Showing posts with label toplum. Show all posts
Showing posts with label toplum. Show all posts

Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

1 comment

11 October 2025

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

Piraye, Science Museum’da takipçileriyle buluşuyor

No comments

29 September 2025



Piraye, “Selam” semineriyle Londra’da uluslararası sahneye çıkıyor.

400. baskıya ulaşarak uzun süredir "en çok satanlar" listesinde yer alan Seyir ve Can Borcu romanlarının yazarı Piraye, Londra’daki prestijli Science Museum’da düzenleyeceği özel seminerle takipçileriyle buluşuyor. Aynı zamanda zihin dönüşümü ve İnsan Tasarımı (Human Design) sistemi eğitmeni olan Piraye, bu seminerle uluslararası sahnede de yerini alacak.

“Selam: Gerçeğe ve Gerçeğini Yaşamaya Var mısın?” Semineri ile Londra’da

DelphinPiraye Dönüşüm Akademisi’nin kurucusu olan Piraye, katılımcılarını bireysel dönüşüm yolculuğuna davet ettiği “Selam: Gerçeğe ve Gerçeğini Yaşamaya Var mısın?” başlıklı semineriyle 9 Kasım Pazar günü Science Museum’da sahne alacak.

Seminerde, “Gerçek nedir?”, “Zihin dönüşümü nedir ve nasıl yaşanır?” gibi sorular ele alınacak. Ayrıca “Gerçekten ve gerçekte yaşamak ne anlama gelir?” sorusu üzerinden bireysel dönüşüm yolculuğuna yönelik çözümlemeler paylaşılacak. Piraye, geliştirdiği “Özgür Zihin” yaklaşımıyla günlük yaşamda uygulanabilir adımlar sunarak katılımcılara dönüşüm deneyimini yaşatmayı amaçlıyor.

Kitaplardan Dönüşüme Uzanan Yol

400. baskıya ulaşan Seyir romanı ve 2024’te yayımlanan Can Borcu kitabıyla milyonlarca okura ulaşan Piraye, 15 yıllık dönüşüm deneyimini geliştirdiği özgün çözümleme ve eğitim içerikleriyle paylaşmayı sürdürüyor. Londra’daki seminerin ardından, sınırlı sayıda katılımcının yer alacağı özel bir akşam yemeğinde Piraye, içsel dönüşüm yolculuğunda olan takipçileriyle birebir sohbet etme imkânı da sunacak.

“Dönüşüm, Kendine Özgürleşmektir”

Science Museum’da bu deneyimi paylaşmaktan heyecan duyduğunu belirten Piraye, dönüşüm sürecini şöyle tanımladı:
“İçsel bir yolculuk olan dönüşüm, yeniden doğuşu; kendine gelmeyi, kendini bilmeyi ve bunu yaşayabilmeyi barındırır. Dönüşümünü yaşayan kişi, adım adım ‘olmaya geldiğini olabildiği’ noktaya ulaşır ve böylece doygun bir yaşamı keşfeder. Kendi yolculuğumdan hareketle geliştirdiğim çözümlemeler ve tekniklerle insanlara kendi gerçeklerini yaşama yolunda eşlik edebilmek en büyük yönlenişim.
Selam, bu yönlenişin en olgunlaşmış hali. Katılımcılarla paylaşacağım bu süreç, yeni bir öğrenme ve deneyim imkânı sunacak.”

İlki Londra’da düzenlenecek olan “Selam” semineri, 2026 yılı içinde Dubai, İstanbul, Amsterdam ve Bakü gibi şehirlerde de devam edecek.

 

 

📍 Etkinlik: “Selam: Gerçeğe & Gerçeğini Yaşamaya Var mısın?”

📅 Tarih: 9 Kasım 2025

📍 Yer: London Science Museum

🕙 Saat: 10:00 – 17:00 (VIP akşam yemeği seçeneğiyle)

Biletler ve Ayrıntılar:

https://pirayeselam.com/collections/egitim-ve-vip-aksam-yemegi

 

 Kaynak: British Yaşam

“English Kings Killing Foreigners” (Yabancıları Öldüren İngiliz Krallar) Soho Theatre sahnesinde

No comments

11 September 2025

Geçtiğimiz yıl Camden People’s Theatre’da prömiyer yapan English Kings Killing Foreigners, 16 Eylül – 18 Ekim 2025 tarihleri arasında Londra’daki Soho Theatre sahnesinde olacak.

 


Oyuncu-yazar ikilisi Nina Bowers ve Philip Arditti tarafından kaleme alınan oyun, Shakespeare’in 5. Henry oyunu üzerinden İngiliz kimliğini, ulusal anlatıları ve temsil politikalarını göçmenlerin gözünden sorguluyor. Kara mizah unsurlarıyla öne çıkan eser, İngiliz kültürel kimliğini yeniden tartışmaya açarken seyirciye hem düşündürücü hem de eğlenceli bir deneyim sunuyor.

Shakespeare’in İngiliz milliyetçiliği üzerindeki etkisini hicivli bir dille yeniden ele alan oyun,  Shakespeare’in bugünkü anlamını sorgularken hem kişisel hem de sanatsal deneyimlerini absürt bir gösteri formatında seyirciyle buluşturuyor.

Camden’daki prömiyerinde eleştirmenlerden övgü alan oyun, “zekice saçmalık”, “enerjik ve mizahi bir yapım” sözleriyle tanımlandı; bazı yorumcular ise eseri “dönem tanımlayıcı potansiyele sahip” olarak değerlendirdi.

Oyunun yaratıcılarından Philip Arditti, Arcola Theatre’ın kurucu ekibinde yer almış, Türkçeye birçok oyun çevirmiş ve Londra’da düzenli olarak Türkçe tiyatro eğitimi vermeye devam etmektedir. Eğitim hayatının önemli bir bölümünü Türkiye’de tamamladıktan sonra Londra’nın en prestijli okullarından RADA’dan mezun olan Arditti, yıllarca National Theatre’da sahne aldı. Türkçe bilen Arditti’nin katkısıyla, bu sezon English Kings Killing Foreigners Türkçe üst yazı ile sahnelenecek.

 

Yaratıcı Ekip

Yaratıcı Prodüktörler: The Project People

Yaratıcı Danışman: Ellen McDougall

Dekor & Kostüm Tasarımcısı: Erin Guan

Ses Tasarımcısı: Jamie Lu

Işık Tasarımcısı: Alex Fernandes

Prodüksiyon Asistanları: Ateş Toğrul & Nil Üzer

Yardımcı Yapımcı: Pan Productions

Proje Sanatçısı: Emre Koyuncuoğlu

 

 

Etkinlik Detayları

Yer: Soho Theatre, Dean Street, London W1

Tarih: 16 Eylül – 18 Ekim 2025

 

Basın Gösterimleri: 22 – 23 Eylül 2025

Saat: 18:45 (Cumartesi günleri ek 15:00 matineleri)

Süre: 70 dakika

 

Biletler: https://sohotheatre.com/events/english-kings-killing-foreigners/

 

 

Jîna Amini Anması ve kadınlar buluşması Londra’da

No comments

09 September 2025

Londra, Eylül ayında anlamlı bir buluşmaya ev sahipliği yapacak. Farklı halklardan kadınlar, 14 Eylül 2025 Pazar günü saat 14.00’te Haringey’deki Kürt Toplum Merkezinde düzenlenecek “Jîna Amini Anma ve Kadınlar Sosyal Buluşması” için bir araya gelecek.



Jiyan Kadın Meclisi tarafından organize edilen etkinlik, Jîna Mahsa Amini’nin ve yaşamını yitiren tüm kadınların anısını yaşatmayı hedefliyor. Bunun yanı sıra, kadınların bir araya gelerek paylaşımda bulunabilecekleri, dayanışma kurabilecekleri ve birlikte üretim yapabilecekleri bir alan açmayı amaçlıyor.

Etkinlikte birçok önemli isim konuşmacı olarak yer alacak. Natasha Walter (feminist yazar, Women for Refugee Women kurucusu), Maryam Namazie (kampanyacı, One Law for All sözcüsü), Mehri Rezai (PJAK Parlamento Komitesi), Noura Sabri (Irak Kadınlar Birliği – İngiltere), Dr. Shirona Jude-Manorajh (doktor, Tamilli kadın hakları savunucusu), Dewa Khan (Afgan kadın hakları aktivisti, Dewa Trust Foundation kurucusu) ve Freny Pavri (Parsi-Zerdüşt sanatçı) katılımcılara hitap edecek.

Sanatsal bölümde ise Sara Fotros (ödüllü perküsyon sanatçısı, Zagros Ensemble kurucusu), EKA (uluslararası ödüllü Ukraynalı bandura sanatçısı) ve Suna Alan (Royal Albert Hall ve TEDx sahnelerinde yer almış Kürt şarkıcı) performanslarıyla etkinliğe renk katacak.

Jiyan Kadın Meclisi’nden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Biz ‘Jin, Jiyan, Azadî – Kadın, Yaşam, Özgürlük’ ruhuyla yol alıyoruz. Bu buluşma bir anma olduğu kadar, kadınların direncini ve birlikte olmanın gücünü kutlama günüdür.”

Etkinlik ücretsiz ve herkese açık.


📍 Yer: Kürt Toplum Merkezi, 11 Portland Gardens, London N4 1HU
🗓 Tarih: 14 Eylül 2025 Pazar, 14.00

Detaylı bilgi için: jiyanwomenassembly@outlook.com

 

Ressam Metin Şenergüç'ün aforizmalarından ve çizimlerinden oluşan kitabı yayımlandı

No comments

02 September 2025

15 Aralık 2018’de genç yaşta aramızdan ayrılan ressam Metin Şenergüç’ün sanata ve yaşama dair aforizmalarının ve çizimlerinin yer aldığı “Orizonun Ötesi” adını taşıyan kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından yayımlandı. 

 





15 Aralık 2018’de Londra’da bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybeden ressam Metin Şenergüç, 19 Kasım 1960’da İzmir’de doğmuş, daha lise yıllarında politikayla tanışmıştı. 12 Eylül döneminde iki yıl hapis yatan Şenergüç, kaçak yollardan Yunanistan’a gitmişti. Burada beş yıl politik sürgün olarak yaşadıktan sonra 1987’de Brüksel’e yerleşen, ancak burayı çok muhafazakâr bularak tekrar Yunanistan’a geri dönen Şenergüç, Yunanistan’ın ardından Almanya ve nihayet İngiltere’ye gelmişti.

Kuzey Londra’da yaşamaya başlayan Metin Şenergüç 1994’te Camberwell School of Art’ta resim bölümünde eğitim görmeye başladı. 1998’de ise St.Martins School of Art’ta ise masterını tamamlayan ve sanata ilişkin düşüncelerini Londra merkezli Açık Gazete’deki köşesinde paylaşan ressam, “Bazen okuyup yazıyorum, sonra geri çekilip resim yapmaya başlıyorum. Yazmak da yaratıcı sürecin bir parçası benim için” diyordu.


Orizonunn Ötesi kitabında Şenergüç'ün onlarca çizimine aforizmaları eşlik ediyor


Metin Şenergüç’ün sağlığında çıkaramadığı kitabını arkadaşları Sümer Erek, Mehmet Taş ve Rıfat Güler Londra merkezli yayınevi Press Dionysus aracılığıyla geçtiğimiz günlerde yayımladılar. Kitabın giriş yazısında Erek, Taş ve Güler şunları söylüyor: “Ölüm, bir sanatçımızı, bir sanat düşünürümüzü ve özgürlük savaşçısı bir yoldaşımızı aramızdan aldı gitti. Ölüme inat onu eserlerinde ve kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.”

Büyük boy ve ciltli olarak yayımlanan kitapta Şenergüç’ün karakteristiğini yansıtan onlarca renkli ve siyah-beyaz çiziminin yanı sıra yazarın; sanata, yaşama ve insanlığa ilişkin aforizmaları da yer alıyor.




Orizonun Ötesi, "Kenar Notları" ya da bir "selfie"

                                



* Bu yazı ilk defa 4 Aralık 2023 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/kultur-sanat/ressam-metin-senerguc-eserleriyle-anilacak.html


“The Womb”, Arcola Theatre’da sahnelenecek

No comments

26 August 2025


Aylin Rodoplu’nun yazdığı absürt komedi “The Womb”, 27–30 Ağustos tarihleri arasında Arcola Theatre’da sahnelenecek. 






Kadınlık deneyimine, ataerkil normlara ve toplumsal kalıplara alışılmadık bir gözle bakan oyun, seyirciyi hem güldürüyor hem de düşündürüyor.
Gerçekle hayalin iç içe geçtiği bu tuhaf dünyada, üç kadın asla terk edemedikleri bir yerde yollarını arıyor. Zekice yazılmış, hızlı akan diyaloglar; özgün, tekno-atmosferik müziklerle örülü bir anlatı…

Asla terk edilemeyen bu yerde kaybolmuş üç kadının hikâyesi,
STOFF’ta En İyi Yükselen Sanatçı ödülüne aday gösterilen ve FUSE International’da övgüyle karşılanan The Womb ile sahnede hayat buluyor.
Ataerkil bir dünyada kadın olmanın ne anlama geldiğine dair alışılmadık, sarsıcı bir bakış açısı sunuyor.

Ne kadar saçma olduğuna gülecek,
Ve belki de sonunda fark edeceksiniz:
The Womb, bizim dünyamızdan o kadar da uzak değil.



Oyun Bilgileri:

  • Yazan & Müzik: Aylin Rodoplu
  • Yöneten: Elise Xiaqi Eriksen
  • Oyuncular: Aylin Rodoplu, Tara McMillan, Gabriela Mahé
  • Yer: Arcola Theatre, 24 Ashwin St, London E8 3DL
  • Tarih: 27-30 Ağustos
  • Biletler: www.arcolatheatre.com/whats-on/thewomb/


Sokak palyaçosunun “seksi palyaçoya” dönüşmesinin hikâyesi: Oyuncu Feride Morçay’la yeni oyunu Chickadee üzerine söyleşi

No comments

10 August 2025

Feride Morçay, palyaçoluk sanatına duyduğu ilgiyle yazmaya başladığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Londra’da Riverside Studios Bite Size Festivali’nden sonra ağustos ayında Edinburgh Fringe Festivali’nde 23 gün boyunca sahne alacak. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.

 





 

Londra’da tiyatro ve sinema alanındaki üretimlerine devam eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarla adından söz ettiriyor. Londra’nın ardından Edinburgh Fringe Festivali’nde ağustos ayı boyunca sahne alacak olan Feride Morçay’la kendi yazıp oynadığı tek kişilik oyunu Chickadee hakkında konuştuk.

Böyle bir oyun yazmak nereden aklına geldi?

Liseden beri yanımda fikir defteri taşıyorum. Yaklaşık 10-15 sene önce ben bu fikir defterine bir sokak sanatçısıyla ilgili hikâye fikri yazmıştım. Palyaço değildi ama sokak sanatçısı olmak hep ilgimi çekmişti. Bunun dışında senelerdir yazıp çizip karaladığım bazı sürreal fikirlerle bu ve palyaçoluk felsefesinden çıkan karakter birleşti ve bir anda akmaya başladı. Londra’da daha önce “clowning” üzerine atölyelere katılmıştım. Bu sayede birçok farklı performans sanatçısıyla tanıştım. Micaela Miranda adında bir hocam vardı, onun bir haftalık yoğun programına katıldım. Sonra Rus palyaço Slava hakkında bir belgesel izledim ve Slava'nın bir palyaço olarak hayat felsefesi, koşullar ne olursa olsun insanları gülümsetebilme çabası beni çok etkiledi. Derken kendimi bir anda bu oyunu yazarken buldum.

Dahlia karakterin böyle mi doğdu?

Evet, önce bir fikir olarak ortaya çıktı. Üzerine çok düşünmeden bu ilhamla sahneler yazmaya başladım. Sonra sokakta, palyaço kılığıyla doğaçlama bir performans yaptım. Trafalgar Square’de tamamen doğaçlama bir şekilde, sokakta bir süpürge alıp sokağa süpürmeye başladım.  İnsanların şaşkın bakışları, gülümsemeleri, tepkileri beni çok etkiledi.

Bu deneyimle birlikte metin henüz oluşmamışken, performans dünyasındaki bir oyuncunun ne yaşadığından çok karşı tarafa ne verdiğinin daha önemli olduğunu fark ettim.  

Ardından bir palyaço ver performans sanatçısı olan Tanya Zhuk palyaço koçu olarak oyuna dahil oldu; üç seans diye konuştuk, yirmi seanstan fazla yaptık. Bazen bütün gün palyaço karakterinin içinde kalıp palyaçoyu oynamayıp adeta palyaço oldum.

Biraz da oyunun metnine gelelim. Dahlia nasıl bir karakter?

Dahlia, idealist bir sokak palyaçosu. Başarıyı ün ya da para ile değil, insanların yüzüne bir gülümseme koyabilmekle ölçen biri. Fakat etrafındaki insanlar onun bu yolculuğunu anlamıyor. Para kazanması, “başarılı” olması gerektiğini düşünüyor. Derken menajeri ve en yakın arkadaşı olan Sue’nun zorlamasıyla bir televizyon programına çıkıyor ve orada kendi seksapeli üzerinden değer görüyor. Farkında olmadan sistemin ona çizdiği yola yöneliyor. Kendisi de bir kukla gibi aslında bir bakıma izin veriyor buna. Ertesi gün ünlü biri olarak uyanıyor ve bu durumdan annesi, menajeri, babası çok mutlu oluyor.

Palyaçolukla çatışan bir durum değil mi bu?

Evet. Bu da kızın kafasını çok karıştırıyor. Hikâye de bununla ilgili zaten; Dahlia’nın, kendi içindeki ‘kadın’la, ‘sanatçı’ ile ve ‘toplumun kadından beklediği şey’ ile olan çatışmasıyla… Dahlia, bir anda "seksi palyaço" olarak ünleniyor ama bunu istemeden yapıyor. Ve herkes – annesi, menajeri, çevresi – bu başarıyı kutlarken, Dahlia içten içe kim olduğunu sorguluyor.

Kadın sanatçıların bazen yaşadığı bir durum bu; bir kişinin değerinin dış görünüşünden verilmesi akıl sağlığını inanılmaz etkiliyor.  Ben bunu çok gözlemliyorum; arkadaşlarımdan, çevremden, iş arkadaşlarımdan, herkesten kendim de deneyimleyerek. Burada güzel ve bakımlı olmaktan söz etmiyorum. Gerçek değerinin sadece ‘cinsellik’ üzerinden biçilmesi çok can acıtıcı bir durum bence. Dahlia da idealist bir sokak palyaçosuyken birdenbire başka birine dönüşüyor.

Oyunun yapısı nasıl? Gerçekçi bir anlatım mı, yoksa farklı katmanlar var mı?

Metin çok katmanlı. Oyunda sürreal kısımlar da var. Çünkü biz bu karakterin tamamen psikolojisinin içine giriyoruz. Ve bazen bu anı yaşarken sahne bir anda değişiyor. Işıklar değişiyor. Ve biz Dahlia 'nın beyninin içine giriyoruz sanki. Ve onun düşüncelerini ve geçmişte yaşadıklarını görüyoruz. Çocukluğuna iniyoruz.

Bu kadar ağır bir metin ancak mizahla yoğrulabilir sanırım…

Kesinlikle. Bence mizah, en zor konuları insana yaklaştırmanın en etkili yolu. Taciz, sistem baskısı, kadın kimliği, bedenin pazarlanması gibi çok ağır temaları işliyorum. Ama bunları doğrudan yüzüne çarpmadan, biraz güldürerek, sonra da düşündürerek sahneliyorum. Bu, seyircinin daha açık kalmasını sağlıyor.


Seyirci nasıl karşıladı oyunu?

Seyircilerde metnin doğasından kaynaklanan yoğun duygu geçişleri oluyor. Dahlia’nın gülümseyen yüzünün arkasında yaşadığı içsel yıkım çok etkiliyor insanları. Mizahın içinde derin bir trajedi var. O kontrast seyircide büyük bir etki yaratıyor.

Seyirci bu oyunda her şey. Bazı bölümlerinde interaktif sahneler var. Aralarına giriyorum, doğaçlama anlar oluyor. Bu da seyirciyi oyunun bir parçası kılıyor.

Bir saat boyunca tek başına sahnede olmak zor bir iş değil mi?

Oyunun zengin içeriği, duygusal iniş çıkışlar ve ağır konuların mizahla harmanlanması ve karakterin seyirciyle kurduğu iletişimdeki dürüstlük seyirciyi diri tutuyor.

Chickadee ağustosta Edinburgh Fringe Festivali’nde sahnelenecek? Seni neler bekliyor?

Oyunu daha önce Bite Size Festivali kapsamında Riverside Studios’da dört kez oynadım. Çok iyi bir prömiyer oldu. Şimdi Fringe’de 1-25 Ağustos tarihleri arasında 23 gösterim yapacağım. Her gün, her seyirci ve her an birbirinden farklı olduğu için her oyun kendine özel olacaktır. Bu arada unutmadan belirteyim; bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak.

Bu oyundan sonra ne var sırada? Yeni projeler?

Chickadee’yi Londra’ya tekrar getirmek istiyorum. İstanbul için bazı görüşmeler var, henüz netleşmediği için bir şey söylemek istemem. Bunun dışında farklı şehirlerde ve festivallerde oynamak gibi bir hedefim var.

Son olarak, söylemek istediğin bir şey var mı?

Bu süreçte tiyatronun değerini çok anladım. Canlı performans yapmak ve seyircinin gözünün içine bakarak gerçek bir iletişim kurmak, onlarla bir hikâyeyi, karakteri paylaşmak iki taraf için de çok derin bir deneyim. Tiyatronun bizi uyanık tuttuğuna ve iyileştirdiğine inanıyorum.

"Bilinçli Hamilelik ve Doğuma Pratik Yolculuk" eğitimi 25 Ağustos – 5 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek

No comments

07 August 2025

Hamilelik sadece fiziksel bir süreç değil; zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak da bütüncül bir hazırlık gerektiriyor. Bu farkındalıkla yola çıkan "Bilinçli Hamilelik ve Doğuma Pratik Yolculuk" adlı 6 haftalık online program, anne adaylarını doğuma her yönüyle hazırlamayı hedefliyor.



Alanında uzman üç isim tarafından yürütülecek olan program, 25 Ağustos - 5 Ekim tarihleri arasında toplam 18 buluşma ile gerçekleşecek. Canlı Zoom buluşmaları ve kayıtlarla hibrit bir yapıya sahip olan program, anne adaylarına esnek ve derinlemesine bir deneyim sunuyor.

Uzman Kadrodan Bütüncül Yaklaşım

  • Klinik Psikolog Begüm Teke, annelik kimliği, doğum korkusu, bağlanma ve zihinsel kalıplar gibi konularda teorik bilgi aktarımıyla süreci destekleyecek.
  • Bütünsel Şifa Eğitmeni Bilge Maitri, hamile yogası, nefes, meditasyon, ses çalışmaları ve gevşeme teknikleriyle beden farkındalığını artıracak.
  • Doğuma Hazırlık Eğitmeni Özge Aydoğan ise hypnobirthing temelli tekniklerle doğum anına dair pratik bilgiler, doğum planı ve pozisyonlar gibi konulara ışık tutacak.

Her Hafta Üç Modül: Teori – Pratik – Hypnobirthing

Her haftanın modüler yapısı şu şekilde planlandı:

  • 🧠 Teori (20-30 dk): Psikolojik bilgi ve farkındalık çalışmaları
  • 🧘‍♀️ Pratik (45-60 dk): Yoga, nefes, gevşeme uygulamaları
  • 🌸 Hypnobirthing (50-60 dk): Doğuma yönelik zihinsel ve bedensel hazırlık

Programda ayrıca olumlamalar, yazma çalışmaları, rehber sesli meditasyonlar, haftalık PDF çalışma defteri ve WhatsApp üzerinden birebir destek de sunulacak.

Hedef: Güvenli, Bilinçli ve Şefkatli Doğum

Programın temel amacı; anne adaylarının korkudan güvene, belirsizlikten içsel güce doğru bir yolculukla doğuma zihinsel, duygusal ve fiziksel olarak hazırlanmalarını sağlamak.

Katılımcılar bu süreçte:

  • Bedenlerini doğuma hazırlayacak,
  • Zihinlerini güvene odaklayacak,
  • Bebekleriyle bağlarını derinleştirecekler.

 

Kayıt yaptırmak ve bilgi almak için bu link’e tıklayabilirsiniz.


Feride Morçay kendi yazdığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Edinburgh Fringe’te sahne alacak

No comments

30 July 2025

Londra’da yaşayan oyuncu Feride Morçay, yazıp oynadığı tek kişilik tiyatro oyunu Chickadee ile Edinburgh Fringe Festivali’nde sahne alıyor. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.


 

Londra’da tiyatro ve sinema alanında üretimlerine devam eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarıyla tanınıyor.

Morçay, Chickadee’yi clowning (palyaçoluk) sanatına ilgi duymaya başladıktan sonra kaleme aldı. Oyunun merkezinde, idealist bir sokak palyaçosu olan Dahlia karakteri yer alıyor. Dahlia, sokakta insanlara gülümseme dağıtarak anlam bulan bir kadınken, televizyon dünyasında kendisine seksapelinin dayatılmasıyla bir kimlik krizine sürükleniyor. Oyuncu, bu çatışmayı “Kendi sanatıyla değil, dış görünüşüyle değer görmek, kadın sanatçının en derin açmazlarından biri” sözleriyle özetliyor.

Bir saat süren tek kişilik oyun boyunca Morçay, hem Dahlia karakterini hem de onun çevresindeki bazı sesleri sahneye taşıyor ve zaman zaman interaktif anların da yer aldığı performansta clowning tekniğinden yoğun biçimde yararlanılıyor. Sürreal sahnelerin de  de yer aldığı oyunda seyirci zaman zaman Dahlia’nın çocukluğuna dönmesine şahitlik ediyor.

Taciz, sömürü, bedenin metalaşması gibi ağır temaları mizahla yoğuran metin, seyirciyi zaman zaman güldürüp zaman zaman da duygusal olarak sarsmayı hedefliyor. Prova sürecinde yönetmen Aishwarya Ajit Gaikwad ile birlikte sahne üzerinde şekillendirdiği oyun için Feride Morçay, “Mizahın gücüyle çok ağır konuları sahneye taşımak, seyircide güçlü bir etki yaratıyor” diyor.

Chickadee, 1–25 Ağustos tarihleri arasında Edinburgh Fringe Festivali’nde, yalnızca iki gün hariç her akşam sahnelenecek. Oyunun bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak. Oyuncu, bu oyunu festivalin ardından farklı sahnelere taşımayı hedefliyor.

 


📍 Chickadee, 1–25 Ağustos tarihleri arasında Edinburgh Fringe Festivali’nde, her gün 20:45’te sahneleniyor (11 ve 18 Ağustos hariç).
🎭 Yazan ve oynayan: Feride Morçay
🎬 Yönetmen: Aishwarya Ajit Gaikwad
Süre: 1 saat
🎟 Tür: Tek kişilik gösteri, mizahi dram, clowning

 

EMAR Vakfı'nın düzenlediği “Kıbrıs 1974" başlıklı panel 4 Temmuz'da

No comments

30 June 2025

Emek tarihi araştırmalarıyla bilinen, Londra merkezli Emek Araştırmaları Vakfı (EMAR), 4 Temmuz Cuma günü,  Prof. Vassilis K. Fouskas’ın panelist olarak katılacağı "Kıbrıs 1974" başlıklı bir panel düzenliyor. 


“Cyprus 1974: Anatomy of an Invasion” (Kıbrıs 1974: Bir İşgalin Anatomisi) adlı kitapta, Fouskas Kıbrıs’ın 1974’teki bölünmesini yalnızca etnik gerilimlere değil, daha geniş jeopolitik stratejilere dayandırıyor.

Fouskas, Kıbrıs’taki bölünmenin NATO’nun 1950’lerden beri uyguladığı politikaların bir sonucu olduğunu savunuyor. CIA ajanlarının Yunanistan’daki faaliyetleri ve dönemin Yunan cuntası tarafından desteklenen bir darbe ile Başpiskopos Makarios’un devrilmesi, kitabın merkezinde yer alan olaylar arasında. Kitap, ayrıca Ege Denizi'nde Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan gerilimlerin arka planını da irdeliyor.

Etkinlikte Keele Üniversitesi’nden Bülent Gökay ve Middlesex Üniversitesi’nden Tunç Aybak panelist olarak yer alacak.

Etkinlik Detayları:

  • Tarih: 4 Temmuz 2025, Cuma

  • Saat: 18:30 – 20:30

  • Yer: Meeting Room 3, Finsbury Park Trust FinSpace, 225-229 Seven Sisters Road, Finsbury Park, Londra, N4 2DA



Yönetmen Gülseren Daş ile “Kızkardeşliğin türküsü: Rengin” belgeseli üzerine konuştuk

No comments

29 June 2025

Gülseren Daş’ın hazırladığı “Kızkardeşliğin türküsü: Rengin” adını taşıyan belgesel, Londra’da Rengin Kadın Korosu çatısı altında müziğin ortak dilinde buluşan kadınların umut ve direniş dolu yolculuğunu anlatıyor.  Yönetmen Gülseren Daş’la Rengin Kadın Korosu belgeseli hakkında konuştuk.  

 




Sizi tanıyabilir miyiz?

Sanırım hayattaki zor şeylerden biri kendimizden bahsetmek. Kısaca anlatayım, Elbistan’da doğdum, On beş yaşımda lise eğitimi için ailemle Mersin’e taşındık, sonrasında da Ankara İletişim Fakültesi’nde lisans eğitimimi tamamladım. 

Türkiye’de başta Gündem gazetesi olmak üzere çeşitli gazete, televizyon ve dergilerde haber müdürlüğü, dış haberler editörlüğü, editörlük ve fotoğrafçılık yaptım. 2009 yılında evlenerek yerleştiğim Londra’da belgesel fotoğrafçılığı alanında yüksek lisansımı yaptım. Bütün çocuklar gibi kendileri de çok tatlı olan Welat, Heja ve Eyşan’ın annesiyim. 2020 yılında kurulduğundan bu yana da Rengin Kadın Korosu’nun bir üyesiyim. 

Kızkardeşliğin Türküsü; Rengin, belgeselinizde kadınların koroya katılma hikâyelerine yer verdiniz, siz de koronun bir üyesisiniz ve bir dönem yürütmesinde sorumluluk aldınız, bu kez siz bize Rengin’e katılma hikâyenizi aktarır mısınız?

Pandemi nedeniyle global bir hapis dönemi geçirdiğimiz 2019-20 yıllarında annem Elif Daş, pankreas kanseri ile mücadele ediyordu. Hem Elbistan’da yaşadığı için hem de pandemi yasakları nedeniyle çok az yanında bulunabildim. Vefatı, karantinanın kısa süreliğine kaldırıldığı 2020 Temmuz ayına denk geldi ve kendisi ile vedalaşma imkânı buldum. Her ölüm insanı etkiler, anneminki de ailemizi derinden sarstı. Ben de herkes gibi bir hayat muhasebesi yaptım kendi içimde, hiçbir şeyi ertelememeye karar verdim.

 Annem bağlama çalmamı çok isterdi, yıllarca ertelemiştim, ancak onun anısına öğrenmeye karar verdim. Rengin ile de yolum bağlama aracılığıyla kesişti. Göçmen İşçiler Derneği’nin (GİKDER) Facebook’ta yayınladığı bağlama atölyesi ilanına başvurdum. Derslere başlayınca aynı dernek bünyesinde Rengin Kadın Korosu’nun da bulunduğunu öğrendim ve gerçekten kötü olduğunu düşündüğüm sesime rağmen koroya katıldım. 

Filmin ortaya çıkış sürecinden bahsedelim biraz…

Sanırım basından geldiğim ve fotoğrafa merakım olduğu için biraz mesleki bir deformasyon denebilir, kayıt altına alma alışkanlığım var. Ben de hayatı mercekten bakarak anlamlandıran insanlardanım. Koroya başladıktan kısa bir süre sonra kameramı da çalışmalara getirir oldum. Belgesel fikri ise zamanla oluştu. Benim merakımın dışında aslında belgesel biraz da kendini dayattı diyebilirim. 

Pandemi gibi bir süreç, hepimizin ayarları ile az buçuk oynanmış ve Londra’nın kuzeyinde gettolaşma dediğimiz şeyin dibine kadar yaşandığı bir bölgede kadın türküleri yükseliyor… Siz isteseniz de istemeseniz de belgesel ‘ben buradayım’ diyor. Pandemi sonrasında da İran’daki Mahsa Amini eylemleri, genel olarak mülteci sorunu vs. derken Rengin Kadın Korosu sanırım, bünyesindeki kadınlar için bir dış dünyaya bağlanma köprüsü oldu. Kadınların evden çıkması, özgüvenlerinin gelişmesi, sahnede türkü söylemeleri ve dünyada olup bitenle ilgili bir sözlerinin olması inanılmazdı. Belgesel doğallığında yapılacaktı…

Koronuzda seksenin üzerinde kadın var, tabii herkes ile görüşme yapma ve belgeselde yer erme imkânınız teknik olarak yok, peki belgeselde izlediğimiz kadınları neye göre belirlediniz, bunlarla görüşmeliyim dedirten ne oldu?

Aslında bütün kadınların anlatacakları ve göstermeye değer birer hikâyesi var. Tabii dediğiniz gibi teknik nedenlerle hepsine yer vermek imkânsız. Ama belgeseli kurgularken genel hissiyatı vermeyi ve belli bir temsiliyet oluşturmayı hedefledim. 

Korodaki ve ayrıca İngiltere’de göçmen olarak yaşayan diğer Türkiye kökenli kadınların hem kadın hem anne hem de göçmen olarak ortak bir paydada buluşabileceği hikâyeler olmasına özen gösterdim. Örneğin, neden Londra’ya geldik sorusunu sorarken; Türkiye’deki siyasi atmosferin etkisiyle bavulunu sırtlayan kadınları da, evlenerek aşk uğruna yola düşenleri de ekonomik kaygılarla kendini burada bulanları da temsil etmek istedim. Ya da annelik üzerine düşünürken, koromuzda bile azımsanmayacak sayıda özel ihtiyaçlı çocuk ebeveyni olan kadın varken, ki biri de benim, onların/bizim bu deneyimini de es geçemeyeceğime karar verdim. Koromuzda son dönemde birçok kadın arkadaşımız göğüs kanseri teşhisi ile tedavi görmeye başladı, kadınlık üzerine konuşurken bunu da görmezden gelemezdim. Sonuç itibariyle bütün bu göçmenlik, annelik ve kadınlık hikâyelerimiz Rengin Kadın Korosu’nun mayasını oluşturdu. Ve doğal olarak da belgeselde yer verdim.

Belgeselin aynı zamanda kurgusunu, çekimlerinin büyük bölümünü yaptınız. Rengin Kadın Korosu ile birlikte yapımcılığını da üstlendiniz. Bu deneyimlere bakışınız ne, sizi nasıl etkilediler?

Londra’ya 2009 yılında evlenerek yerleştim ve kısa aralıklarla üç çocuğum doğdu. En büyük çocuğum Welat’ın sağlık sorunları nedeniyle mesleğimi uzun bir süre yapamadım, son birkaç senedir oğlumun da büyümesi ile birlikte, küçük adımlarla korka korka bir şeyler üretmeye başladım. Bu belgesel de sanırım biraz benim mesleğe dönüş, yeniden üretme çabamın bir ürünü. 

Uzun zaman sevdiği şeyleri yapamayınca insan biraz maymun iştahlı oluyor. Onu da yapayım, bunu da yapayım gibi. Ben de hem bu mesleğe dönüş heyecanına kapıldığım için hem de çocuklardan arta kalan zamanlarda üretmek zorunda olduğumdan sanırım tek başına çalışmayı ve birden fazla işi üstlenmeyi alışkanlık edindim. 

Çalışmaların birçoğuna zaten kameram ile gidiyordum, konserde sahnede olduğum zamanlar hariç, büyük bir bölümünü kendim çektim. Amatör bir kamera kullanımına yer yer rastlayacaktır seyirciler, bunun bir sebebi tanıklık etmek, estetik kaygılar duymadan hikâyeyi anlatmak ise diğer bir sebebi de çekerken öğrenmemdir. 

Bir kurgucuyla çalışmak yerine YouTube videolarından kurgu öğrenerek, uygun olduğum zamanlarda kurguyu yaptım. Yapımcılık için Rengin’den destek alarak çalıştım. Bütün bu deneyimler benim için çok öğretici oldu. Özellikle kurgu beni gerçekten zorladı diyebilirim. İki yüz saati aşkın bir görüntüyü elemek ve onu bir hikâyeye oturtmak hele de minimum teknik bilgi ve YouTube videosu ile kurgu yapmak deli işi. Bir sonraki projemde bir ekip ile işleri bölüşerek yapmak sanırım daha zahmetsiz ve aynı zamanda daha sağlıklı olacaktır. Dışardan bakan bir göz, sizin kıyamadığınız görüntülere çok rahat kıyabilir ve daha zahmetsiz bir kurguya ulaşır diye düşünüyorum. 

Yaşadığınız zorluklar oldu mu?

Yukarıda bahsettiğim teknik zorlukların dışında yine altını çizmek isterim; anne olmak ve bütün üretim sürecinizi çocuklardan arta kalan zaman üzerinden planlamak inanılmaz yorucu. Eğer çocuk bakımı konusunda destek alırlarsa kadınların üretim süreçlerine katılımlarının artacağını tekrar tekrar anlamış oldum. 

Diğer bir zorluk da yıllar boyunca yapılan çekimleri elemek oldu. Saatler süren görüntüleri kullanmak tabii ki mümkün değil ama ayrıca seçim yapmak çok sancılı bir süreç. Bu konuda baita koro şefimiz Zuhal Yıldırım olmak üzere Rengin Kadın Korosu’nun yürütmesinde yer alan Bedriye Avcıl, Şirin Akgül, Funda Akça, Hatice Dağdelen, Nukhet Esetekin, Melda Bulat ve Suna Boyraz’ın hakkını teslim etmem gerek. Tıkandığım yerlerde bana yol gösterdiler, hatta elediğim bazı görüntülere yer vermem konusunda beni yönlendirdiler. İyi ki de öyle yapmışlar, sonuçta Rengin’de kollektif üretim esas alınıyor ve belgesel bir istisna olamazdı.

Bu arada eklemek isterim çeviri süreci de uzun sürdü belgeselin. Benim açımdan bir dile hakim olamamak da büyük bir zorluktu. Neyseki Gik-Der bünyesinde oluşturulan bir çeviri grubu bu sorunu çözdü. Başta İbrahim Avcıl olmak üzere çeviri ekibine de tekrar teşekkür etmek isterim.

Şunu da yapsaydım dediğiniz ve belki bir sonraki çalışmanızda size ışık tutacak şeyler oldu mu?

Bu proje biraz doğaçlama oldu, koşullardan dolayı. Belki tek tabanca yerine bir teknik ekip ile çalışmak, hikâyenin yolda oluşmasını beklemektense bir ön araştırma ve planlama yapmak yerinde olurdu… 

Bu aynı zamanda bir göç belgeseli, belki giderek hayatımızdan ve hafızalarımızdan silinmekte olan bir kültürü yaşatma ve aktarma çabası da… Türküler, gurbet ve göç aslında çok iç içe geçen kavramlar, buna bir de Londra’yı ekliyorsunuz…

İngiltere genelinde büyük bir Türkiyeli nüfusu var. Maraş katliamıyla Aleviler, 80 darbesiyle solcular, 90’lardaki katliamlarla Kürtler akın akın İngiltere’ye gelmiş. Buna 2000’li yıllarda ve sonrasında eklenen ekonomik göçü, Ankara Anlaşmalıları, Türkiye’deki rejimin baskısıyla gerçekleşen Gezi sonrası göçü de eklerseniz sayı azımsanmayacak rakamlara ve aynı zamanda binlerce hikâyeye ulaşır. 

Her göçmenin korkulu rüyası asimilasyon olduğundan, ilk etapta içe kapanma ve kültürünü koruma refleksi gösteriliyor. Ancak on yıllardır İngiltere’de yaşayan ve en az üç kuşaktır buralı olan bir topluluk için artık refleksten çıkıp bir entegrasyon sürecine girdiğini görürüz. Dolayısıyla Rengin’de de refleksten ziyade daha bilinçli bir oluşumla göçmen olmanın bilinci ile kültürünü yaşatma ve gelecek kuşağa aktarma amacı var. 

Yüzyıllar boyunca direnişin, sevincin, ölümün taşıyıcısı olan türküler Londra’da ise göç hikâyelerimizi sırtlandı. Biz de Rengin'de türküler aracılığıyla dostluklar kurup, günlük sıkıntılarımızdan sıyrılırken aynı zamanda hem tarihimize hem de birkaç nesil sonrasına köprüler atıyoruz. 

Seyirci bu belgeseli izledikten sonra salondan nasıl bir duygu ile ayrılsın istersiniz, özellikle kadın seyirci için direkt mesajınız veya satır aralarında vermek istediğiniz mesaj nedir?

Genel olarak seyircinin umutlu bir şekilde salondan ayrılmasını diliyorum. Uygun koşullar yaratıldığında kadınların üretmekte sınır tanımadığını fark etmelerini isterim. 

Kadın izleyici ise en yakınındaki kadına sarılsın ve dünyayı birlikte yaşanılabilir bir yer yapacaklarını bilsin.

Bundan sonraki projeleriniz neler?

Aslında temel projem tabii ki çocuklarımı yetiştirmek, ancak fotoğraf ve belgesel sinemanın da büyük bir yeri var hayatımda. Birkaç fotoğraf projem hali hazırda devam ediyor. Onları bitirmeyi ve uzun zamandır yapmak istediğim ama bir türlü imkân yaratamadığım, bir belgesel projesini hayata geçirmeyi umuyorum. Henüz emekleme aşamasında olduğu için şimdilik bahsetmeyeyim konusundan, ama umarım onun üzerine de bir gün söyleşi yapma fırsatımız olur. Röportaj için çok teşekkür ediyorum. 


 Yer: Londra Cemevi, Woodgreen

Tarih: 4 Temmuz, Cuma

Saat: 19:30


© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan