göç etmesi tam da böyle bir parçalanmaya, kopuşa ya da “fazlalığa” örnektir.

Göçmen için “kökten” yani kendi “öz-zamansallığından ve mekânından kopuş ve ötekine zoraki tutunuş derin bir ontolojik kriz içerir. Böyle bir durumda geriye doğru bir kapanışa yani “asr-ı hazır’ın” dayattığı hakikaten kaçarak geçmişi “muhafaza” ederek bu krizin üstesinden gelinmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla “ötekinin evreninde” kendi “öz evrenini” muhafaza ederek bu “fazlalılığını” dışarıda tutmayı arzulayacaktır. Kısacası Jacques Lacan’nın da çok güzel ifade ettiği gibi ''özne artık kendinle ne yapacağını bilemediği zaman, arkasında kendini koruyacağı bir şey arar” ve bu koruma ruhsal bir gereksinim olarak kaybolmuşluk hissini minimum düzeyde tutmak için başvurulan bir savunma mekanizmasıdır.

Fakat bazen bütün bu çabaya rağmen kurguyu ayakta tutmak pek mümkün olmayabilir, çünkü evin içinden bir SES bu “fazlalığı” dışarıya kusarak bütün bir kurguyu yerle bir eder ve kelimenin tam anlamıyla birey kendisini ansızın “gerçekliğin çölünde” bulur ve o çölde “gerçeğin” dayanılmaz ağırlığı öznenin varoluşsal mekânını olan bedeni kızgın bir güneş ile kavurur…

İşte o sese ve o itiraza bir örnek olarak sizinle Lezgin’in hikâyesini paylaşmak istiyorum. 

Lezgin bir direnişin sesi..!

Dönem 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrinde Türkiyeli ikinci nesil bir genç kızın hikâyesi, yani Lezgin’in hikâyesi…

Lezgin Avusturya’da feodal ve geleneksel bir ailede yetişmişti, o geleneksel değerler dünyası içinde benliğini ve kimliğini inşa etmiş, aynı anda iki farklı kültürde iki farklı dilde farklı anlam dünyasında hayatı yorumlamaya çalışmış tipik ikinci nesil göçmen bir kızımız.

Bütün bu karmaşık ruh hali içinde, bir gün çalıştığı Fast-Food şirketinde yeni işe girmiş iş arkadaşı Polonya asıllı Natalia’yla tanışır. Natalia ise Lezgin’e göre daha liberal bir ailede yetişmiş ve hayatını kendi öz kararlarıyla ailesinden bağımsız şekillendirme şansına sahip yine ikinci nesil bir göçmendir.

Hemen hemen aynı yaşta olan iki iş arkadaşı, uzun bir arkadaşlık döneminden sonra aralarındaki arkadaşlık bağının bundan daha fazla olduğunu fark ederler ve bu bağ duygusal yani tutkulu bir aşk ilişkisine dönüşür.

Kaçış Zamanı

Lezgin küçük bir şehirde yaşamaktaydı, herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bu şehirde gerek ailesi olsun gerek o şehirde yaşayan feodal göçmen Türk ve Kürt toplumu olsun Lezgin için bir handikaptı. Çünkü Natalia’yla yaşadığı ilişki o toplum ve aile için kabul edilecek bir ilişki biçimi değildi. Dolayısıyla sürekli gizli bir şekilde ilişkisini yaşamakta olan Lezgin uzun zaman sonra ansızın Natalia’ya açılarak yaşadıklarını anlatır ve o şehirden ayrılıp başka bir ülkeye kaçmayı teklif eder.

Natalia için şehirde yaşamak ve ilişkisini sürdürmek sorun değildir, çünkü hem ailesi hem çevresi daha ılımlı görüşlere sahip olduğu için Lezgin gibi bu ilişkiyi gizli yaşamak zorunda değildi. Fakat söz konusu Lezgin olduğu için onunla birlikte başka bir şehre taşınmaya da razıydı. Natalia ailesine açılarak Lezgin’le birlikte başka şehre taşınacaklarını iletir, aile bu kararına saygı duyduklarını ve istediği zaman geri dönebileceğini, kapılarının ona her zaman açık olduğunu belirtir.

Mayıs ayında Lezgin ve Natalia gizlice evden bavullarını hazırlayıp trene biner ve başka bir şehire kaçarlar. Kaçış gününden bir gün sonra Lezgin’in ailesi kızlarından haber alamayınca iş yerlerini ararlar. Kızlarının işyerine gelmediğini duyunca aile telaşlanır, etrafta kim var kim yoksa kızlarının nerde olduğunu sorarlar.

Birkaç gün sonra ise polise başvururlar. Fakat hiçbir ses seda yoktur. Aile gittikçe telaşlanır, tam o sırada Lezgin’in annesi çekmecede bir mektuba rastlar. Mektupta Lezgin açık açık iş arkadaşı Natalia ile ilişkilerini deşifre eder ve beraber başka bir ülkeye göç ettiklerini bildirir.

Aile tam bir şok içindedir. Kendi kültür dünyasında anlamlandıramadıkları bu ilişki türüne ve onun birlikte kızları Lezgin’in hiç kimseye haber vermeden evini terk edip gitmesine şok olmuşlardır. Aile bir yandan çocuklarının kendilerini habersiz terk etmelerine üzülürken, diğer taraftan onu bu kaçışa iten sebebin hakikatiyle ayrı bir hüzün içindeydiler.

Kaç yüzyıllık heteronormatif dünyalar, böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Avrupa’da bu tür yaşam biçimlerini duymuş ve uzaktan olsa da tanık olmuşlardı. Fakat bu tür hayat stilinin kendi dünyalarında asla var olmayacağına inanmışlardı. Bunun evrensel bir hakikatten çok, kültürel bir hakikat olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla bunu ötekinin bir meselesi olarak adlandırıyorlardı. Fakat o hakikat ansızın kendilerine de çarptığında, onunla nasıl baş edeceklerini hiç mi hiç bilmiyorlardı ve bu onlar için sarsıcı, trajik deneyimdi.

Bu “trajik hakikat” o mektupla birlikte evin içine bomba gibi düşmüştü, öyle bir yankılanıyordu ki ses, dört duvar içinde muhafaza edilen geçmiş ve tarih yerinden oynuyordu. “Anlam” pusulası kendini kaybetmiş bir şekilde şaşkın halde oradan oraya savruluyordu. Bu sarsılma hem aile için hem Lezgin için zor bir sürecin habercisiydi.

Bütün Aşiret Tedirgin!

Bir yandan bu krizler yaşanırken, ailelerin yaşadığı o küçük kentte olayla ilgili dedikodular hızlıca kulaktan kulağa yayılmıştı bile. Biraz gerçek biraz kurmaca hikâye ağızdan ağıza aktarılıyordu. Aileleri ister istemez bir utanç duygusu sarmıştı, uzun bir süre kimselerle görüşmemeye karar verdiler. Çünkü meseleyle ilgili sorgu ve sorulara cevap verecek durum da değillerdi. Ne de olsa onlar da bütün yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ve bir süre eve kendi içine kapanır aile.

Bu sancılı süreç devam ederken olayla ilgili dedikodular sadece yaşadıkları şehirde değil, çok geçmeden doğduğu topraklarda yani memleketlerine de ulaşmıştı. Ailenin yarası köyde yaşıyordu, haber memlekette duyulunca doğal olarak bütün bir aşiret olaydan haberdar olmuştu. Son derece feodal ve geleneksel değerler biçimlenmiş, aşiret üyeleri de anlamdırılması zor bir olayla karşı karşıyalardı.

Ama belki de bu meselenin en saf yerinde duran Lezgin’in babaannesi yani aşiretin yaşça en büyüğü Xalti Naze’ydi.

Yaşça aşiretin en büyüğü olan babaanne yani Xalti Naze’nin kulağına bu dedikodular gelince o da neye uğradığını şaşırmıştı. (Xalti Kürtçede teyze demektir ve Halti diye okunur). Çok geçmeden Xalti Naze torununun hakkında söylenen bu söylentilerle ilgili bilgi almak için Lezgin’in babasını arar. Babaanne torunu Lezgin için çok endişelidir. Xalti Naze ve Oğlu arasında telefonda geçen o konuşma:




Xalti Naze: Oğlum bu söylentiler nedir? Lezgin nerededir, nereye gitmiştir?

Baba: Başımıza maalesef böyle bir olay gelmiştir, biz de çok üzgünüz. Lezgin  evi terk etmiştir, gitmiştir.

Xaltı Naze: Torunum neden kaçtı? Sebebi nedir?

Baba: Bilmiyoruz. Gavur bir kız ile kaçmışlar.

Xalzti Naze: Ya oğul keçik keçikê çı mo direvînin? (Kız kızı niye kaçırsın ki …?)

Baba: Nizanım dayê (bilmiyorum anne)

 

Judith Butler gelse Xaltı Naze’yi ikna edemezdi!

Hem aile, hem aşiret hem de Xaltı Naze için aynı cinsten iki insanın birbirini      sevmesi ve bunun uğruna ailelerini terk edip kaçmalarına anlam veremiyorlardı. Yani onların “heteronormatif” dünyalarında böyle bir kategorinin varlığı söz konusu bile değildi. Erkeklerin sevdiklerini kaçırmaları, o yörede yıllarca var olan bir husustu. Yani buna zaten aşinaydı aşiret, ancak aynı hem cinsten iki kadının birbirlerini sevmesi ve ilişkiye girmesi onlar için çok tuhaf bir gerçelikti. Babaannenin en son oğluna telefonda şaşkın bir şekilde “Ma keçik keçikê paçî dike?” (Kız kızı öper mi?) sorusu bu şaşkınlığın en somut haliydi belki.

Babaanne Naze bir türlü bu hakikati “simgesel dünyasına” oturtmayı beceremiyordu. Herhangi bir simgesel gerçeğe uymayan bu hakikat Xaltı Naze’yi çok tedirgin ediyordu. Dolayısıyla ya bu hakikatle barışacaktı ya da onu büküp kırıp kendi simgesel dünyasına oturtacaktı. Nitekim ikincisi tercih edilmişti. Hakikat bükülüp kırılıp var olan simgesel kurguya entegre edilecekti.

Lezgin’in bu sıra dışı eylemi “ruhsal” bir bozukluk olarak anlamlandırılacaktı. Xaltı Naze ve aşirete göre, Lezgin kendini şaşırmıştı. Belki de ona büyü yapılmıştı. Dolayısıyla onun bir an önce iyileşmesi ve doğru bir hayat seçmesi için dua etmekten başka çare kalmamıştı. Kurgulanan bu sonuç onları bir an olsun rahatlatmıştı. Neden sonuç ilişkisi kurulmuştu ve hakikat bükülerek kendi özüne “sinnwelte” yani sembolik dünyasına uygun bir şekilde entegre edilmişti.

Eve Geri Dönüş

Uzun bir zaman sonra Lezgin ile Natalia ayrılma kararı alırlar ve ilişkilerini sonlandırırlar. İlişkilerinin bitmesiyle birlikte tekrar ailelerinin yanına geri dönerler.

Lezgin’in tekrar eve dönmesiyle aile derin bir nefes almıştı. Hem anne hem baba için çocuklarının kendilerinden uzak, habersiz yaşadıkları süre onları çok yıpratmıştı. Sonunda kızları eve döndüğü için çok mutlu olmuşlardı.

Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti. Çünkü aileyle yaşanan olayların bir an önce unutulması arzu dışındaydı. Yani aileler meseleyi bir an önce gündemden düşürmek niyetindeydi ve topluma da cevap niteliğinde olacak bir plan yürütmeye kararlıydılar. Bunun için ise Lezgin’in anne babasının uygun gördüğü toplumsal normlara göre evlendirilmesi şart olmuştu. Çünkü ait oldukları toplumsal değerlere göre yapılacak heteronormatif bir evlilikle birlikte yaşanan bütün olayların unutulacağına eminlerdi. Böyle bir evlilik sayesinde Lezgin’in “normal” bir hayata döneceğine dair inançları tamdı.

Lezgin ise yapılacak olan o formalite evliliğine başta çok dirense de sonrasında bu durumu kendi adına avantaja çevireceğini düşünerek ailesinin evlilik kararına itiraz etmeyi bıraktı ve tam da ailesinin arzusuna göre bir evlilik yapmaya karar verdi. Fakat asıl bombayı Lezgin sonraya bırakacaktı. 

Kurban Seçilmişti: The Pismom Sevko!

Peki bu nasıl olacaktı? Bu planın daha doğrusu bu oyunun kurbanı kim olacaktı? Bu konuda önceden yani çocukluğundan beri Lezgin için düşünülen Şevko’dan daha iyi bir aday olamazdı.

Şevko Lezgin’in öz amca oğlu yani “Pismomu” (Pismom Kürtçede amca oğlu demektir), kendisine birkaç yaş büyük, aşiretin genç delikanlılarından biri. Bütün bir yaşamını köyde geçirmiş, kültürel benliği o “Lebensraum’da” içinde inşa edilmiş, zeki ve dürüst bir genç. Kısa bir zaman önce teskeresini almış, geleneksel bir dünyanın önemli prosedürü olan evlilik kurumuna adım atmaya çoktan hazırdı. Daha da önemlisi Şevko o sıkıcı köy hayatından bezmiş ve bir an önce başka dünyalara yelken açmaya can atıyordu...

Kısa bir zaman sonra Lezgin ve ailesi köye izine gelirler. Amca kızı Dotmam (Dotmam Kürtçede amca kızı demektir) Lezgin köye ayak basar basmaz ertesi gün Şevko’nun ailesine haber salarlar, kızımızı istemeye gelebilirsiniz diye.

Birkaç gün sonra Sevko ve ailesi Lezgin’i istemeye gelirler. Söz alınır ve Lezgin Şevko ile sözlenir. Aile arasında, köyde küçük bir kutlamayla bu ilişki resmi olarak tasdiklenmiş olur. 

Bir hafta sonra Lezgin ve ailesi tekrar Avusturya’ya geri dönerler. Plan hem aile açısından hem Lezgin açısından tıkır tıkır işliyordur. Artık aile derin bir nefes almıştı. Yaşanan olaylar yavaş yavaş unutulmaya başlıyordu. Artık toplum içinde rahat, alınları ak çıkabilirlerdi. Geçmişte yaşanan olaylar unutulmuştu. Anne ve baba kızları Lezgin’in mürüvvetini görmeye sabırsızlanıyorlardı.     

O süre içinde Lezgin birkaç kez nişanlısı Sevko’yu görmek adına köye gidip geldi. Gayet olması gereken gibi davranan Lezgin bir yandan da bütün bir oyunun bir an bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu. 

İthal Damat adayı Şevko ise bütün olaylardan habersiz, amca kızı yani Dotmam Lezgin ile sözlenmekten çok mutlu olmuş, hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Gelecek yaz yapılacak düğünden sonra Avusturya’ya “ihtal damat” olarak göç edecekti. O vakit gelene dek evde Almanca öğrenmeye bile başlamıştı. Arada sözlüsü Lezgin ile telefonda konuşurken Almanca romantik cümleler kurarak (İch liebe dich Dotmam gibi) Ortadoğu’nun o romantik duygusunu Lezgin’e yaşatmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu tür romantik konuşmalar ve tavırlar Lezgin’in hoşuna gitse de ortada bir gerçek vardı, Lezgin karşı cinse yani bir erkeğe ne duygusal ne de seksüel anlamda bir şeyler hissediyordu. Hele ki bu öz be öz kuzeni ise. Fakat rol icabı Lezgin bu kurguya devam etmek zorundaydı, çünkü buna mecburdu…

10 ay sonra

On ay sonra yani düğün zamanının yaklaşmasıyla birlikte Lezgin artık tedirgin olmaya başlamıştı. Bu formalite icabı ilişkinin bir an önce bitmesi ve hayata kaldığı yerden devam etme arzusundaydı. Bu formalite sözlenme sayesinde bir süreliğine hem ailesini hem el alemi susturmuştu.

Lezgin düğün gününe birkaç hafta kala Sevko’ya uzunca bir mektup yazar. Mektupta bütün bu tiyatroyu deşifre eder, neden bu tiyatroyu oynamak zorunda kaldığını uzunca anlatır. Ailesini kırmamak adına bu oyunu oynamak zorunda kaldığını, Sevko’yu da bu oyuna alet ettiği için çok özür diler. Mektubun devamında Lezgin ilginç bir şekilde Sevko’dan yine de şimdilik bu tiyatroya devam etmesini rica eder. Aralarındaki formalite ilişkinin devamında her ikisinin de kazançlı çıkacağını belirtir. Lezgin’e göre hem kendisi hem Şevko aslında bir özgürlük arayışındadır, Sevko da kendisi de o feodal toplumdan kurtulmak arzusundadır. Dolayısıyla bu formalite evlilik sayesinde Şevko o köyden kurtulup Avrupa’ya yerleşebilecekti, Lezgin ise ailesini ve toplumu bu evlilik sayesinde susturduktan sonra bir sonraki plan olan o toplumdan kopup kendine özgür, yeni bir dünya kuracaktı. Böylelikle Lezgin’e göre hem kendisi için hem Şevko için bir Win-WiN söz konusuydu.

Şevko mektubu okuduktan sonra uzun bir süre kendi dünyasına çekildi. Ne çevresi ne ailesi bu suskunluğa bir anlam veremedi. Çünkü Lezgin’in ricası yüzünden, olayı ailesiyle de paylaşamıyordu.

Şevko uzun süre düşündükten sonra Lezgin’i aradı ve teklifini kabul ettiğini belirtti. Söz verdiği gibi bu formalite ilişkiye devam edeceğini, Avusturya’ya yerleştikten sonra da boşanacağını söyledi. Lezgin Şevko’nun bu cevabıyla çok mutlu oldu. Şevko’nun bu tiyatroyu oynamayı kabul edeceğini hiç beklemiyordu. Çok şaşırtmıştı ama aynı zamanda çok mutlu olmuştu. Kendisini anlayışla karşıladığı için Sevko’ya minnettardı.         

Özgürlüğe Bir Adım Kala      

Şevko ile Lezgin formalite icabı o yaz köyde düğünlerini yaptılar. 6 ay sonra Lezgin Sevko’yu Avusturya’ya getirmeyi başardı. Bir sene evli kaldıktan sonra tek celsede boşandılar. Aileler tabii bu karara çok üzülürler ama yapacak bir şey yoktur. Çünkü Lezgin için hiçbir şey özgürlükten daha değerli olamazdı. Lezgin kısa süre içinde Sevko’ya bir iş de bulur. Kaldıkları evi eşyalarıyla birlikte Sevko’ya bırakır. Ardından kendisi de yaşadığı şehre çok uzak bir kasabaya taşınır. Orada kendine yeni bir hayat kurar, fakat ailesiyle yine de arada bir görüşmeyi ihmal etmez.

Lezgin evlenip boşandıktan sonra ne ailesi ne de toplum tarafından eskisi gibi yeni seçtiği hayat yüzünden yargılanır. Çünkü o artık özgür bir dul kadındı. 

Şevko ise Avusturya’daki yeni hayatına alışmış ve köyün o baskıcı ve sıkıcı hayatından kurtulmanın getirdiği mutlulukla aynı şekilde Lezgin gibi yeni bir hayat kurmuştu.

Özetle     

Göç hadisesini sadece makro-sosyolojik düzeyde ele almak bazen içerden yani daha derinden göçmen açısından bakıldığında, göçün trajik yapısını anlamak adına yetersiz kalabilir. İstatistiki veriler, kurumlar üzerinden yazılan raporlar, soğuk ekonometrik veri analizleri vesaire göçün birey üzerinde mikro dinamik çatışmalarını derin bir açıdan görmemizi sağlamaz.

İnsan dediğimiz varlık istatistik bir veriden daha fazlasını barındıran bir “Da Sein’dır”. Sabit bir “anlam dünyası” için doğan, sonraki süreçlerde hayatın dayattığı zorluklar yüzünden bam başka bir evrende kendini bulan taşralı Anadolu göçmenlerinin yaşadığı kültürel krizleri ancak ve ancak onların hikâyelerine daha yakından baktığımızda kavrayabiliriz.

Yani Göçün yarattığı sarsıcı fırtınaları görmek ve anlamak için bazen Lezgin gibi göçmenlerin ait olduğu dünyaya inerek hadiseyi kavramak gerekir. İki “zamansallık” içinde sıkışmış ruhların tedirgin edici yaşanmışlıklarını ancak bu şekilde daha net görebilir ya da hissedebiliriz.

Belki bu yüzden Lezgin gibi göçmen bir yönetmen olan Fatih Akın’ın “Gegen die Wand” (Duvara Karşi) filmini izlediğimizde Sibel ile hissettiğimiz empati duygusunu daha derin hissetmemizin nedeni budur. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız yaşanmış olan gerçek hikâyede olduğu gibi tam da bu derin dünyanın çıkmazlarını, çatışmalarını ve çelişkilerini deşifre ederek, yani hem Lezgin’in hem ailesinin mikro dünyasına odaklanarak, bu dünyaya hiç tanık olmamış okurlara bir ışık tutmak istedim.

Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında geçtiği gibi herkesin haklı olduğu bir hikâyede, suçlamak yerine her bir bireyin duygu ve düşünce dünyasının arka planını oluşturan “Lebenswelt” ve onun üzerinden inşa edilen “anlam dünyasını “hesaba katmadan, bireyleri modern dünyanın daha doğrusu kendi dünyamızın normatif değerleri üzerinden yargılamak pek doğru bir yaklaşım değildir. Her özne tarihsel bir sürecin sonucudur.

Her birey nesnel hakikati kendi öznel bakışına göre bükerek içselleştirir. Dolayısıyla binlerce yıl alan bu süreç öyle iki günde yeni normlar sunarak değiştirilecek basit bir şey değildir. Lezgin’in şanssızlığı belki de iki dünyanın en kırılgan noktasında olmasıydı. Bir yandan eski dünyanın pençesinden kurtulmak isteyen diğer tarafta ise yeni dünyanın bir parçası olmak için can atan, parçalı bir ruh hali. Tıpkı bugüne kadar süregelen Batı-Doğu çatışması gibi … 

Bir başka göç hikâyesinde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...



© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan