latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

Djanan Turan, EFG London Jazz Festival’inde Jamboree sahnesinde

No comments



23 Kasım 2025 Pazar akşamı, EFG London Jazz Festival kapsamında Jamboree’de çok özel bir konser gerçekleşiyor.  Kuzey Londra’nın alternatif müzik sahnesinin öne çıkan isimlerinden, şarkıcı-söz yazarı Djanan Turan, uzun yıllardır birlikte çalıştığı grubu ile saat 20.30'da sahnede olacak.

Djanan, hem İngilizce hem Türkçe söylediği şarkılarıyla dil ve kültür sınırlarını aşan müzikal bir dünya kuruyor. Müziğinde atmosferik gitar tınılarını ürpertici synthlerle buluşturarak Türk halk müziği klasiklerine taze ve çağdaş yorumlar getiriyor; ayrıca kendi özgün bestelerine de yer veriyor.

Bu özel gecede Djanan’a, uzun süreli müzikal yol arkadaşları Alice Mary Jelaska (klarnet), Berdin Pamukcu (gitarlar) ve Matt King Smith (bas gitar) eşlik edecek. Birlikte oluşturdukları tını, caz dokunuşlarıyla zenginleşirken; sözlü anlatım klarnetin ruhlu tonları, gitarın detaylı dokuları ve groovy bas çizgileriyle birleşiyor. Ortak müzik geçmişleri, hem sıkı örülmüş hem de spontane bir ses yaratmalarını sağlıyor; zamansız geleneklere kök salmış, aynı zamanda yenilikçi ve çağdaş bir müzikal yolculuk sunuyor.

 

Yer: Jamboree, 6 St Chads Place, Kings Cross, WC1X 9HH

Kapılar: 20.00

Giriş: £12 / £8 / £15

Bilet: https://wegottickets.com/f/14283





Sokak palyaçosunun “seksi palyaçoya” dönüşmesinin hikâyesi: Oyuncu Feride Morçay’la yeni oyunu Chickadee üzerine söyleşi

No comments

Feride Morçay, palyaçoluk sanatına duyduğu ilgiyle yazmaya başladığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Londra’da Riverside Studios Bite Size Festivali’nden sonra ağustos ayında Edinburgh Fringe Festivali’nde 23 gün boyunca sahne alacak. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.

 





 

Londra’da tiyatro ve sinema alanındaki üretimlerine devam eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarla adından söz ettiriyor. Londra’nın ardından Edinburgh Fringe Festivali’nde ağustos ayı boyunca sahne alacak olan Feride Morçay’la kendi yazıp oynadığı tek kişilik oyunu Chickadee hakkında konuştuk.

Böyle bir oyun yazmak nereden aklına geldi?

Liseden beri yanımda fikir defteri taşıyorum. Yaklaşık 10-15 sene önce ben bu fikir defterine bir sokak sanatçısıyla ilgili hikâye fikri yazmıştım. Palyaço değildi ama sokak sanatçısı olmak hep ilgimi çekmişti. Bunun dışında senelerdir yazıp çizip karaladığım bazı sürreal fikirlerle bu ve palyaçoluk felsefesinden çıkan karakter birleşti ve bir anda akmaya başladı. Londra’da daha önce “clowning” üzerine atölyelere katılmıştım. Bu sayede birçok farklı performans sanatçısıyla tanıştım. Micaela Miranda adında bir hocam vardı, onun bir haftalık yoğun programına katıldım. Sonra Rus palyaço Slava hakkında bir belgesel izledim ve Slava'nın bir palyaço olarak hayat felsefesi, koşullar ne olursa olsun insanları gülümsetebilme çabası beni çok etkiledi. Derken kendimi bir anda bu oyunu yazarken buldum.

Dahlia karakterin böyle mi doğdu?

Evet, önce bir fikir olarak ortaya çıktı. Üzerine çok düşünmeden bu ilhamla sahneler yazmaya başladım. Sonra sokakta, palyaço kılığıyla doğaçlama bir performans yaptım. Trafalgar Square’de tamamen doğaçlama bir şekilde, sokakta bir süpürge alıp sokağa süpürmeye başladım.  İnsanların şaşkın bakışları, gülümsemeleri, tepkileri beni çok etkiledi.

Bu deneyimle birlikte metin henüz oluşmamışken, performans dünyasındaki bir oyuncunun ne yaşadığından çok karşı tarafa ne verdiğinin daha önemli olduğunu fark ettim.  

Ardından bir palyaço ver performans sanatçısı olan Tanya Zhuk palyaço koçu olarak oyuna dahil oldu; üç seans diye konuştuk, yirmi seanstan fazla yaptık. Bazen bütün gün palyaço karakterinin içinde kalıp palyaçoyu oynamayıp adeta palyaço oldum.

Biraz da oyunun metnine gelelim. Dahlia nasıl bir karakter?

Dahlia, idealist bir sokak palyaçosu. Başarıyı ün ya da para ile değil, insanların yüzüne bir gülümseme koyabilmekle ölçen biri. Fakat etrafındaki insanlar onun bu yolculuğunu anlamıyor. Para kazanması, “başarılı” olması gerektiğini düşünüyor. Derken menajeri ve en yakın arkadaşı olan Sue’nun zorlamasıyla bir televizyon programına çıkıyor ve orada kendi seksapeli üzerinden değer görüyor. Farkında olmadan sistemin ona çizdiği yola yöneliyor. Kendisi de bir kukla gibi aslında bir bakıma izin veriyor buna. Ertesi gün ünlü biri olarak uyanıyor ve bu durumdan annesi, menajeri, babası çok mutlu oluyor.

Palyaçolukla çatışan bir durum değil mi bu?

Evet. Bu da kızın kafasını çok karıştırıyor. Hikâye de bununla ilgili zaten; Dahlia’nın, kendi içindeki ‘kadın’la, ‘sanatçı’ ile ve ‘toplumun kadından beklediği şey’ ile olan çatışmasıyla… Dahlia, bir anda "seksi palyaço" olarak ünleniyor ama bunu istemeden yapıyor. Ve herkes – annesi, menajeri, çevresi – bu başarıyı kutlarken, Dahlia içten içe kim olduğunu sorguluyor.

Kadın sanatçıların bazen yaşadığı bir durum bu; bir kişinin değerinin dış görünüşünden verilmesi akıl sağlığını inanılmaz etkiliyor.  Ben bunu çok gözlemliyorum; arkadaşlarımdan, çevremden, iş arkadaşlarımdan, herkesten kendim de deneyimleyerek. Burada güzel ve bakımlı olmaktan söz etmiyorum. Gerçek değerinin sadece ‘cinsellik’ üzerinden biçilmesi çok can acıtıcı bir durum bence. Dahlia da idealist bir sokak palyaçosuyken birdenbire başka birine dönüşüyor.

Oyunun yapısı nasıl? Gerçekçi bir anlatım mı, yoksa farklı katmanlar var mı?

Metin çok katmanlı. Oyunda sürreal kısımlar da var. Çünkü biz bu karakterin tamamen psikolojisinin içine giriyoruz. Ve bazen bu anı yaşarken sahne bir anda değişiyor. Işıklar değişiyor. Ve biz Dahlia 'nın beyninin içine giriyoruz sanki. Ve onun düşüncelerini ve geçmişte yaşadıklarını görüyoruz. Çocukluğuna iniyoruz.

Bu kadar ağır bir metin ancak mizahla yoğrulabilir sanırım…

Kesinlikle. Bence mizah, en zor konuları insana yaklaştırmanın en etkili yolu. Taciz, sistem baskısı, kadın kimliği, bedenin pazarlanması gibi çok ağır temaları işliyorum. Ama bunları doğrudan yüzüne çarpmadan, biraz güldürerek, sonra da düşündürerek sahneliyorum. Bu, seyircinin daha açık kalmasını sağlıyor.


Seyirci nasıl karşıladı oyunu?

Seyircilerde metnin doğasından kaynaklanan yoğun duygu geçişleri oluyor. Dahlia’nın gülümseyen yüzünün arkasında yaşadığı içsel yıkım çok etkiliyor insanları. Mizahın içinde derin bir trajedi var. O kontrast seyircide büyük bir etki yaratıyor.

Seyirci bu oyunda her şey. Bazı bölümlerinde interaktif sahneler var. Aralarına giriyorum, doğaçlama anlar oluyor. Bu da seyirciyi oyunun bir parçası kılıyor.

Bir saat boyunca tek başına sahnede olmak zor bir iş değil mi?

Oyunun zengin içeriği, duygusal iniş çıkışlar ve ağır konuların mizahla harmanlanması ve karakterin seyirciyle kurduğu iletişimdeki dürüstlük seyirciyi diri tutuyor.

Chickadee ağustosta Edinburgh Fringe Festivali’nde sahnelenecek? Seni neler bekliyor?

Oyunu daha önce Bite Size Festivali kapsamında Riverside Studios’da dört kez oynadım. Çok iyi bir prömiyer oldu. Şimdi Fringe’de 1-25 Ağustos tarihleri arasında 23 gösterim yapacağım. Her gün, her seyirci ve her an birbirinden farklı olduğu için her oyun kendine özel olacaktır. Bu arada unutmadan belirteyim; bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak.

Bu oyundan sonra ne var sırada? Yeni projeler?

Chickadee’yi Londra’ya tekrar getirmek istiyorum. İstanbul için bazı görüşmeler var, henüz netleşmediği için bir şey söylemek istemem. Bunun dışında farklı şehirlerde ve festivallerde oynamak gibi bir hedefim var.

Son olarak, söylemek istediğin bir şey var mı?

Bu süreçte tiyatronun değerini çok anladım. Canlı performans yapmak ve seyircinin gözünün içine bakarak gerçek bir iletişim kurmak, onlarla bir hikâyeyi, karakteri paylaşmak iki taraf için de çok derin bir deneyim. Tiyatronun bizi uyanık tuttuğuna ve iyileştirdiğine inanıyorum.

Hollandalı doktoru kafaya alan Kayserili abla! (Gerçek yaşanmıs bir hikaye)

No comments

 


Görsel: Gemini

Ramazan Yaylalı

 

1980'lerde, Hollanda‘da orta yaşlı bir Kayserili göçmen Türk abla, artık çok çalıştığını düşünerek erken emeklilik yollarını aramaya başlar. Ancak o dönemde Hollanda‘da, genç yaşta ve herhangi bir sağlık sorunu yoksa erken emekli olmak mümkün değildi.

Tesadüfen, ruh sağlığı sonradan bozulan kişilerin erken emekli olabileceğini öğrenir bizim Kayserili ablamız. Hemen en yakın tarihe bir psikiyatrist randevusu ayarlar. Birkaç hafta sonra randevu günü gelir çatar. Klinikte kaygılı ve heyecanlı bir şekilde beklerken, doktor onu odasına alır.

 Hollandalı psikiyatrist, kısa bir sohbetin ardından Kayserili ablaya şikayetlerini sorar. Tam o sırada abla, doktorun masasındaki çiçeği alıp çiğ çiğ yemeye başlar. Büyük bir şaşkınlık içinde olayı izleyen Hollandalı doktor, ne olup bittiğini anlamaya çalışır. Bizim Kayserili abla ise kimseyi umursamadan çiçekleri yemeye devam eder. Panik içinde doktor, asistanını çağırır.

 Asistan da şok olmuş bir halde, ablanın çiçekleri yapraklarıyla birlikte nasıl yediğini görür. Kısa süre sonra doktor, Kayserili ablanın "delirdiğini" raporlayıp ilgili yerlere gönderir. Ardından Hollanda Emeklilik Kurumu, ablanın erken emekli olmasına karar verir. Ablanın erken emekli olduğunu duyan Sivaslı bir abla da aynı doktordan randevu alır.

Tabii Kayserili abla gibi masadaki çiçekleri yiyerek şüphe uyandırmak istemez. O da kendine göre farklı bir taktikle, doktorun masasındaki kahveyi başına dökmeye başlar. Şaşkına dönen doktor, aynı şekilde Sivaslı ablayı da erken emekli olması için raporlayıp gönderir.

Birkaç ay içinde, erken emekli olmak isteyen ve bunun için aynı doktora gidip farklı yöntemlerle deli taklidi yapan ablalar artınca, iyi niyetli doktor durumun garipliğini fark eder. Bu oyuna bir son vermeye karar verir ve bir daha hiçbir ablaya rapor vermez.

 

 

 

Günay Acar 14 Kasım’da, Das Das Box sahnesinde

No comments

 


Uzun yıllardır Ajda Pekkan’ın ses koçluğun yapan Soprano Günay Acar, 14 Kasım akşamı saat 19:30’da DasDas Box sahnesinde unutulmaz bir konserle Londralı dinleyicilerle buluşacak. Acar’a piyanoda Cem İyibardakçı eşlik edecek.

Programda, Acar’ın özgün repertuvarının yanı sıra bestesi kendisine, sözü Aylin Sevim, aranjesi Okay Barış’a ait “biri biter biri başlar” adlı yeni şarkısının lansmanı da yapılacak. Çağdaş besteci Ayşe Önder’in eserlerinden seçkiler de konserin özel bölümlerinden biri olacak.

Konserin sürprizlerle dolu repertuvarı, dinleyicileri hem tanıdık melodilerle buluşturacak hem de yeni bestelerle keşfe çıkaracak. Acar, sahnedeki güçlü yorumunu Cem İyibardakçı’nın zarif piyano eşliğiyle birleştirerek sanatseverlere duygusal bir yolculuk vaat ediyor.

Türkiye’nin önde gelen sopranolarından Günay Acar, aldığı güçlü akademik eğitimiyle sesini ustalıkla birleştiren özel bir isim. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Opera – Şan Bölümü’nde tam burslu olarak eğitim gören Acar, Devlet Sanatçısı Suna Korad ve Romanyalı sanatçı Dan Constantine Serbac ile çalıştı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera Koro Bölümü’nden 2008 yılında onur öğrencisi olarak mezun oldu ve Avusturya’nın Feldkirch kentinde Prof. Dora Kutschi Doceva ile konser şarkıcılığı üzerine çalışmaya hak kazandı… Okan Üniversitesi Konservatuvarında yüksek lisansını tamamladı.

Soprano Günay Acar, başta Ajda Pekkan ve Emel Sayın olmak üzere birçok ünlü ismin de ses koçluğunu yaparak müzik dünyasında saygın bir yer edindi.

 

🎶 Tarih: 14 Kasım 2025

🕢 Saat: 19:30 – 21:00

📍 Mekan: DasDas Box, Little New St, London EC4A 3JR

https://www.eventbrite.co.uk/e/soprano-gunay-acar-piyano-cem-iyibardakc-konser-tickets-1891331386089?aff=ebdsshcopyurl&utm-campaign=social&utm-content=attendeeshare&utm-medium=discovery&utm-term=

Dördüncü Tokat: Yapay Zekâ!

No comments

Sigmund Freud'a göre, insanlık tarihinin üç büyük "narsisistik yaralanma"sı vardır. Bu, insanın “kendini evrenin merkezine” koyma eğilimini sarsan üç önemli keşiftir.



Ramazan Yaylali

Nikola Kopernik (Copernicus): 16. yüzyılda Güneş merkezli evren modelini savunarak, Dünya'nın evrenin merkezi olmadığını gösterdi. Bu, insanın kozmik önemini sorgulattı – “biz özel bir konumda değiliz, sadece bir gezegenin üzerindeki varlıklarız.”

Charles Darwin: 19. yüzyılda evrim teorisiyle, insanın ayrıcalıklı bir yaratılış olmadığını, diğer canlılarla ortak kökenlerden geldiğini ve doğal seçilim yoluyla evrildiğini ortaya koydu. Bu, “insanın "Tanrı'nın suretinde yaratılmış" özel bir varlık olduğu inancını yıktı.

Sigmund Freud: Kendisi üçüncü darbeyi psikoanalizle vurduğunu söyler. Bilinçdışının varlığını vurgulayarak, insanın davranışlarının büyük ölçüde rasyonel olmayan, bastırılmış dürtülerden etkilendiğini gösterdi. Bu, “insanın kendi zihninin efendisi” olduğu yanılsamasını paramparça etti.

Freud'a göre, bu üç düşünür insanın egosunu adım adım parçaladı ve bizi daha alçakgönüllü bir konuma indirdi. Freud bu fikri "Psikanalize Giriş Dersleri" (A General Introduction to Psychoanalysis) adlı eserinde, 1915-1917 yılları arasında verdiği derslerde anlattı. İşte o derslerden birindeki detaylı görüşü:[1].

"İnsanlık, tarih boyunca bilimin elinden, saf kendinden memnunluğuna karşı iki büyük hakarete katlanmak zorunda kaldı. İlki, dünyanın evrenin merkezi olmadığını, inanılmaz büyüklükteki bir evren sisteminde sadece küçük bir nokta olduğunu anlamaktı. Bu fikir, aklımızda Kopernik'le bağdaştırılır, ama İskenderiye öğretileri de buna benzer şeyler söylüyordu.İkincisi, biyoloji araştırmalarının insanı özel yaratılmış olma ayrıcalığından yoksun bırakıp onu hayvan dünyasından gelen bir varlık olarak düşürmesiydi. Bu, insanda silinemez bir hayvan doğası olduğunu ima ediyordu. Bu değişim, kendi zamanımızda Charles Darwin, Wallace ve öncülerinin teşvikiyle, çağdaşlarının en sert karşı çıkmalarına rağmen gerçekleşti.Ama insanın kendini büyük görme isteği, şimdi günümüz psikoloji araştırmalarının üçüncü ve en acı darbesini yiyor. Bu araştırmalar, her birimizin "ben"ine, kendi zihninin efendisi olmadığını gösteriyor; zihinde bilinçdışında olanlar hakkında sadece küçük bilgi parçalarıyla yetinmek zorunda kalıyoruz…"[2]

Peki, günümüze gelirsek, dördüncü darbe olarak Yapay Zekâ teknolojisini ekleyebilir miyiz? Sıradan bir birey olarak, Yapay Zekâ'nın getirdiği ve getireceği yeniliklere bakınca, kendimce bu soruya cevabım evet olacak. Elbette Yapay Zekâ uzmanları bu konuda daha derin analizler yapıyorlardır. Ama sıradan bir birey olarak, son yıllarda Yapay Zekâ hakkında uzman bilim insanlarından duyduğum korkutucu gerçekler, aklıma Freud'un üç darbesinden sonra dördüncüsünün geldiğini getiriyor. Korkarım ki Yapay Zekâ hayatımıza girdikçe, insanın "kendini merkeze koyma" eğilimi diğer üç darbeden daha sert ve sarsıcı olacak. Bu ontolojik kriz ya da tokat, diğer darbelerden daha belirgin olacağı çok belli. Endüstrileşme ile birlikte kendini yaptığı ve ürettiği işlerle tamamlayan, daha doğrusu benliğini bu kimlikler (kariyer, başarı gibi) üzerinden inşa eden post-kapitalist özne, yapay zekâ ile birlikte bu statüsünü kaybedeceği şimdiden belli olan bu kriz karşısında kendini ya da benliğini neyin üzerine ve nasıl tekrar inşa edecek? Kanımca bu soru, hepimizi gelecekte çok meşgul edecek bir sorun haline gelecek.

 

 

 



[1] Freud, S. (1955). A Difficulty in the Path of Psycho-Analysis. In the Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, (1917-1919): “An Infantile Neurosis” and Other Works (Vol. XVII, pp. 135-144). London: The Hogarth Press and The Institute of Psycho-Analysis.

[2] https://www.scientificamerican.com/blog/cross-check/copernicus-darwin-and-freud-a-tale-of-science-and-narcissism/

İngiltere'de göç politikalarında Damirka modeline geçilmesi gündemde

No comments

İngiltere'de hükümet, iltica ve aile birleşimi kurallarını sıkılaştırmak için Danimarka modeline geçmeyi düşünüyor. Ancak uzmanlar, Danimarka modelinin İngiltere’ye tam olarak uymayabileceğini söylüyor.



İngiltere hükümeti, göçmenlik sistemini Danimarka örneğine benzer biçimde yeniden şekillendirmeye hazırlanıyor. Yeni düzenlemeyle birlikte iltica başvurularının kısıtlanması, sığınmacılara kalıcı oturum hakkı yerine geçici izin verilmesi ve aile birleşimi şartlarının zorlaştırılması gündemde. Bu adım, son dönemde Kanal üzerinden ülkeye ulaşan göçmen sayısındaki artışın ardından gündeme geldi.

Danimarka modeli, Avrupa’nın en katı göç politikalarından biri olarak biliniyor. Ülkede mülteciler genellikle yalnızca geçici koruma statüsü alabiliyor ve aile birleşimi için yüksek gelir, yaş ve dil şartları aranıyor. İngiltere hükümeti bu politikaları “daha kontrollü ve adil bir sistem” kurmanın yolu olarak ifade etse de bu modele geçme planının arkasında desteği gün geçtikçe artan Reform Partisi'ne giden oyları geri alma düşüncesi var. 

Danimarka ve İngiltere’nin demografik yapıları, göçmen hareketlerinin ölçeği ve tarihsel geçmişleri birbirinden oldukça farklı. Bu nedenle, “aynı modelin doğrudan aktarılması” konusunda hem pratik hem de etik engeller bulunuyor. 

Yeni sistemin uygulanması durumunda, mültecilerin temel hakları açısından da ciddi tartışmalar yaşanabilir. Özellikle geçici oturma izinleri, aile birleşimi ve geri gönderim süreçlerinde uluslararası insan hakları standartlarıyla çelişme riski öne çıkıyor. İnsan hakları örgütleri, bu politikaların sığınmacıların güvenli yaşam hakkını tehlikeye atabileceğini vurguluyor.


EMAR seminer serisinin 51’incisinin konuğu Prof. Dr. Bülent Gökay: “Türkiye’nin 21. yy’daki stratejik özerkliği ve Alt-emperyalizm rolü”

No comments

 



Emek Araştırmaları Vakfı (EMAR) ve Easdale Foundation for Labour Research tarafından düzenlenen seminer serisinin 51’incisi, Prof. Bulent Gökay’ın katılımıyla gerçekleştirilecek. “Türkiye’nin 21. yüzyıldaki stratejik özerkliği ve alt-emperyalizm anı” başlıklı bu etkinlikte, Türkiye’nin küresel ekonomideki konumu, sanayileşme süreci ve bölgesel etkisi mercek altına alınacak.

Prof. Gökay, son otuz yılda Türkiye’nin önemli bir sanayi ekonomisine dönüşerek Avrupa merkezli üretim ağlarına entegre olduğunu ve bu durumun Türkiye’yi hem emperyalist uygulamalarda bir aktör hem de geleneksel emperyalist güçlere meydan okuyan bir ülke haline getirdiğini belirtiyor. Seminerde bu dönüşümün tarihsel ve teorik temelleri, özellikle “alt-emperyalizm” kavramı çerçevesinde ele alınacak.

Soğuk Savaş’ın bitişiyle küresel kapitalist sistemde yaşanan güç kaymaları ve ABD hegemonyasındaki zayıflama, Türkiye gibi bölgesel güçlerin hareket alanını genişletti. Prof. Gökay’a göre Rusya ve Çin’in yükselişiyle birlikte oluşan çok kutuplu dünya düzeninde Türkiye, bu rekabet ortamını özellikle Suriye ve çevresinde etkisini artırmak için kullanıyor. Etkinlikte, Türkiye’nin bu süreçteki politikalarının uluslararası dengelere etkisi de tartışılacak.

 

Etkinlik Bilgileri:
📅 Tarih: 28 Kasım 2025, Cuma
🕡 Saat: 18:30 – 20:30
📍 Yer: Meeting Room 3, Finsbury Park Trust FinSpace
225–229 Seven Sisters Road, Finsbury Park, Londra, N4 2DA

 


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan