Showing posts with label kitap. Show all posts
Showing posts with label kitap. Show all posts

İdeolojik Bir Söylem Olarak “Mutluluk”

No comments

27 October 2025



Mutluluk söylemi, modern dünyada bireyin kendini tanımlama ve anlamlandırma sürecinde merkezi bir konuma yerleşmiştir. Foucault'nun "iktidar ve bilgi" kavramlarından hareketle, mutluluk söylemi, tarihsel ve toplumsal bağlamda belirli güç ilişkileri tarafından üretilen bir ideoloji olarak görülebilir. Bu söylem, bireyi "mutlu olmaya" zorlayan normatif bir çerçeve sunar. Üniversiteler, medya, popüler kültür ve kişisel gelişim endüstrisi gibi çeşitli kurumlar, mutluluğu hem bir hedef hem de bir ölçüt olarak yeniden üretir. Bu durum, modern öznenin "anlamlı bir yaşam" arayışını "mutlu bir yaşam" ile eşitlemesine yol açar.

Bireysel mutluluk, postmodern özne için anlamlı bir yaşamın birincil kıstası olarak adeta ontolojik bir hakikate dönüşmüştür. Modern birey, sağlıklı bir beden, maddi refah, statü, kariyer, terapi seansları, sağlıklı beslenme gibi söylemlerle bu “ideale” doğrudan veya dolaylı olarak yönlendirilmektedir. Ancak sorun şu ki, mutlu bir yaşam sürmenin sadece "bireysel bir sorumluluk" olarak özneye dikte edilmesi, toplumsal eşitsizlikleri ve sistemik sorunları birey tarafından göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla "mutluluk," hem bireysel bir amaç hem de "ideolojik bir söylem" olarak bir baskı işlevi görmektedir.

Bir diğer husus ise "mutluluğun" ne olduğuna, ne zaman veya hangi koşullarda "mutlu" olunacağına dair evrensel bir tanımın olmamasıdır. Bu belirsizlik, mutluluğun bireyler arasında farklı anlamlar taşımasına neden olur. Bu evrensel tanım eksikliği, daha doğrusu mutluluğun bir hedef ya da kesin bir "a priori" olarak var olmama hali, "mutluluk söyleminin" iktidar tarafından manipülatif bir araç olarak kullanılmasına olanak tanır. Bireyler dinamik bir şekilde sürekli bir "mutluluk arayışı" içinde tutulur, bu da tüketim kültürü ve kişisel gelişim endüstrisini besler.

Kısacası mutluluk, modern özne için ontolojik olarak yaşamın amacı haline gelmiş, ancak bu süreçte modern özneyi şekillendiren ideolojik bir aygıta dönüşmüştür. Doğası gereği belirsizlik taşıyan bu ideolojik söylem, postmodern bireyleri kendi mutluluklarını sorgulamaya ve sürekli bir arayış içinde olmaya zorlamaktadır. Bu durum, bir yandan bireysel özgürlüğü yüceltirken, diğer yandan ise postmodern özneyi belirli normlara uymaya zorlayan imperatif bir baskı aracına dönüşmektedir.

Yaylalı Ramazan

Tottenham Boys raflarda! Dursaliye Şahan'ın Tottenham Çocukları kitabının İngilizce çevirisi yayımlandı

No comments

26 October 2025

Göçmen yazar Dursaliye Şahan’ın Tottenham Çocukları adını taşıyan kitabının İngilizce çevirisi Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından basıldı. Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor.

 


Tuncay Bilecen

Göçmen edebiyatının kaderi çoğu zaman göçmenlerin kaderiyle aynıdır. Ne bulundukları ülkede kabul görürler ne de anavatanlarında. Arafta, arada kalmış bir edebiyattır bu. Anadille yazılsa kendi vatanında, göç ettiği toplumun diliyle yazılsa bulunulan ülkede üvey evlat muamelesi görür.

Göçmen edebiyatçılar farklı kültürleri yaşamanın verdiği tecrübeyle yeni bir dil evreni kurma konusunda daha mahir olsalar da kendilerini kabul ettirmeleri çok daha zordur. Buna ancak bu konuda ısrar ve inat eden dil işçileri direnebilir. İşte bu inatçı yazarlardan biri olan Dursaliye Şahan, hem kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun göç deneyimini hem de geride bıraktığı toprakların sosyo-kültürel yapısını, geleneklerini birbiriyle yoğurarak öykü ve romanlar kaleme alıyor uzun yıllardır.

Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından İngilizce olarak da yayımlanan Tottenham Boys, bir gazeteci kadının (romanın anlatıcısı) Londra’da bir otobüste tesadüfen Keko’yu (Ali Kemal) tanımasıyla başlıyor. Romanın büyük bir bölümü Türkiye’de geçiyor. Bu kısımlarda Keko’nun Türkiye’de içinde büyüdüğü toplumun geleneksel değerlerinden haberdar oluyoruz.

Londra’daki Keko ise, uyuşturucu çetesinin tuzağına düşmüş onlarca gençten biri. Yazar, bu romanda bir dönem Londra’daki Türkiyeli toplumun tanıklık ettiği genç intiharlarına ve bunun arkasında yatan sosyal, politik, ekonomik, geleneksel ilişkilere yer veriyor. Tottenham Çocukları ismi de buradan geliyor zaten. Şahan bu romanında, Londra’daki çete gerçeğinin gerisindeki ilişkiler zincirini ortaya koyuyor.

Tottenham Boys, toplumsal cinsiyet penceresinden de irdelenebilir. Keko’nun içinde bulunduğu geleneksel aile ve aşiret yapısı kadınların söz hakkının olmadığı ve kaderlerine boyun eğdikleri bir düzenden başka bir yer değil. Nitekim yazar, bunu sürekli gözler önüne seriyor. Bu değerler zaman zaman babalar ve oğullar arasında çatışmalara da yol açıyor. Örneğin Keko, İstanbul’da gitmek ve orada eğitim görmek için babasıyla sürekli çatışıyor ve babasından dayak yiyor. Hatta bir an önce geri dönmesi için çocuk yaşta ailesi tarafından alelacele nişanlanıyor.

Romanın merkezine oturttuğu hususlardan biri de politik çatışmalar. Türkiye’deki iç çatışma ortamı, Keko’nun Kürt kimliği, ailesi ve aşiretinin devlet ve örgüt arasındaki pozisyonu, babasının zorla korucu olması ve öldürülmesi bu çatışmaların romanın akışı içinde canlı tutulmasına yol açıyor.

Keko’nun köylü ve Kürt kimliğinin burslu olarak okuduğu özel okulda da peşini bırakmaması, burada öğrencilerin sürekli aşağılamalarına maruz bırakılması yazarın meselenin sınıfsal boyutuna ilişkin bir göndermesi olarak okunabilir.

Keko’nun okumasında önemli bir payı bulunan köydeki öğretmeni Fatih Öğretmen ile özel okulda ona göz kulak olan Hayrettin Öğretmen romanda idealist öğretmen tipini temsil ediyorlar.

Dursaliye Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor. Yazar bu romanında; yaşanılan toprakları terk etmekle buradaki sorunların terk edilmediğini, aksine göç edilen yerde başka çatışmaların başladığını ve göçmenlerin peşi sıra değerlerinin de göç ettikleri topraklara geldiğini okuyucuya duyuruyor.  


👉Kitabı online satın almak için tıklayın




Dursaliye Şahan Kimdir?

Türkiye’nin küçük bir köyünde doğan Dursaliye Şahan, dört yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a daha sonra da Londra’ya göç etti. Anadolu Üniversitesi Radyo Televizyon mezunu olan yazar, küçük yaşlarda başladığı yazın hayatını öyküler, tiyatro oyunları, roman ve karikatür çalışmalarıyla sürdürmektedir.

Şimdiye dek altı öykü, üç roman, bir karikatür ve iki çocuk kitabı yayımlanmıştır. “Güvercin” adını taşıyan öyküsü iki kez televizyon dizisi oldu. “Hacı Murad” ve “Ali Haydar” isimli eserleriyle TC Kültür Bakanlığı’ndan senaryo yazım desteği aldı.

Birçok öyküsü İngilizceye çevrilerek çeşitli dergilerde ve anonim kitaplarda okuyucuyla buluşan yazarın, yurt içinden ve yurt dışından çeşitli öykü ve edebiyat ödülleri bulunmaktadır.

Dursaliye Şahan; çocuklara, engellilere ve yetişkinlere yönelik öykü ve yazı atölyeleri düzenlemeye ve öykü yarışmalarında jüri üyeliği yapmaya devam etmektedir.

 

Şerbet (roman – 2020,) Benekli Vakvak (çocuk masalı – 2018 Sola Yayınları) Ayarsız Kadınlar Cemiyeti (roman – 2018 Sola Yayınları) Parantez Aşklar (öykü – 2017 Sola Yayınları) Tottenham Çocukları (roman – 2016 Sola Yayınları) Ah O Kadınlar (öykü 2016 Akademisyen Yayınları), Hikâye Hırsızı (2012- İşçi Edebiyatı Öykü Ödülü) Zabit Londra’da (Karikatür), Uçan Halı (Çocuk hikâyesi – Hatay Belediyesi sosyal proje) Fakir Cennet (öykü 2007 Crea Yayınları), Döndü (Halkevleri 1988 Öykü Ödülü).

 

Düzenlediği kitaplar:

Asi’den Taşan Öyküler, Ve Tanrı Aşkı Yarattı, Yahya Kanbolat Anısına Öykü Ödülleri

 

Ödülleri:

2020 Luna Yayınları Öykü ve Küçürek Öykü Yarışması mansiyon (Can Yakmak)

2019 Cumba Kültür ve Sanat Platformu Öykü Ödülleri mansiyon (Ayşegül)

2019 Platform Avrupa Öykü Ödülleri birincisi (Asiye)

2019 İstiklâle Vefa Öykü Ödülleri / OKUNMAYA DEĞER ÖYKÜ

2016 Hematolojik Onkoloji Derneği ‘Kökten Değişen Hayatlar Öykü Ödülü’ (Hatice’nin Canı)

2012 Hikâye Hırsızı öykü kitabına; Abdullah Baştürk 2012 İşçi Edebiyatı ödülü
2007 Afyon Kocatepe Öykü Ödülü  ('Alev') 
2006 Hollanda Türk Evi, Hikaye ödülü. (Sakine)

2006 KASİAD(Kadının Sosyal Hayatını Araştırma ve inc. Dern.) Öykü ödülü (2068'de Bir Aşk Hikayesi.)
2006 Anafilya Öykü Ödülü (Kırro.) 
2006 Edebiyat Dünyası Öykü Ödülü (Çay Şekeri.) 
2005 CullTurkey Okuma Kulübü Öykü Ödülü (Takıntılı Kadın.) 
2005 SES (Sağlık Emekçileri Sendikası) Öykü ödülü (Parmaklar.) 
2004 SBS Radyosu Avustralya Öykü Ödülü (Parmaklar.) 
1998 Halk Evleri Öykü Ödülü (Döndü kitabına.) 
1996 Toplum Postası Türkçe Hikaye Ödülü (Kale)

1995 İmece Kadın Derneği Kadın Öykü Ödülü (Parmaklar.) 
1987 Güneş Gazetesi Türkiye Öykü ödülü (Leo.) 
1972 Hayvanları Koruma Cemiyeti Türkiye Orta Öğretim Hikâye Ödülü (Aynı.)

 

 Üye olduğu kuruluşlar:

The Foreign Press Association, İngiltere Göçmen Sanatçılar Derneği (EXILED), Türkiye Yazarlar Sendikası, Kadın Yazarlar Derneği, İLESAM, Türkiye Yazarlar Birliği

 

 

Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

1 comment

11 October 2025

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

Rober Koptaş “Unufak” romanıyla İngiltere turnesinde okurlarıyla buluşuyor

No comments

08 October 2025

Yazar Rober Koptaş, Dialogue Without Borders girişiminin davetiyle 10–19 Ekim 2025 tarihleri arasında İngiltere’de bir dizi söyleşi ve imza etkinliğine katılacak. Koptaş, geçtiğimiz yıl İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk romanı Unufak üzerine okurlarıyla buluşacak.



Turnenin ilk durağı 11 Ekim Cumartesi günü saat 15.00’te Londra’daki SOAS Üniversitesi olacak. Khalili Lecture Theatre’da gerçekleşecek bu buluşma, Dialogue Without Borders ve SOAS University of London – Centre for Migration & Diaspora Studies iş birliğiyle düzenleniyor. Etkinlikte Koptaş’a, SOAS Üniversitesi öğretim üyesi Zerrin Özlem Biner ve bağımsız araştırmacı Şahika Erkonan moderatör olarak eşlik edecek.

İkinci etkinlik, 12 Ekim Pazar günü saat 18.00’de Cambridge Üniversitesi, Old Labs, Newnham College Gardens’ta yapılacak. Turkish & Kurdish Speakers in Cambridge topluluğunun ev sahipliği yapacağı bu buluşmada, yazar okurlarıyla sohbet edecek ve kitaplarını imzalayacak. Etkinliğin moderatörlüğünü Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi Yael Navaro üstlenecek.

Koptaş, 14 Ekim Salı günü saat 18.00’de, Londra’daki Churchfield Recreation Grounds’ta Britanya Alevi Federasyonu tarafından düzenlenen etkinlikte konuşacak.

Turnenin son durağı ise 17 Ekim Cuma günü saat 18.00’de, Kürt Toplum Merkezi (11 Portland Gardens, Haringey, London N4 1HU) olacak. Bu buluşmada Rober Koptaş’a, yazar ve gazeteci Aydın Çubukçu ile yazar ve yönetmen İlham Bakır eşlik edecek. Etkinlik kapsamında Bakır’ın Sesler ve Kilitler adlı kısa filmi de gösterilecek.

 

Turne boyunca, Rober Koptaş’ın “Unufak” romanı satışta olacak ve yazar tüm etkinliklerde kitaplarını imzalayacak.

 

🎟️ SOAS Üniversitesi’ndeki etkinliğe ücretsiz kayıt için:

https://www.eventbrite.com/e/unufak-rober-koptasla-soylesi-ve-imza-gunu-tickets-1751192015459  

 

ROBER KOPTAŞ: 1977’de İstanbul’da doğdu. Lusavoriçyan, Karagözyan, Surp Haç Tıbrevank okullarından sonra Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi’nde, yazar, hukukçu, mebus Krikor Zohrab hakkındaki teziyle Modern Türkiye Tarihi yüksek lisansı derecesini aldı. Üniversite öğrenciliği yıllarından itibaren çalıştığı Aras Yayıncılık’ta 2015-2023 arasında genel yayın yönetmenliği yaptı. 2006’da “Hayat, Olduğu Gibi” başlığı altında köşe yazıları yazmaya başladığı Agos gazetesinde, 2007’de Hrant Dink’in katledilmesinin ardından editör olarak görev aldı; 2010-2015 arasında gazetenin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Çeşitli mecralarda yazı, söyleşi ve makaleleri yayımlandı. Romanı Unufak Eylül 2024’te İletişim Yayınları’nca basıldı. İstanbul’da yaşıyor, yazıyor ve yeni romanı üzerinde çalışıyor.

 

Tottenham Çocukları

No comments

04 October 2025


Dursaliye Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor.






Tuncay Bilecen

Göçmen edebiyatının kaderi çoğu zaman göçmenlerin kaderiyle aynıdır. Ne bulundukları ülkede kabul görürler ne de anavatanlarında. Arafta, arada kalmış bir edebiyattır bu. Anadille yazılsa kendi vatanında, göç ettiği toplumun diliyle yazılsa bulunulan ülkede üvey evlat muamelesi görür.

 Göçmen edebiyatçılar farklı kültürleri yaşamanın verdiği tecrübeyle yeni bir dil evreni kurma konusunda daha mahir olsalar da kendilerini kabul ettirmeleri çok daha zordur. Buna ancak bu konuda ısrar ve inat eden dil işçileri direnebilir. İşte bu inatçı yazarlardan biri olan Dursaliye Şahan, hem kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun göç deneyimini hem de geride bıraktığı toprakların sosyo-kültürel yapısını, geleneklerini birbiriyle yoğurarak öykü ve romanlar kaleme alıyor uzun yıllardır.

Dursaliye Şahan’ın Tottenham Çocukları başlıklı romanı, bir gazeteci kadının (romanın anlatıcısı) Londra’da bir otobüste tesadüfen Keko’yu (Ali Kemal) tanımasıyla başlıyor. Daha sonra roman boyunca -son bölüm hariç- Keko’nun Türkiye’de içinde büyüdüğü toplumun geleneksel değerlerini, bu değerler içinden güç bela sıyrılarak dedesiyle birlikte İstanbul’a bir gecekondu mahallesindeki amcasının evine gelmesine ve biraz da şansının yardımıyla iyi bir eğitim görmesine şahitlik ediyoruz.

Londra’daki Keko ise, uyuşturucu çetesinin tuzağına düşmüş onlarca gençten biri. Yazar, bu romanda bir dönem Londra’daki Türkiyeli toplumun tanıklık ettiği genç intiharlarına ve bunun arkasında yatan sosyal, politik, ekonomik, geleneksel ilişkilere yer veriyor. Tottenham Çocukları ismi de buradan geliyor zaten. Tottenham Boys olarak bilinen çetenin Türkçedeki adı bu. Büyük bir kısmı Türkiye’de geçen romanda Dursaliye Şahan, Londra’daki çete gerçeğinin gerisindeki ilişkiler zincirini ortaya koyuyor.

Roman bu bakımdan toplumsal cinsiyet penceresinden de irdelenebilir. Keko’nun içinde bulunduğu geleneksel aile ve aşiret yapısı kadınların söz hakkının olmadığı ve kaderlerine boyun eğdikleri bir düzenden başka bir yer değil. Nitekim yazar, bunu sürekli gözler önüne seriyor. “İlk aybaşı baba evinde, ikincisi koca evinde”, “Bir kız on altı dedi mi ya erde ya yerde olacak” gibi sözlerle de vurgulanan bu durum, roman Keko’nun annesi, amca kızı, yengesi gibi roman kişilerinde temsil ediliyor. Bunun karşısında ise erkek egemen değerler yer alıyor. Bu değerler zaman zaman babalar ve oğullar arasında çatışmalara da yol açıyor. Örneğin Keko, İstanbul’da gitmek ve orada eğitim görmek için babasıyla sürekli çatışıyor ve babasından dayak yiyor. Hatta bir an önce geri dönmesi için çocuk yaşta ailesi tarafından alelacele nişanlanıyor.

Romanın merkezine oturttuğu hususlardan biri de politik çatışmalar. Türkiye’deki iç çatışma ortamı Keko’nun Kürt kimliği, ailesi ve aşiretinin devlet ve örgüt arasındaki pozisyonu, babasının zorla korucu olması ve öldürülmesi bu çatışmanın romanın akışı içinde canlı tutulmasına yol açıyor.

Keko’nun hem köylü hem de Kürt kimliğinin burslu olarak okuduğu özel okulda da peşini bırakmaması, burada öğrencilerin sürekli aşağılamalarına maruz bırakılması yazarın meselenin sınıfsal boyutuna ilişkin bir göndermesi olarak okunabilir.

Keko’nun okumasında önemli bir payı bulunan köydeki okuldaki öğretmeni Fatih Öğretmen ile özel okulda ona göz kulak olan Hayrettin Öğretmen romanda idealist öğretmen tipini temsil ediyorlar. Örneğin Fatih Öğretmen “Çalıkuşu” romanından fırlamış bir karakter gibidir.  “(…) köye geldiği ilk gün hepimize, bütün köylüye gülümsemişti. Öyle içten öyle candan gülümsüyordu ki hiçbirimiz, onu yadırgamamıştık.” (s.175)

“Okuldaki en sevdiğim hatta tek sevdiğim diyebileceğim öğretmen Hayrettin Hocaydı. Daha ilk günden bana dostça davranmış; ilk gördüğü anda gülümsemişti. Birine gülümsemenin ya da ona tepeden bakmanın ne demek olduğunu, İstanbul bana öğretmişti.” (S.174).

Kitapta bu bakımdan insana dair birçok betimleme bulmak mümkün. Bu betimlemeler roman kişilerinin karakter yapısını ortaya koyduğu gibi bu insanlık durumunun neye tekabül ettiğine de işaret ediyor. “Amcam, en sakin göründüğü anlarda bile çevresindekilere gerginliğini hissettiriyordu. Yıllar sonra amcamın tek olmadığını, girdiği her ortama kasvet ve huzursuzluk getiren keyifsiz insanların çok olduğunu, çoğunun da insan sevmediğini anlayacaktım.” (S.131)

Dursaliye Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor. Özetle yazar bu romanda;  yaşanılan toprakları, buradaki çatışma ortamını terk etmekle sorunların terk edilmediğini, aksine göç edilen yerde başka çatışmaların başladığını ve değerlerinin göçmenlerle birlikte bulundukları ülkeye de geldiğini okuyucuya duyuruyor.  

 

*Dursaliye Şahin, Tottenham  Çocukları, Sola Yayınları, 2017, 304 sayfa.

 

Tottenham Çocukları, Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından İngilizce olarak da yayımlandı. 


👉http://www.bisikletligazete.com/2021/11/tottenham-boys-raflarda-tottenham.html


 

Tuğçe Yaşar'ın "Kurtarılmış Zamanlar" kitabı üzerine

No comments

28 September 2025





Tuncay Bilecen

Tuğçe Yaşar’ın, Ocak 2023’te Sözcükler Yayınları tarafından yayımlanan Kurtarılmış Zamanlar başlıklı öykü kitabı birbirinden bağımsız on öyküden oluşuyor. Öyküler her ne kadar bu şekilde kurgulansa da Kurtarılmış Zamanlar’da; göç, uyum sorunu, dil yetersizliği, göçmenlerin Fransa’daki çalışma koşulları, farklı mekânsallıklarda yaşam sürmenin aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerine etkisi gibi göçmenliğe dair yaşanmışlıkların öne çıkan ortak izlekler olduğu söylenebilir. Bu da bir bakıma kurgusal olmasa da izleksel olarak öyküleri birbirine teyelliyor ve okuyucuda bir bütünlük hissi uyandırıyor.

Öykülerde, göç ve göçmenliğin ortak izlekler olması yazarın yaşamıyla da paralellik taşıyor, zira kitapta yer alan öz yaşam öyküsünden Tuğçe Yaşar’ın lise ve yüksek öğrenimini Fransa’da tamamladığını öğreniyoruz (s.1). Yazarın bu sırada yaptığı gözlem ve yaşadığı deneyimlerin Kurtarılmış Zamanlar’da göze çarpan, göç ve göçmenliğe dair yaşanmışlık hissi veren duygu durumlarının kaynağını oluşturduğu söylenebilir.

Yetmiş iki sayfadan oluşan kitapta yer alan on öykünün bir diğer ortak özelliği ise her birinin çok kısa metinlerden oluşması. Detaylı tasvirlere yer vermeden, “o an”a odaklanılması kurgusal olarak öyküleri karakterlerin geçmişinden uzaklaştırırken okuyucuyu da dolambaçlı olmayan yollardan öykünün meramına ve şimdiye getiriyor. Tuğçe Yaşar, sosyal medya kullanımının da etkisiyle odaklanma süresinin saniyelerle ölçüldüğü bir dönemde, öykülerindeki karakterleri ve olay örgüsünü çok derinleştirmeden öyküyü varacağı istikamete bir an önce ulaştırıyor. Her ne kadar olaylar çabuk gelişip çabuk serimlense bazen de netice okuyucuya bırakılsa da yazar bunu telaşlı bir anlatımla yapmıyor. Dolayısıyla bu kurgusal tutum okuyucunun da anda kalma duygusunu pekiştiriyor.    

Göçmenlerin “dil yetersizliği” nedeniyle yaşadığı sorunlar Kurtarılmış Zamanlar’ın ortak temalarından birini oluşturuyor. Örneğin “La Carte La Carte” başlıklı öyküde Hekimhan’dan Fransa’ya göç eden, gündüzleri inşaat işçiliği, hafta sonları ise düğünlerde zurnacılık yapan Kevî’nin Paris’teki yaşamına tanıklık ediyoruz. “Fransızcayı kahve istemeyi ve ağrıyan yerini anlatabilecek kadar” kavrayan Kevî, dört yıldır yaşadığı Fransa’da oturum alamadığı için halen kaçaktır. Mahkeme tarafından sürekli ret almaktan yorulan Kevî son duruşmaya paragöz avukatı olmadan bir tercüman yardımıyla çıkar. Kevî duruşma esnasında konuşulanları çat pat anlar ama müziğin evrensel dili Kevî’nin dil sorununu ortadan kaldırır: “Bu kez zurnasını çıkarıp Diyarbekir Yolunda Türküsü’nü çaldı. Salondaki Afrikalı, Çinli, Pakistanlılar alkış tuttu. Kimisi ayağa kalkıp dans etti” (s.25). Duruşma çıkışında arkadaşının durumuyla ilgili kötü bir haber alacak olsa da Kevî müziğin evrensel diliyle oturum sorununu şimdilik halletmiştir.

“Renkli Boya Kalemleri” adlı öyküde ise dil yeterliliği ve ayrımcılık ortak temalardır. Öykü göçmen çocuklarıyla dolu bir ilkokul sınıfının anlatımıyla başlar, öykü kahramanı dil yetersizliği yaşadığından çizerek anlatmayı daha çok sevmektedir, bu yüzden en sevdiği ders resim dersidir. Tuğçe Yaşar, bu öyküde dil bilmemenin verdiği çaresizliği çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır:

Dil bilmeyen insanlar konu ne olursa olsun sohbet esnasında sık sık güler. Hem de olur olmadık yerde. Soru sorulduğunda anlamadığı zamanlar olur, evet ya da hayır deyip hemen gülmeye başlarlar. O gülüş, anlamış gibi yapmak değil de, “Bir gün bütünüyle anlayacağım, benimle sohbet etmeyi sürdür,” demek sanki (s.8).

Resim öğretmeni Madam Veziat, öğrencilerin arkadaşları Eflâ’nın okuldan atılmaması için verdikleri kâğıda destek imzası atmak yerine dolu olan kalem kutusuna başka bir boya kalemini sokmaya çalışarak dolu kalem kutusu metaforunu kullanır; “Bak Eflâ, bu kalem kutusu Fransa, bu tek kalem de sensin. (…) Ama bak bu kalem buraya girmiyor, çünkü artık yer yok” (s.10) der. Madam Veziat’ın bu sözleri öykü kahramanını derinden sarsar, bunu “Belki de hayatımda hiçbir Fransızca cümleyi bu kadar çabuk ve temiz, tek seferde anlamamışımdır” diyerek ifade eder.  

Öykünün sonunda ise mücadele ve dayanışma ruhu galip gelmiş, Madam Veziat’ın kullandığı kalem kutusu ve boya kalemleri metaforu tersine dönmüştür: “Hayet, Eflin ve Arthur, ‘Hepimiz göçmen çocuğuyuz!’ diye slogan atıyor. Her biri o bardaktaki renkli boya kalemlerine benziyor. Yan yana başları dik! Ben de rengimi onlara katıyorum” (s.10).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” adlı öyküsünde ise göçmenlerin çalışma koşullarına tanıklık eder okuyucu, bu koşullar göç edilen ülkenin dilinin geç öğrenilmesinin ipuçlarını da ortaya koyar. Çünkü “hoparlördeki şarkılar işçiler diri kalsın diye hep yüksek sesteydi” (s.34). Bu da göçmenlerin kendi aralarında konuşmalarını ve sosyalleşmelerini engellemektedir. Bu yüzden ancak mesai bitiminde birbirleriyle konuşma fırsatı bulurlar. Hikâyenin Cezayirli ve Türk kahramanları kendi aralarında konuşurken, Cezayirli söze girer: “‘Birbirimizin yüzünü göremiyoruz, kaldı ki konuşacağız da dilini geliştireceksin! Allah iyiliğini versin abi’” (s.39).

Kitabın son öyküsü “Mavi Masa”da ise gurbette gerçekleştirilen çok kültürlü, çok dilli buluşmalara şahitlik eder okuyucu. Burada da müzik dost sohbetlerinin ortak dili olarak karşımıza çıkar. Sabaha eren gecenin sonunda dostlar birer birer ayrılırken geriye Veronika dışında sadece Türkiye’den göç edenler kalmıştır. “Artık sohbetin tek dili bütünüyle Türkçe olmuştu. Veronika da seheri bekleyenlerdendi. Konuştuklarımızdan bir şey anlamasa da can kulağıyla dinliyordu” (s.74).

Göçmenliğe ilişkin alışageldik bu olgu başka birçok göçmen yazarın yapıtlarında da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları (2011) romanında da Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı öykü kitabında da anadil korunaklı bir liman olma özelliğini çok kültürlü sohbetlerde sürdürür. Toprak, bunu bir güvence ve rahatlama olarak yansıtırken karşı tarafın tepkisine yer vermeyi de ihmal etmez;

Üstelik ikisinin aralarında Türkçe konuşması Polonyalı yazarı da, çevirmeni de rahatsız etmemişti. Belki de herkes ortak bir yabancı dili konuşmaktan yorulmuş, şimdi ana diline dönerek rahatlamıştı (Toprak, 2009, s.22).

Tuğçe Yaşar’ın öykülerinde dil meselesi sadece göçmenlerin yaşadığı dil sorunuyla sınırlı kalmaz, anadil de izleklerden biridir. “Taksi Balıkçısı” öyküsü, Paris’te çevirmenlik yapan Çiçek’in İstanbul’da arkadaşı Sedef’in evini ziyaretini konu alır. Çiçek, taksiyle Sedef’e giderken taksicinin telefonda Kürtçe konuşması üzerine ilkokul anılarına geri döner. Kürtçenin bir dil, anadili olduğunu o yıllarda yaşadığı bir olay üzerine annesinden öğrenmiştir.

Göçmenlerin emek piyasalarındaki görünümleri Yaşar’ın öykülerinin bir başka ortak izleğidir. “Tadeo Kalarov” adlı öyküsü Türkiye’de ekonomik olarak zorlanan Zafer ve Yade çiftinden, “Memlekette artık yaşanmaz” diyen Zafer’in pandemi döneminde Fransa’ya göçünü konu alır. Sahte Bulgar kimliği olan Zafer, Tadeo Kalarov ismiyle bilinir ve çoğu yeni gelen göçmen gibi bir inşaatta iş bulur. İşi ve odası arasında mekik dokuduğu rutin yaşamına başlar. Göçmenlerin gündelik yaşamlarına uzun uzadıya yer vermeyen yazar, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir an önce varacağı yere varır, Zafer inşaatta geçirdiği bir iş kazasında hayatını kaybeder. “Evleneli bir buçuk yıl olmuştu. Biraz para biriktirdikten sonra salgına da çare bulununca ailesini yanına aldıracaktı. Salgın gibi Zafer’in kaçakçılığı da sürerken, Tadeo’nun kıyafetleri ve Bulgar kimliği Zeynel Ustabaşına verildi” (s.18).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” başlıklı öykü göçmenlerin zorlu çalışma koşullarına ilişkin detaylı tasvirlerle doludur. Bu öyküde göçmen işçiler arasındaki çekişmeler ve rekabetin yanı sıra göçmen işçi sirkülasyonu da yer alır. “Mavi yelekli ustalar her yorgunluğa, bıkkınlığa yetişemezdi. Kimi işçinin dayanamayıp molada istifasını verip çekip gittiği de olurdu. Sokak, okul, ev arasında öğrendikleriyle çelişip denge tutturamayan gençlerinse yerine başkalarının geçmesi uzun sürmezdi” (s.34). Bu öykü de tıpkı “Renkli Boya Kalemleri”nde olduğu gibi göçmenler açısından ümitvâr bir sonla biter ve tıpkı o öyküdeki gibi bir metaforu tersine çevirir yazar. Göçmenlerin birbirleriyle konuşmamaları ve tempolu çalışmaları için çalışma ortamında yüksek sesle dinletilen Dans sa bulle şarkısı grev marşı olup çıkmıştır.  

Kurtarılmış Zamanlar’ın bir başka ortak izleği ise farklı mekânsallıklarda yaşamanın arkadaş, aile ve aşk ilişkilerine yansımasıdır. Örneğin “Ardıç Kuşu” adlı öyküde öykü anlatıcısının Yunan sevgilisiyle yaşadığı aşk ilişkisini arkadaşı Zeynep’e anlatması konu edilir. Sonradan Yunanistan’a gittiği anlaşılan Yunan sevgili bir ara ortadan kaybolmuş, aylar sonra ise yeniden ortaya çıkmıştır. Ardıç kuşu bu yönüyle bir bakıma gurbet içinde gurbeti yaşamayı, göç edilen yerde köklü ilişkiler kuramamayı gösterir gibidir. “Ardıç Kuşu şimdi bir yerlerde gitarını çalıp şarkı söylüyordur. Bir kadının parmaklarına dokunup hangi enstrümanı çalabileceğini tartışıyordur” (s.45).

“Denize Atılan Taşlar” öyküsü ise araya giren mesafelerle birlikte dostluklar yıllara meydan okur mu? Biz ve geride bıraktığımız yıllar sonra bile aynı kişiler midir? sorularını sordurur. Bu öyküde göçmenlerin yaşadığı aidiyet sorununun arkadaş ilişkilerine yansıması örtük olarak kendisini hissettirir.

Tuğçe Yaşar’ın kendine özgü üslubu ve diliyle kaleme aldığı Kurtarılmış Zamanlar, göç ve göçmenliği çeşitli biçimleriyle aktarması ve yaşanmışlıklardan süzülen gerçekçi anlatımıyla göç yazınına ilgi duyanların keyifli okuyacağı bir kitap olma özelliği taşıyor.

 

Tuğçe Yaşar, Kurtarılmış Zamanlar, Sözcükler, 2022, 77 sayfa

 

Kaynakça:

Toprak, Menekşe, Hangi Dildedir Aşk, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Toprak, Menekşe, Temmuz Çocukları, İletişim, 2011


* Bu yazı Göç dergisinin Kasım - 2023 sayısında yayınlanmıştır.

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/872

Timur Öztürk gazetecilik anılarını “40 Yılın Hikâyesi"nde topladı

No comments

25 September 2025




Londra’da yaşayan gazeteci ve radyo programı yapımcısı Timur Öztürk’ün “40 Yılın Hikâyesi – Unutamadıklarım” adını taşıyan kitabı yakın zamanda Londra merkezli Press Dionysus yayınları tarafından yayımlandı. Okuyucuyu kendi tanıklıkları üzerinden Kıbrıs, İngiltere ve Türkiye’nin yakın tarihinde bir yolculuğa çıkaran Timur Öztürk ile kitabı hakkında sohbet ettik.



Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Kıbrıs Mehmetcikli olan babam Türkiye’de şehirler arası yolculuk yaparken Ege bölgesinde Aydın ili civarında mola vermiş.  Yanındaki yardımcısının teklifiyle az ilerideki kuru incir mağazasına gitmişler. Orada kadınlar kuru incir paketliyorlarmış. Onların arasında bir kadına gözü takılmış. Hemen sorup soruşturmuş, niyetini belli etmiş. Gel zaman git zaman evlenmişler. Aydının o cennet kasabasında yani Sultanhisar’da dünyana gelmişim. Sonra ailemle yola çıkıp Kıbrıs’a dönmüşüz. Oradan da buralara gurbet ellere.          

Bu kitabın yazılış hikâyesinden biraz söz eder misiniz?

Bu kitaptakiler benim 40 yıldır aldığım notlardır. Yaşadıklarım, hissettiklerim, acılarım, tatlılarımdır. Hepsi benim yaşamımın parçalarıdır. Son yıllarda torun sahibi olunca bu notları derlemeye başlamıştım. Bir gün Facebook’tan Sıcağı Sıcağına isimli bir gruptan bana katılma teklifi geldi. Daha önceleri de olmuştu. İnceledim baktım samimi ve güzel insanlar. Gruba katıldım. Beni aralarında görmekten çok mutlu oldular. Onları Sıcağı Sıcağına’yı bu kadar sahiplenmiş görünce hoşuma gitti. Kitap işini hızlandırdım ve gerçekleşti.   

Gazeteciliğe ne zaman ilgi duymaya başladınız? Gazeteciliğe başlamanız nasıl oldu?

Babam benim okuyup yazmamı, kalem kâğıt ile uğraşmamı istemezdi. Annem de tam aksine beni sürekli heveslendirirdi. Çünkü annem okur yazar değildi. Çok başarılı bir öğrenciydim. Ama babam elimde kalem görünce kızıp döverdi. “Zanaatkar ol para kazan, yazar olup aç kalma” derdi. Beni tamirhaneye çırak olarak verdi. Ben yine not almaya bir şeyler okuyup yazmaya devam ettim. Yakalandığımda babam her şeyi imha ederdi ama ben yine de yazardım. Askerlik döneminde gazeteci ağabeyim Akay Cemal ile tanıştım. Onun da yardımıyla bu kaçak yazışmalar daha ciddi boyuta ulaştı. 17 yaşımda evimden ve babamdan uzaklaştım, hayatımın tümünü ve eğitimimi gazetecilik üzerine yoğunlaştırdım. İyi ki de öyle yapmışım. 



40 Yılın Hikâyesi, Unutamadıklarım’da Kıbrıs, İngiltere ve Türkiye’deki gazetecilik deneyimlerinize yer veriyorsunuz. Sizin için bu üç farklı ülkede gazetecilik yapmak nasıl bir deneyimdi? Hangisinde daha çok zorlandığınızı düşünüyorsunuz?

Gazetecilik bazı meslekler gibi evrensel değerleri birdir. Dili, dini, milliyeti, rengi farklı havası yoktur. Doktorsunuz ve ben Afrika’da hasta muayene edemem diyemezsiniz. Gazetecilik de aynı temel üzerine çalışır. Sadece haberi yazdığınız dil değişir, coğrafya değişir ve zaman değişir. Sonuçta haberi nerde yaparsanız yapın temeli ve nedeni hep aynıdır. Görevimiz o haberi ulaştırmaktır. Sadece haberi yapıp yayınladığınız toprakların yasaları, kültürü ve siyasetçilerin sindirim sistemine bağlı olarak zor veya kolay haber olur. Türkiye’de zaman zaman zorlandığım oldu. Ama o zorluklar artık beni bağlamıyor.

 

1990’lı yılların kaotik politik ikliminde gazetecilik yaptınız. Susurluk kazası ve onun kopardığı fırtınaya da şahitlik ettiniz. Bu dönemi, bir gazeteci gözüyle nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet 1990’lı yıllar çok zor unutulacak bir dönemdi. Yalnız gazetecilik değil, birçok alanda zorlukların yaşandığı bir dönemdi. Ben o dönemi çok gerçekçi biçimde yaşadım. İliklerime kadar hissederek yaşadım. Başıma ağrılar çıkıp, gözlerim kararırcasına yaşadım. Haber programları veya Show Tv’de yaptığım haberler bana sıkıntılı günler yaşattı. Kitabımın adını veren Unutamadıklarım bunlardır. Yaşandı, bitti ve gitti diyorlar ama...

 

Gazetecilik hayatınızda sizi en çok zorlayan haber/ röportaj hangisi olmuştu?

1990’lı yıllar, Susurluk Kazası ve artçılarının etkileri dedik ya, habere ve haberciye de zararı dokunmuştur. Susurluk Kazası’ndaki S500 siyah arabayı kazadan önce bir kadın kullanmış. İstanbul’da kaza yapmış ve karşı taraf şikayetçi olunca aracı ve sürücüyü Bakırköy Bahçelievler polis karakoluna götürmüşler. Herkesten gizlenmiş. Ben bulup ortaya çıkardım. Bir gazeteci olarak mükemmel bir haber. Patron ve müdürler habere bayıldılar. Haberim ShowTv ana haberde yayınlandı. Beş dakika sonra Reha Muhtar beni yanına çağırdı, “bu haberdeki aracı kullanan kadının kocası bizi aradı çok sinirlenmiş” dedi. Hemen ardından kadının eşi beni de aradı, ağzına geleni söylemeye başladı. Her cümlenin başı, “sen beni tanıyor musun?” oldu. Her cümlesinin sonu da “gelip seni 8. kattan aşağıya atacağım” oldu. Sonradan öğrendim ki o kadın, Türkiye güzeli bir mankenmiş ve evlendiği adam da büyük bir holding sahibiymiş. Şimdi gelin siz bir sonraki habere aşk ile gidin. Buna benzer ne haberler oldu.

Yayınlanmayanlar da oldu. Örneğin; Söz Fato’da programı için bir haber yaptım. Günlerimi haftalarımı aldı. Kocaman bir dosya hazırladım. Fatma Girik alnımdan öptü, çok beğendi. Haber sıraya girdi yayını bekleme başladı. Baktım haberim programda yayınlanmadı. Fatma ablayı aradım. “Kusura bakma Timur haberin ucu kimlere kadar uzanıyor yayınlayamayız” dedi. Daha ne yazayım?

            

Kitabınızda bu Sıcağı Sıcağına’nın adeta mutfağına giriyor okuyucu. Sıcağı Sıcağına programı 1990’lı yılların televizyonculuk dünyasında yerini alan önemli yapımlardan biriydi. Bu programda çalışmanın zorlukları nelerdir?

Sıcağı Sıcağına programı benim prematüre evladım gibidir. Onun yeri başkadır. Şoföründen, kameramanına kadar emeği geçen herkesin işinin hakkını verdiği bir programdı. Onun için her çarşamba gecesi Türkiye’de hayat dururdu. Muhabir ekibi olarak da çok iyi anlaşan kişilerdik. Bu programda çalışmak ve o programa emeğimin geçmesi benim en büyük kazancımdı. Hiçbir zorluğu olmadı. Şimdi bu yaşımda yine aynı programda çalışmak isterim.

 

Bu kitapta yer verdiğiniz anılardan sizi en çok hangisi etkiledi?

40 yıl bu dile kolay, neler yaşadım. Her haberim benim için önemliydi.Bu kitaba aldıklarım sadece kolaylıkla elime gelenler. ‘Unutamadıklarım’ seri olacak bir kitap. Bu kitaptakiler dediğim gibi hepsinin yeri başka. Ama arife gecesi yaşamını yitirip elindeki bayramlık ayakkabılarıyla gömülen küçük kızı unutamam. Beni yoldan çeviren yaşlı kadını, milyonlar kazandığı gün evine giderken kaza yapıp ölen adamı da unutamam. Yani hepsini bendeki yeri aynı ve unutulmazlar. 

    

Londra’da uzun yıllardır yaşayan bir gazeteci olarak Birleşik Krallık’taki Türkiyeli toplumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben Londra’ya 1982 yılında genç bir gazeteci olarak tayin oldum. Geldiğim haftanın sonunda bir düğüne davetliydim. Gelin ve damatla tanıştırdılar. Onlar da benim yaşlarımdaydı. Görüşmeye devam ettik ve hâlâ görüşmekteyiz. 1983 yılında bir oğulları 1985 yılında da bir kızları dünyaya geldi. Samet ve Sevda isimli çocuklar büyüdüler ben onların da düğünlerine gittim. Şimdi Samet ve Sevda’nın da çocukları oldu. Yani ben Birleşik Krallıkta yaşayan Türk Toplumu’nu çok iyi tanıyorum. Kimse geçmişleri hakkında bana bir şey söyleyemezler. Ama ben söyleyebilirim.

1983 yılında Londra haftalık bir gazete çıkarıyordum. Arşivden çıkarım zaman zaman o gazete sayfalarına göz atarım. Neredeyse aradan 40 yıl geçmiş değişen bir şey yok. Hep aynı terane. Yani o günlerde de birlik olalım deniliyordu, bugün de bir türlü birlik olamıyoruz deniliyor. Ego ve hırs toplumu bir türlü bir araya getirtmiyor. Benim gibi olacaksınız, hiç bir şeyin aşırısına kaçmadan sadece ihtiyacın kadarına sahip olmak isteyeceksiniz. Maddiyat sadece araç olacak. İşte o zaman ego ortadan kayboluyor.

Yalın, akıcı anlaşılır bir yazım diliniz var. Başka kitap çalışmalarınız var mı?

Yetenekli insanların bir araya geldiği ve bu işi bilinçli bir şekilde yapan Press Dionysus ile çalışıyorum. Editörüm Tuncay Bilecen uyuyan devleri uyandırma konusunda uzman. Çok candan ve cesaretlendirici birisi. Ona söz verdim kitapların arkası gelecek. Yıllardır notlarını aldığım 1935 Kıbrıs Göçünün hikâyesi var. Ayrıca, 1900’lu yıllarda kaybolmuş iki kardeşin büyük torunlarının yüz yıl sonra buluşmalarının hikayesi var. Ha bir de benim sevdiğim ve yirmi yıldır yazıp notlarını bir kenara bıraktığım,1570 yılında başlayan ve bugün hâlâ devam eden bir ailenin hikâyesi var. Kısacası bundan sonra torun bakıp kitaplarımı derleyeceğim. Yeter ki Press Dionysus ile soluk almaya devam edeyim.

 

 Timur Öztürk'ün "40 Yılın Hikâyesi, Unutamadıklarım" kitabını Türkiye'den

https://tinyurl.com/55kwy92w adresinden ve Türkiye dışından

Unutamadıklarım – Timur Öztürk – Press Dionysus adresinden 

Londra'da ise Fieldseat Cafe'den edinebilirsiniz. (665 High Road - Tottenham N17 8AD Londra, Birleşik Krallık)


Fieldseat Cafe


Right pointing backhand index40 Yılın Hikâyesi'ni Kitap Yurdu'ndan almak için tinyurl.com/55kwy92w

* Bu röportajın bir kısmı 27 Temmuz 2021 tarihli Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan