toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Intesa, DB Music’te sahne alıyor

Hiç yorum yok

29 Nisan 2025

Stoke Newington’da bulunan DB Music’te müzikseverleri müzikle dolu bir akşam bekliyor. Intesa ikilisi, Lucine Musaelian (vokal) ve Nathan Giorgetti (viola da gamba) ile 30 Nisan 2025 Çarşamba akşamı DB Music’te sahne alacak. Ücretsiz olarak katılımın mümkün olduğu konserde, Avrupa ve Ermeni folkloru ile erken dönem müzik geleneklerini harmanlayan bir repertuvar dinleyicilerle buluşacak. 

 


Handel Hendrix House ve Fidelio Cafe’de sahne alan, Utrecht, Viyana ve New York festivallerine katılan Intesa, Royal Academy of Music’teki Oda Müziği Bursu ve 2024 Tunnell Trust Ödülü gibi prestijli başarıları da sırtladı. Konserlerinde, hikâye anlatıcılığı tekniklerini kullanan Intesa, tarihsel ve kültürel müzik mirasını modern bir bakışla yorumluyor. DB Music’in 24 Stoke Newington High Street, N16 7PL adresindeki mekânında kapılar saat 18.30’da açılacak.

 https://www.instagram.com/localandliveinhackney/


SOME OF THEM PAST EVENTS












Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

1 yorum

03 Nisan 2025

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

Reading'te 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü coşkuyla kutlandı

Hiç yorum yok

11 Mart 2025

İngiltere’nin Reading kentinde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, sanatçı Zeyno Durar’ın muhteşem performansıyla Coley Park Community Centre’da kutlandı. 8 Mart 2025 Cumartesi günü gerçekleşen etkinlik, kadın dayanışmasına ve baharın gelişine vurgu yapan renkli bir atmosferde geçti.

 


Konserde, Zeyno Durar, Mezopotamya ve Anadolu’nun zengin kültürel mirasını yansıtan Türkçe ve Kürtçe eserlerle izleyicileri büyüledi. Sezen Aksu’nun “Ünzile” adlı eseri, Neşet Ertaş’ın türküleri ve Kürtçe olarak seslendirilen “Şerîna min”, “Qumrike” ile “Wehar” gibi parçalar seyircinin büyük beğenisini topladı.

Sanatçının kızı Rengin’in, annesiyle birlikte Sezen Aksu’nun “Aldatıldık” şarkısını düet olarak seslendirmesi ise salondan büyük alkış aldı.



Konserde Zeyno Durar’a, bağlamada Levent Canen, gitarda Erdal Yapıcı, ritimde Kaan Yol ve kemanda Minor Atabek gibi değerli müzisyenler eşlik etti. 

The Womb'un yazarı oyuncu Aylin Rodoplu ve oyuncu Tara McMillan ile tiyatro üzerine söyleşi

Hiç yorum yok

24 Ocak 2025



Co Theatre topluluğunun kurucularından, The Womb adlı absürt komedi oyunun yazarı ve oyuncusu Aylin Rodoplu ve oyuncu Tara McMillan ile tiyatro üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Bisikletli Gazete Söyleşileri’nden herkese merhaba, yanımızda tiyatro oyuncuları Aylin ve Tara var. Yakın zamanda sahnelenen oyunları “The Womb” ve tiyatro üzerine konuşacağız. Sizleri biraz tanıyabilir miyiz?

Ben, Aylin Rodoplu, 25 yaşındayım yaklaşık 4 senedir Londra'da yaşıyorum. Buraya okumak için geldim 2 hafta önce de East 15 Acting School'dan oyunculuk bölümünden mezun oldum. Çok taze bir oyuncuyum. Şu anda da kendi oyunumun yapımcılığını yapıyorum, oyunumun yazarlığını da yaptım.  

Senin hikayen dinleyelim kısaca.

Ben Tara. Ben de babam Jamaikalı, annem Türk. Ömrüm boyunca Türkiye'de yaşadım. Türkiye'de doğdum, büyüdüm. Ben de East 15 Acting School'da yüksek lisans yaptım.

Orada mı tanıştınız?

Evet. Onun öncesinde İstanbul'da Mimar Sinan Devlet Konservatuarı’nda oyunculuk bölümü bitirdim. Oyuncuyum.

Sen ne zaman geldin Londra'ya?

Benim de iki yıl oluyor buraya geleli. Geçtiğimiz yıl mezun oldum. Sonrasında yine okuldan bir kadroyla Edinburgh Festivali için bir oyun yapmıştık. Onu sergiledik. Bu yılda başka bir oyundaydım. Onun dışında kahve yapıyorum, kafede çalışıyorum. Her oyuncu gibi. Büyük bir klişeyim yani.

Güzel. Orada da aslında oyunculukla ilgili çok öğrenecek şeyler var. Gözlem yapılacak çok şey var gerçekten.

Peki Aylin sana dönelim. Senin tiyatroya olan ilgin nasıl başladı, nasıl gelişti, neler yaptın bugüne kadar tiyatroya ilgili?

Küçüklükten beri hep böyle içimde bir ben oyuncu olmak istiyorum diye bir his vardı ama yani ne özgüvenim vardı ne böyle çok dışarı dönük bir insandım. Sadece bu istek vardı ve böyle şu anda da geriye dönüp eskiden not aldığım defterlere baktığımda böyle yazmışım, ben oyuncu olacağım, yani manifestlemişim ben bunu. İşe de yaradı yani bir şekilde. Lise döneminde ailemin desteğiyle birkaç böyle bir kursa gittim hem oyunculuk, sinemada kamera önü dersleri falan da aldım ama dediğim gibi o zaman böyle özgüvenim çok düşüktü çok zevk almadım. Daha sonra ben İTÜ'de İç Mimarlık'ı kazandım, hazırlık yaptığım dönemde okulun tiyatro grubuna katıldım, İTÜ sahnesi. Orada böyle insanların amatör olarak tiyatro yapması beni çok etkiledi ve bir prodüksiyon çıkardık, o prodüksiyonla da Türkiye turnesine çıktık. Birlikte bir şey yapmak, böyle o arkadaş, o topluluk hissiyatı benim gerçekten çok hoşuma gitti. Ve hiç mimarlık okumaya başlamadan dedim ki ben okulu bırakacağım ve konservatuar sınavlarına hazırlanacağım.



Bu çok radikal bir karar değil mi?

Gerçekten öyle yani. Ailem de karşı çıktı. Yani uzun bir süre engel olmak istediler aslında. Hani İTÜ'yü kazanmışsın, nasıl bırakacaksın? Çünkü ben İTÜ'ye de çok hazırlanarak girmiştim. Başarılı da bir öğrenciydim aslında. O içimdeki his, o küçüklükten gelen bir şekilde bunu yapmam gerektiğini hep hatırlattı bana. İngilizcem de çok yoktu. Hazırlık okusam da yani hazırlı böyle zor bela geçmiştik. Dedim ki siz bana destek olun ailem maddi olarak. İngilizce kursuna gitmek istiyorum. Aynı zamanda da biriyle çalışmak istiyorum beni yurt dışına hazırlayacak. Aslında hiç Türkiye'de konservatuar düşünmedim. Bunun bir sebebi de yok. Hep yurtdışına gitme isteği vardı içimde sebepsiz. Sonradan konservatuar sınavlarına hazırlandım, başvurdum. İlk sene girdiğim sınavlarda lisans bölümünü kazanamadım. Beni sadece hazırlık bölümüne... Bir çok yere başvurdum, en sonunda East 15'e de girdim.

Annemle biz Londra'ya geldik. Bir ay burada bir Airbnb'de yaşadık. O zaman pandemiden önceydi. Yüz yüze sınavına girdim. Ben şey böyle, insanlara bakıyorum falan, % 90 herkes İngiliz. Ben dedim burada ne arıyorum yani yarım yamalak İngilizcemle özgüvenim de yok, bir şeyim de yok. Ama o dönemde özgüvenim gelişmeye başladı bu adımları atarak. Daha sonra East 15'de Foundation bölümünü kazandım. Bana şey dediler, yeteneklisin ama hazır değilsin lisans okumak için. Ben de bunu evet kabul ediyorum yani gerçekten daha çömezdim o dönem.

Zaten kaç yaşındaydın? 20 yaşında falan mıydın?

Evet o zaman 20 yaşındaydım.

Biraz da çömez ol yani 20 yaşında da.

Sonradan pandemiye denk geldi. Okulun yarısını Türkiye'ye döndüm. O şekilde okudum. Okurken tekrardan... Online'a döndü çünkü. Aynen öyle. Tekrardan sınavlara girdim. Bu sefer de dediler ki çok yeteneklisin ama bizim kontenjanlarımız doldu. Seneye tekrar dene. O dönem bir ameliyat geçirdim dizimden. 6-7 ay kadar bir iyileşme süreci geçti. O dönemde tekrardan ben hazırlandım. Yani yaklaşık 3 kere kere sınavlara hazırlandım. Gerçekten, pes etmedim.

Yine Tara'a dönmek istiyorum. Peki senin ailen tiyatro ile olan ilişkin nasıl karşılanıyor?

Oldukça şaşırdılar aslında çocukluğumdan beri hep benim daha çok müzikal tiyatroya ilgim vardı küçükken. Ve evde de biraz İngilizce konuşuluyordu. Ben yine Türkçe konuşmaya zorluyordum, çünkü okulda Türkçe konuşuyorum. Anadilimi Türkçe ama yine de birazcık daha avantajlıydım yabancı dil konusunda diğer arkadaşlarımla. O yüzden hep böyle müzikaller istedim, babam zaten çok büyük bir Sound of Music fanıydı mesela. Onlar dönüyordu hep evde ya da işte küçük bir çocuk için Annie müzikali çok, Annie the Orphan, onları izliyordum ya da Mary Poppins vesaire. Çok seviyordum. Baştan sona bütün o kasetleri sürekli döne döne izliyordum. Benim için tiyatro aslında müzikal tiyatroydu yani. Böyle bir gösteri dünyası ve müzikle iç içe olan bir şeydi. Ben de küçük yaştan itibaren müzik eğitimi aldığım için işte ilkokulda keman çalmaya başladım. Daha sonra lisede de müzik okudum. Ankara Güzel Saatler Lisesi mezunuyum. Orada kontrabas, piyano, koro eğitimleri aldım. Aslında hep benim hayatım böyle müzik doğrultusunda gidiyordu. Ta ki üniversitenin sonuna kadar. Orada Aylin'in de dediği gibi zaten çoğu tiyatrocunun hep böyle içinde olan bir şeydir. O küçük yaştan itibaren, hep böyle bir oyuncu olayım, bir sahnelere atayım kendimi. Hani içten içe artık o bir şekilde büyüttüm, besledim ben o umudu ve isteği. Lise sonda kesinlikle karar verdim, müzik okumak istemiyordum artık. Ve böyle bir anda çıkıp ben oyuncu olacağım dediğim zaman herkes bir şaşırdı tabii ki. Genel reaksiyon şey oldu, oyuncular hani yırtık olursan çok utangaçsın, nereden geldi aklına, olur mu ki?

Bazıları ama sahnede devleşiyor değil mi? Çok utangaç oyuncular da biliyoruz ama sahnede bambaşka insanlar oluyorlar.

Doğru. Aileme söylediğimde de aslında çok şaşırmadılar çünkü hayatları boyunca benim müzik kariyerimi veya müzik eğitimimi desteklediler. İkisi de aslında çok sanatçı ruhlu insanlar ama onlara olanak tanınmamış. Onlar kendileri gençken daha böyle normal meslekler edinmiş insanlar. O yüzden beni hep desteklediler.

Çünkü onların içinde kalan bir ukde var.

Evet, öyle bir şey var, doğru.

Biz yapamadık, sen yap. Bu güzel. Aslında ikiniz, anladığım kadarıyla ikinizde de ortak olan bir nokta, aile köstek olmamış, destek olmuş.

Evet. Bu çok iyi bir şey yani.

(Aylin) Kesinlikle. Yani böyle hani, sırtımdan da itmediler hani. Şey de yapmadılar, itmediler derken böyle, çok da destekli olmadılar ama izin verdiler. (…) Onların kaygılarını da anlayabiliyorum. Özellikle şu anda işin içine profesyonel olarak girdiğim için. Anlıyorum yani maddi olarak çok kaygıları vardı. Çok anlaşılabilir kaygılar ama Tara'nın da dediği gibi içindeki o his olunca onu bırakmak ve hayata devam etmek çok zor oluyor. Çünkü bir şekilde hayata bağlayan bir his. Ve şu anda da yani bu işi yapmamdaki en büyük şey bu yani öbür maddi, manevi her şeyden önce bu hissi aslında tamamlamak. O yüzden imkansızdı benim için başka bir şey yapmak.

Ve yapmasaydınız içinizde bir ukde kalacaktı her zaman.

Evet kesinlikle. Aslında ben şunu yapacaktım, aslında ben bunu yapacaktım diyen belli bir yaşa gelmiş bir sürü mutsuz insan var.  

Evet.

Peki biraz önceki kaldığım yere döneceğim yine öyle bir tur yapalım. Iıı ne umdun ne buldun sorusu bu işte de aslında hani işin içine girdiğinde dışarıdaki yani böyle sahnedeki alkışları alan ve böyle kendi dünyasında her şeyi halletmiş insanla onun arka planı hazırlanması şusu busu bilmem nesi çok daha zahmetli mi geldi yoksa bunun bir parçası olarak mı kabul ettiniz? Nasıl gördünüz?

Yani arka plan aslında bana bunlar çok zevkli geliyor, o hazırlanma süreci vs. Bana zor gelen şey şu anda sektörün bulunduğu durum ve inanılmaz bir hiyerarşi olması. Özellikle genç sanatçılara, hani herkes çok yardım ederiz, işte elinizden tutarız muhabbeti yaparken hiç de o şekilde olmaması, küçük görülmesi birazcık özellikle düşük bütçeli ekiplere karşı.  

Burada bir hiyerarşik bir şey var değil mi?

 Var. Çünkü ben daha önceden tiyatrolarda asistanlık da yaptım ve çok güzel şeyler öğrendim ama oradayken de ben çok bunu gördüm bu hiyerarşinin yani mesela ben gönüllü olarak gitmişim ama o insanlar buna çok fazla değer vermeyip, küçük görüp vesaire bu şekilde davranışlar. Yani genel olarak sektörde ben bunu çok beklemiyorken bundan şu anda rahatsızım. Bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında hani bu hazırlık olsun, genel yaptığımızdaki işte, yani gözükmeyen kısımlar benim çok hoşuma gitti.

Yani işin mutfağı seni yormadı ve üzmedi, öyle mi?

Yok.

Seni Tara?

Yani genel olarak ilk okula başladığımda zaten oyunculuk okumaya başladığımda çok bir şey düşünmeden böyle körü körüne evet benim bir tutkum var bunun için uğraşacağım. Zaten okula başladığınız zaman da tiyatro okumak mükemmel bir şey. Yani bedava sahnen var, bütün gün oyunu oynuyorsun aslında, oyuncuyuz gerçekten.

İyi hocalardan bedava ders alıyorsun.

Evet, en iyi hocalarla çalışıyorsun, inanılmaz ekip arkadaşların oluyor. Onlar artık sınıf arkadaşların değiller. Bir de daha küçük sınıflarda gerçekleşiyor bizim eğitimlerimiz genelde. Yani 15 kişilik, 10 kişilik, 12 kişilik vesaire. İnanılmaz ekip olmayı öğreniyorsun, müthiş büyüleyici bir süreç oluyor. Tiyatro okulları, bazıları için de kabus gibi geçiyor tabi ama benim için öyle olmadı, çok şanslı hissettim o süreçte. O yüzden ilk mezun olduğumda, böyle bir o klişeleşmiş, sudan çıkmış balığa dönme durumu benim için de oldu. Yani her gün okula gidip tiyatronun içinde boğulurken, böyle şen şakrat bir eğitim hayatı geçirmişken bir anda, bir de ben pandemi mezunuyum. Bir anda bütün eğitimim zoom'a döndü yılın ortasında. Mezun olduktan sonra şimdi nasıl iş bulacağız, şimdi nasıl geçineceğiz kaygısı…  Böyle ekstra bir anda sırtıma bindi yani yük olarak. Ama şunu fark ettim, durmadığın zaman, evde oturduğun zaman kimse gelip de şöyle şöyle bir oyuncu vardı, biz hadi onu bir delikten bulalım çıkaralım demiyor.

Ve o dönemde zaten bir dizi yaptım. Daha sonrasında yine bir boşluğa düştüm birkaç ay. Ne yapacağım, ne yapacağım? Hani hiçbir oyun yok. Yeni bir iş gelmiyor. Ne yapabilirim? Evet, hep yüksek lisans yapmak istiyordum. Hadi, İngiltere'ye o zaman. Şimdi buradan mezun oldum. Bu konuda açgözlü bir insanım o yüzden her şeye atlarım ben. Yani potansiyel gördüğüm veya hoşuma giden her şeye atlıyorum. Hiç de pişman olmuyorum ama tabii ki çok zor. Çünkü ekonomik olarak çok büyük bir getirisi olmayan bir şey özellikle küçük bir ekipsen, düşük bütçeli bir ekipsen. O yüzden bir yandan bütün gün kahve servis edip, bir yandan akşam provaya yetişip, benim yarın mesaim var mesela, burada iki gün oyun oynadım. Şimdi geçip kahve yapacağım. O yüzden çok fazla iteleme istiyor, çok fazla özveri isteyen bir şey. Çok özveri isteyen bir şey. Ama mükafatını da görüyorsun.

Peki Londra'ya dair neler düşünüyorsunuz?

(Aylin) Valla ben çok merkezde yaşamadım şu ana kadar. Okulum benim Eping'e yakın. Hep orada yaşadım. Okulda haftanın beş günü, dokuz, altı arası artı, ondan sonra okul sonrası provaları vs. derken, üç sene yorucu bir dönemdi. Şu anda yeni yeni Londra’da sahneleri görmeye geliyorum. Arada tabii yine oyun izlemeye geliyordum. Ama dediğiniz gibi yani bana herkes soruyor işte burada kalmak istiyor musun yoksa dönmek mi istiyorsun? Şu anda kesinlikle kalmak istiyorum çünkü bu fırsat evet herkese verilmiyor, gerçekten şanslı hissediyorum ve böyle bir fırsat ve içimde böyle bir ateş varken bunu değerlendirmek istiyorum.

Londra'nın da bu konuda işte Tara'nın da dediği küçük ekiplere aslında çok fazla opsiyonu var. Evet belki bir maddi olarak bir kazancınız olmuyor ama biz zaten bu işe maddi bir öyle bir istekle bu işe girmedik.

İnsanın severek yaptığı bir işten para kazanması gibi de bir şey yok.

Evet, tabii ki.

O konuda da mütevazı olmamak ve gerçekten bununla ilgili para kazanacağınız olanakları, opsiyonları araştırmak gerekli ki bence Londra'da bunlar da sınırsız. Yani bir sürü funding var, bir sürü şey var.

Evet.

Peki o zaman son yaptığınız oyuna işe dönelim. Sen bu oyunun yazarısın. Prodüksiyonu ortaya koyan kişisin. Oyuncularından atan birisisin. Bu oyunun ortaya çıkış sürecinden bahsedelim.

Oyun aslında geçen sene, Kasım ayında bir okul projesi için yazılmış bir oyun. Bizim okulda bölümde bir proje var. Hepimiz bir oyun yazıyoruz ve hocamız bu oyunlar arasında altı tane oyun seçiyor. Mesela benim yazdığım oyunu benim yine sınıf arkadaşım yönetti. Sınıf arkadaşlarım oynadı, ben başkasının oyununu yönettim. Böyle bir projemiz var aslında, International Festival adında. Yani oyunu tamamen bunun için yazdım. Hayatımda daha önceden hiçbir oyunu yazmamıştım. Yazarlığa karşı, yani oyun yazarlığına karşı hiçbir ilgim yoktu.

Peki sizde oyunculuk bölümünde böyle bir ders yok muydu?

Ders, yani şöyle yaklaşık 3-4 tane workshop tarzı, yani yazarlığa başlangıç tarzı derslerimiz oldu. Çok detaylı değildi. Bir tek onlar vardı. Bir tane de kitap aldım okudum. Hiç de böyle özgüvenli de değildim asla. Bazı arkadaşlarım birinci seneden ne yazmak istediklerini düşünüyorlardı, karar vermişlerdi vesaire. Dediğim gibi ben ne yazacağım konusunda da hiçbir fikrim yoktu. Ama bu atölyelerde şeyi fark ettim. Yazdığım herhangi bir diyalog hep absürt oldu.

Sen absürt yazmak istemedin, yazdıkların absürt oldu.

Aynen öyle yani. Ben bir şey yazmaya çalışırken hep oraya kaydığını fark ettim ve arkadaşlarıma da sordum yani ben bir şey yazamıyorum aklıma hiç de bir şey gelmiyor yani kafamın içi bomboştu. Ne yazabilirim? Daha önceden yine okul için yazdığım bir monolog vardı kendi tecrübemle yine bir feminist monologtu. Arkadaşlarım da dedi ki senin bu konuya karşı ekstra bir hassasiyetin var bunun üzerine git. Bu oyunda aslında zaten 31 tane kısa sahneden oluşuyor ve tabii ki de hepsi benim tecrübelerimden ortaya çıkmadı ama başlangıcı öyle başladı diyebilirim. Daha önceden hayatımda başıma gelmiş olayları absürt bir dille yazmaya başladım. Bu şekilde çıktı. Oyunu okulda oynadık ve Tara dahil değildi çünkü biz Tara ile aynı sınıfta da değildik. Başka biri vardı. Okulda çok güzel geri dönüşler aldık. Hem hocalarımdan hem arkadaşlarımdan. Ve oyunun yönetmeniyle biz bir araya geldik. Dedik ki biz bu oyunu devam ettirmek istiyoruz. Bir şeyler yapmak istiyoruz. Ve tiyatro ekibimizi kurduk. Co-Tiyatro.

Bu sizin ilk oyununuz değil mi?

Evet ilk oyunumuz. Ocak ayından beri de bu oyunun prodüksiyonunu yapıyoruz. Festivallere başvurduk. Tara dahil oldu. Onunla birlikte oyun çok çok daha güzel oldu.

Tabi oyuncular oyunu güzelleştirir doğru.

 Evet. Üç kişilik bir oyun. Çok güzel bir dinamik yakaladığımızı düşünüyorum. O şekilde yani daha önceden geçen ay Kingston'da Fuse Festival'da oynadık oyunu ilk profesyonel olarak.

Stockholm'a gideceksiniz.

Buradan sonra da Stockholm'a gidiyoruz. Camden Fringe'den sonra. Daha sonradan Lambeth Fringe'de oynayacağız. Eylül ayında. Türkiye'ye götürme gibi bir hayalimiz de var.

Peki seyirci nasıl tepki verdi oyuna?

Ya seyirci, bence seyirci çok seviyor bir şekilde. Seyirci nasıl reaksiyon veriyor? Seyirci çok gülüyor. Yani oyun, ya ben oyunu yazarken bu kadar komik olduğunu düşünmemiştim. Yani seyirci bir şekilde hem empati hem de sempati kuruyor karakterlerle. Özellikle kadınlar, bir feminist bir oyun olduğu için ve bizim yaşadığımız tecrübeleri anlatan bir oyun olduğu için kadınların çok ilgisini çekiyor. Hatta dün bir arkadaşımız izledi, ben yeni tanıştım. Oyunu izledikten sonra erkek arkadaşından ayrılmaya karar verdi. İnsanlar bir aydınlanma yaşıyor. Seyirciden şu ana kadar çok güzel tepkiler aldık. Bu da beni çok mutlu ediyor yani.

Evet, yani bence tiyatronun ölçüsü, barometresi seyircinin verdiği reaksiyon. Tekst çok güzel bir tekst olabilir. Oyunculuk şöyle böyle olabilir, iyi olabilir ama seyirciye geçiyorsa bu. Evet. Değil mi?

Seyircinin verdiği tepki bence o önemli.

Peki, bir oyuncu olarak bu oyunun bir parçası olmak sana neyi hissettiriyor?

(Tara) Ben Aylin'in de dediği gibi ekibe sonradan eklendim. Başta tabii ki birazcık daha, şimdi onlar sınıf arkadaşları oldukları için 3 yıldır birlikte okuyorlar. Ve zaten ortak bir dilleri var, zaten iyi anlaşıyorlar, zaten bu oyunu bir kez çıkardılar. Ben dahil olduktan sonra da yine bir alışma, ısınma süreci oldu ama ben ekip olarak çok iyi anlaştığımızı düşünüyorum ve sahnede de güzel bir enerji yakaladığımıza inanıyorum. O yüzden çok keyifli bir çalışma süreci oldu. Ben prova yapmayı performanstan daha çok bile seviyor olabilirim. Çok keyifli bir şey prova yapmak. Özellikle bu oyunla, çünkü çok fazla, ben ilk okuduğumda da ilk izlediğimde de onu düşündüm yani çok fazla yere çekilebilecek bir şey reji anlamında da yani çok doğurgan bir oyun ve çok keyifliydi onları keşfetmesi de. Bir sürü yeni şey ekledik, bir sürü şeyi değiştirdik. Sürekli her prova, son provada bile biz bir şeyi değiştiriyoruz veya bir şeyi ekliyoruz. Çok güzel. Dinamik bir oyun olması çok güzel. Bir de oyuncunun bir oyunu herhalde severek oynaması, çok daha üstüne koyarak giden bir şey. Biz dün onu fark ettik. Dün kostümlü provamız vardı. Aslında çok disiplinli bir ekibiz ama kostümlü provada birkaç kere güldük biz. Normalde çok kabul edilebilir bir şey değil bu. Hatta gittik sonradan yönetmenden özür diledik falan ama şeyi düşündük. Yani bizim gülmemiz çok fazla zevk aldığımız için. Çok eğlendik biz o provada ve bu gerçekten benim çok hoşuma gitti. Çünkü biz bir sürü kez oynadık ve tabii ki de oyundan bıkmak çok doğal bir his. Ama şu anda öyle bir şey yok ve biz her oynadığımızda farklı bir şey keşfediyoruz. Farklı bir tarafı komik geliyor, farklı bir şekilde eğleniyoruz. Bunun olması aslında seyirciye o yüzden bence güzel geçiyor.

 O zaman sen de çok zengin bir tekst yazmışsın.

Teşekkür ederim.

Çünkü düz, didaktik bir tekst yazsaydın o çok seyirciye geçen bir şey değil. Peki bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

Bundan sonrası için çok böyle gelecek planı yapan biri değilim ben aslında. Ama bu oyunu şu anda oynamaktan çok zevk alıyorum. Bu ekipte bulunmaktan da çok mutluyum. Oyunun daha gideceği yollar olduğunu düşünüyorum ve şu anda aslında benim yakın gelecek planım hep bu oyunu daha yukarıya nasıl taşıyabilirim. Onu zenginleştirme. Farklı sahnelerde. Evet farklı sahnelerde daha bir şekilde level'ı arttırabilirim. Burada yaşamayı düşünüyorum. Yaratmaya devam etmeyi düşünüyorum.

Belki de yazarlık yönünü tekrar geliştireceksin.

Evet, bunu bana çok soruyor başka oyunlar var mı kafanda, şu anda yok ama neden olmasın yani.

Tara sen?

Benim için de ben de böyle bir, evet şimdi 5 yıla burada West End'de olacağım, 10 yıla şunu şunu yapacağım gibi planlar kurmuyorum hiçbir zaman. Genelde yani çok çalışıp, sürece odaklanıp, bulunduğum işlerden keyif almaya veya keyif alacağım işlerde olmaya veya mesajının arkasında durabileceğim işler yapmaya çalışıyorum. O yüzden biraz böyle rüzgar nereye götürürse tarafım var benim de. Ama bu tiyatro için, bu topluluk için, Aylin ne kadar sıcak bakıyor buna bilmiyorum, arada bir yokluyorum ama ben de şeyi düşünüyorum yine haddim olmayarak bir biraz ufak Sevim Burak'ın işte baş İşte Gövde İşte Kanatlar oyununu kendi kendime böyle bir çevirmeye başladım. İngilizcesini burada oynasak nasıl olur? Evet mesela Aylin'i yokluyorum ben. Bunun gibi yani hayalim olan projeler var. Ama şu aşamada çok da böyle evet kesin şimdi şu oluyor, şimdi bu oluyor diyemiyorum.

Ama anladığım kadarıyla ortak noktanız hayaller konusunda tiyatroyla iç içe olmak niyetindesiniz…

Tara'nın da daha önceden dediği gibi birilerinden telefon beklemek, iş beklemek çok bence bu iş için uygun bir olay değil. Bence mental sağlığımız için de çok uygun bir olay değil. Evet gelecekte biz hâlâ bir şeyler yaratıyor olacağız birlikte.

Bu yolda yürümeye devam edeceğiniz için çok daha güzel şeylerle karşı karşıya kalacağımızdan eminim. Çok teşekkür ederim katıldığınız için.

Biz teşekkür ederiz.







Annesi yazdı, küçük kızı çizdi, ortaya bu kitap çıktı!

Hiç yorum yok

23 Ocak 2025

Kuzey Londra’da yaşayan Çağrı Oral, kızı Zehra’ya her akşam kendi zihninden hikâyeler anlatıyordu. Kızı anlattığı hikâyeleri çok beğenince diğer çocuklar da sever diye “The Little Girl with a Big Heart” isimli bir kitap yazdı. Yola çıktığı illüstratörle yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle çizim işi yarıda kalınca 6 yaşındaki kızı “Anne sen üzülme kitabın resimlerini ben çizerim!” dedi ve ortaya bu tatlı ve duygusal resimli çocuk kitabı çıktı.

Fotoğraflar: Deniz Kavalalı


Halil Yetkinlioğlu

İngilizce olarak Londra merkezli yayınevi Press Dionysos tarafından okuyucuyla buluşturulan kitabın yayımlanma hikâyesi de gerçekten çok ilginç! The Little Girl with a Big Heart’ı yazan Çağrı Oral ve resimleyen Zehra ile kitabın ortaya çıkış serüveni hakkında sohbet ettik.

 

Bu sizin ilk çocuk kitabınız? Çocuk kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Ben çok uzun yıllar Türkiye’de reklam yazarlığı yaptım. Birçok ünlü markanın reklam kampanyalarında yaratıcı ekipte yer aldım. Ayrıca üniversitede sinema okudum. Dolayısıyla yazma eylemini farklı bir kulvarda zaten gerçekleştiriyordum. Yayınlanmış öykülerim de var. Sözlü yazılı hikâye anlatmayı seven biriyim. Hikâyenin etkisine çok inanırım. Çocuk kitabı konusuna gelince asıl itici güç kızım oldu. Ona hikâyeler anlatıyor, kitaplar okuyor, masallar uyduruyordum. Bildiğimiz klasik masalların beğenmediğim bölümlerini değiştiriyor, adapte ediyordum. Ama çoğunlukla uyduruyordum ve kızımın çok hoşuna gidiyordu anlattıklarım. Bir gün dedim ki ya ben her akşam uyku saati değişik değişik hikâyeler uyduruyorum doğaçlama, bunu kâğıda döksem ya. Kızım seviyorsa diğer çocuklar da sevebilir. Sonra bir akşam bilgisayarın başına oturdum ve yazdım.

Peki, The Little Girl with a Big Heart’ın hikâyesinin çıkış noktası ne?

Aslında bu öykü için gerçek hayattan alınmıştır desem çok yanlış olmaz. Tamamen kızımdan esinlendim. Kitap, küçük bir kızın koşarken birden durup kalp atışını duyup çocuk merakıyla yüreğine yolculuğunu anlatıyor. Mesela anneannesi kızım Zehra’yı bahçede salıncakta sallarken kızım “ben kelebek oldum ben kelebek oldum” demişti ve bunu hikâyemde kullandım. Zehra ne zaman bir kedi görse çok mutlu olur ve onları beslemek şefkat göstermek ister bu da kitapta yer alan bir bölüm. Çocuklar o kadar doğal ve etkileyici ki onlardan ilham almamak ne mümkün! Benim esinlenmem de bana bu hikâyeyi yazdıran şey oldu.

The Little Girl with a Big Heart İngilizce bir kitap. Neden anadilinizde değil de İngilizce yazdınız kitabı?

Onun da hikâyesi enteresan. Ben aslında hikâyeyi önce Türkçe yazdım. Hatta ismi “Kalbinin Derinliklerine Giden Kız”dı. Sonra Türkiye’de üç farklı yayınevine gönderdim dosyayı. Hepsi reddetti. Bunun için de çeşitli gerekçeler sıraladılar. Örneğin, biri “hikâye çok güzel ve samimi” dedi. Çok sevindim. “Ama basamayız” dedi sevincim kursağımda kaldı. “Neden?” diye sordum. “Ya sosyal medyada çok takip edilen biri ya da aktiviteler düzenleyen ünlü bir öğretmen olmanız lazım” dedi. Dedim ki “bu saatten sonra öğretmen olmam zor.” Güldük beraber. Bir diğeri “kâğıt çok zamlandı, maliyetler arttı” dedi. Öbürü de benim ritim olsun, metne şiirsellik katsın diye kullandığım tekrarları fazla buldu. Oysaki bir sürü yabancı çocuk kitabında bu tarz tekrarları görmüş ve okumuştum. 

Türkiye’deki yayınevleri tarafından reddedilmek sizi nasıl etkiledi?

Ben aslında çok çabuk demoralize olan biriyimdir. Oldum da. Demek ki hikâyem o kadar da güzel değil diye düşündüm. Neyse ki etrafımda edebiyat dünyasından yazar çevirmen ve çocuk kitapları konusunda bilirkişi diyebileceğimiz insanlar vardı. Onlara reddedildiğimi anlattığımda yazar arkadaşım “Türkiye’de yayınevlerinde de çeteleşme yok mu sanıyorsun” dedi. Diğer konusunda uzman arkadaşlarım da hikâyemin iyi olduğu konusunda beni ikna etti. Ve ben de ikna olmuş olmalıyım ki Türkiye olmadıysa Dünya olur deyip oturup hikâyeyi İngilizceye çevirdim. Anlayacağınız bana kendi dilimde bir hikâye kitabı çıkartmadılar. :)

Sonrasında süreç nasıl gelişti?  

Ben metni İngilizceye çevirdim ama edebi çeviri bambaşka bir şey. Türkçedeki müzik ve ritimli formu yakalamak her İngilizce bilenin yapacağı şey değil. Bir arkadaşım beni Özge Çalık Spike ile tanıştırdı. Özge zaten Türkçeden İngilizceye çeviriler yapan çok başarılı bir çevirmen. Eşi Matt de Edinburgh Üniversitesi Dil Bilimi Bölümü’nde kürsüsü olan bir akademisyen. Onlara gönderdim metni. Özge de Matt de çok beğendiler metni. Yalan yok, özellikle Matt’in bana videolu bir görüşmemizde Türkçe olarak hikâyeyi çok beğendiğini söylemesi beni çok cesaretlendirdi. Sonra Özge çeviriyi yaptı bana gönderdi metni bir okudum. İnanamadım. Öyle bir dokunmuş ki hikâyeye bazı kelimeleri o kadar özenle seçmişti ki çok etkilendim. Benim Türkçede yapmaya çalıştığım müzikli anlatımı o İngilizce yapmıştı. Hatta İngilizcesi Türkçesinden daha etkileyici oldu diye bile düşündüm.

Peki, kitabın İngiltere’de basımı nasıl oldu?

Çizer bir arkadaşım hikâyeyi çok beğenmişti. Beraber yola çokalım dedim. Çünkü hikâyenin yanında görseller olduğu zaman yayınevlerini ikna etmek daha kolay olur diye düşünüyordum. Nitekim öyle oldu. Sunum dosyasını birkaç görselle birlikte gönderdim. Press Dionysus çok kısa sürede yanıt verdi. Ben bu kitabı basarım dedi. İmzalar atıldı.

Kitabın illüstrasyonlarını kızınız yaptı, buna nasıl karar verdiniz?

Kitabın yayınlanmasına çok az bir zaman kala çizer arkadaşımla yollarımızı ayırmak zorunda kaldık. Çizdiklerini çok beğenmiştim ve benimsemiştim ama bazen ilişkileri yönetebilmek zor olabiliyor. Çok üzülmüştüm çünkü kitapla ilgili özellikle yayıneviyle anlaştıktan sonra çok hayal kurmuştum. Umut bağlamıştım. Kitabın çıkmasına çok az kalmıştı ama ortada çizimler yoktu. Çok üzgün olduğum anda kızım Zehra geldi yanıma ve “Ağlama anne, üzülme kitabın resimlerini ben çizerim hem de çok güzel çizerim” dedi. Altı yaşındaydı o zaman ve hayatım boyunca o anı unutmayacağım. Ve hemen bir kalem kâğıt alıp bana nasıl şeyler çizebileceğini gösterdi. Sonra gerçekten düşündüm kitap küçük bir kızın kalbine yolculuğunu anlatıyor. Kız kalbine gidiyor ve yüreğinde gördüklerini resmediyor. Çok güzel örtüştü hikâyeyle. Yayımcıyı aradım. “Çok iyi fikir Çağrı” dedi. “Hiç acele etme, zaman problemin yok; çünkü insan her zaman kitap çıkaramıyor” dedi. Çok rahatladım. Minnettarım. Zehra üzerinde zaman baskısı oluşsun istemedim. Böylelikle kızım kitabın illüstratörü oldu. İyi ki de öyle oldu.

Zehra için süreç nasıl geçti? 

Uzun zamana yaydık çizimleri. Bazen iki hafta bir şey çizmedi. Ben ona paragraf okudum, o zaman ben buraya şöyle bir şey çizeyim dedi çoğunlukla… Benim de müdahalelerim oldu zaman zaman. “Acaba şuraya bir de pusula mı çizsen” dedim mesela… Bana “Sen karışma anne, bu kitabın çizeri benim demişliği” de var ayrıca… İşi sahiplendi gerçekten ve sorumluluk hissetti ve beğenmediği çizimini olmadı bu diyerek yırtıp attı. Ben de hayretler içinde onu izleyip kızımla gurur duydum.

Kitap ile ilgili ilk tepkiler nasıl?

Aslında Zehra’nın çizimleri hikâyenin önüne geçti. Kitabın yazarı olarak kendimi ikinci planda hissediyorum (gülerek). Bu da beni çok gururlandırıyor. Örneğin bir çocuk terapistinin yorumu geldi şu an aklıma. “Tam bir terapi kitabı hem çok güçlü mesajı var hem de bu mesajı çok yalın bir şekilde veriyor” dedi. Çok hoşuma gitti. Okuyan herkes çok beğeniyor. Zehra’nın hayranları bir hayli fazla. Sık rastladığım bir başka yorum da bu sadece bir çocuk kitabı değil, büyükler de okumalı. Evet doğru zaten biz yetişkinlerin çocuk kitaplarından öğreneceği çok şey var. Büyüdükçe unuttuğumuz şeyler hatırlatıyorlar bize çünkü.

 


Zehra sen nasıl çizmeye karar verdin?

Zehra: Annemin kitabını ilk çizen kişi bıraktı. Annem çok üzüldü. Ben de “Ben çizerim anne” dedim. Annemin üzülmesini istemedim.

Peki nasıl çizdin kitabı?

Zehra: Çok eğlenerek çizdim. Çizerken annem bana hangi konuyla ilgili çizeceğimi okudu. Ben de aklıma gelenleri çizdim.

Kitapta en çok sevdiğin bölüm hangisi?

Zehra: Bir tane et yiyen bitki çizdim. Kızın elinde kalpten balon var. Ben en çok o sayfayı beğendim.

Hangi boya kalemlerini kullandın?

Zehra: Kuru kalemlerle çizdim. Annem bana yeni illüstrasyon kalemleri aldı. 

Çizerken en çok neyde zorlandın?

Zehra: Kızı her sayfada aynı çizmem lazımdı. Başka kişi olduğunu zannetmesinler diye.

Anne ve kız çok güzel bir işe imza attınız. Çok güzel bir duygu olmalı…

İnanılmaz. Tarifi yok. Her şeyden önce çok kıymetli bir anı ikimiz için de. Bir de şöyle güzel bir yanı var bu kitabın. Bu ülkede bandrollü bir kitap yayınladığınızda başta British Library olmak üzere ülkenin çok önemli kütüphanelerine kitabı yollamanız gerekiyor ve kitap arşivleniyor. Yani yıllar sonra Zehra’nın torunu British Library’e gitse The Little Girl with a Big Heart’ı bulup okuyabilecek. Bunu ilk duyduğumda çok etkilendim. Dünyaya dikili bir ağaç bırakmışız gibi geldi.

Son olarak ne söylemek istersiniz?

Teşekkür etmek isterim. Başta kızıma. Beni yüreklendiren arkadaşlarıma, Kitabın sanat yönetmenliğini yapan arkadaşım Jülide Lokman’a, editör ve çevirileri yapan Özge Calik Spike’a, yayınevim Press Dionysos’a, emeği geçen herkese. 

Bu kitap gönüllü olarak saatini, emeğini, çocuğuyla geçireceği vakti bu öykü için özveriyle paylaşan ve beni yüreklendiren kadın arkadaşlarım sayesinde gerçekleşti. Kadın dayanışmasının güzel bir örneği oldu. Buradan teşekkür ediyorum hepsine. 

 

https://pressdionysus.com/product/the-little-girl-with-a-big-heart-cagri-oral/




Suna Alan'dan Kürtçe “Ederlezi" Yorumu: “Ez Dilerzim” (Üşüyorum)

Hiç yorum yok

19 Ocak 2025

Londra’da yaşayan Kürt Alevi şarkıcı Suna Alan, Balkanların en popüler halk şarkılarından biri olan Ederlezi'yi Kürtçe yorumlayarak müzikseverlerin beğenisine sundu. Şarkının canlı kaydı, Londra'da gerçekleştirilerek YouTube'da "Suna Alan" kanalında yayımlandı.

 


Suna Alan'dan Kürtçe "Ederlezi" Yorumu: “Ez Dilerzim” (Üşüyorum)

Dünya çapında Emir Kusturica'nın Çingeneler Zamanı filminde Goran Bregović uyarlamasıyla tanınan Ederlezi, geleneksel bir Roman halk şarkısıdır. Alan, bu sevilen eseri Kürtçe Kurmanci dilinde seslendirdi. Şarkının Kürtçe sözlerinde ise şu dizeler yer aldı:

"Ölüm yine geldi, ah, bizden uzak olsun.
Genç kızlarımızın, genç oğullarımızın hatırına.
Ah, ne çok ölüm oldu, dayanacak güç kalmadı.
Üşüyorum."



Gelenekten İlham Alan Bir Sanatçı

İzmir’in zengin kozmopolit kültür ortamında, geleneksel Kürtçe kilamlar ve dengbêj müziğiyle büyüyen Suna Alan, müziğinde Kürtçe folk şarkılarını merkeze alıyor. Ancak repertuarı bununla sınırlı kalmayarak, Ermenice, Rumca, Arapça, Sefarad ve Türkçe şarkılara da uzanıyor.

2018 yılında İngiltere merkezli yaratıcı gazetecilik platformu Brush & Bow, Alan’ın portresine “Kadın Rol Modelleri Projesi” kapsamında yer verdi. Bugüne kadar Southbank Centre ve Royal Albert Hall gibi prestijli sahnelerde dinleyiciyle buluşan Alan, son olarak Ağustos 2024’te Cambridge’de düzenlenen TEDx Kings Parade St etkinliğinde tek sanatçı olarak performans sergiledi. Londra SOAS Üniversitesi’nin SOAS Kurdish Band ve SOAS Rebetiko Band projelerinde de aktif olarak yer alan Alan, İngiltere ve yurtdışındaki konser ve festivallerde sahne almaya devam ediyor.

Suna Alan'ın Kürtçe yorumu “Ez Dilerzim” ile Ederlezi'ye kattığı yeni yorumu dinlemek isteyenler, sanatçının YouTube kanalından eseri dinleyebilirler.

https://www.youtube.com/watch?v=R7Sz2olNd1A

 

 Suna ALAN


Twitter        : https://twitter.com/sunaalan12 
© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan