video etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
video etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

The Womb'un yazarı oyuncu Aylin Rodoplu ve oyuncu Tara McMillan ile tiyatro üzerine söyleşi

Hiç yorum yok

24 Ocak 2025



Co Theatre topluluğunun kurucularından, The Womb adlı absürt komedi oyunun yazarı ve oyuncusu Aylin Rodoplu ve oyuncu Tara McMillan ile tiyatro üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Bisikletli Gazete Söyleşileri’nden herkese merhaba, yanımızda tiyatro oyuncuları Aylin ve Tara var. Yakın zamanda sahnelenen oyunları “The Womb” ve tiyatro üzerine konuşacağız. Sizleri biraz tanıyabilir miyiz?

Ben, Aylin Rodoplu, 25 yaşındayım yaklaşık 4 senedir Londra'da yaşıyorum. Buraya okumak için geldim 2 hafta önce de East 15 Acting School'dan oyunculuk bölümünden mezun oldum. Çok taze bir oyuncuyum. Şu anda da kendi oyunumun yapımcılığını yapıyorum, oyunumun yazarlığını da yaptım.  

Senin hikayen dinleyelim kısaca.

Ben Tara. Ben de babam Jamaikalı, annem Türk. Ömrüm boyunca Türkiye'de yaşadım. Türkiye'de doğdum, büyüdüm. Ben de East 15 Acting School'da yüksek lisans yaptım.

Orada mı tanıştınız?

Evet. Onun öncesinde İstanbul'da Mimar Sinan Devlet Konservatuarı’nda oyunculuk bölümü bitirdim. Oyuncuyum.

Sen ne zaman geldin Londra'ya?

Benim de iki yıl oluyor buraya geleli. Geçtiğimiz yıl mezun oldum. Sonrasında yine okuldan bir kadroyla Edinburgh Festivali için bir oyun yapmıştık. Onu sergiledik. Bu yılda başka bir oyundaydım. Onun dışında kahve yapıyorum, kafede çalışıyorum. Her oyuncu gibi. Büyük bir klişeyim yani.

Güzel. Orada da aslında oyunculukla ilgili çok öğrenecek şeyler var. Gözlem yapılacak çok şey var gerçekten.

Peki Aylin sana dönelim. Senin tiyatroya olan ilgin nasıl başladı, nasıl gelişti, neler yaptın bugüne kadar tiyatroya ilgili?

Küçüklükten beri hep böyle içimde bir ben oyuncu olmak istiyorum diye bir his vardı ama yani ne özgüvenim vardı ne böyle çok dışarı dönük bir insandım. Sadece bu istek vardı ve böyle şu anda da geriye dönüp eskiden not aldığım defterlere baktığımda böyle yazmışım, ben oyuncu olacağım, yani manifestlemişim ben bunu. İşe de yaradı yani bir şekilde. Lise döneminde ailemin desteğiyle birkaç böyle bir kursa gittim hem oyunculuk, sinemada kamera önü dersleri falan da aldım ama dediğim gibi o zaman böyle özgüvenim çok düşüktü çok zevk almadım. Daha sonra ben İTÜ'de İç Mimarlık'ı kazandım, hazırlık yaptığım dönemde okulun tiyatro grubuna katıldım, İTÜ sahnesi. Orada böyle insanların amatör olarak tiyatro yapması beni çok etkiledi ve bir prodüksiyon çıkardık, o prodüksiyonla da Türkiye turnesine çıktık. Birlikte bir şey yapmak, böyle o arkadaş, o topluluk hissiyatı benim gerçekten çok hoşuma gitti. Ve hiç mimarlık okumaya başlamadan dedim ki ben okulu bırakacağım ve konservatuar sınavlarına hazırlanacağım.



Bu çok radikal bir karar değil mi?

Gerçekten öyle yani. Ailem de karşı çıktı. Yani uzun bir süre engel olmak istediler aslında. Hani İTÜ'yü kazanmışsın, nasıl bırakacaksın? Çünkü ben İTÜ'ye de çok hazırlanarak girmiştim. Başarılı da bir öğrenciydim aslında. O içimdeki his, o küçüklükten gelen bir şekilde bunu yapmam gerektiğini hep hatırlattı bana. İngilizcem de çok yoktu. Hazırlık okusam da yani hazırlı böyle zor bela geçmiştik. Dedim ki siz bana destek olun ailem maddi olarak. İngilizce kursuna gitmek istiyorum. Aynı zamanda da biriyle çalışmak istiyorum beni yurt dışına hazırlayacak. Aslında hiç Türkiye'de konservatuar düşünmedim. Bunun bir sebebi de yok. Hep yurtdışına gitme isteği vardı içimde sebepsiz. Sonradan konservatuar sınavlarına hazırlandım, başvurdum. İlk sene girdiğim sınavlarda lisans bölümünü kazanamadım. Beni sadece hazırlık bölümüne... Bir çok yere başvurdum, en sonunda East 15'e de girdim.

Annemle biz Londra'ya geldik. Bir ay burada bir Airbnb'de yaşadık. O zaman pandemiden önceydi. Yüz yüze sınavına girdim. Ben şey böyle, insanlara bakıyorum falan, % 90 herkes İngiliz. Ben dedim burada ne arıyorum yani yarım yamalak İngilizcemle özgüvenim de yok, bir şeyim de yok. Ama o dönemde özgüvenim gelişmeye başladı bu adımları atarak. Daha sonra East 15'de Foundation bölümünü kazandım. Bana şey dediler, yeteneklisin ama hazır değilsin lisans okumak için. Ben de bunu evet kabul ediyorum yani gerçekten daha çömezdim o dönem.

Zaten kaç yaşındaydın? 20 yaşında falan mıydın?

Evet o zaman 20 yaşındaydım.

Biraz da çömez ol yani 20 yaşında da.

Sonradan pandemiye denk geldi. Okulun yarısını Türkiye'ye döndüm. O şekilde okudum. Okurken tekrardan... Online'a döndü çünkü. Aynen öyle. Tekrardan sınavlara girdim. Bu sefer de dediler ki çok yeteneklisin ama bizim kontenjanlarımız doldu. Seneye tekrar dene. O dönem bir ameliyat geçirdim dizimden. 6-7 ay kadar bir iyileşme süreci geçti. O dönemde tekrardan ben hazırlandım. Yani yaklaşık 3 kere kere sınavlara hazırlandım. Gerçekten, pes etmedim.

Yine Tara'a dönmek istiyorum. Peki senin ailen tiyatro ile olan ilişkin nasıl karşılanıyor?

Oldukça şaşırdılar aslında çocukluğumdan beri hep benim daha çok müzikal tiyatroya ilgim vardı küçükken. Ve evde de biraz İngilizce konuşuluyordu. Ben yine Türkçe konuşmaya zorluyordum, çünkü okulda Türkçe konuşuyorum. Anadilimi Türkçe ama yine de birazcık daha avantajlıydım yabancı dil konusunda diğer arkadaşlarımla. O yüzden hep böyle müzikaller istedim, babam zaten çok büyük bir Sound of Music fanıydı mesela. Onlar dönüyordu hep evde ya da işte küçük bir çocuk için Annie müzikali çok, Annie the Orphan, onları izliyordum ya da Mary Poppins vesaire. Çok seviyordum. Baştan sona bütün o kasetleri sürekli döne döne izliyordum. Benim için tiyatro aslında müzikal tiyatroydu yani. Böyle bir gösteri dünyası ve müzikle iç içe olan bir şeydi. Ben de küçük yaştan itibaren müzik eğitimi aldığım için işte ilkokulda keman çalmaya başladım. Daha sonra lisede de müzik okudum. Ankara Güzel Saatler Lisesi mezunuyum. Orada kontrabas, piyano, koro eğitimleri aldım. Aslında hep benim hayatım böyle müzik doğrultusunda gidiyordu. Ta ki üniversitenin sonuna kadar. Orada Aylin'in de dediği gibi zaten çoğu tiyatrocunun hep böyle içinde olan bir şeydir. O küçük yaştan itibaren, hep böyle bir oyuncu olayım, bir sahnelere atayım kendimi. Hani içten içe artık o bir şekilde büyüttüm, besledim ben o umudu ve isteği. Lise sonda kesinlikle karar verdim, müzik okumak istemiyordum artık. Ve böyle bir anda çıkıp ben oyuncu olacağım dediğim zaman herkes bir şaşırdı tabii ki. Genel reaksiyon şey oldu, oyuncular hani yırtık olursan çok utangaçsın, nereden geldi aklına, olur mu ki?

Bazıları ama sahnede devleşiyor değil mi? Çok utangaç oyuncular da biliyoruz ama sahnede bambaşka insanlar oluyorlar.

Doğru. Aileme söylediğimde de aslında çok şaşırmadılar çünkü hayatları boyunca benim müzik kariyerimi veya müzik eğitimimi desteklediler. İkisi de aslında çok sanatçı ruhlu insanlar ama onlara olanak tanınmamış. Onlar kendileri gençken daha böyle normal meslekler edinmiş insanlar. O yüzden beni hep desteklediler.

Çünkü onların içinde kalan bir ukde var.

Evet, öyle bir şey var, doğru.

Biz yapamadık, sen yap. Bu güzel. Aslında ikiniz, anladığım kadarıyla ikinizde de ortak olan bir nokta, aile köstek olmamış, destek olmuş.

Evet. Bu çok iyi bir şey yani.

(Aylin) Kesinlikle. Yani böyle hani, sırtımdan da itmediler hani. Şey de yapmadılar, itmediler derken böyle, çok da destekli olmadılar ama izin verdiler. (…) Onların kaygılarını da anlayabiliyorum. Özellikle şu anda işin içine profesyonel olarak girdiğim için. Anlıyorum yani maddi olarak çok kaygıları vardı. Çok anlaşılabilir kaygılar ama Tara'nın da dediği gibi içindeki o his olunca onu bırakmak ve hayata devam etmek çok zor oluyor. Çünkü bir şekilde hayata bağlayan bir his. Ve şu anda da yani bu işi yapmamdaki en büyük şey bu yani öbür maddi, manevi her şeyden önce bu hissi aslında tamamlamak. O yüzden imkansızdı benim için başka bir şey yapmak.

Ve yapmasaydınız içinizde bir ukde kalacaktı her zaman.

Evet kesinlikle. Aslında ben şunu yapacaktım, aslında ben bunu yapacaktım diyen belli bir yaşa gelmiş bir sürü mutsuz insan var.  

Evet.

Peki biraz önceki kaldığım yere döneceğim yine öyle bir tur yapalım. Iıı ne umdun ne buldun sorusu bu işte de aslında hani işin içine girdiğinde dışarıdaki yani böyle sahnedeki alkışları alan ve böyle kendi dünyasında her şeyi halletmiş insanla onun arka planı hazırlanması şusu busu bilmem nesi çok daha zahmetli mi geldi yoksa bunun bir parçası olarak mı kabul ettiniz? Nasıl gördünüz?

Yani arka plan aslında bana bunlar çok zevkli geliyor, o hazırlanma süreci vs. Bana zor gelen şey şu anda sektörün bulunduğu durum ve inanılmaz bir hiyerarşi olması. Özellikle genç sanatçılara, hani herkes çok yardım ederiz, işte elinizden tutarız muhabbeti yaparken hiç de o şekilde olmaması, küçük görülmesi birazcık özellikle düşük bütçeli ekiplere karşı.  

Burada bir hiyerarşik bir şey var değil mi?

 Var. Çünkü ben daha önceden tiyatrolarda asistanlık da yaptım ve çok güzel şeyler öğrendim ama oradayken de ben çok bunu gördüm bu hiyerarşinin yani mesela ben gönüllü olarak gitmişim ama o insanlar buna çok fazla değer vermeyip, küçük görüp vesaire bu şekilde davranışlar. Yani genel olarak sektörde ben bunu çok beklemiyorken bundan şu anda rahatsızım. Bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında hani bu hazırlık olsun, genel yaptığımızdaki işte, yani gözükmeyen kısımlar benim çok hoşuma gitti.

Yani işin mutfağı seni yormadı ve üzmedi, öyle mi?

Yok.

Seni Tara?

Yani genel olarak ilk okula başladığımda zaten oyunculuk okumaya başladığımda çok bir şey düşünmeden böyle körü körüne evet benim bir tutkum var bunun için uğraşacağım. Zaten okula başladığınız zaman da tiyatro okumak mükemmel bir şey. Yani bedava sahnen var, bütün gün oyunu oynuyorsun aslında, oyuncuyuz gerçekten.

İyi hocalardan bedava ders alıyorsun.

Evet, en iyi hocalarla çalışıyorsun, inanılmaz ekip arkadaşların oluyor. Onlar artık sınıf arkadaşların değiller. Bir de daha küçük sınıflarda gerçekleşiyor bizim eğitimlerimiz genelde. Yani 15 kişilik, 10 kişilik, 12 kişilik vesaire. İnanılmaz ekip olmayı öğreniyorsun, müthiş büyüleyici bir süreç oluyor. Tiyatro okulları, bazıları için de kabus gibi geçiyor tabi ama benim için öyle olmadı, çok şanslı hissettim o süreçte. O yüzden ilk mezun olduğumda, böyle bir o klişeleşmiş, sudan çıkmış balığa dönme durumu benim için de oldu. Yani her gün okula gidip tiyatronun içinde boğulurken, böyle şen şakrat bir eğitim hayatı geçirmişken bir anda, bir de ben pandemi mezunuyum. Bir anda bütün eğitimim zoom'a döndü yılın ortasında. Mezun olduktan sonra şimdi nasıl iş bulacağız, şimdi nasıl geçineceğiz kaygısı…  Böyle ekstra bir anda sırtıma bindi yani yük olarak. Ama şunu fark ettim, durmadığın zaman, evde oturduğun zaman kimse gelip de şöyle şöyle bir oyuncu vardı, biz hadi onu bir delikten bulalım çıkaralım demiyor.

Ve o dönemde zaten bir dizi yaptım. Daha sonrasında yine bir boşluğa düştüm birkaç ay. Ne yapacağım, ne yapacağım? Hani hiçbir oyun yok. Yeni bir iş gelmiyor. Ne yapabilirim? Evet, hep yüksek lisans yapmak istiyordum. Hadi, İngiltere'ye o zaman. Şimdi buradan mezun oldum. Bu konuda açgözlü bir insanım o yüzden her şeye atlarım ben. Yani potansiyel gördüğüm veya hoşuma giden her şeye atlıyorum. Hiç de pişman olmuyorum ama tabii ki çok zor. Çünkü ekonomik olarak çok büyük bir getirisi olmayan bir şey özellikle küçük bir ekipsen, düşük bütçeli bir ekipsen. O yüzden bir yandan bütün gün kahve servis edip, bir yandan akşam provaya yetişip, benim yarın mesaim var mesela, burada iki gün oyun oynadım. Şimdi geçip kahve yapacağım. O yüzden çok fazla iteleme istiyor, çok fazla özveri isteyen bir şey. Çok özveri isteyen bir şey. Ama mükafatını da görüyorsun.

Peki Londra'ya dair neler düşünüyorsunuz?

(Aylin) Valla ben çok merkezde yaşamadım şu ana kadar. Okulum benim Eping'e yakın. Hep orada yaşadım. Okulda haftanın beş günü, dokuz, altı arası artı, ondan sonra okul sonrası provaları vs. derken, üç sene yorucu bir dönemdi. Şu anda yeni yeni Londra’da sahneleri görmeye geliyorum. Arada tabii yine oyun izlemeye geliyordum. Ama dediğiniz gibi yani bana herkes soruyor işte burada kalmak istiyor musun yoksa dönmek mi istiyorsun? Şu anda kesinlikle kalmak istiyorum çünkü bu fırsat evet herkese verilmiyor, gerçekten şanslı hissediyorum ve böyle bir fırsat ve içimde böyle bir ateş varken bunu değerlendirmek istiyorum.

Londra'nın da bu konuda işte Tara'nın da dediği küçük ekiplere aslında çok fazla opsiyonu var. Evet belki bir maddi olarak bir kazancınız olmuyor ama biz zaten bu işe maddi bir öyle bir istekle bu işe girmedik.

İnsanın severek yaptığı bir işten para kazanması gibi de bir şey yok.

Evet, tabii ki.

O konuda da mütevazı olmamak ve gerçekten bununla ilgili para kazanacağınız olanakları, opsiyonları araştırmak gerekli ki bence Londra'da bunlar da sınırsız. Yani bir sürü funding var, bir sürü şey var.

Evet.

Peki o zaman son yaptığınız oyuna işe dönelim. Sen bu oyunun yazarısın. Prodüksiyonu ortaya koyan kişisin. Oyuncularından atan birisisin. Bu oyunun ortaya çıkış sürecinden bahsedelim.

Oyun aslında geçen sene, Kasım ayında bir okul projesi için yazılmış bir oyun. Bizim okulda bölümde bir proje var. Hepimiz bir oyun yazıyoruz ve hocamız bu oyunlar arasında altı tane oyun seçiyor. Mesela benim yazdığım oyunu benim yine sınıf arkadaşım yönetti. Sınıf arkadaşlarım oynadı, ben başkasının oyununu yönettim. Böyle bir projemiz var aslında, International Festival adında. Yani oyunu tamamen bunun için yazdım. Hayatımda daha önceden hiçbir oyunu yazmamıştım. Yazarlığa karşı, yani oyun yazarlığına karşı hiçbir ilgim yoktu.

Peki sizde oyunculuk bölümünde böyle bir ders yok muydu?

Ders, yani şöyle yaklaşık 3-4 tane workshop tarzı, yani yazarlığa başlangıç tarzı derslerimiz oldu. Çok detaylı değildi. Bir tek onlar vardı. Bir tane de kitap aldım okudum. Hiç de böyle özgüvenli de değildim asla. Bazı arkadaşlarım birinci seneden ne yazmak istediklerini düşünüyorlardı, karar vermişlerdi vesaire. Dediğim gibi ben ne yazacağım konusunda da hiçbir fikrim yoktu. Ama bu atölyelerde şeyi fark ettim. Yazdığım herhangi bir diyalog hep absürt oldu.

Sen absürt yazmak istemedin, yazdıkların absürt oldu.

Aynen öyle yani. Ben bir şey yazmaya çalışırken hep oraya kaydığını fark ettim ve arkadaşlarıma da sordum yani ben bir şey yazamıyorum aklıma hiç de bir şey gelmiyor yani kafamın içi bomboştu. Ne yazabilirim? Daha önceden yine okul için yazdığım bir monolog vardı kendi tecrübemle yine bir feminist monologtu. Arkadaşlarım da dedi ki senin bu konuya karşı ekstra bir hassasiyetin var bunun üzerine git. Bu oyunda aslında zaten 31 tane kısa sahneden oluşuyor ve tabii ki de hepsi benim tecrübelerimden ortaya çıkmadı ama başlangıcı öyle başladı diyebilirim. Daha önceden hayatımda başıma gelmiş olayları absürt bir dille yazmaya başladım. Bu şekilde çıktı. Oyunu okulda oynadık ve Tara dahil değildi çünkü biz Tara ile aynı sınıfta da değildik. Başka biri vardı. Okulda çok güzel geri dönüşler aldık. Hem hocalarımdan hem arkadaşlarımdan. Ve oyunun yönetmeniyle biz bir araya geldik. Dedik ki biz bu oyunu devam ettirmek istiyoruz. Bir şeyler yapmak istiyoruz. Ve tiyatro ekibimizi kurduk. Co-Tiyatro.

Bu sizin ilk oyununuz değil mi?

Evet ilk oyunumuz. Ocak ayından beri de bu oyunun prodüksiyonunu yapıyoruz. Festivallere başvurduk. Tara dahil oldu. Onunla birlikte oyun çok çok daha güzel oldu.

Tabi oyuncular oyunu güzelleştirir doğru.

 Evet. Üç kişilik bir oyun. Çok güzel bir dinamik yakaladığımızı düşünüyorum. O şekilde yani daha önceden geçen ay Kingston'da Fuse Festival'da oynadık oyunu ilk profesyonel olarak.

Stockholm'a gideceksiniz.

Buradan sonra da Stockholm'a gidiyoruz. Camden Fringe'den sonra. Daha sonradan Lambeth Fringe'de oynayacağız. Eylül ayında. Türkiye'ye götürme gibi bir hayalimiz de var.

Peki seyirci nasıl tepki verdi oyuna?

Ya seyirci, bence seyirci çok seviyor bir şekilde. Seyirci nasıl reaksiyon veriyor? Seyirci çok gülüyor. Yani oyun, ya ben oyunu yazarken bu kadar komik olduğunu düşünmemiştim. Yani seyirci bir şekilde hem empati hem de sempati kuruyor karakterlerle. Özellikle kadınlar, bir feminist bir oyun olduğu için ve bizim yaşadığımız tecrübeleri anlatan bir oyun olduğu için kadınların çok ilgisini çekiyor. Hatta dün bir arkadaşımız izledi, ben yeni tanıştım. Oyunu izledikten sonra erkek arkadaşından ayrılmaya karar verdi. İnsanlar bir aydınlanma yaşıyor. Seyirciden şu ana kadar çok güzel tepkiler aldık. Bu da beni çok mutlu ediyor yani.

Evet, yani bence tiyatronun ölçüsü, barometresi seyircinin verdiği reaksiyon. Tekst çok güzel bir tekst olabilir. Oyunculuk şöyle böyle olabilir, iyi olabilir ama seyirciye geçiyorsa bu. Evet. Değil mi?

Seyircinin verdiği tepki bence o önemli.

Peki, bir oyuncu olarak bu oyunun bir parçası olmak sana neyi hissettiriyor?

(Tara) Ben Aylin'in de dediği gibi ekibe sonradan eklendim. Başta tabii ki birazcık daha, şimdi onlar sınıf arkadaşları oldukları için 3 yıldır birlikte okuyorlar. Ve zaten ortak bir dilleri var, zaten iyi anlaşıyorlar, zaten bu oyunu bir kez çıkardılar. Ben dahil olduktan sonra da yine bir alışma, ısınma süreci oldu ama ben ekip olarak çok iyi anlaştığımızı düşünüyorum ve sahnede de güzel bir enerji yakaladığımıza inanıyorum. O yüzden çok keyifli bir çalışma süreci oldu. Ben prova yapmayı performanstan daha çok bile seviyor olabilirim. Çok keyifli bir şey prova yapmak. Özellikle bu oyunla, çünkü çok fazla, ben ilk okuduğumda da ilk izlediğimde de onu düşündüm yani çok fazla yere çekilebilecek bir şey reji anlamında da yani çok doğurgan bir oyun ve çok keyifliydi onları keşfetmesi de. Bir sürü yeni şey ekledik, bir sürü şeyi değiştirdik. Sürekli her prova, son provada bile biz bir şeyi değiştiriyoruz veya bir şeyi ekliyoruz. Çok güzel. Dinamik bir oyun olması çok güzel. Bir de oyuncunun bir oyunu herhalde severek oynaması, çok daha üstüne koyarak giden bir şey. Biz dün onu fark ettik. Dün kostümlü provamız vardı. Aslında çok disiplinli bir ekibiz ama kostümlü provada birkaç kere güldük biz. Normalde çok kabul edilebilir bir şey değil bu. Hatta gittik sonradan yönetmenden özür diledik falan ama şeyi düşündük. Yani bizim gülmemiz çok fazla zevk aldığımız için. Çok eğlendik biz o provada ve bu gerçekten benim çok hoşuma gitti. Çünkü biz bir sürü kez oynadık ve tabii ki de oyundan bıkmak çok doğal bir his. Ama şu anda öyle bir şey yok ve biz her oynadığımızda farklı bir şey keşfediyoruz. Farklı bir tarafı komik geliyor, farklı bir şekilde eğleniyoruz. Bunun olması aslında seyirciye o yüzden bence güzel geçiyor.

 O zaman sen de çok zengin bir tekst yazmışsın.

Teşekkür ederim.

Çünkü düz, didaktik bir tekst yazsaydın o çok seyirciye geçen bir şey değil. Peki bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

Bundan sonrası için çok böyle gelecek planı yapan biri değilim ben aslında. Ama bu oyunu şu anda oynamaktan çok zevk alıyorum. Bu ekipte bulunmaktan da çok mutluyum. Oyunun daha gideceği yollar olduğunu düşünüyorum ve şu anda aslında benim yakın gelecek planım hep bu oyunu daha yukarıya nasıl taşıyabilirim. Onu zenginleştirme. Farklı sahnelerde. Evet farklı sahnelerde daha bir şekilde level'ı arttırabilirim. Burada yaşamayı düşünüyorum. Yaratmaya devam etmeyi düşünüyorum.

Belki de yazarlık yönünü tekrar geliştireceksin.

Evet, bunu bana çok soruyor başka oyunlar var mı kafanda, şu anda yok ama neden olmasın yani.

Tara sen?

Benim için de ben de böyle bir, evet şimdi 5 yıla burada West End'de olacağım, 10 yıla şunu şunu yapacağım gibi planlar kurmuyorum hiçbir zaman. Genelde yani çok çalışıp, sürece odaklanıp, bulunduğum işlerden keyif almaya veya keyif alacağım işlerde olmaya veya mesajının arkasında durabileceğim işler yapmaya çalışıyorum. O yüzden biraz böyle rüzgar nereye götürürse tarafım var benim de. Ama bu tiyatro için, bu topluluk için, Aylin ne kadar sıcak bakıyor buna bilmiyorum, arada bir yokluyorum ama ben de şeyi düşünüyorum yine haddim olmayarak bir biraz ufak Sevim Burak'ın işte baş İşte Gövde İşte Kanatlar oyununu kendi kendime böyle bir çevirmeye başladım. İngilizcesini burada oynasak nasıl olur? Evet mesela Aylin'i yokluyorum ben. Bunun gibi yani hayalim olan projeler var. Ama şu aşamada çok da böyle evet kesin şimdi şu oluyor, şimdi bu oluyor diyemiyorum.

Ama anladığım kadarıyla ortak noktanız hayaller konusunda tiyatroyla iç içe olmak niyetindesiniz…

Tara'nın da daha önceden dediği gibi birilerinden telefon beklemek, iş beklemek çok bence bu iş için uygun bir olay değil. Bence mental sağlığımız için de çok uygun bir olay değil. Evet gelecekte biz hâlâ bir şeyler yaratıyor olacağız birlikte.

Bu yolda yürümeye devam edeceğiniz için çok daha güzel şeylerle karşı karşıya kalacağımızdan eminim. Çok teşekkür ederim katıldığınız için.

Biz teşekkür ederiz.







Oyuncu Feride Morçay’la göçmenlik ve tiyatro üzerine söyleşi: “Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi”

Hiç yorum yok

10 Ocak 2025


 Feride Morçay, 19 yaşında medya ve film eğitimi için geldiği Londra’da araya giren birçok eğitim ve iş deneyiminin ardından bugün hayatını oyuncu olarak sürdürüyor. Başrolünü oynadığı Hayfever aldı oyunun ‘’Keep it Fringe Fund’ ödülünü almasıyla bu sıra dışı oyunu iki hafta boyunca sergilemek üzere Edinburgh’a giden Feride Morçay’la göç hikâyesi, oyunculuk ve tiyatro üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 


                                                                                               

                                                                                                     Tuncay Bilecen

Feride seni Londra’ya hangi rüzgâr attı?

Londra’ya ilk geldiğimde 19 yaşındaydım. Aslında çok plan yaparak gelmedim. Hayatımı burada geçireceğimi bile düşünmedim, sadece kalbimin sesini dinledim diyebilirim. Daha öncesinde Avusturya Lisesi’nde okurken AFS ile lise değişim programıyla ABD’ye Ohio’ya gitmiştim. Ailem Türkiye'de kalmamı tercih ediyordu aslında. Koç Üniversitesi’nde Medya bölümünü burslu kazanmıştım. Aynı zamanda Londra’daki üniversitelere de başvurdum. Film yönetmeni olmak istiyordum.  Derken buradaki üniversiteden kabul aldım. Zaten içimdeki ses bana gitmem gerektiğini söylüyordu. O rüzgârla Londra’ya geldim.

Daha önce yurt dışı tecrübesi yaşamış olman bu kararında etkili olmuştur diye tahmin ediyorum.

Çok kolay olmadı. Ailem o sırada gitmemi çok istemiyordu. Kimseyi tanımıyordum, daha önce hiç Londra’ya gelmemiştim. Bir gün yanıma gelip "kızım sana güveniyoruz" dediler kendi harçlığımı kendim kazanmam şartıyla Londra maceram başladı. Okurken çalışmaya başladım.

Peki, Londra’da ne umdun ne buldun?

Şunu fark ettim; İstanbul’daki çevremin hep aynı tip insanlardan oluştuğunu, burada hayatın daha zor olduğunu gördüm. Avusturya Lisesi öncesinde de özel okula gidiyordum. Burada ise arkadaşlarım çalışıp ailelerine para gönderiyorlardı. Bunun gibi bir örnekle İstanbul’da kendi çevremde pek karşılaşmamıştım. O küçük yaşta gözüm açıldı. Daha çabuk büyüdüm herhalde.

Londra seni olgunlaştırmış.

Umarım. Tek başına bir hayat kurmaya çalışınca ister istemez hayatının bütün sorumluluğu senin elinde oluyor.

Bu sırada nerede okuyordun?

Goldsmith University of London’da Medya, İletişim ve Film Yapımı okudum üç sene. Bunu yaparken Cambridge’te bulunan Balık Art adında kâr amacı gütmeyen şirkette çalıştım. Proje yönetmenliği yaptım. Yaklaşık beş film şirketinde staj yaptım. Mezun olduktan sonra iş bulmak için çeşitli film şirketlerine mailler attım. Yüzlerce mailden iki tanesine geri dönüş aldım. O sırada bir Rus film şirketinden kabul aldım. Oraya girdiğim için Londra’da kalabildim. Çünkü o zamanlar mezun olduktan sonra öğrenci vizesini devam ettiremiyordun. Böylece full time çalışma hakkını elde ettim ve Ankara Anlaşması’na başvurup freelance çalışmaya başladım. İki sene boyunca film sektöründe yapımcı asistanlığı yaptım.

Bu dönemde hiç oyunculuk tecrüben oldu mu?

Olmadı. Lisede olmuştu. Amerika’da gittiğim okulda, müzikalde, tiyatroda ve koroda yer almıştım. Ama kendime hiç sanatçı gözüyle bakmamıştım, sonradan geldi bu. Ben yönetmen, yapımcı olacağım, sanatçıları çok seviyorum, onların içinde olacağım diyordum. Herhalde kendime karşı çok dürüst değildim ya da kendimi çok tanımıyordum o yaşta.

Peki, ilk şimşek nasıl çaktı oyunculukla ilgili?

Burada yazar, yapımcı, oyuncu olan bir arkadaşım var, müzikal bir oyun yazmıştı. “Bu oyunun yapımcılığını yapar mısın? Cambridge festivaline götürmek istiyorum” dedi. Bir anda çevrem tiyatrocularla doldu. Tiyatro ve oyunculuk üzerine okumaya başladım. Birden aşık oldum. Bir şimşek çaktı, işte bu dedim ve her şeyi geride bıraktım.

Yıllar sonra sahneye çıktığında ne hissettin?

Kendimi denemek için Identiy School of Acting’in seçmelerine katıldım. O seçmelerde özgürlük duygusunu hissettim. Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi. Sesimde ve bedenimdeki yılların verdiği alışkanlıkları kırmak için oyunculuk okumayı seçtim Çünkü 'kendinin farkına varmakla' başlıyor bence oyunculuk.

Ardından ben artık oyuncu olurum dedin mi?

Bu sırada yapımcı asistanlığına devam ediyordum. Warner Brothers’la ilgili bir proje vardı. Bu aslında bir dolandırıcılık projesiymiş. Benim bir anda dünyam karardı. Bu işte herkesin düşündüğüm kadar iyi kalpli olmadığını fark ettim. Bir anda Londra’dan gitmeye karar verdim ve apar topar İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir sene kalacağım derken üç ay kaldım. Şahika Tekand’ın Nişantaşı’nda bulunan Stüdyo Oyuncuları’na üç ay gittim. Oradaki ortam çok hoşuma gitti. Mehmet Ergen o sırada Gerçek adlı oyunu yapıyordu. Onun gönüllü asistanlığını yaptım. Gerçek oyunundaki metni oyuncularla birlikte çalışırken kendimi gördüm. Sahne önünde olmam gerektiğini fark ettim.

Sonra Identity’den İleri seviye oyunculuk part-time bölümüne kabul aldığıma dair haber geldi.  Gitmezsem vizemi de kaybedecektim böylece üç ay sonra tekrar Londra’ya geldim.

Londra’ya geri döndükten sonra neler yaptın?

Yaklaşık altı ay kadar Identity School of Acting’e giderken, Arcola Tiyatrosu’ndaki Alaturka Türk Oyuncuları’nın seçmelerine şans eseri katıldım, Deli Dumrul oyununu yapıyorlardı. Küçük bir karakter olan Can Kız karakterini oynadım. O zamanlar kendime yeterince güvenmiyordum. Ama sahneye çıkmak bir kapı açtı. Ertesi sene Shakespeare Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Eleni karakterini oynadım. Bu da benim için çok güzel bir deneyim oldu.

Oyunu izlemeye gelen akademisyen, oyuncu Elif İskender ile tanıştım. Onun da burada atölyesi var. Birebir olarak iki sene çok yoğun çalıştık. Üzerimde çok büyük emeği var. Kamera önü oyunculuk, psikolojik olarak kendimi tanımamla ilgili. Şunu da fark ettim, Londra’da bu işi yapmam çok kolay değil. Benim bedenimle ve sesimle ilgili öğrenmem gereken çok şey var. Üniversiteye gitmeye karar verdim. Drama okullarına başvurdum. Rose Bruford College’de mastera kabul aldım. O sırada halen kendime yüzde yüz güvenim gelmemişti. Oyunculuk yapabilir miyim, bilmiyordum. Master programı iki sene sürdü. Tez projesi olarak Güngör Dilmen’in “Ben Anadolu’yum” oyununu yapayım derken pandemi nedeniyle 40 dakikalık bir film oldu. Elif İskender hocam da benim supervizörüm olarak projeye katıldı. Daha sonra bu film festivallerde ödüller aldı.

Londra’da Lamda’ya gitmeyi çok istiyordum. Shakespeare üzerine üç aylık bir kurs vardı ve pandemi sırasında daha indirimliydi. Eğitime devam edeyim dedim, bu eğitimin yarısı yüz yüze oldu. Sonra bana ücretsiz ‘audition’ hakki verdiler. Mastera kabul alınca, buna devam ettim. Master programı pandemi sebebiyle yaklaşık iki sene sürdü. 2022, Kasım’ında bitti, asıl olarak oyunculuk üzerine beni güçlendiren eğitim bu oldu. Sabahtan akşama kadar hafta sonları dahil sadece oyunculuk üzerine çalışıyordum. İnanılmaz bir fırsat oldu benim için. Mezun olduktan sonra altı kısa filmde oynadım. Mausoom adlı kısa bir filmde Zara karakterini oynadım, film Raindance Film Festivali’nde Kasım’da Londra’da gösterilecek. Son olarak da ANANKE adlı 25 dakikalık bir filmde başrol olarak genç sanatçı uyuşturucu bağımlısı Juliana adlı karakteri oynadım.



Yavaş yavaş ödüllü Hayfever oyununa gelelim mi? Bu oyuna nasıl dahil oldun?

Bir gün Lamda’da koridorda yürürken bir arkadaşım beni durdurdu. “Hayfever adlı oyunun okuması yapılacak. Göçmen bir kızın hikâyesi ve bence bu kız sen olabilirsin. Bence bu oyunun okumasına git” dedi. Dinleyici olarak gittim. En sonunda yönetmen Roxane Cabassut bize ne düşündüğümüzü sordu. Aylar sonra mezuniyete hazırlanırken Roxane’den mesaj aldım, festivalden kabul aldığını, bu oyun için beni düşündüğünü söyledi. Ertesi gün seçmeler oldu. Beraber çalışmaya başladık. Bu sırada okulda da bir oyun yapıyordum. Peckham Frinde Festivali’ne üç hafta vardı. Kendi kendime anı yaşa, yaparsın dedim. Festivalde çok güzel tepkiler aldık. Roxane oyunu Edingburg Frinde’e götürmek istiyordu, bundan önce de Arcola’da bir hafta oynadık.

Seyirci oyuna nasıl tepki verdi?

Oyun, klasik bir oyundan çok farklı. Gidip arkanızı yaslanıp oyunu izlemiyorsunuz. Her an her şey olabilir. Siz de aktif bir şekilde oyunun bir parçası olabilirsiniz. Seyirci oyunu durdurabiliyor, herhangi bir karakterden o anda nasıl hissettiğini şarkı, monolog yoluyla anlatmasını istiyor. Bunun dışında oyunda göçmen kızın İngiliz sevgilisinden ayrılıp ayrılmayacağına sevgilisi karar veriyor. Polisler ölüyor mu ölmüyor mu? Göçmen kız adamı tren istasyonundan atıp öldürüyor mu, öldürmüyor mu? Bunların hepsine seyirci karar veriyor. Oyuncu da o sırada seyirci hangisini seçerse ona göre oynuyor. Aynı zamanda oyundaki her şey satılık. Oyuncu oyunu durdurup “ben şuradaki masayı satın almak istiyorum” diyebiliyor. Bir anda oyun duruyor ve açık arttırma başlıyor, burada günümüzdeki tüketiciliğe bir gönderme yapılıyor. Oyun hayata bütünsel bakış acısıyla bakıyor.

Oyunda aynı zamanda resimler de satılıyor.

Oynadığım karakter Moyna, aynı zamanda bir ressam. Ben de resim yaptığım için bu denk geldi. Set tasarımcının ve benim yaptığım resimler oyundan sonra satılıyor.

Bu resimleri oyun sırasında mı yapıyorsun?

Hayır. Kendimi bu karakter olarak düşünüp evde yapıyorum. Bu resimler, Feride olarak benim yaptığım resimlerden farklı oldu. Bu beni şaşırttı.

Moyna karakterinin göçmen olması senin de bir göçmen olman bu oyunun üstesinden gelmende etkili olmuştur diye düşünüyorum.

Empati kurmamı kolaylaştırdı tabii ki. Ait olmamak hissi, kimlik arayışı, bütün bunlar ilk geldiğim dönemde hissettiğim duygulardı.

Oyunu Edinburgh’ta oynayacaksınız.

11-27 Ağustos arasında Edinburgh’ta TheSpaceUK Venue 45’de oynayacağız.

Ödülden bahsettik mi?

Bahsetmedik. Şöyle, oyunuz yaklaşık 3000 oyun arasından Phoebe Waller Bridge’in organize ettiği funding’de ilk 50 oyun arasına girdi. Phoebe Waller Bridge’in kişisel olarak seçip festivalde yer almasını istediği bir oyun.

Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsun?

Eylül ayı için başka bir oyundan kabul aldım. Oyunun adı Düşünce Virüs’ü Çin’de Uygur Türklerinin yaşadıklarını anlatan bir oyun. Önümüzdeki dönemde birkaç film projem daha olacak. Netleşince onları da konuşuruz.

Feride çok teşekkürler katıldığın için.

Ben teşekkür ederim. Biz burada bireysellikten bahsettik ama hepimiz birimiz için varız. Çok uyuşuk bir dönemde yaşıyoruz. Medya bizi uyuşturuyor, televizyon bizi uyuşturuyor. Ne olursa olsun, algılarımızı açıp etrafımızda neler olup bitiyor bakıp kalbimizle hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

 

Söyleşiyi Spotify’dan dinlemek için tıklayın!


 

 

PARÇALANMA romanın yazarı Gül Özen'le Söyleşi

Hiç yorum yok

12 Aralık 2024

 F. Gül Özen, Parçalanma adlı romanında Türkiye’den Almanya’ya, Naime’den Naomi’ye uzanan yolculukta geçmişiyle bugünü arasında gidip gelen göçmen bir kadının yaşadığı ruhsal parçalanmayı ele alıyor. Danimarka’da yaşayan F.Gül Özen’le İngiltere’nin ardından geçtiğimiz günlerde Türkiye’de de yayımlanan PARÇALANMA hakkında sohbet ettik.




👉 Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!


👉Gül Özen'le Edebiyat Haber sitesinde yapılan söyleşiyi okumak için tıklayın!




Esra Kanat ile Süslü Kadınlar Bisiklet Turu'nu konuştuk...

Hiç yorum yok

06 Eylül 2024

Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünde, bu Pazar düzenlenecek "Süslü Kadınlar Bisiklet Turu"nu, bu etkinliğin Londra etabını organize eden Esra Kanat'la konuştuk.


P‍rogramı Bisikletli Gazete'nin YouTube kanalından izlemek için 👇


Programı podcast olarak dinlemek için👇







Viyana'da Yeni Hayat: ALİ GEDİK'İN GÖÇ HİKÂYESİ BÖLÜM II (YOUTUBE VİDEOSU)

Hiç yorum yok

31 Ağustos 2024

 Ramazan Yaylalı’nın Ali Gedik’le gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci ve son bölümünde göçmenliğin zorlu ilk yıllarını geride bırakan Ali Gedik’in Viyana macerasına tanıklık edeceksiniz.



Gedik, Viyana’da kendi deyimiyle bir süre “gurbet içinde gurbet” yaşasa da kısa sürede Viyana’ya adapte olup burada bir gençlik merkezinde sosyal danışman olarak çalışmaya başlayacak ve bir dizi tesadüf sonucu Şivan Perwer’le tanışacak, bu tanışıklık bir dostluğa dönüşecek ve kendisiyle Avusturya’da birçok konser organizasyonuna imza atacaktır.

Bu söyleşinin başlıkları şöyle; 👉 Ali Gedik’in zorlu evlenme macerası… Dört defa istemelere gitmelerine rağmen kaynanasının kızını vermek istememesi. 👉 Müstakbel eşiyle paspas altına mektup bırakmak suretiyle uzun süre yazışmaları… 👉 1983’de eşi Sevim’i başka bir şehre kaçırması… Eşinin deyimiyle “sen kaçırmadın, biz birlikte kaçtık!” 👉 1986’da kızları Orkide’nin doğması. 👉 1989’un sonunda zorlu mücadelenin sonucunda Avusturya vatandaşlığını alması. 👉 Mücadele arkadaşlarıyla, Türkiye’deki sorunlar dışında Avusturya’daki sorunlara da eğilme gerekliliği konusunda yaşadığı çatışmalar… 👉 1990, Ekim’inde Avusturya’da genel seçimler öncesinde kendisine Yeşiller’den adaylık teklifinde bulunulması. Bulunduğu siyasi yapının bu teklifi “burjuva partisine girelim, belki bize bir faydası olur” şeklinde karşılaması. 👉 Bir göçmen olarak Yeşiller Partisi’nden ikinci sıra aday gösterilmesi. 👉 “Eyaletteki oy oranı düşünüldüğünde ben milletvekili olamazdım, ama bir göçmen olarak ikinci sıradan aday gösterilmem sembolik olarak müthiş bir mesajdı.” 👉 Adaylığına ilişkin olarak Avusturya basınının ırkçı neşriyata başlaması… Bir göçmen işçinin aday olmasına, onları temsil edeceğine tahammül edememeleri. 👉 Gelen tepkiler üzerine Yeşiller Partisi’nin Ali Gedik’ten geçmişini inkar eden ve ortamı yumuşatacak bir açıklama istemesi. Bunun üzerine adaylıktan çekilmesi. 👉 Bu adaylığı nedeniyle iki seneye yakın süre iş bulamaması… 👉 Bunun üzerine Voralberg eyaletinden 1993’te Viyana’ya taşınmaya karar vermesi. 👉 “Viyana’ya geldiğim ilk yıl gurbet içinde gurbet yaşadım.” 👉 Voralberg ‘i özlemesi… 👉 1994’te Viyana’da bir gençlik kuruluşunda, gençlik danışmanı olarak işe başlaması… 👉 Fabrika işçiliğinden sosyal danışmanlığa gelmesi entegrasyon sürecini hızlandırması. 👉 Dönemin Viyana’da yaşayan göçmen gençlere ilişkin gözlemler… 👉Kürt siyasal hareketine yakın durması. 👉 Şivan Perwer’le ilginç tanışma hikâyesi… 👉2002’de Şivan Perwer’le Avusturyalı sanatçı Willi Resetarits ile ortak projede bir araya getirilmesi. Avusturya’da bir konser organizasyonu yapılması. 👉 Daha sonra bu birlikteliğin birçok verimli çalışmaya vesile olması…




Pelin Markit'le “İthal Gelinler" kitabı üzerine söyleşi

Hiç yorum yok

23 Ağustos 2024

 Göçmen yazar Pelin Markirt'le yeni yayımlanan kitabı "İthal Gelinler" üzerine sohbet ettik.






- Yurtdışına gelin gidenlerin hikâyeleri...

- İthal gelinler yurtdışında ne umuyor ne buluyorlar?

- İthal gelinlerin uyum süreçleri nasıl geçiyor?

- Kitapta mutlu sonla biten hikâyeler var mı?

KİTAP HAKKINDA 

“Evlilik kumar gibidir” derler, öyleyse yurtdışına gelin gitmek “Rus ruleti oynamak” değildir de nedir?

İthal Gelinler’de, 2000’li yılların başlarında Adıyaman’ın Kara Dantel Sokağı’ndan mutlu bir gelecek umuduyla evlenip yurtdışına giden genç kızların başından geçenler kahramanlarının ağzından aktarılıyor.

Yedi kadın, yedi dünya, yedi coğrafya…

Yeni başlangıçlar!

Göçmen yazar Pelin Markirt tarafından, tek başına geçirdiği üç aylık karantina sürecinde kaleme alınan bu kitap, kadınlığın ve göçmenliğin temel sorunlarını iç içe geçmiş akıcı hikâyelerle sunuyor okuyucuya.

Markirt, evlilik nedeniyle başka ülkelere göç eden kadınlarda öne çıkan çaresizlik, öfke, umut, özlem gibi duygu durumlarını sinematografik bir dille anlatıyor İthal Gelinler’de.

Yazar Hakkında

Güneş’in dünyada en güzel doğup en güzel battığı dediği topraklarda, Mezopotamya’nın parçası Adıyaman’da doğan Pelin Markirt, yazı yazmaya küçük yaşlarda ilgi duymaya başladı. Ortaokul ve lise yıllarında okumakta olduğu Adıyaman Anadolu Lisesi’nde tiyatro ve müzik çalışmalarında yer aldı. Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde burslu olarak okuduğu sırada Radyo Bilkent’te halkla ilişkiler alanında gönüllü öğrenci olarak çalıştı. Erasmus değişim programı bursu kazanarak bir dönem Hollanda’da Groningen Üniversitesi’nde işletme ve yönetim eğitimi gördü. Bankacılık ve finans alanında uzun yıllar çeşitli rollerde görev aldı ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Finans Mühendisliği alanında yüksek lisansını tamamladı.  Bilgi Üniversitesi tarafından düzenlenen Fenomen Romancılarımız Sertifika Programı’na katılarak yaratıcı yazarlık konusunda çalışmalarda bulundu.

Kendisini sanatın her dalına âşık biri olarak tanımlayan yazarın; çizgi film karakterleri çizmek, resim yapmak, dans etmek ve şarkılar söylemek hobileri arasındadır. Bunun yanı sıra seyahat etmekten çok hoşlandığı için seyahat yazıları da yazmaktadır. Türkçe, Kürtçe, İngilizce, İtalyanca ve Almanca bilmektedir.

Araştırma yapmaktan oldukça keyif alan yazar, 2019’dan bu yana Londra’da kurduğu yönetim danışmanlığı şirketi ile yaşamını İngiltere’de bir göçmen kadın olarak sürdürmektedir.

Evini sanat galerisine çevirdi

Hiç yorum yok

20 Ağustos 2024

Londra’nın doğusunda, Hoxton bölgesinde yaşayan “Veysel Baba” ismiyle tanınan Veysel Yıldırım, binlerce sanat eserinin bulunduğu evinin kapısını sanatseverlerin ziyaretine açtı. Veysel Baba ile “Sistine Chapel London” namı diğer “Veysel Baba Sanatevi”’ni konuştuk.

 


                                                                                                    Tuncay Bilecen

 



Veysel Baba namıyla bilinen Veysel Yıldırım’ın Londra’nın Hoxton bölgesindeki evini sanat galerisine çevirdiğini kendisinden aldığım bir e-posta ile Ağustos ayında öğrenmiş, “Sistine Chapel London Sanatevi 1 Eylül’de açılıyor” başlığıyla bu konuyu Olay gazetesinde haberleştirmiştim.

Aylar sonra kendisinden aldığım davet üzerine bu sanat evini ziyaret ettim ve on beş bini aşkın eserin sergilendiği ve bu nedenle Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye hazırlanan evinde nevi şahsına münhasır kişilik Veysel Baba’dan “Sistine Chapel London”ın hikâyesini dinledim.

Veyse Baba, yaşadığı evi kocaman bir galeriye çevirmiş. Tuvaletinden, banyosuna, mutfağından, balkonuna kadar evin her yanı sanat eserleriyle dolup taşıyor. On beş bine yakın resmin bulunduğu evde saatten, çakmağa, değişik takılardan, oyuncaklara kadar yüzlerce obje de yer alıyor.

Ünlü ressamların resimleri sadece duvarlara asılmamış, mutfak dolaplarının içinden evin her odasının tavanına kadar baştan sona nizami bir şekilde evin her yerini kaplamış durumda. Üzerimdeki şaşkınlığı biraz attıktan sonra sohbete başlıyoruz.

“Veysel Baba, seni biraz tanıyalım. Biraz kendinden bahseder misin?”

“Ben bu ülkeye 1988'de geldim. İlk dönemim biraz sarsıntılı oldu. Londra’ya ilk geldiğimde İngiliz kültüründe çok önemli bir yeri olan pub kültürü beni çok etkilemişti. Bir caddede 10-15 tane pub olurdu. Bizdeki kahveler gibi insanlar orada toplanır, sosyalleşirlerdi. Ben de buralara sık sık gider, II. Dünya Savaşı'nı yaşamış yaşlı insanların anılarını dinlerdim. Londra'nın bombalanma dönemlerini falan anlatırlardı. O kuşak öyle yavaş yavaş vefat edip bu dünyadan çekilince yerlerini farklı insanlar doldurmaya başladı. İrlandalılar gibi direnenler olsa da sonra o kültür yok oldu.

Siz de o kültüre kendinizi kaptırdınız mı?

Kaptırdım yani. Şöyle ki belki 1000'e yakın puba gitmişimdir. Hepsinin başka bir tarafı beni çekerdi; bazılarının dışarıdan görünüşü, bazılarının camları, bazılarının dekorasyonu, bazılarınınsa insanları... Otobüste olsa iner, burada da bir şeyler içeyim havasını koklayayım derdim. Çünkü oraya insanlar 50 sene, 60 sene boyunca gitmiş, hayatları oraya sinmiş, gittiğinizde o enerjiyi alıyordunuz yani orada.

Peki bu sanata olan ilgi ne zamanlarda başladı?

Ben Türkiye'de serigrafiyi ilk yapan kişilerden biriyim. İtalyan baskı tekniği vardı. İpek baskı. O zaman bu tip matbaalar yoktu. Önce bir rengi basıyorduk, o kuruyunca da aynı kalıba başka bir rengi … Kartvizitler bile serigrafi ile yapılıyordu, 70'li yıllardan bahsediyorum. Örneğin bu şekilde TRT'nin ilk amblemini ben yapmıştım. O logoyu TRT kullandı birkaç sene.



Peki buraya gelince sanat işlerine nasıl yöneldiniz?

Sanattan hiç kopmadım. Burada bir gazetede 2-3 sene boyunca Karacaoğlan, Dadaoğlu, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Erzurumlu Emrah gibi Anadolu erenlerinin hayatlarını 5-6 bölümlük diziler halinde yazdım. Sonra baktım çok fazla ilgi gösteren yok vazgeçtim. Yavaş yavaş kendimi toplumdan soyutladım. Pub hevesimi de bir kenara bıraktım tamamen koleksiyon işine yöneldim.

Ne zaman başladı bu merak?

Bu 2000'li yıllarda başladı. Önce kendi odamı bir sanat odası haline getirdim. Çok sık sanat galerilerine, antikacılara gitmeye başladım. Çok özel eşyalar oluyordu, I. Dünya Savaşı’ndan kalma madalyalar, kılıçlar, bıçaklar… Kitaplar, eşyalar, takılar… Özellikle kitaplar… Günde 10-15 tane kitap aldığım günler oluyordu. 50 sene sonra, 60 sene sonra bu kitaplar olmayacak diyordum. Belki birkaç kişide kalacak, alayım biriktireyim yani.

Böyle bir biriktirme merakı vardı mı sizde? Burada birçok değişik obje gördüm.

Var tabii. Altı yüz kırk yedi parça antikam vardı. Onlar bir defoda duruyordu. İşte o defo soyulunca bir kısmı gitti yani. Çünkü burada güvenlik dolayısıyla eve koyamıyordum. Çok değerli şeylerdi. Onlar öyle çalındı gitti. Sonra evim soyuldu. Tekrar başladım biriktirmeye. Bir daha soyuldu. Tekrar başladım.

Bir süre sonra çizim işine ağırlık verdim. Yeniden grafik işine başladım. Evi tamamen bir sanat evine dönüştürmeye karar verdim. 15-20 senelik çalışmayla burayı böyle bir sanat evine çevirdim. Akrilik işine yoğunlaştım. Şu anda 500-600 parça kendi resim çalışmam var. Bunlardan 50-55 tanesi akrilik.



Peki bu kadar çalışma nasıl sığacak bu eve?

İnan samimi söylüyorum. Çok rahatlıkla bir stadyumu dolduracak kadar şu anda elimde materyal var. Bununla ilgili olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na başvurduk. Guinness'ın Türkiye yetkilisi Aydın Bey var, ilgileneceğini söyledi. Burada 15 bin resim var şu anda, sayılması ve belgelenmesi çok masraflı. O yüzden çareler arıyoruz.

Bu evle ilgili planınız nedir geleceğe dair?

Bir vakıf kurarsam o vakıf aracılığıyla burayı kalıcı hale getirebilirim. Benim vefatımdan sonra o vakıf devam ettirebilir. Belediyeden satın almak istiyorum burayı, değer mi, değmez mi bilmiyorum, çok kararsızım bu noktada. Bazen buradaki her şeyi Tunceli’deki köye götüreyim ve orada bir müze kurayım diyorum. Orada hem bir cemevi gibi hem böyle müze gibi faaliyet gösterecek; insanlar kışın kar yağdığında gelecekler, kadınlar çocuklar sobanın etrafında oturacaklar ve sanat eserleriyle, duvarları resimlerle dolu yerde kalacaklar diye hayal kuruyorum. Vakıf aracılığıyla da burası sürekli ayakta kalabilir.

Buradaki eserler size ne hissettiriyor?

O kadar derin ki bazen bir resmin karşısında saatlerce oturabiliyorsunuz. O resme daldığında bir insanı alıp götürebilir yani. Bazı resimler var mesela, girdiğinde o resme çok rahatlıkla bir romanı doldurabilecek konu çıkarabilirsin. Anlıyor musun demek istediğimi? Renklerin karışımı, renklerin uyumu, oradaki şekiller… Tedavi gibi bir şey yani. Bu çalışmalar rehabilitasyon merkezlerindeki, tedavi merkezlerindeki kişilere iyi gelebilir, onları çok farklı bir dünyaya götürebilir.

 

Peki burada sergilenen eserler bakımından her odada farklı bir tema mı var?

Bir odayı tamamen Michelangelo'ya adadım. Sistine Chapel Roma'ya. Biraz dinsel terimler var yani bir odada. Orta salonda tamamen özgün türden çalışmalar var. Mutfak 30'lu yıllardan kalma poster artlarla dolu.  

Gördüğünüz gibi ayrıca birçok da eşya var. Örneğin 100’den fazla saati hediye etmişimdir. Çünkü evde koyacak yer yok. Yatak altlarına koyuyordum. Üzülüyor, birisi yeni bir yer açtığında ona hediye olarak götürüyordum.

Benim dünyam bu yani. Başka bir şey bilmiyorum; ya antikacıları dolaşacağım ya kitap alacağım ya sanat galerilerini dolaşacağım ya da evde çizim yapacağım, yazı yazacağım, hikâyeler, derlemeler kaleme alacağım.

Sanata ilgi duyan herkesi bu dünyaya dahil olmaya, buradaki sanat eserlerini görmeye davet ediyorum…

Veysel Bey çok teşekkür ederim beni burada ağırladınız.

Ben teşekkür ederim. Çok sağ olun.

 

Yer: Sistine Chapel London

Adres: Flat 8 Kinder House, Cranston Estate London N1 5EJ

Telefon: 020 76 83 04 81

 


 👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!




© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan