Showing posts with label kültür. Show all posts
Showing posts with label kültür. Show all posts

Göçmen yazar Pelin Markirt “ithal gelinlerin" hikâyelerini yazdı

No comments

06 September 2025

Göçmen yazar Pelin Markirt, “İthal Gelinler” başlıklı kitabında büyük umutlarla evlenip yurtdışına gelin giden yedi genç kızın başından geçenleri kahramanlarının ağzından aktarıyor.

 





Pelin, öncelikle bize biraz kendinden bahseder misin?

1984’te Adıyaman'da dünyaya geldim. 90’lı yıllarda, zamanımın çoğu şehirde yaşayan dedemle akrabalarını, ahbaplarını gezerken mutlu ve güzel bir çocukluk geçirdim. Köyde yaşayan dedem okumaya çok düşkündü, onun hikâyelerini dinlemek benim için muazzam bir duyguydu. Ayrıca, babamın kültürümüzde süregelen fabl benzeri masalları her uyku öncesi anlatması, hayal dünyamın gelişmesine çok katkı sağladı.

Bilkent Üniversitesinde İşletme Fakültesi’nden mezun oldum. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nden Finans Mühendisliği alanında yüksek lisans derecemi aldım. Uzun yıllar bankacılık ve finans alanında görev aldım. İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli illerinde çalışma imkânım oldu. Bir Ankara Anlaşmalı olarak 2019’da kurduğum Arbin Mileva Consultancy şirketi ile Londra’da finansal teknoloji şirketlerine insan kaynakları danışmanlığı hizmeti sağlıyorum.

 


Neden kadın odaklı bir kitap yazma gereksinimi duydun?

Her ne kadar doğduğum coğrafyaya âşık olsam da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini en yoğun olarak gözlemlediğim ya da bana hissettirildiği yerdir diyebilirim. Bunu henüz çok küçük yaşta, bir eş, dost gezmesinde yaşamıştım. Ben yine ilkokuldaydım. Ev sahibesi teyzeye yardım ediyordum, kek tabaklarını taşıyordum. Birden, ev sahibinin, Ankara’dan getirttiği matematik problem kitapçıkları dikkatimi çekmişti. Adam, kendi oğullarına ve erkek kardeşime kitapçıktan hediye etti. Ne yazık ki bana hediye etmedi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Bahsettiğim dönemde, belki çok başarılı bir öğrenci değildim fakat cinsiyet eşitsizliğini çok iyi anlamıştım çünkü elinde yeterince kitapçık varken bana vermemişti. Zaten, o odadaki görevim boş çay bardaklarını toplamaktı. O gün, bazı şeyleri değiştirmeye, gerçekten dört dörtlük öğrenmeye ve başarılı bir birey olmaya karar vermiştim. Hemen komşumuz Zeki amcanın kapısını çalarak bana kümeleri öğretmesini rica etmiştim. Bana kibritlerle kümeleri öğretmişti, sonra tutkulu olunca öğrenme ve başarı da kendiliğinden geldi. 

Kurduğum şirketin adını bile kadınlara armağan ettim. Arbin, Kürtçede ateş yakan, ışık saçan kadın demek. Mileva’yi ise, Albert Einstein’in teorilerinin arkasındaki görünmez figür olan karısı ve aynı zamanda engelli bir birey olan Mileva Maric’e saygımdan ötürü verdim.

Kadınların belli düşünce kalıplarına sıkıştırılarak onlara hak verilmemesine hep karşı çıktım. Kadının kadın olduğu için miras hakkının elinden alınmasına, erkeklerle aynı terfileri hak edebilmek için daha fazla çaba göstermesi gerektiğine, bir kadının trafikte erkeklerce taciz edilmesine katlanamıyorum. Sadece buna değil, hamile kalan kadına kilo alması veya doğum kilolarını atamaması ile ilgili toplumun dayatmalarına da dayanamıyorum. Evlilik için, annelik için kendi biyolojik ve ruhsal saatimizi değil de toplumun saatini dert etmek zorunda olmadığımızı da göstermek amacıyla kadın odaklı bir kitap yazmayı arzuladım.  

Hikâyeyi tersten okuyalım…Yağmur’a eşi gerekli desteği verseydi belki bugün Frankfurt’un çok güzel bir yerinde kuaför salonunu açmış olacaktı. Burcu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmasa acaba ilk nişanlısıyla nişanlanır mıydı? Ya da İpek sosyal hayatında arkadaş bile olmayacağı kişiyle evlilik yapar mıydı? Zaten, sosyal medyada kadına fiziksel şiddeti görüyoruz, benim biraz da okuyucularıma sunmak istediğim kahramanların yaşadığı psikolojik şiddeti göstermekti. Bu nedenle, kitabım okuyucu kitlesinin kadınlar değil de erkekler olmasını temenni ediyorum. Zira, kadının hayatındaki erkek figürünün eylemleri ile kadın hayatının nasıl tepetaklak olabileceğini de bütün şeffaflığıyla ortaya koymuş bulunduk. 

 


                                  
Kitabı kitapyurdu.com üzerinden temin etmek için tıklayın
👇

Göçmenlik konusu ne zaman dikkatini çekmeye başladı? “İthal gelinler” ilk defa ne zaman dikkatini çekti?

Çocuktum, mahallede çok sevdiğim bir akrabamın kızını, ablamı kitapta yer verdiğim gibi Kara Dantel Sokağı’nda incir ağacının altında gelin etmiştik. İki güzel kızı dünyaya gelmişti ancak kızlar henüz küçükken onları annesine, akrabam olan bibime (yerel dilde büyük hala) bırakarak Almanya’ya işçi olarak gitmişti.  Yanımda pek dile getirmiyorlardı fakat anladığım kadarıyla orada oturum ve çalışma izni alabilmek için eşinden boşanıp Almanya’da para karşılığı sahte bir evlilik yapmıştı. Ablamı özlüyordum, kızların annesiz kalmasına üzülüyordum. Yıllarca Türkiye’ye gelemedi, sonra bir izne geldiğinde onun ne kadar yıprandığını gördüm, yüzüne olgunluk çökmüştü. Bir davetiye matbaasında çalışıyormuş. Bize getirdiği çikolataları afiyetle yerken, birden baş parmağı ile işaret parmağının arasındaki upuzun dikiş izi dikkati çekmişti. İş kazası geçirmiş ve elini matbaa aletine kaptırmış. Şanslıymış ki eli kopmamış. Elini öyle görünce içim burkuldu. Görümcesinin evinde kalıyormuş. Onun göçmenlik haline çok üzüldüm. Keyfi yerinde miydi? Değer miydi kızları bırakmaya? O, bu kadar özlem ve acı çekerken aldığı çikolata boğazıma dizildi, yemeyi o an bıraktım. İthal gelin değildi ablam, fakat bir göçmen kadın olarak hiç bilmediği bir ülkede yaşadıklarını düşünüyordum. Bu sahneden sonra, Almanya gerçekten acı vatandı benim için.

Erasmus eğitimi için Hollanda’da yaşadığım sırada göçmenler hakkında gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di.

İlk kez bir ithal gelinle Hollanda’da bir arkadaşım aracılığıyla tanışma imkânım olmuştu. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun “yalnız anne” olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girdi. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu. Aklımın bir köşesinde hep durdu. 

"İthal Gelinler’’ senin ilk kitabın… Biraz bu kitabın oluşma ve yazım sürecinden söz eder misin? “İthal Gelinler”e nasıl ulaştın? Görüşmeler sırasında neler yaşadın? Nasıl tepkiler aldın?

Londra’ya yeni taşınmıştım, 17 Mart’ta bütün ülke tam kapatmaya girdi. Kısa yürüyüşler yapmak, değişik tarifler denemek, Netflix’te diziler izlemekle günlerimi geçirirken ve bu kadar boş zamanı nasıl değerlendirmem gerektiğini düşünürken, annemin Adıyaman’da büyüdüğü Süryani Mahallesi’nden çocukluk arkadaşının kızı ve aynı zamanda benim de çocukluk arkadaşım Kristin’in bana verdiği cesaretle bu serüvene başladım. O sıralar, ‘Unorthodox’ dizisini izliyordum, ana karakter Esty’nin yaşadıkları kitap kahramanım İpek’in yaşadıklarını hatırlattı. Kitabın konusunda karar kılmıştım: yurtdışına evlenerek taşınan kadınların göçmenlik hikâyelerini anlatmak istiyordum.  

İpek aracılığıyla zincirleme bir şekilde ulaştığım ilk kahramanla randevulaştıktan hemen sonra ithal gelin olmakla ilgili bir soru listesi hazırladım. Bir yandan yazarken diğer yandan da diğer ithal gelinlerle temasa geçiyordum. Ulaştığım görüşmecilerin tamamı kitapta öykülerine yer verilmesini kabul etmedi elbette. Mesela, Paris’te yaşayan bir ithal geline kitap konusunu açar açmaz hemen konuyu kapatarak “beni boş ver” demişti. Sonra, köyde sevdiğine varamadığı için sevdiği adamın bir akrabasıyla nispet için evlendiğini ve mutsuz olduğunu öğrendim. Maalesef, üzücü hikâyelerle de karşılaştım. Sadece bu ithal gelinden böyle sert bir tepki aldım. Onun dışında Avustralya’da yaşayan başka bir kadın, kitaba konu olmak istemediğini belirtti, saygıyla karşıladım. Kalben ve ruhen bir projeye dahil olmak bambaşka bir his. Bu nedenle, bu kitaba cani gönülden dahil olmak isteyen kahramanlarla ilerledim. Zaten, bu kahramanlarım da karantinadaydı ve onlar için de geçmişe bir yolculuk niteliğindeydi başlattığımız bu yolculuk… Zira ilmek ilmek dokuyacağımız hikâyelerimizde onların desteği olmadan ilerleyemezdim. 

 

Kitap yedi öyküden oluşuyor. Öykülerin birbiriyle bağlantısı var mı?

Bilinçli bir şekilde öykülerimi kahramanlarımdan İpek’in öyküsünün çevresinde topladım çünkü kitabım çıkış noktası İpek ile ‘Unorthodox’ filminin karakteri Esty’nin yasam benzerlikleri…Hayatlarımız nasıl sadece siyah ve beyazdan oluşmuyorsa, okuyucunun da sunduğum duygu paletindeki renkleri dilediğince karıştırmasını arzuladım. Bir duygudan başka bir duyguya geçişini sağlamak gibi…Böylece zaman zaman geçmişe yolculuk yaptık, bundan dolayı İpek’i ilkokulda sıra arkadaşı Yağmur’la aynı sıraya oturttum, çocukluk arkadaşı Burcu ile oyun oynadılar. Üniversiteden arkadaşı Alev onu Londra’ya ziyarete geldi, Öykü ile parkta keyif yapıyorlar. Dostu Lorin’in nişan törenine katıldı ve Zana ile ilk fırsatta görüştüreceğim. 

 


Bu öykülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Kitabın omurgası gerçek kahramanlara dayanmakla birlikte, yaşam öykülerini kurguladım. Çünkü belli bir çerçeveye bağlı kalarak kurgusal yazım tekniğinin beni daha özgür kıldığını hissettim. Ayrıca, kahramanlarımın özel hayatlarının gizliliğini ihlal etmemek adına da birtakım değişiklikler yapmayı tercih ettim. Bunu gerçekleştirebilmek için kafamda bir sokak yarattım, sokağa ne isim vereceğimi düşünürken öykülerin ortak unsuru ‘çeyiz’ kavramından yola çıktım. Wimbledon Park’ta çamurlara bata çıka günlük yürüyüşümü yaparken ve aynı zamanda sokağa isim düşünürken şarkı çalma listemde birden Kayahan’ın ‘Sarı Saçlarından Sen Suçlusun’ şarkısı çıktı. Bundan esinlenerek ‘Kara Dantel Sokağı’ verdim sokağımın adına. Sonuç olarak, hikâyelere bugüne kadar karşılaştığım birçok ithal gelinin hikâyesinin karması ya da gerçeklerden esinlenerek ortaya konmuş kurgusal öyküler gözüyle bakabiliriz.

 

Kahramanlarınla ilgili seni şaşırtan şeyler oldu mu? Bizimle paylaşabilir misin?

Yağmur’un hafızası, olayları net hatırlama yeteneği karşısında dilim tutuldu. Sanırım halen çözülmemiş bazı konular olduğu için geçmişine elveda diyemiyordu. Lorin, en az konuşmayı tercih ediyordu, kendini açma konusunda zorlandı. Burcu, kitabın yayımlanmasını en çok isteyen kahramanımdı, kitabımızın genç kadınlara kılavuz olmasını diliyor. Zana, görüşmecilerim arasında en keyiflisi ve konuları ballandıra ballandıra anlatan karakterdi. Öykü, diğer kahramanların hikâyelerini en çok merak eden kahramanım. Alev, akademisyen kimliğiyle ona okuması için gönderdiğim metindeki düzeltmeleri bile kendi yapacak kadar mükemmeliyetçi kahramanım. İpek’in geçmişle ilgili çok az şey hatırlaması enteresandı, çekmecelerinden çıkardığı notlarıyla ilerledik.

Seni en çok etkileyen hikâye hangisi oldu kitapta yer alanlar arasında?

Yağmur’un hikâyesi ilk göz ağrım olması ve hikâyenin ağırlığı nedeniyle beni en çok etkileyen hikâye oldu. Özellikle, kadın sığınma evine yerleştikten sonra eşi tarafından şiddet görüp odasında ölü olarak bulunan kadınla ilgili sahneyi yazarken çok zorlandım. Bilmediği bir ortamda, bilmediği insanlarla yaşarken, tamamen yabancı olduğu bir dilde bir şeyler olurken olayların merkezinde olmasına rağmen yaşananlara olan uzaklığı… Yağmur de ben de gözyaşlarımıza hâkim olamadık, birkaç gün olayın etkisinden kurtulamadım. Ortamın kasvetini çok derin hissetmiştim. Onun sonraki çaresizliği ve yalnızlığı da çok yürek dağlayıcıydı. 

 

Kitabında büyük umutlarla yurtdışına gelin giden kadınların yaşamlarına ayna tutuyorsun. Bunlar arasında büyük hayal kırıklığına uğrayanlar olduğu gibi kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınlar da var. Sence aralarındaki farkı belirleyen şey nedir? Yanlış seçim yapmaları mı? Bilinç durumları mı?

Evlilik, iki insanın hayatını birleştirmesi ve dünyalarını kesiştirmesi anlamına geliyor benim için. Kimi etnik veya kimlik nedenlerle dahil oluyor bu surece, kimi aşk için, bazıları da bunu da bir fırsat olarak değerlendirebiliyor.

Öte yandan, Türkiye’de yaşarken sevgilisinin, nişanlısının hayatına ithal gelin olarak dahil olan kadının göçmenlik, kadınlık, eş ve anne olma durumları daha da durumu zorlaştırıyor. Bu konu ilgimi çok çektiği için derinlemesine analiz etmek istedim. Amacım, sadece dramatik konuları değil, hayatın içinde var olan aşkı, tutkuyu, özlemi ve en önemlisi göçmenlik bilincini okura aktarmaktı.

Gençken evlilik kararı alanlarda sorun riski daha yüksek görünüyor. Tanıma surecini daha uzun bir doneme yayan çiftler birbirlerini anlayıp anlamadıklarını daha net görebiliyorlar. Bilinç durumları da elbette farklı ithal gelinlerin. Bilinci açık olmayan veya kendini yeterince tanımayan kadınlar, karşısındaki adamın ne istediğini de çözemiyor. Durum çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşüyor.

Göçmenlik, yeni kültüre dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı evliliğin sorumluluklarına, yeni dünyasına da hızlıca alışması gerekiyor. Bu noktada, eşinin, eşinin ailesinin, hatta arkadaş çevresinin bu konu ile ilgili yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler, sonu hüsranla hatta travmalarla biten evliliklere neden oluyor. Öte yandan, eşleri ile evlilik içerisinde yoğrulan, yeni ülkede destek gören kadınların ise yeni toplumuna ve hayatına daha fazla entegre olduğunu, her ne kadar sorunlarla karşılaşsalar da bu sorunların birlikte aşıldığını okuyucuya sundum. Bana göre kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınların duruşları ve eşlerinin ‘’ithal gelin’ yolculuğunda verdiği destek onları travmatik evlilik yapan kahramanlardan ayrıştırıyor.  Bugün bir yolcu, uçağa bindiğinde, dakikalarca uçuş süreci hakkında bilgi veriliyor, beklenmedik durumlarda yolcuların neler yapması gerektiği uçuş görevlileri ve pilotlar tarafından anlatılıyor. Benzer şekilde, bir çalışan yeni bir işe girdiğinde ilk iki aylık alışma evresinde, firma, organizasyon yapısı, işlerin nasıl yapıldığı uzun uzun anlatılıyor. Bunun ‘ithal gelin’ evliliklerinde de kesinlikle yapılması gerekiyor. Neyin nasıl yapıldığı, neyin nereden alındığı, hepsinin anlatılması, olası zor durumlarda nasıl aksiyon alacakları konuşulmalı. Her bireyin ‘intibak’ süresi farklı çünkü bizler birey olarak yeni bir şeyle karşılaştığımızda öğrenme eğrisi devreye giriyor. Bu eğrinin iki bileşeni var, öğrenme ve zaman. İthal gelinlerde ise zaman geçtikçe dili öğrenemeyen, çevreyi tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme eğrisi düzgün çalışmıyor. Eşiyle sorunlar çıkmaz hale geliyor, gurbet ve özlem faktörleri de devreye girince zorlukla baş edemiyor ve havlu atıyor.

 

Kitabı Almanya, ABD, İtalya ve İngiltere'den edinmek için 

👉Kitabı edinmek için tıklayın



Pelin Markirt’in İthal Gelinler adlı kitabını,

• Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) ve İthal Gelinler – Press Dionysus adresinden edinebilirsiniz (info@pressdionysus.com).

 


“The Womb”, Arcola Theatre’da sahnelenecek

No comments

26 August 2025


Aylin Rodoplu’nun yazdığı absürt komedi “The Womb”, 27–30 Ağustos tarihleri arasında Arcola Theatre’da sahnelenecek. 






Kadınlık deneyimine, ataerkil normlara ve toplumsal kalıplara alışılmadık bir gözle bakan oyun, seyirciyi hem güldürüyor hem de düşündürüyor.
Gerçekle hayalin iç içe geçtiği bu tuhaf dünyada, üç kadın asla terk edemedikleri bir yerde yollarını arıyor. Zekice yazılmış, hızlı akan diyaloglar; özgün, tekno-atmosferik müziklerle örülü bir anlatı…

Asla terk edilemeyen bu yerde kaybolmuş üç kadının hikâyesi,
STOFF’ta En İyi Yükselen Sanatçı ödülüne aday gösterilen ve FUSE International’da övgüyle karşılanan The Womb ile sahnede hayat buluyor.
Ataerkil bir dünyada kadın olmanın ne anlama geldiğine dair alışılmadık, sarsıcı bir bakış açısı sunuyor.

Ne kadar saçma olduğuna gülecek,
Ve belki de sonunda fark edeceksiniz:
The Womb, bizim dünyamızdan o kadar da uzak değil.



Oyun Bilgileri:

  • Yazan & Müzik: Aylin Rodoplu
  • Yöneten: Elise Xiaqi Eriksen
  • Oyuncular: Aylin Rodoplu, Tara McMillan, Gabriela Mahé
  • Yer: Arcola Theatre, 24 Ashwin St, London E8 3DL
  • Tarih: 27-30 Ağustos
  • Biletler: www.arcolatheatre.com/whats-on/thewomb/


Sokak palyaçosunun “seksi palyaçoya” dönüşmesinin hikâyesi: Oyuncu Feride Morçay’la yeni oyunu Chickadee üzerine söyleşi

No comments

10 August 2025

Feride Morçay, palyaçoluk sanatına duyduğu ilgiyle yazmaya başladığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Londra’da Riverside Studios Bite Size Festivali’nden sonra ağustos ayında Edinburgh Fringe Festivali’nde 23 gün boyunca sahne alacak. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.

 





 

Londra’da tiyatro ve sinema alanındaki üretimlerine devam eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarla adından söz ettiriyor. Londra’nın ardından Edinburgh Fringe Festivali’nde ağustos ayı boyunca sahne alacak olan Feride Morçay’la kendi yazıp oynadığı tek kişilik oyunu Chickadee hakkında konuştuk.

Böyle bir oyun yazmak nereden aklına geldi?

Liseden beri yanımda fikir defteri taşıyorum. Yaklaşık 10-15 sene önce ben bu fikir defterine bir sokak sanatçısıyla ilgili hikâye fikri yazmıştım. Palyaço değildi ama sokak sanatçısı olmak hep ilgimi çekmişti. Bunun dışında senelerdir yazıp çizip karaladığım bazı sürreal fikirlerle bu ve palyaçoluk felsefesinden çıkan karakter birleşti ve bir anda akmaya başladı. Londra’da daha önce “clowning” üzerine atölyelere katılmıştım. Bu sayede birçok farklı performans sanatçısıyla tanıştım. Micaela Miranda adında bir hocam vardı, onun bir haftalık yoğun programına katıldım. Sonra Rus palyaço Slava hakkında bir belgesel izledim ve Slava'nın bir palyaço olarak hayat felsefesi, koşullar ne olursa olsun insanları gülümsetebilme çabası beni çok etkiledi. Derken kendimi bir anda bu oyunu yazarken buldum.

Dahlia karakterin böyle mi doğdu?

Evet, önce bir fikir olarak ortaya çıktı. Üzerine çok düşünmeden bu ilhamla sahneler yazmaya başladım. Sonra sokakta, palyaço kılığıyla doğaçlama bir performans yaptım. Trafalgar Square’de tamamen doğaçlama bir şekilde, sokakta bir süpürge alıp sokağa süpürmeye başladım.  İnsanların şaşkın bakışları, gülümsemeleri, tepkileri beni çok etkiledi.

Bu deneyimle birlikte metin henüz oluşmamışken, performans dünyasındaki bir oyuncunun ne yaşadığından çok karşı tarafa ne verdiğinin daha önemli olduğunu fark ettim.  

Ardından bir palyaço ver performans sanatçısı olan Tanya Zhuk palyaço koçu olarak oyuna dahil oldu; üç seans diye konuştuk, yirmi seanstan fazla yaptık. Bazen bütün gün palyaço karakterinin içinde kalıp palyaçoyu oynamayıp adeta palyaço oldum.

Biraz da oyunun metnine gelelim. Dahlia nasıl bir karakter?

Dahlia, idealist bir sokak palyaçosu. Başarıyı ün ya da para ile değil, insanların yüzüne bir gülümseme koyabilmekle ölçen biri. Fakat etrafındaki insanlar onun bu yolculuğunu anlamıyor. Para kazanması, “başarılı” olması gerektiğini düşünüyor. Derken menajeri ve en yakın arkadaşı olan Sue’nun zorlamasıyla bir televizyon programına çıkıyor ve orada kendi seksapeli üzerinden değer görüyor. Farkında olmadan sistemin ona çizdiği yola yöneliyor. Kendisi de bir kukla gibi aslında bir bakıma izin veriyor buna. Ertesi gün ünlü biri olarak uyanıyor ve bu durumdan annesi, menajeri, babası çok mutlu oluyor.

Palyaçolukla çatışan bir durum değil mi bu?

Evet. Bu da kızın kafasını çok karıştırıyor. Hikâye de bununla ilgili zaten; Dahlia’nın, kendi içindeki ‘kadın’la, ‘sanatçı’ ile ve ‘toplumun kadından beklediği şey’ ile olan çatışmasıyla… Dahlia, bir anda "seksi palyaço" olarak ünleniyor ama bunu istemeden yapıyor. Ve herkes – annesi, menajeri, çevresi – bu başarıyı kutlarken, Dahlia içten içe kim olduğunu sorguluyor.

Kadın sanatçıların bazen yaşadığı bir durum bu; bir kişinin değerinin dış görünüşünden verilmesi akıl sağlığını inanılmaz etkiliyor.  Ben bunu çok gözlemliyorum; arkadaşlarımdan, çevremden, iş arkadaşlarımdan, herkesten kendim de deneyimleyerek. Burada güzel ve bakımlı olmaktan söz etmiyorum. Gerçek değerinin sadece ‘cinsellik’ üzerinden biçilmesi çok can acıtıcı bir durum bence. Dahlia da idealist bir sokak palyaçosuyken birdenbire başka birine dönüşüyor.

Oyunun yapısı nasıl? Gerçekçi bir anlatım mı, yoksa farklı katmanlar var mı?

Metin çok katmanlı. Oyunda sürreal kısımlar da var. Çünkü biz bu karakterin tamamen psikolojisinin içine giriyoruz. Ve bazen bu anı yaşarken sahne bir anda değişiyor. Işıklar değişiyor. Ve biz Dahlia 'nın beyninin içine giriyoruz sanki. Ve onun düşüncelerini ve geçmişte yaşadıklarını görüyoruz. Çocukluğuna iniyoruz.

Bu kadar ağır bir metin ancak mizahla yoğrulabilir sanırım…

Kesinlikle. Bence mizah, en zor konuları insana yaklaştırmanın en etkili yolu. Taciz, sistem baskısı, kadın kimliği, bedenin pazarlanması gibi çok ağır temaları işliyorum. Ama bunları doğrudan yüzüne çarpmadan, biraz güldürerek, sonra da düşündürerek sahneliyorum. Bu, seyircinin daha açık kalmasını sağlıyor.


Seyirci nasıl karşıladı oyunu?

Seyircilerde metnin doğasından kaynaklanan yoğun duygu geçişleri oluyor. Dahlia’nın gülümseyen yüzünün arkasında yaşadığı içsel yıkım çok etkiliyor insanları. Mizahın içinde derin bir trajedi var. O kontrast seyircide büyük bir etki yaratıyor.

Seyirci bu oyunda her şey. Bazı bölümlerinde interaktif sahneler var. Aralarına giriyorum, doğaçlama anlar oluyor. Bu da seyirciyi oyunun bir parçası kılıyor.

Bir saat boyunca tek başına sahnede olmak zor bir iş değil mi?

Oyunun zengin içeriği, duygusal iniş çıkışlar ve ağır konuların mizahla harmanlanması ve karakterin seyirciyle kurduğu iletişimdeki dürüstlük seyirciyi diri tutuyor.

Chickadee ağustosta Edinburgh Fringe Festivali’nde sahnelenecek? Seni neler bekliyor?

Oyunu daha önce Bite Size Festivali kapsamında Riverside Studios’da dört kez oynadım. Çok iyi bir prömiyer oldu. Şimdi Fringe’de 1-25 Ağustos tarihleri arasında 23 gösterim yapacağım. Her gün, her seyirci ve her an birbirinden farklı olduğu için her oyun kendine özel olacaktır. Bu arada unutmadan belirteyim; bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak.

Bu oyundan sonra ne var sırada? Yeni projeler?

Chickadee’yi Londra’ya tekrar getirmek istiyorum. İstanbul için bazı görüşmeler var, henüz netleşmediği için bir şey söylemek istemem. Bunun dışında farklı şehirlerde ve festivallerde oynamak gibi bir hedefim var.

Son olarak, söylemek istediğin bir şey var mı?

Bu süreçte tiyatronun değerini çok anladım. Canlı performans yapmak ve seyircinin gözünün içine bakarak gerçek bir iletişim kurmak, onlarla bir hikâyeyi, karakteri paylaşmak iki taraf için de çok derin bir deneyim. Tiyatronun bizi uyanık tuttuğuna ve iyileştirdiğine inanıyorum.

Feride Morçay kendi yazdığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Edinburgh Fringe’te sahne alacak

No comments

30 July 2025

Londra’da yaşayan oyuncu Feride Morçay, yazıp oynadığı tek kişilik tiyatro oyunu Chickadee ile Edinburgh Fringe Festivali’nde sahne alıyor. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.


 

Londra’da tiyatro ve sinema alanında üretimlerine devam eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarıyla tanınıyor.

Morçay, Chickadee’yi clowning (palyaçoluk) sanatına ilgi duymaya başladıktan sonra kaleme aldı. Oyunun merkezinde, idealist bir sokak palyaçosu olan Dahlia karakteri yer alıyor. Dahlia, sokakta insanlara gülümseme dağıtarak anlam bulan bir kadınken, televizyon dünyasında kendisine seksapelinin dayatılmasıyla bir kimlik krizine sürükleniyor. Oyuncu, bu çatışmayı “Kendi sanatıyla değil, dış görünüşüyle değer görmek, kadın sanatçının en derin açmazlarından biri” sözleriyle özetliyor.

Bir saat süren tek kişilik oyun boyunca Morçay, hem Dahlia karakterini hem de onun çevresindeki bazı sesleri sahneye taşıyor ve zaman zaman interaktif anların da yer aldığı performansta clowning tekniğinden yoğun biçimde yararlanılıyor. Sürreal sahnelerin de  de yer aldığı oyunda seyirci zaman zaman Dahlia’nın çocukluğuna dönmesine şahitlik ediyor.

Taciz, sömürü, bedenin metalaşması gibi ağır temaları mizahla yoğuran metin, seyirciyi zaman zaman güldürüp zaman zaman da duygusal olarak sarsmayı hedefliyor. Prova sürecinde yönetmen Aishwarya Ajit Gaikwad ile birlikte sahne üzerinde şekillendirdiği oyun için Feride Morçay, “Mizahın gücüyle çok ağır konuları sahneye taşımak, seyircide güçlü bir etki yaratıyor” diyor.

Chickadee, 1–25 Ağustos tarihleri arasında Edinburgh Fringe Festivali’nde, yalnızca iki gün hariç her akşam sahnelenecek. Oyunun bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak. Oyuncu, bu oyunu festivalin ardından farklı sahnelere taşımayı hedefliyor.

 


📍 Chickadee, 1–25 Ağustos tarihleri arasında Edinburgh Fringe Festivali’nde, her gün 20:45’te sahneleniyor (11 ve 18 Ağustos hariç).
🎭 Yazan ve oynayan: Feride Morçay
🎬 Yönetmen: Aishwarya Ajit Gaikwad
Süre: 1 saat
🎟 Tür: Tek kişilik gösteri, mizahi dram, clowning

 

Modern birey gerçekten özgür mü?

No comments

21 July 2025




Moderniteyle birlikte geleneksel toplumların sabit ve tekdüze yapısından kopan birey, kimliğini oluştururken geleneksel değerlere ve bilgilere eskisi kadar bağlı değildir. Çünkü modern yaşamın ihtiyaçları karşısında geleneksel bilgi, bir rehber olarak yetersiz kalmıştır. Modernite sadece geleneğe meydan okuyarak yeni bir dünya yaratmakla yetinmemiş, aynı zamanda bireyi yeniden inşa etmiştir. Modern birey artık hayatını şekillendirebileceği, seçeneklerle dolu, dinamik bir ekosistemde yaşamaktadır. Bu ekosistemde birey, özgür bir şekilde kendi yolunu çizen, verdiği kararların sorumluluğunu taşıyan özerk kişidir. Her seçimi kendine aittir ve bu seçimler onun kendi hayat hikayesini yazmasını sağlar. Birey artık geleneksel toplumlarda olduğu gibi önceden kendisi için belirlenmiş yolda yürümek yerine, kendi iradesiyle ve elindeki imkanlarla hayatını inşa etme özgürlüğüne sahiptir[1].

Modern öncesi dönemlerde aileler, cemaatler ya da dini kurumlar bireyin hayatını tüm sorumluğunu alarak yönlendirir, fırsatları ve riskleri sorumluluğunu alarak dizayn ederlerdi. Ancak modern dünyada birey kendini gerçekleştirme sürecinde bu fırsatları ve riskleri kendi başına algılamak, yorumlamak ve karar vermek zorundadır. Modern yaşamın karmaşıklığı düşünüldüğünde, bireyler doğru kararlar almakta zorlanabilirler. Çünkü aldıkları kararların sonuçları ve etkileri çoğu zaman belirsizdir. Bu nedenle birey, seçeneklerle dolu (multi-options) bir ekosistemde risk analizleri yapmakta güçlük çeker. Ekonomik, sosyal ve kişisel risklerle karşı karşıya kalan birey, adeta bir deneme-yanılma süreciyle hayatını planlamak, düzenlemek ve tutarlı hale getirmek zorundadır. Bu süreçte modern özne doğrudan bir emre zorlanmaz, ancak kendi hayatını planlaması, anlaması ve eyleme geçmesi beklenir. Kendini gerçekleştirme sürecinde bir başarısızlık (scheitern) durumunda ise bu sonuçlarla başa çıkmak bireyin sorumluluğundadır ve bu durum bazen hem bedensel hem ruhsal anlamda birey için ızdıraba dönüşebilir.[2]

Bir diğer önemli nokta ise, bireyselleşme sürecinin yalnızca geleneksel otoritenin despot ve baskıcı dünyasından kurtulunması olarak algılanmasıdır. Bu kısmen doğru olsa da geleneksel kurumlardan bağımsız hale gelen birey, bu kez modern kurumların sınırlayıcı gerçekliğiyle karşı karşıya kalır. Dolayısıyla, mutlak anlamda özgür bireyden bahsetmek pek mümkün değildir.

Çünkü insanlar, geleneksel norm ve kısıtlamalardan kurtulurken, aynı zamanda modern toplumun getirdiği sistemlerle bütünleşmektedir; emek piyasası, eğitim sistemi, hukuk sistemi, bürokrasi gibi. Bu kurumlar kendi gereksinimlerini, standartlarını ve uygunluk kriterlerini oluşturmaktadırlar. Birey, bu düzenlemelerin oluşturduğu ağlarda yolunu bulmayı öğrenmek zorundadır. Aksi takdirde sonuçlarına katlanmak zorunda bırakılacaktır[3]. Almanların meşhur bir deyimi ile ifade edersek her birey bir selberschuld[4] kategorisine itilmektedir

Özetle, bireyselleşme tam anlamıyla özgürleşmek demek değildir. Aksine, modern dünyanın yeni kuralları ve beklentileri çerçevesinde bireyin kendini yeniden şekillendirmesidir. Özgürlük bazen bireyi zorunlu seçimlere itebilir. Birey; ekonomik, kültürel ve sosyal koşullar gibi yapısal sınırlar içinde hareket eder. Bireyin karar verme ve seçim özgürlüğü, bu yapıların dayattığı sınırlar içinde; bireyin özgür iradesinden çok, zorunlu bir seçime dönüşebilir.

 



[1]  Beck, Ulrich, Nicht Autonomie, sondern Bastelbiographie Anmerkungen zur Individualisierungs-diskussion am Beispiel des  Aufsatzes von Günter Burkart. Zeitschrift für Soziologie, Jg. 22, Heft 3, Juni 1993, S. 178-187

[2] Beck, U. & Beck-Gernsheim, E., 1993: Riskante Freihei ten. Zur Individualisierung von Lebensformen in der Moderne. Frankfurt: Suhrkamp.

[3]  Hitzler, R., & Honer, A. (1994). Bastelexistenz: über subjektive Konsequenzen der Individualisierung. In U. Beck, & E.

 Beck-Gernsheim (Hrsg.), Riskante Freiheiten: Individualisierung in modernen Gesellschaften (S. 307-315). Frankfurt

 am Main: Suhrkamp

[4] Bu ifade, kişinin yaptığı seçimler veya eylemler nedeniyle karşılaştığı olumsuz sonuçlardan kendisinin sorumlu olduğunu vurgulamak için kullanılır. Türkçede duruma göre "kendi düşen ağlamaz" gibi atasözleriyle de benzer bir anlam taşır.

 

İdeolojik Bir Söylem Olarak “Mutluluk”

No comments

18 July 2025



Mutluluk söylemi, modern dünyada bireyin kendini tanımlama ve anlamlandırma sürecinde merkezi bir konuma yerleşmiştir. Foucault'nun "iktidar ve bilgi" kavramlarından hareketle, mutluluk söylemi, tarihsel ve toplumsal bağlamda belirli güç ilişkileri tarafından üretilen bir ideoloji olarak görülebilir. Bu söylem, bireyi "mutlu olmaya" zorlayan normatif bir çerçeve sunar. Üniversiteler, medya, popüler kültür ve kişisel gelişim endüstrisi gibi çeşitli kurumlar, mutluluğu hem bir hedef hem de bir ölçüt olarak yeniden üretir. Bu durum, modern öznenin "anlamlı bir yaşam" arayışını "mutlu bir yaşam" ile eşitlemesine yol açar.

Bireysel mutluluk, postmodern özne için anlamlı bir yaşamın birincil kıstası olarak adeta ontolojik bir hakikate dönüşmüştür. Modern birey, sağlıklı bir beden, maddi refah, statü, kariyer, terapi seansları, sağlıklı beslenme gibi söylemlerle bu “ideale” doğrudan veya dolaylı olarak yönlendirilmektedir. Ancak sorun şu ki, mutlu bir yaşam sürmenin sadece "bireysel bir sorumluluk" olarak özneye dikte edilmesi, toplumsal eşitsizlikleri ve sistemik sorunları birey tarafından göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla "mutluluk," hem bireysel bir amaç hem de "ideolojik bir söylem" olarak bir baskı işlevi görmektedir.

Bir diğer husus ise "mutluluğun" ne olduğuna, ne zaman veya hangi koşullarda "mutlu" olunacağına dair evrensel bir tanımın olmamasıdır. Bu belirsizlik, mutluluğun bireyler arasında farklı anlamlar taşımasına neden olur. Bu evrensel tanım eksikliği, daha doğrusu mutluluğun bir hedef ya da kesin bir "a priori" olarak var olmama hali, "mutluluk söyleminin" iktidar tarafından manipülatif bir araç olarak kullanılmasına olanak tanır. Bireyler dinamik bir şekilde sürekli bir "mutluluk arayışı" içinde tutulur, bu da tüketim kültürü ve kişisel gelişim endüstrisini besler.

Kısacası mutluluk, modern özne için ontolojik olarak yaşamın amacı haline gelmiş, ancak bu süreçte modern özneyi şekillendiren ideolojik bir aygıta dönüşmüştür. Doğası gereği belirsizlik taşıyan bu ideolojik söylem, postmodern bireyleri kendi mutluluklarını sorgulamaya ve sürekli bir arayış içinde olmaya zorlamaktadır. Bu durum, bir yandan bireysel özgürlüğü yüceltirken, diğer yandan ise postmodern özneyi belirli normlara uymaya zorlayan imperatif bir baskı aracına dönüşmektedir.

Yaylalı Ramazan

Suna Alan Vortex Jazz Club’da yeniden sahnede

No comments

28 June 2025

Suna Alan, geleneksel ezgilerle modern dokuları harmanladığı büyüleyici sahne performansıyla 28 Haziran Cumartesi akşamı Londra’nın sevilen mekânlarından Vortex Jazz Club, Dalston’da müzikseverlerle buluşacak.



Geçtiğimiz yıl tarihi bir ana tanıklık eden Vortex Jazz Club, 40 yıllık geçmişinde sanatçı Suna Alan ilk kez bir Kürtçe müziği konserine ev sahipliği yapmıştı. Bu yıl da halkın yoğun ilgisi ve desteğiyle aynı sahnede bir kez daha konser vermeye hazırlanıyor. 


 


Etkinlik Detayları:

📅 Tarih: 28 Haziran 2025 Cumartesi

🕖 Kapı Açılışı: 19.45 – Müzik Başlangıcı: 20.30

📍 Mekân: Vortex Jazz Club, 11 Gillett Square, Dalston, London, N16 8AZ

🔗 Bilet: https://www.ticketweb.uk/event/a-kurdish-music-concert-with-vortex-jazz-club-tickets/13783654


Suna Alan Kimdir?

Suna Alan, kökleri Kürt Alevi kültürüne dayanan, ancak sanatı Londra'nın çok kültürlü dokusunda yoğrulmuş bir sanatçı. Müziğinde sadece Kürt halk ezgilerine değil; komşu kültürlerin halk şarkılarına da yer vererek kültürler arası bağlar kuruyor.

Southbank Centre, Royal Albert Hall gibi prestijli sahnelerde performans sergileyen sanatçı; 2023 Türkiye ve Suriye depremleri için düzenlenen dayanışma konserlerinde Solidarity Ensemble ile sahne alarak dikkatleri üzerine çekmişti. Ayrıca 2024 TEDxKings Parade St (Cambridge) etkinliğinde sergilediği solo performans, izleyiciler üzerinde derin izler bıraktı.


Join us for an evocative evening of traditional and cross-cultural melodies with Suna Alan, a Kurdish Alevi singer whose voice carries the spirit of her ancestral heritage and the cosmopolitan soul of her upbringing.

Now based in London, Suna’s artistry is deeply rooted in Kurdish traditions, while her repertoire gracefully embraces the folk music of neighbouring cultures.

 

Suna’s work has resonated far beyond the Kurdish community. Featured in Brush & Bow’s Women Role Models Project, she has brought her powerful storytelling and musicality to stages such as the Southbank Centre and Royal Albert Hall, where she performed with the Solidarity Ensemble in support of Turkey and Syria earthquake survivors. In 2024, she was the featured artist at TEDxKings Parade St in Cambridge, delivering a transformative solo performance.

 

Suna has performed across the UK and Europe, weaving together ancient traditions and modern diasporic narratives. Her concerts are more than performances—they are intimate acts of remembrance and cultural connection.

 

Come and experience the depth and beauty of Kurdish music in a heartfelt concert that transcends borders and celebrates shared humanity.

Londra Meydan Sahnesi’nden bir Aziz Nesin klasiği: “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" (27-28-29 Haziran)

No comments

26 June 2025

Türk edebiyatının usta kalemi Aziz Nesin’in unutulmaz eseri “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, Londra’da sahneye taşınıyor. Londra Meydan Sahnesi tarafından sahnelenecek oyun Haziran ayının son haftasında North London Community House’da sanatseverlerle buluşacak.

 




Aziz Nesin’in kaleme aldığı, bürokrasinin absürtlüğünü mizahi bir dille ele alan “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” oyunu Londra Meydan Sahnesi tarafından 27-28-29 Haziran tarihlerinde Londra’da sahnelenecek.

Suat Onur Çalık’ın yönettiği oyunun oyuncu kadrosu ise şöyle: Cem Ok, Dursun Kuran, Elif Karabulut, Hıdır Şahin, Neslişah Şahin, Oktay Erpolat, Pınar Tilkidağ, Sevinç Çelik, Sultan Umut ve Tayfun Keleş.

Oyun ayrıca Deniz Gürsucu (Yönetmen Yardımcısı ve Müzik), Semra Şahinoğlu (Asistan), Aylin Yüzeirova (Hareket Düzeni) ve Anıl Duman (Müzik Düzenleme) gibi isimlerin katkılarıyla şekillendi.

  • 27 Haziran 2025 Cuma - 19:30 (Prömiyer)
  • 28 Haziran 2025 Cumartesi - 19:30
  • 29 Haziran 2025 Pazar - 14:00 (Matine) & 19:30

Biletler ve Mekân Bilgisi

Oyun, Londra’nın canlı kültür merkezlerinden North London Community House’da (22 Moorfield Road, London N17 6PY) sahnelenecek.

Bilet temini için iletişim:

  • E-Posta: INFO@DAYMER.ORG
  • Telefon: 020 7275 8440
  • WhatsApp: 07494 334095

 



Belleğin arşivinden sızan bir oyun: “Old Fools"

No comments

25 June 2025


 



“Bir arşiv, teslim edilen bir yer olmadan, tekrarın bir tekniği olmadan ve belirli bir dışsallık olmadan var olamaz. Dışarısı olmadan arşiv de olmaz.”

J. Derrida- Arşiv Ateşi


 

Bu yazıda, Londra’nın en sıcak gününde izlediğim, Tristan Bernays’ın kaleme aldığı, Çağ Çalışkur’un rejisiyle sahnelenen, İdil Sivritepe ve Olgu Baran’ın oyuncu olarak yer aldıkları  “Old Fools” adlı oyunu  Derrida’nın “arşivleme” metaforu üzerinden inceliyorum.

Eda Çatalçam 

Tiyatrocu, eğitmen ve Mavi Productions'un kurucusu

 

 

Oyunun İstanbul’da da “Old Fools” adıyla sahnelendiğini öncelikle belirtmek isterim. Bazı kelimelerin çevrilemediği, tam karşılığını bulamadığı oyun isimlerinden “Old Fools”. Hani tam olarak çevirip adını koyamasan da duygusundan tanıdığın bir oyun.  “Old Fools” oyununun sonrasında, boğazımda oluşan yumruyu ya da üstüme yapışmış inatçı bir tozu silkeleme hareketi yapma ihtiyacımı veya oyunun omuzlarıma bıraktığı ağırlığı üstümden atma gereksinimim, sonunda akacak bir yol bularak kelimelere dönüştü. Çok sıcak, her şeyin buharlaştığı bir Londra gününde izlediğim “Old Fools”u beynimin arşivlediği haliyle sizlere aktarmaya çalışacağım.

Seyİrcİ Fuayesİnden Sahneye

Derrida, dilimize “Arşiv Ateşi” ya da “Arşiv Humması” olarak çevrilen eserinde arşivlemeyi pek çok başlıkta irdeler. Bense Derrida’nın bu eserini “Old Fools” oyunundan hareketle, arşivlemenin hatırlamak değil unutmak üzerine de yapılan bir eylem olduğu olgusu üzerinden ele almaya çalışacağım. “Old Fools” oyunu özelinde, bir tür hafıza yaratmak için arşivleme tekniği ile yaptığım yukarıdaki girişin çıkış noktası, oyunun seyircisi olarak beni, Tom ve Viv’in ilişkilerine şahit kılmasıyla başladı. Oyunun, seyirci olarak benimle şahitlik üzerinden kurduğu interaktif iletişim aynı zamanda benim belleğimdeki çağrışımları da açmasına ve kendi kişisel tarihimdeki arşivlerin kilitlerin de aralanmasına neden oldu.

Seyirci olarak ilk kez, oyunun sahneleneceği salona geçmeden, bekleme alanı olarak adlandırılan seyirci fuayesinde tanışıyoruz Tom ve Viv ile. Tom’un fuaye alanında toplanmış oyunun başlamasını bekleyen herkesin dikkatini üzerine çekerek yaptığı konuşma sırasında artık bizler seyirci fuayesindeki seyirciler olmaktan çıkarak Tom’un müzisyen olarak sahne aldığı mekânın dinleyicileri konumuna geçiyoruz. Oyunun diğer ana karakteri Viv ise bizimle beraber Tom’u dinleyen kişilerden herhangi birisi olarak aramızda yer alıyor. Tom’un, kadın olarak Viv’den çok etkilenmesi ve ona kur yapmasına şahitlik ederken, Viv’in tüm bu kurlar karşısında utanması ve bir tür gece kulübü olarak sunulan tiyatro sahnesine kaçmasıyla biz seyirciler de Viv’in peşi sıra koşan Tom’un ardına, gönüllü şahitler olarak kendi aramızdaki konuşmalar ve yüzümüzdeki gülümsemelerle birlikte takılıyoruz. Acaba kız oğlandan hoşlanacak mı? Oğlan kızı nasıl tavlayacak? Bizi neler bekliyor? Bakalım nasıl bir oyun olacak? Merakına, kendi deli dolu zamanlarımızın ya da “ahh keşke” dediğimiz olmuş olmamış, yaşanmış yaşanmamış pişmanlıkların uyarılması da eşlik ediyor.

Hatırlamak mı Unutmak mı? Arşİvlenmİş Duyguların Peşİnde

Tom’un peşinden Viv’i bulmak için sahneye giriyoruz. Ortada mankenlerin yürüdüğü ince uzun podyum şeklinde uzanan bir platform olarak tanımlayabileceğim tiyatro sahnesinin her iki yanına yerleşmeye çalışan biz seyirciler, koltuk aralarında bizden çok önce mekâna giriş yapmış olan Viv ve Tom’u yeniden görüyoruz. Aradaki podyum gibi uzanan sahne bizlerin yerleştiği oturma alanını ikiye bölerken, yerleştiğimiz oturma alanının bir yanında Viv, diğer yanında ise Tom var. Yüksek sesli ve eğlenceli müziklerin eşliğinde birbirinden oldukça uzak mesafelerde dans eden bu iki insanın büyük aşklarının başladığı o gece kulübü, biz seyreyleyenler için pek çok farklı mekâna dönüşürken, ortadaki podyum gibi uzanan tiyatro sahnesi ise, oyunun sonunda lineer düzlem şeklindeki bir tür yaşam çizgisine evriliyor. Sahnenin her iki ucuna yerleştirilmiş olan çelik dikdörtgen kutularsa bu yaşam çizgisinin başlangıç ve bitiş çizgilerini belirliyor. Bu yaşam çizgisini genişleten alanlar; Tom ve Viv’in aramızdaki koltuklarda dolaşarak bizimle buluştuğu, zaman zaman biz seyreyleyenlerle birebir temasa geçtiği anlarda oluyor. Bu anlar, başlayan her şeyin bitişe doğru ilerlediği, tek düze bir ağır gerçeği de hafifleten, zamanı lineer bir düzlemden geniş bir alana da taşıyan anlar oluveriyor.

Dekorun sadeliği, aksesuarların seyircinin belleğinde kurulan çağrışımlı objeler bütününden oluşması, tiyatrodaki boş alanın seyreyleyenin imgelemini uyandıran bir rejiyle sahneye uyarlanması da oyunun, seyircinin belleğindeki arşivlerinin kilitlerini aralayan bir anahtar görevi üstlenmesini sağlıyor. Oyun boyunca, Viv ve Tom’un ilişkilerinin başlangıcına birebir tanıklık eden seyirciler olarak hem onların ilişkilerinin belleğinde hem onların kişisel belleklerinde, hem de kendi kişisel belleğimizde bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuk, sahne tasarımında seçilen lineer bir izlekten çok, oyuncuların seyirci koltuk aralarında belirmesi gibi sıçrayan, değişken, bükülen ve evrilen bir dağınıklıkta oluyor. 



Hayaletler, Boşluklar ve Kayboluş: Arşİvİn Karanlık Yüzü

Oyun, Tom’un hem hayatla hem de Viv ve kızları Alice ile kurduğu coşkulu, tutkulu, kararlı, anlayışlı, eğlenceli, esprili, hareketli ve renkli ilişkisinin florasan lambalar gibi beyaz, soğuk ve renkleri yok eden, hareketsiz bir bilinmeze evrilmesi arasında gidip geliyor. Tom yaşlılığında Alzheimer hastası olarak hafızasını ve onu Tom yapan pek çok şeyi kaybediyor. Bu kayıp seyreyleyen olarak bizleri de hayatın değiştirilemez gerçekleri karşısındaki mecburi kabullenişe ve insanın ağır çaresizliğinin kollarına bırakıveriyor. Can Yücel’in şiirindeki, “Bana bir varmış de ama bir yokmuş deme, içime dokunuyor” dizeleri gibi bir hisle kalıveriyoruz.

Tom’un hafızasının derinliklerinde gezinirken Derrida’nın “Bir arşiv, teslim edilen bir yer olmadan, tekrarın bir tekniği olmadan ve belirli bir dışsallık olmadan var olamaz. Dışarısı olmadan arşiv de olmaz” tespitindeki dışarısı rolünü de üstlenen seyirciler olarak, Tom’un bellek arşivinden çıkan anılarının da dışarısı oluveriyoruz. Bu arşivlenme sırasında Tom, bazı anılarını hatırlamak istediği kadar bazılarını da unutmak istiyor.

Tom’un âşık olduğu Viv karakteri olarak tanıdığımız oyuncu İdil Sivritepe, Tom’un belleğindeki arşivlerden bazen onun eğlenceli ve duyarlı baba kimliğini görmemize vesile olan kızı Alice olarak, bazen Tom’un Alzheimer tedavisini üstlenen doktoru olarak, bazen de çocukluğunda Tom’u döven öfke sorunları yaşayan, dürtüsel annesi olarak karşımıza çıkıyor. Tom’un belleğindeki arşivlerden çıkan anıların kapısı hiç beklemediğimiz bir anda ve çok hızla aralanıyor. Tıpkı düşüncelerin tutulamaz sıçrayışları, çağrışımların öngörülemezliğinde olduğu gibi Tom’un belleğinde de kestirilemez, beklenmedik bir gezintiye çıkıyoruz.

“Arşivdeki her belge hatırlama amacıyla saklanırken, arşivdeki pek çok belge aynı zamanda geçmişte kalmış olanın, ölmüş olanın, anın içinde olan mevcut olmayanın da bir artığıdır” diyen Derrida, işte bu nedenlerden dolayı arşivlerin yapısını “çelişkili” olarak tanımlamıştır. Hatırlamak ve saklamak niyetiyle tesis edilen arşivler, aynı zamanda “unutmaya” ve “kaybolmaya” da içkindir. Derrida'ya göre arşivler; zamanla eskiyen, kaybolan, unutulan şeylerin bir yansıması olması bakımından ele alınabilir ve bu saklama eylemi bir tür ölümle de yüzleşme olarak yorumlanabilir. Tam da buradan hareketle Tom’un yaşamının en göbeğinde aşkının şahitliğinde başladığımız seyreyleme hikâyesi, Tom’un belleğindeki arşivlerin açılmasıyla bir tür ölümle yüzleşme sürecine de dönüşüyor.

Derrida’nın arşivleme üzerinde bahsettiği arşivleneni görülmez bir biçimde etkileyen hayalet kavramı ise Tom ve Viv’in ilişkisine dış dünyanın etkileri üzerinden tanımlanabilir. Viv’in mesleğindeki başarısına kıyasla, Tom’un dış dünya, para, meslek, gereklilikler üzerinden yönetmekte ve dengelemekte zorlandığı hayatı ve aileyi geçindirme noktasında maddi olarak yetersiz kalışı, onun coşkun dünyasına sızan hayaletler olarak oyunda karşımıza çıkmakta. Bu kırılganlıklar Tom için, arşivlenenin unutulmak üzere tozlu raflara kaldırılan bir hal yarattığı gerçeği, Alzheimer rahatsızlığı ile belirgin bir hal almaktadır. Tom’un “Ben hep böyle mi olacağım, iyileşemeyecek miyim?” sorusuna, Alzheimer doktorunun verdiği yanıt insana dair çok içkin bir gerçeği de ortaya koymaktadır. Doktor; “Tom’un hastalığını tanımlarken bir süre sonra beyindeki hücreler arasında iletişim tamamen durur ve hücreler yavaş yavaş dışardan bir tehdit olduğunu düşünerek kendisine saldırarak ölür”. Oyundaki, Tom’un hastalığına dair bu tanım; insanın hayatta kalabilmek, devam edebilmek, gerçeklerle yüzleşebilmek için kendisine nasıl bilinç dışında oyunlar oynayabileceğini göstermektedir. Buradan bakıldığında insan beynini bir oyun alanı olarak yorumlamak da “Old Fools” oyunu özelinde mümkün olabilmektedir. Bu yorumun etrafında Tom’un seyirci fuayesinde başlayan coşkun, yaşam dolu, renkli ve tutkulu yanına olan şahitliğimizle başlayan oyun, onun belleğindeki arşivlerde gezinirken biz seyirciler için aynı zamanda bir oyun alanına dönüşür.

Seyİrcİ Arşİvİn Dışında mı İçİnde mİ?

Tom’un yaşlanması ve hastalığı ile birlikte uçuşan anıların etrafındaki bağlantıların kesilmesiyle biz seyirciler de arşivin dışsalı olma özelliğimizden, belleğin oyun alanına sıkışıp kaybolmuş, orada ölen ve karanlıkta kalan hayaletleri oluveririz. Oyunda seçilen, ses, müzik ve ışık kullanımı da bu yok oluşu güçlendirerek hikâyenin gücünü arttıran en önemli destekçilere dönüşmekte. İdil Sivritepe ve Olgu Baran’ın oyunculuklarındaki akışkanlık, bir sörf yaparcasına duyguların ve anıların üzerinde ustalıklı gezinmeleri çok ilham verici. Londra’nın en sıcak gününde hiç bitmeyen enerjileriyle, hikâye odağını fiziki koşulların olumsuzluğuna rağmen, hiç kaybetmeden 110 dakika boyunca büyük bir tutkuyla aktaran İdil Sivritepe ve Olgu Baran’a, Tom ve Viv’in hikâyelerinin eşlikçisi ve benim yorumladığım yerden Tom’un belleğindeki arşivlerin dışsal kayıt tutucuları ve hayaletlerinden birisi olarak teşekkür ediyorum.  

“Old Fools” oyunu sonrasında ellerimin, tüm bedenimin üstünde toz varmışçasına silkeleme ihtiyacını neden duyduğunu şimdi daha da iyi anlıyorum. Bu üstümü silkeleme hareketinin anlamı belki de Tom’un hafızasında kaybolan bir hayaleti kovmak ya da Tom’un belleğinde arşivlenmiş tozlu anıları üzerimden atmak, kendi varlığımı yeniden duyumsamak içindi belki de.

“Old Fools”, Tom’un belleğinde yaptığımız gezinti sırasında, hayat dediğimiz şeyin pek çok anının bir araya gelmesinden oluşan birer arşivler bütünü olduğunu bir kere daha çok etkili bir biçimde gösterdi. Biz de Tom ve Viv ile birlikte güldük, dans ettik, yüzdük, endişelendik, güneşin tadını çıkardık, korktuk, hata yaptık, saçmaladık, üzüldük, hayal kırıklığı yaşadık yani sonunda her şey bitecek, unutulacak ve ölecek de olsa doyasıya hissettik ve yaşadık. Hani derler ya, hayat pencereden izlemek için çok kısa diye tam da böyle bir tat kalıyor Old  Fools sonrası insana. Bu etkileyici şiirsellikte sahnelenmiş ve performe edilen oyunu, bir yerlerde görürseniz kaçırmayın derim. Tiyatronun bize unuttuğumuz şeyleri hatırlatan ya da hatırlamak istediğimiz şeylere nasıl şahitlik edebileceğimize rehberlik eden yanını yine yeniden “Old Fools” ile deneyimlemek çok güzeldi. Katmanlı ve inceliklerle ördüğü rejisiyle Çağ Çalışkur özelinde tüm ekibe bu güzel oyun için çok teşekkür ederim.

 

 

Turne Arşiv Fişi

Başlık: Old Fools – Londra Turnesi
Tarih: 17-18-19 Haziran 2025
Yer: Battersea Arts Centre, Londra
Topluluk: Tiyatro Craft (İstanbul)

Yazar: Tristan Bernays

Çevirmen: Şimal Yalçın
Yönetmen: Çağ Çalışkur
Oyuncular: İdil Sivritepe, Olgu Baran

Süre: Tek Perde/ 110 Dk

Hava Durumu: Ortalama 29 derece hissedilen sıcaklık 32 derece civarı

Açıklama: İstanbul’da sahnelenen Old Fools oyunu, 17-18-19 Haziran 2025 tarihlerinde Londra’daki Battersea Arts Centre’da seyirciyle buluştu. Oyun, Tommy (Tom) ve Vivian (Viv) adlı iki karakterin ilişkilerini; tanışmalarından birlikte yaşlandıkları yıllara dek uzanan bir zaman çizelgesinde anlatır. Bellek, aşk, unutma, kariyer, başlangıçlar, sadakat gibi temalar etrafında şekillenen metin, seyirciye duygusal bir yolculuk sunar.

Belge Türü: Turne kaydı / Gösterim belgesi

Yazım Şekli: Derrida’nın “Arşiv Ateşi” fikrinden hareketle oyun incelemesi.

 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan