Showing posts with label kitap. Show all posts
Showing posts with label kitap. Show all posts

Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 comment

16 September 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

Göçmen yazar Pelin Markirt “ithal gelinlerin" hikâyelerini yazdı

No comments

06 September 2025

Göçmen yazar Pelin Markirt, “İthal Gelinler” başlıklı kitabında büyük umutlarla evlenip yurtdışına gelin giden yedi genç kızın başından geçenleri kahramanlarının ağzından aktarıyor.

 





Pelin, öncelikle bize biraz kendinden bahseder misin?

1984’te Adıyaman'da dünyaya geldim. 90’lı yıllarda, zamanımın çoğu şehirde yaşayan dedemle akrabalarını, ahbaplarını gezerken mutlu ve güzel bir çocukluk geçirdim. Köyde yaşayan dedem okumaya çok düşkündü, onun hikâyelerini dinlemek benim için muazzam bir duyguydu. Ayrıca, babamın kültürümüzde süregelen fabl benzeri masalları her uyku öncesi anlatması, hayal dünyamın gelişmesine çok katkı sağladı.

Bilkent Üniversitesinde İşletme Fakültesi’nden mezun oldum. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nden Finans Mühendisliği alanında yüksek lisans derecemi aldım. Uzun yıllar bankacılık ve finans alanında görev aldım. İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli illerinde çalışma imkânım oldu. Bir Ankara Anlaşmalı olarak 2019’da kurduğum Arbin Mileva Consultancy şirketi ile Londra’da finansal teknoloji şirketlerine insan kaynakları danışmanlığı hizmeti sağlıyorum.

 


Neden kadın odaklı bir kitap yazma gereksinimi duydun?

Her ne kadar doğduğum coğrafyaya âşık olsam da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini en yoğun olarak gözlemlediğim ya da bana hissettirildiği yerdir diyebilirim. Bunu henüz çok küçük yaşta, bir eş, dost gezmesinde yaşamıştım. Ben yine ilkokuldaydım. Ev sahibesi teyzeye yardım ediyordum, kek tabaklarını taşıyordum. Birden, ev sahibinin, Ankara’dan getirttiği matematik problem kitapçıkları dikkatimi çekmişti. Adam, kendi oğullarına ve erkek kardeşime kitapçıktan hediye etti. Ne yazık ki bana hediye etmedi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Bahsettiğim dönemde, belki çok başarılı bir öğrenci değildim fakat cinsiyet eşitsizliğini çok iyi anlamıştım çünkü elinde yeterince kitapçık varken bana vermemişti. Zaten, o odadaki görevim boş çay bardaklarını toplamaktı. O gün, bazı şeyleri değiştirmeye, gerçekten dört dörtlük öğrenmeye ve başarılı bir birey olmaya karar vermiştim. Hemen komşumuz Zeki amcanın kapısını çalarak bana kümeleri öğretmesini rica etmiştim. Bana kibritlerle kümeleri öğretmişti, sonra tutkulu olunca öğrenme ve başarı da kendiliğinden geldi. 

Kurduğum şirketin adını bile kadınlara armağan ettim. Arbin, Kürtçede ateş yakan, ışık saçan kadın demek. Mileva’yi ise, Albert Einstein’in teorilerinin arkasındaki görünmez figür olan karısı ve aynı zamanda engelli bir birey olan Mileva Maric’e saygımdan ötürü verdim.

Kadınların belli düşünce kalıplarına sıkıştırılarak onlara hak verilmemesine hep karşı çıktım. Kadının kadın olduğu için miras hakkının elinden alınmasına, erkeklerle aynı terfileri hak edebilmek için daha fazla çaba göstermesi gerektiğine, bir kadının trafikte erkeklerce taciz edilmesine katlanamıyorum. Sadece buna değil, hamile kalan kadına kilo alması veya doğum kilolarını atamaması ile ilgili toplumun dayatmalarına da dayanamıyorum. Evlilik için, annelik için kendi biyolojik ve ruhsal saatimizi değil de toplumun saatini dert etmek zorunda olmadığımızı da göstermek amacıyla kadın odaklı bir kitap yazmayı arzuladım.  

Hikâyeyi tersten okuyalım…Yağmur’a eşi gerekli desteği verseydi belki bugün Frankfurt’un çok güzel bir yerinde kuaför salonunu açmış olacaktı. Burcu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmasa acaba ilk nişanlısıyla nişanlanır mıydı? Ya da İpek sosyal hayatında arkadaş bile olmayacağı kişiyle evlilik yapar mıydı? Zaten, sosyal medyada kadına fiziksel şiddeti görüyoruz, benim biraz da okuyucularıma sunmak istediğim kahramanların yaşadığı psikolojik şiddeti göstermekti. Bu nedenle, kitabım okuyucu kitlesinin kadınlar değil de erkekler olmasını temenni ediyorum. Zira, kadının hayatındaki erkek figürünün eylemleri ile kadın hayatının nasıl tepetaklak olabileceğini de bütün şeffaflığıyla ortaya koymuş bulunduk. 

 


                                  
Kitabı kitapyurdu.com üzerinden temin etmek için tıklayın
👇

Göçmenlik konusu ne zaman dikkatini çekmeye başladı? “İthal gelinler” ilk defa ne zaman dikkatini çekti?

Çocuktum, mahallede çok sevdiğim bir akrabamın kızını, ablamı kitapta yer verdiğim gibi Kara Dantel Sokağı’nda incir ağacının altında gelin etmiştik. İki güzel kızı dünyaya gelmişti ancak kızlar henüz küçükken onları annesine, akrabam olan bibime (yerel dilde büyük hala) bırakarak Almanya’ya işçi olarak gitmişti.  Yanımda pek dile getirmiyorlardı fakat anladığım kadarıyla orada oturum ve çalışma izni alabilmek için eşinden boşanıp Almanya’da para karşılığı sahte bir evlilik yapmıştı. Ablamı özlüyordum, kızların annesiz kalmasına üzülüyordum. Yıllarca Türkiye’ye gelemedi, sonra bir izne geldiğinde onun ne kadar yıprandığını gördüm, yüzüne olgunluk çökmüştü. Bir davetiye matbaasında çalışıyormuş. Bize getirdiği çikolataları afiyetle yerken, birden baş parmağı ile işaret parmağının arasındaki upuzun dikiş izi dikkati çekmişti. İş kazası geçirmiş ve elini matbaa aletine kaptırmış. Şanslıymış ki eli kopmamış. Elini öyle görünce içim burkuldu. Görümcesinin evinde kalıyormuş. Onun göçmenlik haline çok üzüldüm. Keyfi yerinde miydi? Değer miydi kızları bırakmaya? O, bu kadar özlem ve acı çekerken aldığı çikolata boğazıma dizildi, yemeyi o an bıraktım. İthal gelin değildi ablam, fakat bir göçmen kadın olarak hiç bilmediği bir ülkede yaşadıklarını düşünüyordum. Bu sahneden sonra, Almanya gerçekten acı vatandı benim için.

Erasmus eğitimi için Hollanda’da yaşadığım sırada göçmenler hakkında gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di.

İlk kez bir ithal gelinle Hollanda’da bir arkadaşım aracılığıyla tanışma imkânım olmuştu. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun “yalnız anne” olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girdi. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu. Aklımın bir köşesinde hep durdu. 

"İthal Gelinler’’ senin ilk kitabın… Biraz bu kitabın oluşma ve yazım sürecinden söz eder misin? “İthal Gelinler”e nasıl ulaştın? Görüşmeler sırasında neler yaşadın? Nasıl tepkiler aldın?

Londra’ya yeni taşınmıştım, 17 Mart’ta bütün ülke tam kapatmaya girdi. Kısa yürüyüşler yapmak, değişik tarifler denemek, Netflix’te diziler izlemekle günlerimi geçirirken ve bu kadar boş zamanı nasıl değerlendirmem gerektiğini düşünürken, annemin Adıyaman’da büyüdüğü Süryani Mahallesi’nden çocukluk arkadaşının kızı ve aynı zamanda benim de çocukluk arkadaşım Kristin’in bana verdiği cesaretle bu serüvene başladım. O sıralar, ‘Unorthodox’ dizisini izliyordum, ana karakter Esty’nin yaşadıkları kitap kahramanım İpek’in yaşadıklarını hatırlattı. Kitabın konusunda karar kılmıştım: yurtdışına evlenerek taşınan kadınların göçmenlik hikâyelerini anlatmak istiyordum.  

İpek aracılığıyla zincirleme bir şekilde ulaştığım ilk kahramanla randevulaştıktan hemen sonra ithal gelin olmakla ilgili bir soru listesi hazırladım. Bir yandan yazarken diğer yandan da diğer ithal gelinlerle temasa geçiyordum. Ulaştığım görüşmecilerin tamamı kitapta öykülerine yer verilmesini kabul etmedi elbette. Mesela, Paris’te yaşayan bir ithal geline kitap konusunu açar açmaz hemen konuyu kapatarak “beni boş ver” demişti. Sonra, köyde sevdiğine varamadığı için sevdiği adamın bir akrabasıyla nispet için evlendiğini ve mutsuz olduğunu öğrendim. Maalesef, üzücü hikâyelerle de karşılaştım. Sadece bu ithal gelinden böyle sert bir tepki aldım. Onun dışında Avustralya’da yaşayan başka bir kadın, kitaba konu olmak istemediğini belirtti, saygıyla karşıladım. Kalben ve ruhen bir projeye dahil olmak bambaşka bir his. Bu nedenle, bu kitaba cani gönülden dahil olmak isteyen kahramanlarla ilerledim. Zaten, bu kahramanlarım da karantinadaydı ve onlar için de geçmişe bir yolculuk niteliğindeydi başlattığımız bu yolculuk… Zira ilmek ilmek dokuyacağımız hikâyelerimizde onların desteği olmadan ilerleyemezdim. 

 

Kitap yedi öyküden oluşuyor. Öykülerin birbiriyle bağlantısı var mı?

Bilinçli bir şekilde öykülerimi kahramanlarımdan İpek’in öyküsünün çevresinde topladım çünkü kitabım çıkış noktası İpek ile ‘Unorthodox’ filminin karakteri Esty’nin yasam benzerlikleri…Hayatlarımız nasıl sadece siyah ve beyazdan oluşmuyorsa, okuyucunun da sunduğum duygu paletindeki renkleri dilediğince karıştırmasını arzuladım. Bir duygudan başka bir duyguya geçişini sağlamak gibi…Böylece zaman zaman geçmişe yolculuk yaptık, bundan dolayı İpek’i ilkokulda sıra arkadaşı Yağmur’la aynı sıraya oturttum, çocukluk arkadaşı Burcu ile oyun oynadılar. Üniversiteden arkadaşı Alev onu Londra’ya ziyarete geldi, Öykü ile parkta keyif yapıyorlar. Dostu Lorin’in nişan törenine katıldı ve Zana ile ilk fırsatta görüştüreceğim. 

 


Bu öykülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Kitabın omurgası gerçek kahramanlara dayanmakla birlikte, yaşam öykülerini kurguladım. Çünkü belli bir çerçeveye bağlı kalarak kurgusal yazım tekniğinin beni daha özgür kıldığını hissettim. Ayrıca, kahramanlarımın özel hayatlarının gizliliğini ihlal etmemek adına da birtakım değişiklikler yapmayı tercih ettim. Bunu gerçekleştirebilmek için kafamda bir sokak yarattım, sokağa ne isim vereceğimi düşünürken öykülerin ortak unsuru ‘çeyiz’ kavramından yola çıktım. Wimbledon Park’ta çamurlara bata çıka günlük yürüyüşümü yaparken ve aynı zamanda sokağa isim düşünürken şarkı çalma listemde birden Kayahan’ın ‘Sarı Saçlarından Sen Suçlusun’ şarkısı çıktı. Bundan esinlenerek ‘Kara Dantel Sokağı’ verdim sokağımın adına. Sonuç olarak, hikâyelere bugüne kadar karşılaştığım birçok ithal gelinin hikâyesinin karması ya da gerçeklerden esinlenerek ortaya konmuş kurgusal öyküler gözüyle bakabiliriz.

 

Kahramanlarınla ilgili seni şaşırtan şeyler oldu mu? Bizimle paylaşabilir misin?

Yağmur’un hafızası, olayları net hatırlama yeteneği karşısında dilim tutuldu. Sanırım halen çözülmemiş bazı konular olduğu için geçmişine elveda diyemiyordu. Lorin, en az konuşmayı tercih ediyordu, kendini açma konusunda zorlandı. Burcu, kitabın yayımlanmasını en çok isteyen kahramanımdı, kitabımızın genç kadınlara kılavuz olmasını diliyor. Zana, görüşmecilerim arasında en keyiflisi ve konuları ballandıra ballandıra anlatan karakterdi. Öykü, diğer kahramanların hikâyelerini en çok merak eden kahramanım. Alev, akademisyen kimliğiyle ona okuması için gönderdiğim metindeki düzeltmeleri bile kendi yapacak kadar mükemmeliyetçi kahramanım. İpek’in geçmişle ilgili çok az şey hatırlaması enteresandı, çekmecelerinden çıkardığı notlarıyla ilerledik.

Seni en çok etkileyen hikâye hangisi oldu kitapta yer alanlar arasında?

Yağmur’un hikâyesi ilk göz ağrım olması ve hikâyenin ağırlığı nedeniyle beni en çok etkileyen hikâye oldu. Özellikle, kadın sığınma evine yerleştikten sonra eşi tarafından şiddet görüp odasında ölü olarak bulunan kadınla ilgili sahneyi yazarken çok zorlandım. Bilmediği bir ortamda, bilmediği insanlarla yaşarken, tamamen yabancı olduğu bir dilde bir şeyler olurken olayların merkezinde olmasına rağmen yaşananlara olan uzaklığı… Yağmur de ben de gözyaşlarımıza hâkim olamadık, birkaç gün olayın etkisinden kurtulamadım. Ortamın kasvetini çok derin hissetmiştim. Onun sonraki çaresizliği ve yalnızlığı da çok yürek dağlayıcıydı. 

 

Kitabında büyük umutlarla yurtdışına gelin giden kadınların yaşamlarına ayna tutuyorsun. Bunlar arasında büyük hayal kırıklığına uğrayanlar olduğu gibi kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınlar da var. Sence aralarındaki farkı belirleyen şey nedir? Yanlış seçim yapmaları mı? Bilinç durumları mı?

Evlilik, iki insanın hayatını birleştirmesi ve dünyalarını kesiştirmesi anlamına geliyor benim için. Kimi etnik veya kimlik nedenlerle dahil oluyor bu surece, kimi aşk için, bazıları da bunu da bir fırsat olarak değerlendirebiliyor.

Öte yandan, Türkiye’de yaşarken sevgilisinin, nişanlısının hayatına ithal gelin olarak dahil olan kadının göçmenlik, kadınlık, eş ve anne olma durumları daha da durumu zorlaştırıyor. Bu konu ilgimi çok çektiği için derinlemesine analiz etmek istedim. Amacım, sadece dramatik konuları değil, hayatın içinde var olan aşkı, tutkuyu, özlemi ve en önemlisi göçmenlik bilincini okura aktarmaktı.

Gençken evlilik kararı alanlarda sorun riski daha yüksek görünüyor. Tanıma surecini daha uzun bir doneme yayan çiftler birbirlerini anlayıp anlamadıklarını daha net görebiliyorlar. Bilinç durumları da elbette farklı ithal gelinlerin. Bilinci açık olmayan veya kendini yeterince tanımayan kadınlar, karşısındaki adamın ne istediğini de çözemiyor. Durum çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşüyor.

Göçmenlik, yeni kültüre dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı evliliğin sorumluluklarına, yeni dünyasına da hızlıca alışması gerekiyor. Bu noktada, eşinin, eşinin ailesinin, hatta arkadaş çevresinin bu konu ile ilgili yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler, sonu hüsranla hatta travmalarla biten evliliklere neden oluyor. Öte yandan, eşleri ile evlilik içerisinde yoğrulan, yeni ülkede destek gören kadınların ise yeni toplumuna ve hayatına daha fazla entegre olduğunu, her ne kadar sorunlarla karşılaşsalar da bu sorunların birlikte aşıldığını okuyucuya sundum. Bana göre kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınların duruşları ve eşlerinin ‘’ithal gelin’ yolculuğunda verdiği destek onları travmatik evlilik yapan kahramanlardan ayrıştırıyor.  Bugün bir yolcu, uçağa bindiğinde, dakikalarca uçuş süreci hakkında bilgi veriliyor, beklenmedik durumlarda yolcuların neler yapması gerektiği uçuş görevlileri ve pilotlar tarafından anlatılıyor. Benzer şekilde, bir çalışan yeni bir işe girdiğinde ilk iki aylık alışma evresinde, firma, organizasyon yapısı, işlerin nasıl yapıldığı uzun uzun anlatılıyor. Bunun ‘ithal gelin’ evliliklerinde de kesinlikle yapılması gerekiyor. Neyin nasıl yapıldığı, neyin nereden alındığı, hepsinin anlatılması, olası zor durumlarda nasıl aksiyon alacakları konuşulmalı. Her bireyin ‘intibak’ süresi farklı çünkü bizler birey olarak yeni bir şeyle karşılaştığımızda öğrenme eğrisi devreye giriyor. Bu eğrinin iki bileşeni var, öğrenme ve zaman. İthal gelinlerde ise zaman geçtikçe dili öğrenemeyen, çevreyi tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme eğrisi düzgün çalışmıyor. Eşiyle sorunlar çıkmaz hale geliyor, gurbet ve özlem faktörleri de devreye girince zorlukla baş edemiyor ve havlu atıyor.

 

Kitabı Almanya, ABD, İtalya ve İngiltere'den edinmek için 

👉Kitabı edinmek için tıklayın



Pelin Markirt’in İthal Gelinler adlı kitabını,

• Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) ve İthal Gelinler – Press Dionysus adresinden edinebilirsiniz (info@pressdionysus.com).

 


Ressam Metin Şenergüç'ün aforizmalarından ve çizimlerinden oluşan kitabı yayımlandı

No comments

02 September 2025

15 Aralık 2018’de genç yaşta aramızdan ayrılan ressam Metin Şenergüç’ün sanata ve yaşama dair aforizmalarının ve çizimlerinin yer aldığı “Orizonun Ötesi” adını taşıyan kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından yayımlandı. 

 





15 Aralık 2018’de Londra’da bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybeden ressam Metin Şenergüç, 19 Kasım 1960’da İzmir’de doğmuş, daha lise yıllarında politikayla tanışmıştı. 12 Eylül döneminde iki yıl hapis yatan Şenergüç, kaçak yollardan Yunanistan’a gitmişti. Burada beş yıl politik sürgün olarak yaşadıktan sonra 1987’de Brüksel’e yerleşen, ancak burayı çok muhafazakâr bularak tekrar Yunanistan’a geri dönen Şenergüç, Yunanistan’ın ardından Almanya ve nihayet İngiltere’ye gelmişti.

Kuzey Londra’da yaşamaya başlayan Metin Şenergüç 1994’te Camberwell School of Art’ta resim bölümünde eğitim görmeye başladı. 1998’de ise St.Martins School of Art’ta ise masterını tamamlayan ve sanata ilişkin düşüncelerini Londra merkezli Açık Gazete’deki köşesinde paylaşan ressam, “Bazen okuyup yazıyorum, sonra geri çekilip resim yapmaya başlıyorum. Yazmak da yaratıcı sürecin bir parçası benim için” diyordu.


Orizonunn Ötesi kitabında Şenergüç'ün onlarca çizimine aforizmaları eşlik ediyor


Metin Şenergüç’ün sağlığında çıkaramadığı kitabını arkadaşları Sümer Erek, Mehmet Taş ve Rıfat Güler Londra merkezli yayınevi Press Dionysus aracılığıyla geçtiğimiz günlerde yayımladılar. Kitabın giriş yazısında Erek, Taş ve Güler şunları söylüyor: “Ölüm, bir sanatçımızı, bir sanat düşünürümüzü ve özgürlük savaşçısı bir yoldaşımızı aramızdan aldı gitti. Ölüme inat onu eserlerinde ve kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.”

Büyük boy ve ciltli olarak yayımlanan kitapta Şenergüç’ün karakteristiğini yansıtan onlarca renkli ve siyah-beyaz çiziminin yanı sıra yazarın; sanata, yaşama ve insanlığa ilişkin aforizmaları da yer alıyor.




Orizonun Ötesi, "Kenar Notları" ya da bir "selfie"

                                



* Bu yazı ilk defa 4 Aralık 2023 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/kultur-sanat/ressam-metin-senerguc-eserleriyle-anilacak.html


Ayfer Tunç’un “Kuru Kız” romanında göç ve göçmenlik

No comments

11 August 2025




Tuncay Bilecen


Türk edebiyatının üretken yazarlarından biri olan Ayfer Tunç, Nisan 2023’te yayımlanan romanı Kuru Kız’da; mahalle baskısından kadının ailedeki ve toplumdaki rollerine, ekonomik ve sosyal çözülmenin yarattığı ahlaki erozyondan standardize edilen beden ölçütlerinin dışında olanların yaşadığı aşağılanmaya (bodyshaming) kadar birçok farklı konuya değiniyor.

Kuru Kız’ı bir “göç romanı” olarak değerlendirmek zorlama bir çıkarım olsa da roman, sosyal çürümenin her yere sirayet ettiği bir toplumsal yapıda bireysel kurtuluşu sıra dışı bir hikâyeyle göç etmekte bulan bir kadını anlatması bakımından bu yönüyle de irdelenebilir.

Kitabın ana kahramanı Kuru Kız’ın kırk yaşına birkaç ay kala Arjantin’in en güney ucunda, “dünyanın sonu” diye bilinen Ushuaia’ya gitmesiyle başlayan roman, devamında çoğunlukla kronolojik bir sıra izlemeden onun bu yolculuğa çıkmasına neden olan olaylarla devam ediyor.

Adını bilmediğimiz, fiziksel özellikleri nedeniyle kendisine takılan isimle, “Kuru Kız” olarak tanıtılan karakter, Ushuaia’daki ilk zamanlarında geldiği yerle buranın bir karşılaştırmasını yapar. Bu karşılaştırma okuyucuya, Kuru Kız’ı göç etmeye iten sebepler hakkında bir ön fikir verir: “Kendi ülkesindeki insanlar korkunç, buradakiler de harika değiller ama daha az kötücüller, en azından ona karşı” (s.16).  

Aynı şekilde yeni yerleştiği bu yerdeki duygu durumu da terk ettiği yere göre çok farklıdır artık:  “Geride bıraktığı yıllar boyunca güldüklerinin bin katını burada iki yıl olmadan güldü” (s.19). Çünkü Türkiye’deyken gülebilecek, gülse bile bunu gösterebilecek bir çevrede yaşamamaktadır: “Babası öldükten sonra olmaya başlamıştı aralarında (kardeşiyle) böyle neşeli şeyler. Hayattayken güldüklerini pek hatırlamıyordu. Gülmüşlerse de gizli gizli, kendi aralarında” (s.29).

Kuru Kız, başladığı yerde biten (dünyanın sonunda), olay örgüsü itibariyle ucu açık bir roman… Kuru Kız’ın ailesinden başlayarak yaşadığı muhite, topluma ve ülkeye kadar çevresini sarıp sarmalayan kötülükler silsilesinden bilgiye açlığı sayesinde kurtulmasını konu alan roman, sözü edilen katmanların her birinde yer yer trajik hikâyeleri de barındırıyor. Hatta bu bakımdan kitabın zaman zaman arabesk bir iklime büründüğünü söylemek de mümkün. Örneğin, Kuru Kız dışındaki tüm aile bireylerinin ölümlerine tek tek tanıklık ettiğimiz romanda; anne 36, baba 50, erkek kardeş ise 37 yaşında hayatını kaybeder.

Yıllar içinde peş peşe gelen bu ölümler her seferinde Kuru Kız’ı biraz daha yalnızlaştırır, en sonunda yazarın adını vermediği ama İstanbul olmadığını bildiğimiz (çünkü erkek kardeşi İstanbul’a kaçıyor) bir şehrin yoksul mahallesinde eski, kagir bir binada yapayalnız kalır. Fakat bu onu aşağı çeken bir yalnızlık değil, kendisini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkaran bir yalnızlıktır. Her birinin ayrı bir acı verdiği ve onu belli kalıpların içine soktuğu aile içi rollerden azadedir artık. “Özgürlük olduğunu o sırada bilmediği bu tuhaf, coşkulu duygu henüz damarlarına nüfuz etmemişti ama edeceğini anlamıştı, varlığını ele geçireceğini tahmin ediyordu. Büyük temizliğe oturma odasındaki ağır vitrinle değil annesinin zamanından kalma gardıropla başladı” (s.163).

Kuru Kız, aile ilişkilerinin dışına çıkarak mahalleye, topluma ve oradan da ülkeye bakan, bunu da yüksek sesle, göze sokarak değil, birbirine bağlı hikâyelerdeki sosyo-politik detaylar ve gözlemler üzerinden veren bir roman. Bu bakımdan aile içinde, oda paylaşımında bile kendisini gösteren cinsiyetçi tutum, tek başına kalan Kuru Kız’ın evine göz koyan akraba ve komşular, kentsel dokunun rantçı yaklaşımlarla bozulmasının mahalle ve komşuluk ilişkilerine yansıması, siyasetle organik ilişkisi olan görgüsüz ve aç gözlü mafyatik müteahhit profili, tarikat şeyhlerinin kentsel rantın dağıtımındaki yeni rolleri gibi birçok karakter ve tema romanda yer alıyor.

Kuru Kız, etrafını saran ona tecavüz etmek isteyen, özel hayatını merak eden ve fütursuzca mahremiyetini ihlal eden, bahçesine evine el koymak isteyen bu gözü dönmüş topluluktan öğrenme merakı ve bilinci sayesinde kurtulur. Sözünü ettiğimiz bu bilinç durumu bir aydınlanmadan ziyade Kuru Kız’ın içinde kendisiyle açtığı bir çeşit iletişim kanalı yoluyla yaşanır. Bu iletişim kanalı sayesinde kendi içinde olayların muhasebesini yapar, vicdanıyla yüzleşir. Roman boyunca sürekli “tanrısıyla” konuştuğuna şahitlik ederiz. “Kardeşinin ardından acı çekmeyi başka bir zamana bırakmıştı. Gecenin, tanrısıyla konuşacağı ileri saatlerine” (s.138). “Rüyadan sonra tanrısıyla konuştu, kardeşinin hakkı olan hayattan zevkli bir yudum bile alamadan gittiği için çok acı çektiğini söyledi” (s.149). “Tanrısına interneti anlatmaya doyamıyordu, sanki tanrısı bu buluştan haberdar değilmiş ve ondan öğrenmekten çok hoşlanıyormuş gibi” (s.150). “Tanrısı onu yatıştırmak için yatağının başucunda bekliyor oluyordu. Yüzü olmayan, bedeni olmayan, sesi olmayan, olmayan sesi bazen annesininkine, bazen olmayan bir sevgilininkine benzeyen tanrısı” (s. 174). “Tanrısı coşkuyla destekliyordu, onu yüreklendiriyordu. Git, yeter ki git. Canlan, yaşa” (s. 202).

Kuru Kız’ın göç ederek kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesinde içindeki sonsuz öğrenme aşkı önemli rol oynamıştır. YouTube’taki gezginlerin gezip gördüğü yerleri merak etmeyle başlayan bu aşk zamanla bir tutkuya dönüşür. Artık büyük bir açlıkla her şeyi merak etmektedir. “Hayatını ikiye ayırıyordu, internetten önce ve internetten sonra” (s.150). Etrafında, saf, kıt akıllı, kandırılmaya müsait olarak görülen Kuru Kız, öğrenme merakı sayesinde komşuların, akrabaların, mahalle sakinlerinin elinden kurtulmuş, internetten bulduğu bir emlak şirketine evini satmayı başarmış ve böylelikle ancak hayalinde yapabildiği yolculuğa tek başına çıkabilmiştir.

Ayfer Tunç; Kuru Kız’da fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı bir konumda olan bir kadının göç ederek kurtuluşunu konu alırken, örtük olarak “bilgi güçtür” mesajını da okuyucuya duyuruyor.  

 

Ayfer Tunç, Kuru Kız, Can Yayınları, 2023, 216 sayfa


*Bu yazı ilk defa Göç Dergisi'nde Temmuz 2024'te yayınlanmıştır. 

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/882

İdeolojik Bir Söylem Olarak “Mutluluk”

No comments

18 July 2025



Mutluluk söylemi, modern dünyada bireyin kendini tanımlama ve anlamlandırma sürecinde merkezi bir konuma yerleşmiştir. Foucault'nun "iktidar ve bilgi" kavramlarından hareketle, mutluluk söylemi, tarihsel ve toplumsal bağlamda belirli güç ilişkileri tarafından üretilen bir ideoloji olarak görülebilir. Bu söylem, bireyi "mutlu olmaya" zorlayan normatif bir çerçeve sunar. Üniversiteler, medya, popüler kültür ve kişisel gelişim endüstrisi gibi çeşitli kurumlar, mutluluğu hem bir hedef hem de bir ölçüt olarak yeniden üretir. Bu durum, modern öznenin "anlamlı bir yaşam" arayışını "mutlu bir yaşam" ile eşitlemesine yol açar.

Bireysel mutluluk, postmodern özne için anlamlı bir yaşamın birincil kıstası olarak adeta ontolojik bir hakikate dönüşmüştür. Modern birey, sağlıklı bir beden, maddi refah, statü, kariyer, terapi seansları, sağlıklı beslenme gibi söylemlerle bu “ideale” doğrudan veya dolaylı olarak yönlendirilmektedir. Ancak sorun şu ki, mutlu bir yaşam sürmenin sadece "bireysel bir sorumluluk" olarak özneye dikte edilmesi, toplumsal eşitsizlikleri ve sistemik sorunları birey tarafından göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla "mutluluk," hem bireysel bir amaç hem de "ideolojik bir söylem" olarak bir baskı işlevi görmektedir.

Bir diğer husus ise "mutluluğun" ne olduğuna, ne zaman veya hangi koşullarda "mutlu" olunacağına dair evrensel bir tanımın olmamasıdır. Bu belirsizlik, mutluluğun bireyler arasında farklı anlamlar taşımasına neden olur. Bu evrensel tanım eksikliği, daha doğrusu mutluluğun bir hedef ya da kesin bir "a priori" olarak var olmama hali, "mutluluk söyleminin" iktidar tarafından manipülatif bir araç olarak kullanılmasına olanak tanır. Bireyler dinamik bir şekilde sürekli bir "mutluluk arayışı" içinde tutulur, bu da tüketim kültürü ve kişisel gelişim endüstrisini besler.

Kısacası mutluluk, modern özne için ontolojik olarak yaşamın amacı haline gelmiş, ancak bu süreçte modern özneyi şekillendiren ideolojik bir aygıta dönüşmüştür. Doğası gereği belirsizlik taşıyan bu ideolojik söylem, postmodern bireyleri kendi mutluluklarını sorgulamaya ve sürekli bir arayış içinde olmaya zorlamaktadır. Bu durum, bir yandan bireysel özgürlüğü yüceltirken, diğer yandan ise postmodern özneyi belirli normlara uymaya zorlayan imperatif bir baskı aracına dönüşmektedir.

Yaylalı Ramazan

Tuğçe Yaşar'ın "Kurtarılmış Zamanlar" kitabı üzerine

No comments

03 June 2025





Tuncay Bilecen

Tuğçe Yaşar’ın, Ocak 2023’te Sözcükler Yayınları tarafından yayımlanan Kurtarılmış Zamanlar başlıklı öykü kitabı birbirinden bağımsız on öyküden oluşuyor. Öyküler her ne kadar bu şekilde kurgulansa da Kurtarılmış Zamanlar’da; göç, uyum sorunu, dil yetersizliği, göçmenlerin Fransa’daki çalışma koşulları, farklı mekânsallıklarda yaşam sürmenin aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerine etkisi gibi göçmenliğe dair yaşanmışlıkların öne çıkan ortak izlekler olduğu söylenebilir. Bu da bir bakıma kurgusal olmasa da izleksel olarak öyküleri birbirine teyelliyor ve okuyucuda bir bütünlük hissi uyandırıyor.

Öykülerde, göç ve göçmenliğin ortak izlekler olması yazarın yaşamıyla da paralellik taşıyor, zira kitapta yer alan öz yaşam öyküsünden Tuğçe Yaşar’ın lise ve yüksek öğrenimini Fransa’da tamamladığını öğreniyoruz (s.1). Yazarın bu sırada yaptığı gözlem ve yaşadığı deneyimlerin Kurtarılmış Zamanlar’da göze çarpan, göç ve göçmenliğe dair yaşanmışlık hissi veren duygu durumlarının kaynağını oluşturduğu söylenebilir.

Yetmiş iki sayfadan oluşan kitapta yer alan on öykünün bir diğer ortak özelliği ise her birinin çok kısa metinlerden oluşması. Detaylı tasvirlere yer vermeden, “o an”a odaklanılması kurgusal olarak öyküleri karakterlerin geçmişinden uzaklaştırırken okuyucuyu da dolambaçlı olmayan yollardan öykünün meramına ve şimdiye getiriyor. Tuğçe Yaşar, sosyal medya kullanımının da etkisiyle odaklanma süresinin saniyelerle ölçüldüğü bir dönemde, öykülerindeki karakterleri ve olay örgüsünü çok derinleştirmeden öyküyü varacağı istikamete bir an önce ulaştırıyor. Her ne kadar olaylar çabuk gelişip çabuk serimlense bazen de netice okuyucuya bırakılsa da yazar bunu telaşlı bir anlatımla yapmıyor. Dolayısıyla bu kurgusal tutum okuyucunun da anda kalma duygusunu pekiştiriyor.    

Göçmenlerin “dil yetersizliği” nedeniyle yaşadığı sorunlar Kurtarılmış Zamanlar’ın ortak temalarından birini oluşturuyor. Örneğin “La Carte La Carte” başlıklı öyküde Hekimhan’dan Fransa’ya göç eden, gündüzleri inşaat işçiliği, hafta sonları ise düğünlerde zurnacılık yapan Kevî’nin Paris’teki yaşamına tanıklık ediyoruz. “Fransızcayı kahve istemeyi ve ağrıyan yerini anlatabilecek kadar” kavrayan Kevî, dört yıldır yaşadığı Fransa’da oturum alamadığı için halen kaçaktır. Mahkeme tarafından sürekli ret almaktan yorulan Kevî son duruşmaya paragöz avukatı olmadan bir tercüman yardımıyla çıkar. Kevî duruşma esnasında konuşulanları çat pat anlar ama müziğin evrensel dili Kevî’nin dil sorununu ortadan kaldırır: “Bu kez zurnasını çıkarıp Diyarbekir Yolunda Türküsü’nü çaldı. Salondaki Afrikalı, Çinli, Pakistanlılar alkış tuttu. Kimisi ayağa kalkıp dans etti” (s.25). Duruşma çıkışında arkadaşının durumuyla ilgili kötü bir haber alacak olsa da Kevî müziğin evrensel diliyle oturum sorununu şimdilik halletmiştir.

“Renkli Boya Kalemleri” adlı öyküde ise dil yeterliliği ve ayrımcılık ortak temalardır. Öykü göçmen çocuklarıyla dolu bir ilkokul sınıfının anlatımıyla başlar, öykü kahramanı dil yetersizliği yaşadığından çizerek anlatmayı daha çok sevmektedir, bu yüzden en sevdiği ders resim dersidir. Tuğçe Yaşar, bu öyküde dil bilmemenin verdiği çaresizliği çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır:

Dil bilmeyen insanlar konu ne olursa olsun sohbet esnasında sık sık güler. Hem de olur olmadık yerde. Soru sorulduğunda anlamadığı zamanlar olur, evet ya da hayır deyip hemen gülmeye başlarlar. O gülüş, anlamış gibi yapmak değil de, “Bir gün bütünüyle anlayacağım, benimle sohbet etmeyi sürdür,” demek sanki (s.8).

Resim öğretmeni Madam Veziat, öğrencilerin arkadaşları Eflâ’nın okuldan atılmaması için verdikleri kâğıda destek imzası atmak yerine dolu olan kalem kutusuna başka bir boya kalemini sokmaya çalışarak dolu kalem kutusu metaforunu kullanır; “Bak Eflâ, bu kalem kutusu Fransa, bu tek kalem de sensin. (…) Ama bak bu kalem buraya girmiyor, çünkü artık yer yok” (s.10) der. Madam Veziat’ın bu sözleri öykü kahramanını derinden sarsar, bunu “Belki de hayatımda hiçbir Fransızca cümleyi bu kadar çabuk ve temiz, tek seferde anlamamışımdır” diyerek ifade eder.  

Öykünün sonunda ise mücadele ve dayanışma ruhu galip gelmiş, Madam Veziat’ın kullandığı kalem kutusu ve boya kalemleri metaforu tersine dönmüştür: “Hayet, Eflin ve Arthur, ‘Hepimiz göçmen çocuğuyuz!’ diye slogan atıyor. Her biri o bardaktaki renkli boya kalemlerine benziyor. Yan yana başları dik! Ben de rengimi onlara katıyorum” (s.10).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” adlı öyküsünde ise göçmenlerin çalışma koşullarına tanıklık eder okuyucu, bu koşullar göç edilen ülkenin dilinin geç öğrenilmesinin ipuçlarını da ortaya koyar. Çünkü “hoparlördeki şarkılar işçiler diri kalsın diye hep yüksek sesteydi” (s.34). Bu da göçmenlerin kendi aralarında konuşmalarını ve sosyalleşmelerini engellemektedir. Bu yüzden ancak mesai bitiminde birbirleriyle konuşma fırsatı bulurlar. Hikâyenin Cezayirli ve Türk kahramanları kendi aralarında konuşurken, Cezayirli söze girer: “‘Birbirimizin yüzünü göremiyoruz, kaldı ki konuşacağız da dilini geliştireceksin! Allah iyiliğini versin abi’” (s.39).

Kitabın son öyküsü “Mavi Masa”da ise gurbette gerçekleştirilen çok kültürlü, çok dilli buluşmalara şahitlik eder okuyucu. Burada da müzik dost sohbetlerinin ortak dili olarak karşımıza çıkar. Sabaha eren gecenin sonunda dostlar birer birer ayrılırken geriye Veronika dışında sadece Türkiye’den göç edenler kalmıştır. “Artık sohbetin tek dili bütünüyle Türkçe olmuştu. Veronika da seheri bekleyenlerdendi. Konuştuklarımızdan bir şey anlamasa da can kulağıyla dinliyordu” (s.74).

Göçmenliğe ilişkin alışageldik bu olgu başka birçok göçmen yazarın yapıtlarında da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları (2011) romanında da Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı öykü kitabında da anadil korunaklı bir liman olma özelliğini çok kültürlü sohbetlerde sürdürür. Toprak, bunu bir güvence ve rahatlama olarak yansıtırken karşı tarafın tepkisine yer vermeyi de ihmal etmez;

Üstelik ikisinin aralarında Türkçe konuşması Polonyalı yazarı da, çevirmeni de rahatsız etmemişti. Belki de herkes ortak bir yabancı dili konuşmaktan yorulmuş, şimdi ana diline dönerek rahatlamıştı (Toprak, 2009, s.22).

Tuğçe Yaşar’ın öykülerinde dil meselesi sadece göçmenlerin yaşadığı dil sorunuyla sınırlı kalmaz, anadil de izleklerden biridir. “Taksi Balıkçısı” öyküsü, Paris’te çevirmenlik yapan Çiçek’in İstanbul’da arkadaşı Sedef’in evini ziyaretini konu alır. Çiçek, taksiyle Sedef’e giderken taksicinin telefonda Kürtçe konuşması üzerine ilkokul anılarına geri döner. Kürtçenin bir dil, anadili olduğunu o yıllarda yaşadığı bir olay üzerine annesinden öğrenmiştir.

Göçmenlerin emek piyasalarındaki görünümleri Yaşar’ın öykülerinin bir başka ortak izleğidir. “Tadeo Kalarov” adlı öyküsü Türkiye’de ekonomik olarak zorlanan Zafer ve Yade çiftinden, “Memlekette artık yaşanmaz” diyen Zafer’in pandemi döneminde Fransa’ya göçünü konu alır. Sahte Bulgar kimliği olan Zafer, Tadeo Kalarov ismiyle bilinir ve çoğu yeni gelen göçmen gibi bir inşaatta iş bulur. İşi ve odası arasında mekik dokuduğu rutin yaşamına başlar. Göçmenlerin gündelik yaşamlarına uzun uzadıya yer vermeyen yazar, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir an önce varacağı yere varır, Zafer inşaatta geçirdiği bir iş kazasında hayatını kaybeder. “Evleneli bir buçuk yıl olmuştu. Biraz para biriktirdikten sonra salgına da çare bulununca ailesini yanına aldıracaktı. Salgın gibi Zafer’in kaçakçılığı da sürerken, Tadeo’nun kıyafetleri ve Bulgar kimliği Zeynel Ustabaşına verildi” (s.18).

“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” başlıklı öykü göçmenlerin zorlu çalışma koşullarına ilişkin detaylı tasvirlerle doludur. Bu öyküde göçmen işçiler arasındaki çekişmeler ve rekabetin yanı sıra göçmen işçi sirkülasyonu da yer alır. “Mavi yelekli ustalar her yorgunluğa, bıkkınlığa yetişemezdi. Kimi işçinin dayanamayıp molada istifasını verip çekip gittiği de olurdu. Sokak, okul, ev arasında öğrendikleriyle çelişip denge tutturamayan gençlerinse yerine başkalarının geçmesi uzun sürmezdi” (s.34). Bu öykü de tıpkı “Renkli Boya Kalemleri”nde olduğu gibi göçmenler açısından ümitvâr bir sonla biter ve tıpkı o öyküdeki gibi bir metaforu tersine çevirir yazar. Göçmenlerin birbirleriyle konuşmamaları ve tempolu çalışmaları için çalışma ortamında yüksek sesle dinletilen Dans sa bulle şarkısı grev marşı olup çıkmıştır.  

Kurtarılmış Zamanlar’ın bir başka ortak izleği ise farklı mekânsallıklarda yaşamanın arkadaş, aile ve aşk ilişkilerine yansımasıdır. Örneğin “Ardıç Kuşu” adlı öyküde öykü anlatıcısının Yunan sevgilisiyle yaşadığı aşk ilişkisini arkadaşı Zeynep’e anlatması konu edilir. Sonradan Yunanistan’a gittiği anlaşılan Yunan sevgili bir ara ortadan kaybolmuş, aylar sonra ise yeniden ortaya çıkmıştır. Ardıç kuşu bu yönüyle bir bakıma gurbet içinde gurbeti yaşamayı, göç edilen yerde köklü ilişkiler kuramamayı gösterir gibidir. “Ardıç Kuşu şimdi bir yerlerde gitarını çalıp şarkı söylüyordur. Bir kadının parmaklarına dokunup hangi enstrümanı çalabileceğini tartışıyordur” (s.45).

“Denize Atılan Taşlar” öyküsü ise araya giren mesafelerle birlikte dostluklar yıllara meydan okur mu? Biz ve geride bıraktığımız yıllar sonra bile aynı kişiler midir? sorularını sordurur. Bu öyküde göçmenlerin yaşadığı aidiyet sorununun arkadaş ilişkilerine yansıması örtük olarak kendisini hissettirir.

Tuğçe Yaşar’ın kendine özgü üslubu ve diliyle kaleme aldığı Kurtarılmış Zamanlar, göç ve göçmenliği çeşitli biçimleriyle aktarması ve yaşanmışlıklardan süzülen gerçekçi anlatımıyla göç yazınına ilgi duyanların keyifli okuyacağı bir kitap olma özelliği taşıyor.

 

Tuğçe Yaşar, Kurtarılmış Zamanlar, Sözcükler, 2022, 77 sayfa

 

Kaynakça:

Toprak, Menekşe, Hangi Dildedir Aşk, Yapı Kredi Yayınları, 2009

Toprak, Menekşe, Temmuz Çocukları, İletişim, 2011


* Bu yazı Göç dergisinin Kasım - 2023 sayısında yayınlanmıştır.

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/872

“Yazı yazmak tuğla örmeye benzer”

No comments

10 May 2025

Kâzım Altan’ın birbirine bağlı üç uzun öyküden oluşan “Pantelis” adlı kitabı Türkçe ve İngilizce olarak yayımlandı. Kıbrıs göçmeni olan eğitimci Kâzım Altan’la kitabı “Pantelis” hakkında konuştuk. 

Tuncay Bilecen

Kâzım Bey, sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Kıbrıs’ın Baf köylerinden biri olan Ayia Varvara’da (Engindere’de) doğdum. İlkokul ve lise eğitimim Baf kasabasında geçti. O yıllarda Baf Kazası, Kıbrıs’ın mahrumiyet bölgesiydi, şimdilerde ise Güney Kıbrıs’ın önemli turistik merkezlerinden biridir. Baf’ta Kurtuluş Lisesi daha yeni kurulmuştu.  Annem hep avukat olmamı isterdi. Babam ise bu konuda pek renk vermiyordu. Buna rağmen daha iyi bir eğitim alabilmemiz için bizi kasabadaki ilkokula kaydetmekte ısrarlıydı. Şimdi geriye baktığımda köyümüzün ilkokulundan mezun olanların çoğunun yüksek eğitim aldığını görüyorum.  

KIBRIS YILLARI

Babamın,  kasabada evi ve o evin etrafında da birkaç arsası vardı. Babamın ben ilkokula başlamadan önce ailesini bir araya toplama hayali başlamıştı bile. Büyük kız kardeşime daha evlenmeden bir ev yaptı. Arkası da geldi. Bu kabile kültürü çerçevesinde ben de diğer kardeşlerim gibi, köyden kasabaya göç etmiş onun acısını yaşamıştım.

Taşımacılığın ilkel olduğu bir zamanda annemin köyle kasaba arasında mekik dokuduğu o zor günlerin, benliğimde derin bir iz bıraktığını düşünüyorum.  

Edebiyatı ilk kez lise yıllarımda sevdim diyemem; çünkü ben kulaktan kulağa geçen ve tarlada, bağda, bahçede, insanımın kendine has bir tarzla anlattığı masallara, gerçek hayat hikâyelerine, atışmalı söyleşilere ve halk müziğimize çocukluğumdan beri âşıktım.  

TİYATROYA OLAN İLGİSİ

Okulun kütüphanesi yoktu. Evimizde de kitap kültürü yok denecek kadar azdı. O yıllarda, çevremde “roman okumak, sinemada film izlemek, edebi bozar” inancı hakimdi. Böyle düşünmeyenler ise benimle kitaplarını paylaştılar. Bu yüzden onlara müteşekkirim.

Bizim dönemimizde okul müsamerelerine sadece beş ve altıncı sınıflar katılabilirdi. Tiyatroya ilgi duyduğumu fark eden edebiyat hocamız o ekibe, erkenden beni de kattı. Öykü yazma hevesim o yıllarda başladı. Bu hevese, ikinci kez göç etmemin sonucunda perde düşse de edebiyat hep içimde bir yerdeydi.

Londra’ya göç edince; geçim derdi, İngilizceye hakim olma çabası, üniversite yılları, eğitim alanında kariyerim, ailevi sorumluluklarım derken okuma ve yazma hevesim devam etti. İki lisana da eşit hakimiyetim olduğu halde, üç öykü içeren Pantelis’i, İngilizce yazdım, sonra da Türkçeye çevirdim.

Birbiriyle bağlantılı üç öyküden oluşan ve Pantelis adını taşıyan öykü kitabınız yakın zamanda yayınlandı. Bu öykülerin ortaya çıkma sürecinden biraz söz eder misiniz?

Daha önce de belirttiğim gibi kitap yazmak her zaman içimde vardı. Bunu yaşam mücadelesinden dolayı erteledim. Göç etmek kendi dilimden, kültürümden kopup başka bir kültüre uyum sağlamak ve onu kendi kültürümle harmanlamak kolay olmasa da bunu yapmak mecburiyetindeydim.

Yazı bir sanattır. Fakat öykülere doğru bilgi katmak için yazarın araştırmacı olması da elzemdir. Bir iki deneyimden sonra Haringey’de buluşan bir yazar gurubuna katıldım. Üyeler çoğunlukla gençti. Sıram gelince onlara Panteli’nin ilk paragrafını okudum. Amacım onlardan, olumlu veya olumsuz, bir tepki almaktı. “Devam et” dediklerinde “dilini sevdik” mesajını aldığıma karar kıldım. Bir de yazılarımın diğerlerinden farklı olduğunu anladım.

Kitaptaki üç öyküde, anlatıdan uzaklaşmaya, olay ve duyguları mümkün olduğunca göstermeye çalıştım. Yazma serüvenimde kitap okuma tarzım değişti. Artık yalnız kurguya kapılıp gitmiyor, yazı tekniğini inceliyordum. Demek ki yazı yazmak biraz da Panteli’nin tuğla örmesine benzer diye düşündüm çoğu zaman.

Öykü çok uzamıştı. Onu iki veya üç öyküye bağlantılı olarak bölmeye karar verdim.




Kitabınızın başında Panteli’nin Kıbrıs’tan Londra’ya uzanan öyküsüne şahit oluyoruz. Siz de Kıbrıslı bir yazarsanız. Panteli gerçek bir karakter mi? Biraz Panteli karakterinden söz edebilir misiniz?

Panteli bir Kıbrıslı Rum kadınla sevgilisi Kıbrıslı Türkün oğludur.  Ama bu karakter bir Kıbrıslı Türk kadınla bir Rum gencinin oğlu da olabilirdi.  Bence, duygular sınır tanımaz. Eminim, hepimiz, farklılıkları göz ardı ederek birlikteliğe karar veren çok insan tanıyoruz. Öyküde bu iki insan sadece bir aşk yaşadı.          

Az önce de belirttiğim gibi, Panteli’de konular ve karakterler hayat tecrübemin hayal gücümle harmanlanması sonucunda ortaya çıktı. Bu öykü aynı zamanda, farklı coğrafyalarda doğmuş, şu veya bu sebepten dolayı ülkelerinden göç etmek mecburiyetinde kalmış insanların da öyküsüdür. İç savaş, belki toplumdan dışlanma veya ekonomik sıkıntılar göçün başlıca sebebidir. Kaderi kırmak için çalışmak didinmek de bu insanların ortak mücadelesidir. O mücadeleyi Panteli’yle birlikte yaşıyoruz. Onun, kalabalık Londra şehirdeki yalnızlığına rağmen, dürüst ve düzenli çalışmaları, sebatı, tutumlu olması, köyüne, insanına olan bağımlılığı, azınlık toplum fertlerinin çabalarını ve duygularını yansıtır.

 

Öykülerinizde hangi konuları işlediniz?

Yazılarımda konuşulması gereken “tehlikeli” konular var. Hayat maalesef bir gül bahçesi değil; ama sanırım, ben konuların en zorunu seçtim. Sinirsel sağlık bu zor konulardan biridir.

Üç öyküde, belki de ilk iki yavrusunu kaybeden annenin öfkesi, çocuksuz yaşama mahkum olan anne adayının feryadına karışır. Babasını hiç bilmeyen Pantelis’nin sessiz isyanı da aynı koro içindedir. Anlayamadıkları sebeplerden dolayı “gerçek” neyse, onu görmekte güçlük çeken, topluma bir türlü ayak uyduramayan sinir hastalarının halleri yine o harmanlanmış hayat tecrübemden çıkmıştır. Bu sınıfımda bir öğrencimin ruhsal değişiminin farkındalığı olabilir. Sokakta kendi kendine konuşan bir hastanın beynimde bıraktığı iz de olabilir. Sinir hastalarını her zaman tehlikeli ya da komik gören toplum bireylerinin tepkileri de bir şekilde kendini bu satırların içinde gösterir.

Kurgu tecrübe, araştırma ve hayal gücünün yarattığı sinerjinin ürünüdür. Yazmak ise öğrenilmesi gereken bir tekniktir.

Yazar bu üçlüyü bağdaştırmak için didinip durur. Bazen başarılı olur, editörün alkışını duyar, bazen de kurguya perde düşer, o ilham denilen şey neyse, onu oturup bekler ya da beklerken başka şeyler yapar. Perde düşünce ben de öyle yaptım.         



Kitabınızın başında Pantelis’nin Kıbrıs’tan Londra’ya uzanan öyküsüne şahit oluyoruz. Siz de Kıbrıslı bir yazarsanız. Pantelis gerçek bir karakter mi? Biraz Pantelis karakterinden söz edebilir misiniz?

Pantelis bir Kıbrıslı Rum kadınla sevgilisi Kıbrıslı Türkün oğludur.  Ama bu karakter bir Kıbrıslı Türk kadınla Rum gencinin oğlu da olabilirdi.  Bence, duygular sınır tanımaz. Eminim, farklılıkları göz ardı ederek birlikteliğe karar veren çok insan tanıyoruz. Öyküde bu iki insan sadece bir aşk yaşadı.           

Az önce de belirttiğim gibi, Pantelis’de konular ve karakterler hayat tecrübemin hayal gücümle harmanlanması sonucunda ortaya çıktı. Bu öykü aynı zamanda, farklı coğrafyalarda doğmuş, şu veya bu sebepten dolayı ülkelerinden göç etmek mecburiyetinde kalmış insanların da öyküsüdür. İç-savaş, belki toplumdan dışlanma veya ekonomik sıkıntılar göçün başlıca sebebidir. Kaderi kırmak için çalışmak didinmek de bu insanların ortak mücadelesidir. O mücadeleyi Pantelis’le birlikte yaşıyoruz. Onun, kalabalık Londra şehirdeki yalnızlığına rağmen, dürüst ve düzenli çalışmaları, sebatı, tutumlu olması, köyüne, insanına olan bağımlılığı, bence, etkileyicidir.     

 

Kitabınızda üç öykünün ortak noktalarından biri, Sinir ve Ruh Sağlığıdır. “Ruh Sağlığı” konusunun öykülerinizin odağında yer alması konusunda ne söylersiniz?

Birçok ülkede olduğu gibi, Kıbrıs’ta da ruh hastalıkları gizli tutulmaya çalışılır.  Halbuki dünya nüfusunun altıda birinin hayatları boyunca en az bir kez bu tür hastalıklara maruz kaldığı kanıtlanmıştır. Bunların arasında lise ve üniversite yıllarımda hastalanan arkadaşlarım, öğrencilerim, savaş mağdurları, şiddet sonucu kendilerini kaybeden anneler ve çocuklar da var.

Üç öyküde, sinir hatalıklarını bağlayıcı konu olarak işlemek zor fakat benim açımdan, ilginçti. Bu konu şık hayatları sergilemiyor. Ama o hayatı kitaptaki kahramanlarla biraz olsun yaşamak, hepimize iyi gelir sanırım. 

Kitabın geliri Kuzey Kıbrıs’ta, varsa eğer, sınır ve ruh hastaları ve ailelerine destek olmaya çalışan bir gönüllü kuruluşa adanmıştır. Arayışım devam ediyor.

 💬 Pantelis Türkçe ve İngilizce iki ayrı kitap olarak Press Dionysus tarafından yayımlandı...


👉  Pantelis'i Türkiye'de Kitap Yurdu'ndan temin etmek için tıklayın...


👉Pantelis'i UK içinde ücretsiz kargoyla edinmek için tıklayın


👉Pantelis'i  Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) temin edebilirsiniz.




* Bu röportajın bir kısmı 17 Kasım 2020 tarihli Olay Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 




 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan