Göçmenlikte orta yaş krizi

1 yorum

16 Aralık 2024

 Göçmenler ekonomik anlamda tam rahata erdikleri ve bulundukları ülkeye uyum sağladıkları bir dönemde kendilerini sorgulama sürecine girebilirler.



Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com

Göçün ilk yıllarında ekonomik, sosyal ve kültürel birçok sorunla boğuşan kişi yaşama dört elle sarılabilir. Bu biraz da mecburiyetin verdiği direngenliktir. Bir görüşmeci şöyle açıklamıştı bu durumu: “o kadar yoğun çalışıyordum ve o kadar yalnızdım ki ilk yıllarda hasta olmaya bile cesaret edemedim!”

GÖÇMENLİKTE ORTA YAŞ KRİZİ

Göçün ilk yıllarında çile çekeceğini bile bile yola çıkan göçmen önüne çıkan zorluklar karşısında bildiği örneklerden cesaret alarak kendisini bu günlerin geçici olduğuna ikna etmekte, bu da onda hayata tutunma konusunda bir kararlılık ve direnç oluşturmaktadır. Bu yüzden çoğu görüşmeci yıllar sonra “şimdi geri dönüp baktığımda o zor koşullarda beni ne ayakta tutmuş, merak ediyorum” diye sormadan edemez.

Benim “göçmenlikte orta yaş krizi” olarak tanımladığım durum ise tam da kişinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşıladığı noktada başlıyor. Bunu Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle de açıklayabiliriz. Artık fizyolojik, güvenlik, sosyal gibi ihtiyaçlar karşılansa da değer verilme ve kendini gerçekleştirme konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Ne de olsa göçün ilk yıllarında hayatta kalma mücadelesi vermekten, ekonomik problemlerle ve uyum sorunlarıyla boğuşmaktan kendi içine ayna tutmak için vakit bulamamıştır kahramanımız. 



"NEŞE KARABÖCEK DİNLEMEYE BAŞLADIM"

 İşler tam anlamıyla yoluna girdiğinde ise derin bir sorgulama süreci başlayabilir. Bu da kendi kültüründen insanlarla daha fazla sosyalleşmek, daha fazla kendi memleketine ilişkin filmler, diziler izlemek, şarkılar dinlemek, memleketi daha fazla ziyaret etmek şeklinde tezahür edebilir. 

Bir görüşmeci bu bakımdan kendisinde gözlemlediği değişim sürecini şu şekilde ifade etmekteydi: “Türkiye’deyken hiç dizi izlemiyordum. Dizi izlemeye başladım. Yabancı müzik dinliyordum. Burada birdenbire Neşe Karaböcek dinlemeye başladım.”



"TÜRKİYE'Yİ ÇOK ÖZLEMEYE BAŞLADIM"

Londra’nın kültürel hayatını son derece renkli ve hareketli bulan, bir başka görüşmeci ise son yıllarda benzer bir değişim içine girdiğini ifade etmektedir: “Türkiye’yi çok özlemeye, oturup her gün Türk haberlerine bakmaya ve Türkiye politikasını takip etmeye başladım. Müzik dinlemeye, dizi seyretmeye başladım. Ara sıra film seyrediyorum Yeşilçam’ın eski dönem filmlerini. Oturup Hababam Sınıfı izliyoruz. Türk dizisi izlemeye başladığımı söylemeye utanırım, çünkü hep dalga geçerdim herkesle. Neden bilmiyorum. Bunlar son iki seneden beri böyle…”

KÖKLERE DÖNME

Bu dönemde, “köklere dönme” duygusuyla kişi birdenbire kendi kültürüne daha fazla ilgi duyar ve arkadaş çevresini de topluluk üyelerinden seçmeye başlar. Oysa göçün ilk döneminin ardından kendi toplumundan biraz uzaklaşma kararı alan da aynı kişidir. Bu sefer yıllar sonra yeniden “yuvaya dönüş” yaşanır. 

Yine bir görüşmeciye kulak verelim: “Bir ara arkadaşlarım hep İngiliz’di. Özellikle ben onun için uğraştım. Şunu fark ettim yaşım ilerledikçe Türklere dönmeye başladım ve şu anda en yakın arkadaşların kimler dersen, Türkler derim sana. (…) Bir anda bir özlem başladı. Ölüp gideceğim ama ailemi, dostlarımı göremiyorum. Onlarla vakit geçirmek istiyorum. Aynı dönemde anneannemi kaybettim. O kadar üst üste geldi ki.”


SUÇLULUK DUYGUSU

Göçmenlikte orta yaş krizinin bir başka görünümü ise kişinin kendisini suçlu hissetmesidir. Bu suçluluk duygusu “acaba kendi hayatımı heba mı ettim?” korkusundan beslendiği gibi Türkiye’de bırakılan aile bireyleriyle, tanıdıklarla yakından ilgilenememe kaygısıyla da dışa vurulabilir. İlkinde her şeye geç kalındığı, artık trenin kaçtığı kaygısı yaşanır, ikincisinde ise "ailemi yalnız bıraktım" kaygısı. Bu ruh halinin neticesinde ani geri dönüş kararları alınması sıkça rastlanılan bir durumdur. Bu karar çoğu zaman hayata geçirilemese bile göçmenin zihninde ve dilinde hep yankısını bulur. Öte yandan, göçmenlikte orta yaş krizi kendini yeniden bulmak ve yaratmak için bir imkândır aslında. Bu imkânı bilinci ölçüsünde zorlayarak kişinin hayatında yeni bir sayfa açması, kendini gerçekleştirme yönünde esaslı adımlar atması da mümkündür.


👉Kaynak: Tuncay Bilecen, Politik Sığınmacılardan Ankara Anlaşmalılara: Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler

 


“Edebiyatın Gerçeği ve Hayatın İçindeki Edebiyat” söyleşi Queen Mary Üniversitesi’nde gerçektirildi

Hiç yorum yok

13 Aralık 2024

8 Aralık, Pazar günü Queen Mary Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Edebiyatın Gerçeği ve Hayatın İçindeki Edebiyat” başlıklı söyleşide Dursaliye Şahan, Burhan Sönmez ve Akın Olgun edebiyat yolculuklarını ve yazma deneyimlerini paylaştı.



Kaynak: Edebiyat Haber


Gazeteci ve yazar Akın Olgun, göçmen kadınların yaşadıklarını konu alan "El âlem" öykü kitabındaki deneyimlerini anlattığı konuşmasında, bir yazar olarak yaşadıklarını, gördüklerini, toplumsal sorunları edebiyata aktarmayı vazife edindiğini belirtti.
Olgun, Yunanistan'daki Türk mahkumlar hakkında yazdığı gazete yazılarının yakında bir yayına dönüşeceğini belirtti.


Burhan Sönmez, yazmanın insana iyi geldiğini vurgulayarak, "Yazdıklarınızın okunma sayısı önemli değil, iyi yazı kendi okurunu bulur" dedi ve yazarların kaygılardan uzaklaşarak yazmaya odaklanmaları gerektiğini ifade etti.

Dursaliye Şahan ise, eserlerinde göçmenler, kadınlar ve çocuklar gibi toplumsal grupları konu aldığını ve okuma eyleminin sömürü ve faşizme karşı direnç oluşturduğuna inandığını dile getirdi. Şahan, ideal okuyucusunun eleştirel bir bakış açısına sahip, kendi seçimlerinde kararlı bir okuyucu olduğunu söyledi.

Etkinlik, panele katılanların sorularıyla devam etti.



PARÇALANMA romanın yazarı Gül Özen'le Söyleşi

Hiç yorum yok

12 Aralık 2024

 F. Gül Özen, Parçalanma adlı romanında Türkiye’den Almanya’ya, Naime’den Naomi’ye uzanan yolculukta geçmişiyle bugünü arasında gidip gelen göçmen bir kadının yaşadığı ruhsal parçalanmayı ele alıyor. Danimarka’da yaşayan F.Gül Özen’le İngiltere’nin ardından geçtiğimiz günlerde Türkiye’de de yayımlanan PARÇALANMA hakkında sohbet ettik.




👉 Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!


👉Gül Özen'le Edebiyat Haber sitesinde yapılan söyleşiyi okumak için tıklayın!




Tottenham Çocukları

Hiç yorum yok

11 Aralık 2024


Dursaliye Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor.






Tuncay Bilecen

Göçmen edebiyatının kaderi çoğu zaman göçmenlerin kaderiyle aynıdır. Ne bulundukları ülkede kabul görürler ne de anavatanlarında. Arafta, arada kalmış bir edebiyattır bu. Anadille yazılsa kendi vatanında, göç ettiği toplumun diliyle yazılsa bulunulan ülkede üvey evlat muamelesi görür.

 Göçmen edebiyatçılar farklı kültürleri yaşamanın verdiği tecrübeyle yeni bir dil evreni kurma konusunda daha mahir olsalar da kendilerini kabul ettirmeleri çok daha zordur. Buna ancak bu konuda ısrar ve inat eden dil işçileri direnebilir. İşte bu inatçı yazarlardan biri olan Dursaliye Şahan, hem kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun göç deneyimini hem de geride bıraktığı toprakların sosyo-kültürel yapısını, geleneklerini birbiriyle yoğurarak öykü ve romanlar kaleme alıyor uzun yıllardır.

Dursaliye Şahan’ın Tottenham Çocukları başlıklı romanı, bir gazeteci kadının (romanın anlatıcısı) Londra’da bir otobüste tesadüfen Keko’yu (Ali Kemal) tanımasıyla başlıyor. Daha sonra roman boyunca -son bölüm hariç- Keko’nun Türkiye’de içinde büyüdüğü toplumun geleneksel değerlerini, bu değerler içinden güç bela sıyrılarak dedesiyle birlikte İstanbul’a bir gecekondu mahallesindeki amcasının evine gelmesine ve biraz da şansının yardımıyla iyi bir eğitim görmesine şahitlik ediyoruz.

Londra’daki Keko ise, uyuşturucu çetesinin tuzağına düşmüş onlarca gençten biri. Yazar, bu romanda bir dönem Londra’daki Türkiyeli toplumun tanıklık ettiği genç intiharlarına ve bunun arkasında yatan sosyal, politik, ekonomik, geleneksel ilişkilere yer veriyor. Tottenham Çocukları ismi de buradan geliyor zaten. Tottenham Boys olarak bilinen çetenin Türkçedeki adı bu. Büyük bir kısmı Türkiye’de geçen romanda Dursaliye Şahan, Londra’daki çete gerçeğinin gerisindeki ilişkiler zincirini ortaya koyuyor.

Roman bu bakımdan toplumsal cinsiyet penceresinden de irdelenebilir. Keko’nun içinde bulunduğu geleneksel aile ve aşiret yapısı kadınların söz hakkının olmadığı ve kaderlerine boyun eğdikleri bir düzenden başka bir yer değil. Nitekim yazar, bunu sürekli gözler önüne seriyor. “İlk aybaşı baba evinde, ikincisi koca evinde”, “Bir kız on altı dedi mi ya erde ya yerde olacak” gibi sözlerle de vurgulanan bu durum, roman Keko’nun annesi, amca kızı, yengesi gibi roman kişilerinde temsil ediliyor. Bunun karşısında ise erkek egemen değerler yer alıyor. Bu değerler zaman zaman babalar ve oğullar arasında çatışmalara da yol açıyor. Örneğin Keko, İstanbul’da gitmek ve orada eğitim görmek için babasıyla sürekli çatışıyor ve babasından dayak yiyor. Hatta bir an önce geri dönmesi için çocuk yaşta ailesi tarafından alelacele nişanlanıyor.

Romanın merkezine oturttuğu hususlardan biri de politik çatışmalar. Türkiye’deki iç çatışma ortamı Keko’nun Kürt kimliği, ailesi ve aşiretinin devlet ve örgüt arasındaki pozisyonu, babasının zorla korucu olması ve öldürülmesi bu çatışmanın romanın akışı içinde canlı tutulmasına yol açıyor.

Keko’nun hem köylü hem de Kürt kimliğinin burslu olarak okuduğu özel okulda da peşini bırakmaması, burada öğrencilerin sürekli aşağılamalarına maruz bırakılması yazarın meselenin sınıfsal boyutuna ilişkin bir göndermesi olarak okunabilir.

Keko’nun okumasında önemli bir payı bulunan köydeki okuldaki öğretmeni Fatih Öğretmen ile özel okulda ona göz kulak olan Hayrettin Öğretmen romanda idealist öğretmen tipini temsil ediyorlar. Örneğin Fatih Öğretmen “Çalıkuşu” romanından fırlamış bir karakter gibidir.  “(…) köye geldiği ilk gün hepimize, bütün köylüye gülümsemişti. Öyle içten öyle candan gülümsüyordu ki hiçbirimiz, onu yadırgamamıştık.” (s.175)

“Okuldaki en sevdiğim hatta tek sevdiğim diyebileceğim öğretmen Hayrettin Hocaydı. Daha ilk günden bana dostça davranmış; ilk gördüğü anda gülümsemişti. Birine gülümsemenin ya da ona tepeden bakmanın ne demek olduğunu, İstanbul bana öğretmişti.” (S.174).

Kitapta bu bakımdan insana dair birçok betimleme bulmak mümkün. Bu betimlemeler roman kişilerinin karakter yapısını ortaya koyduğu gibi bu insanlık durumunun neye tekabül ettiğine de işaret ediyor. “Amcam, en sakin göründüğü anlarda bile çevresindekilere gerginliğini hissettiriyordu. Yıllar sonra amcamın tek olmadığını, girdiği her ortama kasvet ve huzursuzluk getiren keyifsiz insanların çok olduğunu, çoğunun da insan sevmediğini anlayacaktım.” (S.131)

Dursaliye Şahan, Tottenham Çocukları’nda göç meselesinin ihmal edilen yönlerinden birine göçün arkasında yatan sosyo-politik ilişkilere Keko’nun hikâyesi üzerinden yer veriyor. Özetle yazar bu romanda;  yaşanılan toprakları, buradaki çatışma ortamını terk etmekle sorunların terk edilmediğini, aksine göç edilen yerde başka çatışmaların başladığını ve değerlerinin göçmenlerle birlikte bulundukları ülkeye de geldiğini okuyucuya duyuruyor.  

 

*Dursaliye Şahin, Tottenham  Çocukları, Sola Yayınları, 2017, 304 sayfa.

 

Tottenham Çocukları, Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından İngilizce olarak da yayımlandı. 


👉http://www.bisikletligazete.com/2021/11/tottenham-boys-raflarda-tottenham.html


 

Türkiye'nin Beyin Göçü Raporu Üzerine

Hiç yorum yok

10 Aralık 2024



Türkiye’nin Beyin Göçü” başlıklı rapor geçtiğimiz günlerde Toplum Çalışmaları Enstitüsü tarafından yayınlandı. Rapor, dünyadaki örnekler üzerinden Türkiye’den yurtdışına gerçekleşen “beyin göçü”ne odaklanıyor ve bu göçün nasıl geri döndürülebileceğine ilişkin -yine farklı ülkelerin deneyimlerini paylaşarak- politika önerilerinde bulunuyor.

Dünya Bankası Kalkınma Raporu, International Migration Outlook 2024, World Migration Report ve bazı akademik çalışmalardan yararlanılarak oluşturulan raporda Türkiye dışında diğer göç alan ve veren ülkelere ilişkin güncel istatistikler de yer alıyor.

2023 yılı itibariyle dünya nüfusunun % 2.3’ünün göçmen olduğunun belirtildiği raporda, dünyada süregelen göç motiflerinin de artık değiştiği örneğin Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (GCC) ülkelerine göçlerin arttığı ve geçmişte göç veren ülkeler olan İrlanda ve İtalya’nın artık göç alan ülkeler haline geldiği vurgulanıyor.



EN ÇOK GÖÇ ALAN ÜLKELER: ABD, ALMANYA, SUUDİ ARABİSTAN, RUSYA, BİRLEŞİK KRALLIK

BM verilerine göre günümüzde en çok göç alan ilk beş ülke ABD, Almanya, Suudi Arabistan, Rusya ve Birleşik Krallık. En çok göç veren ülkeler ise; Hindistan, Meksika, Rusya, Çin ve Suriye. Yine rapora göre, 2020 itibariyle göçmenlerin %84’ü kendi ülkelerinden daha zengin bir ülkeye göç ediyorlar.

Bireylerin göç kararlarını gerçekleştirmesinde beşeri (eğitim, vasıf, dil beceresi), sosyal (akraba, arkadaş, tanıdık), finansal sermayeleri son derece etkili olmaktadır. Dolasıyla “gönüllü” göçte eğitimli nüfusun daha fazla göç etme eğiliminde olması kaçınılmazdır. Nitekim rapora göre; küresel olarak yükseköğrenim görmüş bireyler için göç oranı sadece ilkokul eğitimi almış bireylerin 7,3 katı ve sadece ortaöğretim eğitimi almış bireylerin 3,5 katıdır (Dünya Bankası Verileri.)  

EN ÇOK GÖÇ VEREN ÜLKELER: HİNDİSTAN, ÇİN, MEKSİKA, PAKSİTAN, RUSYA

“Hindistan, Çin, Meksika, Pakistan, Rusya gibi ülkeler çok fazla sayıda göç verirken bu ülkelerin tamamında göçmenler ülkenin işgücünü oluşturan bireylerden ortalamada daha eğitimlidir.” Rapora göre, Türkiye’de işgücünü oluşturan bireyler içerisinde yükseköğretim mezunlarının oranı %9,4’ken Türkiye’den göç edenler arasında bu oran %21,4’e yükselmektedir.



TÜRKİYE'DEN BEYİN GÖÇÜ EN ÇOK ABD, ALMANYA VE BİRLEŞİK KRALLIK'A

Türkiye’den göç etme kararı alan yüksek öğrenim görmüş kişilerin %21,4’ü ABD, %17.5’i Almanya, % 11.2’si Birleşik Krallık, % 6.9’u Hollanda ve % 4.9’u Kanada’ya göç ediyor.

Türkiye’nin Beyin Göçü Raporu’nda Çin, Hindistan gibi ülkelerden gerçekleşen beyin göçünün nasıl geri döndüğüne ilişkin detaylar da yer alıyor.  Rapora göre “… ekonomik koşullardaki iyileşmeye ek olarak sosyal düzene ilişkin şeffaf şekilde işleyen kurumların ve adil rekabetin tesis edildiği bir düzen, göç veren ülkelerin beyin göçünü beyin kazanımına çevirmesinin esas ve kalıcı şartını oluşturmaktadır.”

TERSİNE GÖÇ MÜMKÜN MÜ?

Peki gerçekten “ekonomik koşullardaki iyileşme ve adil rekabet” ülkesini terk eden göçmenlerin geri dönmeleri için yeterli olabilir mi? Son yıllarda Türkiye’den yurtdışına yönelik beyin göçü/ beyaz yakalı göçünün karakteristik özelliklerine bakıldığında güvenlikte hissetmeme duygusunun ekonomik beklentilerin çok daha önünde olduğunu tahmin etmek güç değil. 

Özellikle buna son yıllarda göçün “aile göçü” karakterine büründüğü ve “çocukların geleceğini kurtarmanın” kişisel kariyer hedefinin önüne geçtiği düşünülürse, insani güvenliğin teminatı olan hukuk devletini tesis etmeden tersine göçü beklemek beyhude bir çaba olacaktır. Zira kimse ekonomik ve sosyal çöküşe eşlik eden siyasal türbülansın devam ettiği; demokrasi, basın özgürlüğü, yolsuzluk endekslerinde dünya sıralamasının sonlarında yer alan bir ülkeye geri dönmek istemeyecektir. Bir başka deyişle, insanî güvenliğin olmadığı bir yere kimse geri dönmek istemeyeceği gibi esasında beyin göçünün ana nedeni tam da budur.

 

Otoriter liderler beyin göçünü niçin umursamaz?

1 yorum

09 Aralık 2024

Bu yazıda otoriter liderlerin “beyin göçünü” neden umursamadıklarını tartışıyorum.

 





Tuncay Bilecen


Beyin göçü, bir ülkenin eğitimli, vasıflı yetişmiş işgücünün çeşitli nedenlerle yurt dışında yaşamayı tercih etmesi olarak ifade edilebilir. Bu nedenler neler olabilir? Örneğin yurt dışına eğitim amacıyla giden birinin bu ülkenin koşullarına alışarak kalıcı olmaya karar vermesi çok sık rastlanılan bir durumudur. Yine  daha iyi imkânlara sahip olma, daha iyi ücret alma arzu da beyin göçünü tetikleyebilir. Aralarındaki kolonyal bağ olması nedeniyle emperyalist ülkelerin eski sömürgelerinin yetişmiş işgüçlerini kendisine çekmesi hatta bunu yaparken de “puanlama” yapması çok sık rastlanılan bir durumdur.

Beyin göçünün güzergahı diğer emek göçlerinde olduğu gibi az gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur.  Kendi ülkesinde kalsa her anlamda daha kötü koşullarda yaşayacak insanların beşerî sermayelerini kullanarak daha iyi koşulların olduğu yerlere doğru hareket etmeleri gayet anlaşılır bir mevzudur.



Peki otoriter ülkelerden beyin göçü nasıl gerçekleşiyor?

Baskıcı yönetimlerin olduğu ülkelerde öncelikle liyakat sistemi bozuluyor. Liyakate değil sadakate göre yapılan niteliksiz personel atamaları ve partizanlaşma yüzünden sistem gün geçtikçe çürüyor. Mesleki saygınlık, profesyonellik, kurum kültürü tuzla buz olurken artan baskıya eşlik eden boğulmuşluk hissiyatı her geçen gün daha da artıyor. Ardından buna bütün otoriter yönetimlerin yaşadığı ekonomik kriz ekleniyor ve göç baskısı kaçınılmaz hale geliyor.

Son altı yılda İngiltere’de yaptığım onlarca göçmen görüşmesinden çıkacak en temel sonuçlardan biri “insanî güvencesizlik” idi. Bu yüzden “çocuklarımın geleceği için geldim”, “rahat bir nefes almak için geldim” ve “artık ekonomik ve politik olarak yaşama imkânımız kalmamıştı” sözlerini birçok görüşmecinin ağzından defalarca duydum.

Türk lirasının rekorlar kırarak değer kaybetmesinin ardından da bu sefer Türkiye’de yaşayan çoğu kişi şu soruyu sorar oldu: “biz nasıl yapar, nasıl ederiz de yurt dışına çıkabiliriz?” Türk Tabipleri Birliği’nin verilerine göre, 18 ayda yaklaşık 8 bin sağlık çalışanı görevinden istifa etmiş. Yurt dışına çıkmayı kafasına koyan bazı sağlık çalışanları Almanca kurslarına gidiyor. Ülkeden umudu kesenler çaresizce yurt dışında yaşayan yakınlarını arayarak “ben nasıl gelebilirim?” diye soruyorlar.



Otoriter liderler beyin göçünü neden umursamaz?

Sanıldığının aksine otoriter liderler beyin göçünü çok umursamaz. Hatta çoğu durumda ülkedeki nitelikli işgücünün yurt dışına göç etmesi işlerine de gelir diyebiliriz.

Peki, neden?

Öncelikle otoriter liderler iktidarlarını sürekli kılmak dışında uzun vadeli planlar yapmazlar. Yani nitelikli işgücünün yarattığı ekonomik, sosyal, kültürel hasar onları çok ilgilendirmez.

Otoriter liderler, beyin göçünü umursamaz çünkü gidenlerin çoğu “muhalif” olacağı için politik anlamda bu göçlerin ardından -sayısal olarak- ülkedeki gücünü daha da artırır. Buna pekâlâ “beğenmeyen gider, böylece de bir oy eksilir” gözüyle bakabilir.

Otoriter lider beyin göçünü umursamaz çünkü gidenlerin bıraktığı işleri, statülerini, yaşadıkları yerleri kısaca onların boşluğunu kendi yandaşlarıyla doldurabilir. Böylece yandaşlarının nazarında popülaritesini biraz daha artırma imkânı bulur. Çünkü bütün otoriter ülkelerde suyun başını tutan niteliksiz güruh iktidar değişirse artık o pozisyonda kalamayacağını çok iyi bilir.  

Otoriter liderler beyin göçünü umursamaz çünkü bilirler ki göç etmiş olsalar da bu insanların ülkeleriyle ekonomik ve kültürel ilişkileri kesilmeyecektir. Dolayısıyla göçmen demek aynı zamanda göçmen dövizi (remittance) demektir. Göçmen dövizi ise bir ülkenin zor zamanlarında imdadına yetişen en önemli kaynaklardan biridir. Bugün Ukrayna ve Moldova gibi ülkelerinin ekonomileri göçmen dövizleri sayesinde ayakta durmaktadır.

Otoriter liderlerin beyin göçünü umursadıkları bir tek nokta olabilir; o da bu kişilerin bulundukları ülkelerde de kendi ülkelerinin politik gelişmelerini takip edip burada bir lobi gücü (diaspora) oluşturmalarıdır. Eşyanın tabiatı gereği, esasında bütün otoriter ülkelerin fıtratında ülke dışında hatırı sayılır diasporik topluluklar oluşturmak vardır. Ancak bunun da kolayı vardır. Bu kesimler “dış güçler”, “terörist”, “kökü dışarıda” diye yaftalanır ve sorun en azından iç kamuoyu nazarında çözülmüş olur.

 



Akademi Samsara: Doğu’nun bilgeliğiyle Batı’nın bilimini buluşturan içsel bir yolculuk

Hiç yorum yok

03 Aralık 2024

Akademi Samsara, 7 Kasım 2024 tarihinde Londra'da yaşayan Klinik Psikolog ve Psikoterapist Toprak Ali Özkan ve editör/yazar Burak Albayrak tarafından kuruldu. Akademi, düzenleyeceği eğitim ve atölyelerde sanatın ve bilimin sınırlarını aşan bir anlayışla, bireylerin hem içsel huzurlarını hem de toplumsal farkındalıklarını artırmayı hedefliyor.




Sanskritçede “yeniden doğuş döngüsü” anlamına gelen Samsara kavramından ilham alan akademi, psikoterapi, ezoterizm, mistisizm, sanat, edebiyat ve dramayı bir araya getirerek bireylerin kendilerini derinlemesine keşfetmelerine olanak tanımayı hedefliyor.

Doğu’nun kadim bilgeliği ve Batı’nın bilimsel yaklaşımını harmanlayan Akademi Samsara, katılımcılarına anlam dolu bir içsel yolculuk sunmayı, ruhsal derinlik kazandırmayı ve yaşamlarını olumlu yönde dönüştürmelerine rehberlik etmeyi amaçlıyor.

Akademi, düzenlediği eğitim ve atölyelerde sanatın ve bilimin sınırlarını aşan bir anlayışla, bireylerin hem içsel huzurlarını hem de toplumsal farkındalıklarını artırmayı hedefliyor. Güvenli ve ilham veren bir öğrenme ortamı sunan çalışmalar, katılımcıların kendi potansiyellerini keşfetmesine ve kendileriyle daha güçlü bağlar kurmasına yardımcı oluyor.

24 Aralık 2024’te "Kendini Bulma Atlası" adlı ilk çalışmasıyla katılımcılarla buluşacak olan Akademi Samsara, üç bağımsız modül ile bu yolculuğu sürdürmeyi planlıyor. Ocak ve şubat aylarında devam edecek olan "Hakikat Çemberi" ve "Gölgenin İzinde" adlı online çalışmalar, bireyleri toplumsal maskelerin ötesine geçerek bilinç ve farkındalığın sınırsız doğasına doğru bir yolculuğa davet ediyor.

Akademi Samsara, Zoom üzerinden düzenleyeceği 90 dakikalık ilk online psikoterapötik çalışmasında, Hindu bilge Sri Ramana Maharshi’den ilhamla oluşturulan ve yoğunlaştırılmış farkındalık deneyimleri sunan bir yaklaşım benimsiyor. Katılımcılar, yalnızca kişisel keşif değil, aynı zamanda daha geniş bir bilinç alanına dahil olmanın derin anlamını deneyimleme fırsatı buluyor.

Bu etkileyici çalışmalara dair detaylı bilgi almak isteyenler, Akademi Samsara’nın Instagram hesabını ziyaret edebilir veya akademisamsara@gmail.com adresine e-posta gönderebilir.





© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan