sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Mevsimlik Oyuncular Tiyatro Haftası" Başlıyor

Hiç yorum yok

24 Nisan 2025

Londra’nın renkli sanat sahnesinde bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Mevsimlik Oyuncular Tiyatro Haftası, 27-31 Mayıs 2025 tarihleri arasında Tower Theatre’da tiyatro severlerle buluşmaya hazırlanıyor. İstanbul’dan Londra’ya uzanan sanat yolculuğunu sahneye taşıyan Mavi Production ekibi, bu yıl da hikâyelerin peşinden koşarak “umuda, direnişe ve güzelliğe” alan açıyor.

 




“Yaşasın Bağzı Şeyler!” sloganıyla bir arada

“Gelin, birlikte ‘Yaşasın bağzı şeyler!’ diyelim” çağrısıyla izleyicileri bir araya getirmeyi hedefleyen etkinlik, 5 gün boyunca tiyatro oyunları, söyleşiler ve atölyelerle renklenecek.

Tiyatro severleri zengin bir tiyatro programı bekliyor

“Mevsimlik Oyunculari”, kurulduğu günden bu yana tiyatro aracılığıyla eğlenmek, birlikte üretmek ve yeni keşiflere çıkmak ve her şeyden önce hikâyeler anlatmak isteyen herkese sezon boyunca kapılarını açık tutuyor. 

Nasıl Katılabilirsiniz?
Tower Theatre’ın 16 Northwold Rd, N16 7HR adresinde gerçekleşecek etkinliğin biletleri ve detaylı programı, linktr.ee/maviproduction üzerinden erişime açık. Tiyatronun büyülü dünyasında farklı kültürlerin izlerini keşfetmek isteyenler, bu beş günlük şölene davetli.

Son Söz Sanatseverlerden:
“Sanat, sınırları aşar” diyen Mavi Production, her yıl daha da büyüyen bu buluşmayı, “direnen güzelliklerin kutlaması” olarak tanımlıyor. Londra’da yaşayan Türkiyeli sanatseverler detaylar ve güncel duyurular için @maviproduction sosyal medya hesaplarını takip edebilir.


https://maviproduction.co.uk/2025/04/09/ii-mevsimlik-oyuncular-tiyatro-haftasi-program/




 

Oyuncu Feride Morçay’la göçmenlik ve tiyatro üzerine söyleşi: “Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi”

Hiç yorum yok

14 Nisan 2025


 Feride Morçay, 19 yaşında medya ve film eğitimi için geldiği Londra’da araya giren birçok eğitim ve iş deneyiminin ardından bugün hayatını oyuncu olarak sürdürüyor. Başrolünü oynadığı Hayfever aldı oyunun ‘’Keep it Fringe Fund’ ödülünü almasıyla bu sıra dışı oyunu iki hafta boyunca sergilemek üzere Edinburgh’a giden Feride Morçay’la göç hikâyesi, oyunculuk ve tiyatro üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 


                                                                                               

                                                                                                     Tuncay Bilecen

Feride seni Londra’ya hangi rüzgâr attı?

Londra’ya ilk geldiğimde 19 yaşındaydım. Aslında çok plan yaparak gelmedim. Hayatımı burada geçireceğimi bile düşünmedim, sadece kalbimin sesini dinledim diyebilirim. Daha öncesinde Avusturya Lisesi’nde okurken AFS ile lise değişim programıyla ABD’ye Ohio’ya gitmiştim. Ailem Türkiye'de kalmamı tercih ediyordu aslında. Koç Üniversitesi’nde Medya bölümünü burslu kazanmıştım. Aynı zamanda Londra’daki üniversitelere de başvurdum. Film yönetmeni olmak istiyordum.  Derken buradaki üniversiteden kabul aldım. Zaten içimdeki ses bana gitmem gerektiğini söylüyordu. O rüzgârla Londra’ya geldim.

Daha önce yurt dışı tecrübesi yaşamış olman bu kararında etkili olmuştur diye tahmin ediyorum.

Çok kolay olmadı. Ailem o sırada gitmemi çok istemiyordu. Kimseyi tanımıyordum, daha önce hiç Londra’ya gelmemiştim. Bir gün yanıma gelip "kızım sana güveniyoruz" dediler kendi harçlığımı kendim kazanmam şartıyla Londra maceram başladı. Okurken çalışmaya başladım.

Peki, Londra’da ne umdun ne buldun?

Şunu fark ettim; İstanbul’daki çevremin hep aynı tip insanlardan oluştuğunu, burada hayatın daha zor olduğunu gördüm. Avusturya Lisesi öncesinde de özel okula gidiyordum. Burada ise arkadaşlarım çalışıp ailelerine para gönderiyorlardı. Bunun gibi bir örnekle İstanbul’da kendi çevremde pek karşılaşmamıştım. O küçük yaşta gözüm açıldı. Daha çabuk büyüdüm herhalde.

Londra seni olgunlaştırmış.

Umarım. Tek başına bir hayat kurmaya çalışınca ister istemez hayatının bütün sorumluluğu senin elinde oluyor.

Bu sırada nerede okuyordun?

Goldsmith University of London’da Medya, İletişim ve Film Yapımı okudum üç sene. Bunu yaparken Cambridge’te bulunan Balık Art adında kâr amacı gütmeyen şirkette çalıştım. Proje yönetmenliği yaptım. Yaklaşık beş film şirketinde staj yaptım. Mezun olduktan sonra iş bulmak için çeşitli film şirketlerine mailler attım. Yüzlerce mailden iki tanesine geri dönüş aldım. O sırada bir Rus film şirketinden kabul aldım. Oraya girdiğim için Londra’da kalabildim. Çünkü o zamanlar mezun olduktan sonra öğrenci vizesini devam ettiremiyordun. Böylece full time çalışma hakkını elde ettim ve Ankara Anlaşması’na başvurup freelance çalışmaya başladım. İki sene boyunca film sektöründe yapımcı asistanlığı yaptım.

Bu dönemde hiç oyunculuk tecrüben oldu mu?

Olmadı. Lisede olmuştu. Amerika’da gittiğim okulda, müzikalde, tiyatroda ve koroda yer almıştım. Ama kendime hiç sanatçı gözüyle bakmamıştım, sonradan geldi bu. Ben yönetmen, yapımcı olacağım, sanatçıları çok seviyorum, onların içinde olacağım diyordum. Herhalde kendime karşı çok dürüst değildim ya da kendimi çok tanımıyordum o yaşta.

Peki, ilk şimşek nasıl çaktı oyunculukla ilgili?

Burada yazar, yapımcı, oyuncu olan bir arkadaşım var, müzikal bir oyun yazmıştı. “Bu oyunun yapımcılığını yapar mısın? Cambridge festivaline götürmek istiyorum” dedi. Bir anda çevrem tiyatrocularla doldu. Tiyatro ve oyunculuk üzerine okumaya başladım. Birden aşık oldum. Bir şimşek çaktı, işte bu dedim ve her şeyi geride bıraktım.

Yıllar sonra sahneye çıktığında ne hissettin?

Kendimi denemek için Identiy School of Acting’in seçmelerine katıldım. O seçmelerde özgürlük duygusunu hissettim. Tiyatro bana var olduğumu hissettirdi. Sesimde ve bedenimdeki yılların verdiği alışkanlıkları kırmak için oyunculuk okumayı seçtim Çünkü 'kendinin farkına varmakla' başlıyor bence oyunculuk.

Ardından ben artık oyuncu olurum dedin mi?

Bu sırada yapımcı asistanlığına devam ediyordum. Warner Brothers’la ilgili bir proje vardı. Bu aslında bir dolandırıcılık projesiymiş. Benim bir anda dünyam karardı. Bu işte herkesin düşündüğüm kadar iyi kalpli olmadığını fark ettim. Bir anda Londra’dan gitmeye karar verdim ve apar topar İstanbul’a geldim. İstanbul’da bir sene kalacağım derken üç ay kaldım. Şahika Tekand’ın Nişantaşı’nda bulunan Stüdyo Oyuncuları’na üç ay gittim. Oradaki ortam çok hoşuma gitti. Mehmet Ergen o sırada Gerçek adlı oyunu yapıyordu. Onun gönüllü asistanlığını yaptım. Gerçek oyunundaki metni oyuncularla birlikte çalışırken kendimi gördüm. Sahne önünde olmam gerektiğini fark ettim.

Sonra Identity’den İleri seviye oyunculuk part-time bölümüne kabul aldığıma dair haber geldi.  Gitmezsem vizemi de kaybedecektim böylece üç ay sonra tekrar Londra’ya geldim.

Londra’ya geri döndükten sonra neler yaptın?

Yaklaşık altı ay kadar Identity School of Acting’e giderken, Arcola Tiyatrosu’ndaki Alaturka Türk Oyuncuları’nın seçmelerine şans eseri katıldım, Deli Dumrul oyununu yapıyorlardı. Küçük bir karakter olan Can Kız karakterini oynadım. O zamanlar kendime yeterince güvenmiyordum. Ama sahneye çıkmak bir kapı açtı. Ertesi sene Shakespeare Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda Eleni karakterini oynadım. Bu da benim için çok güzel bir deneyim oldu.

Oyunu izlemeye gelen akademisyen, oyuncu Elif İskender ile tanıştım. Onun da burada atölyesi var. Birebir olarak iki sene çok yoğun çalıştık. Üzerimde çok büyük emeği var. Kamera önü oyunculuk, psikolojik olarak kendimi tanımamla ilgili. Şunu da fark ettim, Londra’da bu işi yapmam çok kolay değil. Benim bedenimle ve sesimle ilgili öğrenmem gereken çok şey var. Üniversiteye gitmeye karar verdim. Drama okullarına başvurdum. Rose Bruford College’de mastera kabul aldım. O sırada halen kendime yüzde yüz güvenim gelmemişti. Oyunculuk yapabilir miyim, bilmiyordum. Master programı iki sene sürdü. Tez projesi olarak Güngör Dilmen’in “Ben Anadolu’yum” oyununu yapayım derken pandemi nedeniyle 40 dakikalık bir film oldu. Elif İskender hocam da benim supervizörüm olarak projeye katıldı. Daha sonra bu film festivallerde ödüller aldı.

Londra’da Lamda’ya gitmeyi çok istiyordum. Shakespeare üzerine üç aylık bir kurs vardı ve pandemi sırasında daha indirimliydi. Eğitime devam edeyim dedim, bu eğitimin yarısı yüz yüze oldu. Sonra bana ücretsiz ‘audition’ hakki verdiler. Mastera kabul alınca, buna devam ettim. Master programı pandemi sebebiyle yaklaşık iki sene sürdü. 2022, Kasım’ında bitti, asıl olarak oyunculuk üzerine beni güçlendiren eğitim bu oldu. Sabahtan akşama kadar hafta sonları dahil sadece oyunculuk üzerine çalışıyordum. İnanılmaz bir fırsat oldu benim için. Mezun olduktan sonra altı kısa filmde oynadım. Mausoom adlı kısa bir filmde Zara karakterini oynadım, film Raindance Film Festivali’nde Kasım’da Londra’da gösterilecek. Son olarak da ANANKE adlı 25 dakikalık bir filmde başrol olarak genç sanatçı uyuşturucu bağımlısı Juliana adlı karakteri oynadım.



Yavaş yavaş ödüllü Hayfever oyununa gelelim mi? Bu oyuna nasıl dahil oldun?

Bir gün Lamda’da koridorda yürürken bir arkadaşım beni durdurdu. “Hayfever adlı oyunun okuması yapılacak. Göçmen bir kızın hikâyesi ve bence bu kız sen olabilirsin. Bence bu oyunun okumasına git” dedi. Dinleyici olarak gittim. En sonunda yönetmen Roxane Cabassut bize ne düşündüğümüzü sordu. Aylar sonra mezuniyete hazırlanırken Roxane’den mesaj aldım, festivalden kabul aldığını, bu oyun için beni düşündüğünü söyledi. Ertesi gün seçmeler oldu. Beraber çalışmaya başladık. Bu sırada okulda da bir oyun yapıyordum. Peckham Frinde Festivali’ne üç hafta vardı. Kendi kendime anı yaşa, yaparsın dedim. Festivalde çok güzel tepkiler aldık. Roxane oyunu Edingburg Frinde’e götürmek istiyordu, bundan önce de Arcola’da bir hafta oynadık.

Seyirci oyuna nasıl tepki verdi?

Oyun, klasik bir oyundan çok farklı. Gidip arkanızı yaslanıp oyunu izlemiyorsunuz. Her an her şey olabilir. Siz de aktif bir şekilde oyunun bir parçası olabilirsiniz. Seyirci oyunu durdurabiliyor, herhangi bir karakterden o anda nasıl hissettiğini şarkı, monolog yoluyla anlatmasını istiyor. Bunun dışında oyunda göçmen kızın İngiliz sevgilisinden ayrılıp ayrılmayacağına sevgilisi karar veriyor. Polisler ölüyor mu ölmüyor mu? Göçmen kız adamı tren istasyonundan atıp öldürüyor mu, öldürmüyor mu? Bunların hepsine seyirci karar veriyor. Oyuncu da o sırada seyirci hangisini seçerse ona göre oynuyor. Aynı zamanda oyundaki her şey satılık. Oyuncu oyunu durdurup “ben şuradaki masayı satın almak istiyorum” diyebiliyor. Bir anda oyun duruyor ve açık arttırma başlıyor, burada günümüzdeki tüketiciliğe bir gönderme yapılıyor. Oyun hayata bütünsel bakış acısıyla bakıyor.

Oyunda aynı zamanda resimler de satılıyor.

Oynadığım karakter Moyna, aynı zamanda bir ressam. Ben de resim yaptığım için bu denk geldi. Set tasarımcının ve benim yaptığım resimler oyundan sonra satılıyor.

Bu resimleri oyun sırasında mı yapıyorsun?

Hayır. Kendimi bu karakter olarak düşünüp evde yapıyorum. Bu resimler, Feride olarak benim yaptığım resimlerden farklı oldu. Bu beni şaşırttı.

Moyna karakterinin göçmen olması senin de bir göçmen olman bu oyunun üstesinden gelmende etkili olmuştur diye düşünüyorum.

Empati kurmamı kolaylaştırdı tabii ki. Ait olmamak hissi, kimlik arayışı, bütün bunlar ilk geldiğim dönemde hissettiğim duygulardı.

Oyunu Edinburgh’ta oynayacaksınız.

11-27 Ağustos arasında Edinburgh’ta TheSpaceUK Venue 45’de oynayacağız.

Ödülden bahsettik mi?

Bahsetmedik. Şöyle, oyunuz yaklaşık 3000 oyun arasından Phoebe Waller Bridge’in organize ettiği funding’de ilk 50 oyun arasına girdi. Phoebe Waller Bridge’in kişisel olarak seçip festivalde yer almasını istediği bir oyun.

Bundan sonra neler yapmayı planlıyorsun?

Eylül ayı için başka bir oyundan kabul aldım. Oyunun adı Düşünce Virüs’ü Çin’de Uygur Türklerinin yaşadıklarını anlatan bir oyun. Önümüzdeki dönemde birkaç film projem daha olacak. Netleşince onları da konuşuruz.

Feride çok teşekkürler katıldığın için.

Ben teşekkür ederim. Biz burada bireysellikten bahsettik ama hepimiz birimiz için varız. Çok uyuşuk bir dönemde yaşıyoruz. Medya bizi uyuşturuyor, televizyon bizi uyuşturuyor. Ne olursa olsun, algılarımızı açıp etrafımızda neler olup bitiyor bakıp kalbimizle hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. 

 

Söyleşiyi Spotify’dan dinlemek için tıklayın!


 

 

Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 yorum

05 Nisan 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

“Önce bir şey beni çeker, sonra ben onu çekerim”

Hiç yorum yok

26 Mart 2025

“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.







Gulseren DAŞ

 Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı.  “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.

Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.

Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek, fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?

Nilay İşlek ben, yeterli midir?

Gayet yeterli...

Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya, küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.

Alaylısınız o zaman!

Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım. Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.

Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Gri havası...

Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok güzel kareler çıkabiliyor...

Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize, şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim. Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum, gri havasını seviyorum.

Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen olarak yaşadığın zorluklar var mı?

Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle konuşamadığım zamanlar oldu.  Karakter olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.

‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’

Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen, yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın, bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara, kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini empoze etmeye çalışırım.

Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu, ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?

Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş.  Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.

Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...

Artlens, art ve lens kelimelerinden türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra, hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye; gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.  İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya başladık.  Hocalarımız hep akademik altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu. Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.

“Formasyon altyapısı önemli”

Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.

Fotoğraf üreten biri olarak ne tür kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?

Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim, feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf tekniği en kolay öğrenilecek şey.

“Londra inanılmaz renkli bir şehir”

Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim. Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir. Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir.  Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii, burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli. Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor. İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.

Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?

Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir eserleri.  Ben de boş Londra sokaklarını çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar, günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim ki ben bunları fotoğraflamalıyım.

“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”

Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya 1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum. Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o zaman bir sergi de düşünebilirim.

Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?

Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok, görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.

Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?

Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var. Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz, çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum. Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek, fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum. Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür ediyorum.




Suna Alan'dan Kürtçe “Ederlezi" Yorumu: “Ez Dilerzim” (Üşüyorum)

Hiç yorum yok

19 Ocak 2025

Londra’da yaşayan Kürt Alevi şarkıcı Suna Alan, Balkanların en popüler halk şarkılarından biri olan Ederlezi'yi Kürtçe yorumlayarak müzikseverlerin beğenisine sundu. Şarkının canlı kaydı, Londra'da gerçekleştirilerek YouTube'da "Suna Alan" kanalında yayımlandı.

 


Suna Alan'dan Kürtçe "Ederlezi" Yorumu: “Ez Dilerzim” (Üşüyorum)

Dünya çapında Emir Kusturica'nın Çingeneler Zamanı filminde Goran Bregović uyarlamasıyla tanınan Ederlezi, geleneksel bir Roman halk şarkısıdır. Alan, bu sevilen eseri Kürtçe Kurmanci dilinde seslendirdi. Şarkının Kürtçe sözlerinde ise şu dizeler yer aldı:

"Ölüm yine geldi, ah, bizden uzak olsun.
Genç kızlarımızın, genç oğullarımızın hatırına.
Ah, ne çok ölüm oldu, dayanacak güç kalmadı.
Üşüyorum."



Gelenekten İlham Alan Bir Sanatçı

İzmir’in zengin kozmopolit kültür ortamında, geleneksel Kürtçe kilamlar ve dengbêj müziğiyle büyüyen Suna Alan, müziğinde Kürtçe folk şarkılarını merkeze alıyor. Ancak repertuarı bununla sınırlı kalmayarak, Ermenice, Rumca, Arapça, Sefarad ve Türkçe şarkılara da uzanıyor.

2018 yılında İngiltere merkezli yaratıcı gazetecilik platformu Brush & Bow, Alan’ın portresine “Kadın Rol Modelleri Projesi” kapsamında yer verdi. Bugüne kadar Southbank Centre ve Royal Albert Hall gibi prestijli sahnelerde dinleyiciyle buluşan Alan, son olarak Ağustos 2024’te Cambridge’de düzenlenen TEDx Kings Parade St etkinliğinde tek sanatçı olarak performans sergiledi. Londra SOAS Üniversitesi’nin SOAS Kurdish Band ve SOAS Rebetiko Band projelerinde de aktif olarak yer alan Alan, İngiltere ve yurtdışındaki konser ve festivallerde sahne almaya devam ediyor.

Suna Alan'ın Kürtçe yorumu “Ez Dilerzim” ile Ederlezi'ye kattığı yeni yorumu dinlemek isteyenler, sanatçının YouTube kanalından eseri dinleyebilirler.

https://www.youtube.com/watch?v=R7Sz2olNd1A

 

 Suna ALAN


Twitter        : https://twitter.com/sunaalan12 

Ahmet Güven yeni kitabı Çerok okurlarıyla buluştu

Hiç yorum yok

06 Ocak 2025

Araştırmacı-yazar Ahmet Güven’in Kürt kültürüne ait 29 masaldan oluşan kitabı Çerok pazar günü gerçekleştirilen imza etkinliğiyle okurlarıyla buluştu. Göçmen İşçiler Kültür Derneği'nde yapılan imza gününe ilgi yoğun oldu.

 



Araştırmacı-yazar Ahmet Güven, İç Toroslar bölgesinin masallarını ‘Çerok’ adıyla kitaplaştırdı. Kitapta Alevi - Kürt toplumunun zengin bir havzası olan Kürecik, Elbistan, Sarız ve Afşin bölgelerinden derlenen 29 masal yer alıyor.

Güven, Pazar günü Göçmen İşçiler Kültür Derneği'nde okurları ile buluştu. Hem kitap, hem de masalların kültürdeki önemine ilişkin sohbetin gerçekleştirildiği imza gününe katılım yoğun oldu. Çoğu katılımcı söyleşiyi ayakta izlemek zorunda kalmasına rağmen etkinliği sonuna kadar takip etti.



Dil ve kültürün insanlığın zenginlikleri olduğunu belirten Ahmet Güven okurlarına kitap hakkında bilgi verdi. Uzun süredir masal derlemek istediğini belirten Ahmet Güven, ne yazık ki kültürün çok temel bir öznesi olan masalları bilenlerin yavaş yavaş aramızdan ayrıldığını, bu nedenle bu tarz çalışmaların çok önemli olduğunu ifade etti.. Okurlarla karşılıklı sohbet şeklinde geçen söyleşi sonunda Güven okurları için kitabı imzaladı. İmza için uzun kuyruklar oluştu.

Ceren Kültür Yayınları’ndan çıkan 136 sayfalık kitap GIK-DER'den temin edilebilir. Ahmet Güven'in bir sonraki imza günü ise 9 Şubat'ta Kırkısraklılar Derneği'nde yapılacak.





Taihei Soejima’nın fotoğraf sergisi Gaunson House’ta

Hiç yorum yok

13 Eylül 2024


Japon fotoğraf sanatçısı Taihei Soejima’nın fotoğraf sergisi 19 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında Tottenham Hale’de bulunan Gaunson House’ta ziyaret edilebilir.

 

Tarih: 19 Eylül – 1 Ekim

Ziyaret Günleri: Cuma & Cumartesi

Ziyaret saatleri: 09:00 – 17:00

Yer: Gaunson House

Adres: Markfield Rd, London N15 4QQ

 

Taihei Soejima (d. 1992), Tokyo, Japonya'da doğdu ve büyüdü. Klasik sanat ve insan tarihine büyük ilgi duyan bir fotoğrafçı ve sanatçıdır. Hem dijital hem de film fotoğrafçılığını ve metal heykelciliği kullanan Taihei, sanat eserlerinde insanlık ile doğal çevre arasındaki derin ilişkiyi irdelemektedir.


Taihei Soejima




https://www.instagram.com/soejima.taihei/


Taihei Soejima’s photo exhibition at Gaunson House

Japanese photographic artist Taihei Soejima's photography exhibition is open to the public from September 19th to October 1st at Gaunson House in Tottenham Hale.

Dates: September 19th - October 1st

Visiting Days: Friday & Saturday

Visiting Hours: 9:00 AM - 5:00 PM

Location: Gaunson House

Address: Markfield Rd, London N15 4QQ

Taihei Soejima/ 副島泰平  


 Artist, Photographer   


Taihei Soejima (b.1992) was born and rised in Tokyo Japan. He is a photographer and artist with a keen interest in classical art and human history. Using digital and film photography, as well as metal sculpture, Taihei expresses the profound relationship between humanity and the natural environment in his artwork.   

Evini sanat galerisine çevirdi

Hiç yorum yok

20 Ağustos 2024

Londra’nın doğusunda, Hoxton bölgesinde yaşayan “Veysel Baba” ismiyle tanınan Veysel Yıldırım, binlerce sanat eserinin bulunduğu evinin kapısını sanatseverlerin ziyaretine açtı. Veysel Baba ile “Sistine Chapel London” namı diğer “Veysel Baba Sanatevi”’ni konuştuk.

 


                                                                                                    Tuncay Bilecen

 



Veysel Baba namıyla bilinen Veysel Yıldırım’ın Londra’nın Hoxton bölgesindeki evini sanat galerisine çevirdiğini kendisinden aldığım bir e-posta ile Ağustos ayında öğrenmiş, “Sistine Chapel London Sanatevi 1 Eylül’de açılıyor” başlığıyla bu konuyu Olay gazetesinde haberleştirmiştim.

Aylar sonra kendisinden aldığım davet üzerine bu sanat evini ziyaret ettim ve on beş bini aşkın eserin sergilendiği ve bu nedenle Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye hazırlanan evinde nevi şahsına münhasır kişilik Veysel Baba’dan “Sistine Chapel London”ın hikâyesini dinledim.

Veyse Baba, yaşadığı evi kocaman bir galeriye çevirmiş. Tuvaletinden, banyosuna, mutfağından, balkonuna kadar evin her yanı sanat eserleriyle dolup taşıyor. On beş bine yakın resmin bulunduğu evde saatten, çakmağa, değişik takılardan, oyuncaklara kadar yüzlerce obje de yer alıyor.

Ünlü ressamların resimleri sadece duvarlara asılmamış, mutfak dolaplarının içinden evin her odasının tavanına kadar baştan sona nizami bir şekilde evin her yerini kaplamış durumda. Üzerimdeki şaşkınlığı biraz attıktan sonra sohbete başlıyoruz.

“Veysel Baba, seni biraz tanıyalım. Biraz kendinden bahseder misin?”

“Ben bu ülkeye 1988'de geldim. İlk dönemim biraz sarsıntılı oldu. Londra’ya ilk geldiğimde İngiliz kültüründe çok önemli bir yeri olan pub kültürü beni çok etkilemişti. Bir caddede 10-15 tane pub olurdu. Bizdeki kahveler gibi insanlar orada toplanır, sosyalleşirlerdi. Ben de buralara sık sık gider, II. Dünya Savaşı'nı yaşamış yaşlı insanların anılarını dinlerdim. Londra'nın bombalanma dönemlerini falan anlatırlardı. O kuşak öyle yavaş yavaş vefat edip bu dünyadan çekilince yerlerini farklı insanlar doldurmaya başladı. İrlandalılar gibi direnenler olsa da sonra o kültür yok oldu.

Siz de o kültüre kendinizi kaptırdınız mı?

Kaptırdım yani. Şöyle ki belki 1000'e yakın puba gitmişimdir. Hepsinin başka bir tarafı beni çekerdi; bazılarının dışarıdan görünüşü, bazılarının camları, bazılarının dekorasyonu, bazılarınınsa insanları... Otobüste olsa iner, burada da bir şeyler içeyim havasını koklayayım derdim. Çünkü oraya insanlar 50 sene, 60 sene boyunca gitmiş, hayatları oraya sinmiş, gittiğinizde o enerjiyi alıyordunuz yani orada.

Peki bu sanata olan ilgi ne zamanlarda başladı?

Ben Türkiye'de serigrafiyi ilk yapan kişilerden biriyim. İtalyan baskı tekniği vardı. İpek baskı. O zaman bu tip matbaalar yoktu. Önce bir rengi basıyorduk, o kuruyunca da aynı kalıba başka bir rengi … Kartvizitler bile serigrafi ile yapılıyordu, 70'li yıllardan bahsediyorum. Örneğin bu şekilde TRT'nin ilk amblemini ben yapmıştım. O logoyu TRT kullandı birkaç sene.



Peki buraya gelince sanat işlerine nasıl yöneldiniz?

Sanattan hiç kopmadım. Burada bir gazetede 2-3 sene boyunca Karacaoğlan, Dadaoğlu, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Erzurumlu Emrah gibi Anadolu erenlerinin hayatlarını 5-6 bölümlük diziler halinde yazdım. Sonra baktım çok fazla ilgi gösteren yok vazgeçtim. Yavaş yavaş kendimi toplumdan soyutladım. Pub hevesimi de bir kenara bıraktım tamamen koleksiyon işine yöneldim.

Ne zaman başladı bu merak?

Bu 2000'li yıllarda başladı. Önce kendi odamı bir sanat odası haline getirdim. Çok sık sanat galerilerine, antikacılara gitmeye başladım. Çok özel eşyalar oluyordu, I. Dünya Savaşı’ndan kalma madalyalar, kılıçlar, bıçaklar… Kitaplar, eşyalar, takılar… Özellikle kitaplar… Günde 10-15 tane kitap aldığım günler oluyordu. 50 sene sonra, 60 sene sonra bu kitaplar olmayacak diyordum. Belki birkaç kişide kalacak, alayım biriktireyim yani.

Böyle bir biriktirme merakı vardı mı sizde? Burada birçok değişik obje gördüm.

Var tabii. Altı yüz kırk yedi parça antikam vardı. Onlar bir defoda duruyordu. İşte o defo soyulunca bir kısmı gitti yani. Çünkü burada güvenlik dolayısıyla eve koyamıyordum. Çok değerli şeylerdi. Onlar öyle çalındı gitti. Sonra evim soyuldu. Tekrar başladım biriktirmeye. Bir daha soyuldu. Tekrar başladım.

Bir süre sonra çizim işine ağırlık verdim. Yeniden grafik işine başladım. Evi tamamen bir sanat evine dönüştürmeye karar verdim. 15-20 senelik çalışmayla burayı böyle bir sanat evine çevirdim. Akrilik işine yoğunlaştım. Şu anda 500-600 parça kendi resim çalışmam var. Bunlardan 50-55 tanesi akrilik.



Peki bu kadar çalışma nasıl sığacak bu eve?

İnan samimi söylüyorum. Çok rahatlıkla bir stadyumu dolduracak kadar şu anda elimde materyal var. Bununla ilgili olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na başvurduk. Guinness'ın Türkiye yetkilisi Aydın Bey var, ilgileneceğini söyledi. Burada 15 bin resim var şu anda, sayılması ve belgelenmesi çok masraflı. O yüzden çareler arıyoruz.

Bu evle ilgili planınız nedir geleceğe dair?

Bir vakıf kurarsam o vakıf aracılığıyla burayı kalıcı hale getirebilirim. Benim vefatımdan sonra o vakıf devam ettirebilir. Belediyeden satın almak istiyorum burayı, değer mi, değmez mi bilmiyorum, çok kararsızım bu noktada. Bazen buradaki her şeyi Tunceli’deki köye götüreyim ve orada bir müze kurayım diyorum. Orada hem bir cemevi gibi hem böyle müze gibi faaliyet gösterecek; insanlar kışın kar yağdığında gelecekler, kadınlar çocuklar sobanın etrafında oturacaklar ve sanat eserleriyle, duvarları resimlerle dolu yerde kalacaklar diye hayal kuruyorum. Vakıf aracılığıyla da burası sürekli ayakta kalabilir.

Buradaki eserler size ne hissettiriyor?

O kadar derin ki bazen bir resmin karşısında saatlerce oturabiliyorsunuz. O resme daldığında bir insanı alıp götürebilir yani. Bazı resimler var mesela, girdiğinde o resme çok rahatlıkla bir romanı doldurabilecek konu çıkarabilirsin. Anlıyor musun demek istediğimi? Renklerin karışımı, renklerin uyumu, oradaki şekiller… Tedavi gibi bir şey yani. Bu çalışmalar rehabilitasyon merkezlerindeki, tedavi merkezlerindeki kişilere iyi gelebilir, onları çok farklı bir dünyaya götürebilir.

 

Peki burada sergilenen eserler bakımından her odada farklı bir tema mı var?

Bir odayı tamamen Michelangelo'ya adadım. Sistine Chapel Roma'ya. Biraz dinsel terimler var yani bir odada. Orta salonda tamamen özgün türden çalışmalar var. Mutfak 30'lu yıllardan kalma poster artlarla dolu.  

Gördüğünüz gibi ayrıca birçok da eşya var. Örneğin 100’den fazla saati hediye etmişimdir. Çünkü evde koyacak yer yok. Yatak altlarına koyuyordum. Üzülüyor, birisi yeni bir yer açtığında ona hediye olarak götürüyordum.

Benim dünyam bu yani. Başka bir şey bilmiyorum; ya antikacıları dolaşacağım ya kitap alacağım ya sanat galerilerini dolaşacağım ya da evde çizim yapacağım, yazı yazacağım, hikâyeler, derlemeler kaleme alacağım.

Sanata ilgi duyan herkesi bu dünyaya dahil olmaya, buradaki sanat eserlerini görmeye davet ediyorum…

Veysel Bey çok teşekkür ederim beni burada ağırladınız.

Ben teşekkür ederim. Çok sağ olun.

 

Yer: Sistine Chapel London

Adres: Flat 8 Kinder House, Cranston Estate London N1 5EJ

Telefon: 020 76 83 04 81

 


 👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!




© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan