“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz”

No comments

08 April 2025

Pride etkinlikleri kapsamında Londra’da her yıl olduğu gibi bu yıl da LBGT toplulukları görkemli bir yürüyüş düzenlediler. Peki, Londra’da yaşayan Türkçe konuşan topluluk bu konuya nasıl bakıyor? Ada Ayşe İmamoğlu ile bizim toplumun tabularından biri olan LGBT konusunu konuştuk.

                                        👇


                                                                            👆

Tuncay Bilecen

Londraya ne zaman geldin?

Üç yıl önce, 2019 Temmuzunda geldim. Medya sektöründe çalışıyordum. Son ana kadar umutlu olmaktan vazgeçmedim ama cezaevindeki arkadaşlarına mektup yazan, yaptığı işte sürekli sansüre, tehdide uğrayan biriydim. Bir hava değişikliği ihtiyacı doğdu. Ankara Anlaşması da bitmek üzereydi. Kaybetmeden, bir deneyelim şansımızı dedik. En kötü ne olur? Olmazsa geri döneriz, dedik. Üç yıldır buradayız.

Peki ne umdun, ne buldun?

Rolling coaster” gibi… Bisiklete binip buraya gelirken hiçbir şekilde endişe duymamak, benim için muazzam bir şey. Ama bir yandan da çok yalnızlık var. Çünkü İstanbulda İstiklale çıktığım anda arkadaşlarımla doğaçlama olarak buluşup meyhaneye gitmek, sohbet etmek vardı. Orada kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmiyordum. Bu neden yaşanıyor, hayatta kalma mücadelesinden mi, bilmiyorum ama İstanbulda daha iyiydi. Daha kalabalıktı. Yoğrulduğun topraklar oralar.

Artık buraya alışma süreci başladı sanırım…

İlk geldiğimizde “Göç Günlükleri” adında bir podcast dizisi yaptık. Hatta şimdi soran oluyor, neden devamını getirmiyorsunuz diye. Çünkü iki yılımız korkunç bir kâbus içinde geçti. Kalacak yer, Covid süreci vs. her şey o kadar kötüydü ki… Bizim kötü olmaya, kendimizi kötü hissetmeye vaktimiz yoktu. Yaşam mücadelesi verdik. Şimdi artık hmm bir dakika oluyor galiba dediğimiz yerde de alışmaktan çok “eyvah ya yalnızız” şeklinde vurmaya başladı.

 


Bu hafta Pride Haftası… Aslında söyleşimizin nedeni de bu… LGBTİ+ nedir?

Lezbiyen, gay, biseksüel, interseks, queer, aseksüel, plus şeklinde devam eden; aslında insanların kendilerini nasıl tanımladıklarıyla, yönelimleriyle ilgili bir durum… Atanmış cinsiyetlerinden başka kendi yönelimleriyle ilgili bir çatı LGBTİ+… Bununla ilgili Türkçe kaynak olarak birçok yerden artık doğru bilgilere ulaşmak mümkün. Kaos gl, spot, Lambdaistanbul bu sivil toplum örgütleri yıllardır bu konuda çalışmalar yapıyor. Ben de Lamdaistanbul’da çalıştım, sonra mahallede LGBT diye bir proje yürüttüm. Biz yazılı olarak bir tarih oluşturduk Türkiye’de. Örneğin Kaos Gl’nin 25 yılı aşan bir tarihi var. Onlar hem arşivlerini çok sağlam tuttular hem dernekleşmenin önemini ortaya koydular hem de yapısal olarak akademik, sanat, kültür bütün bu üretim dallarını tek bir çatı altında toplayabildiler.

Aktivist olarak İstanbul’da bir mücadelenin içinden geliyorsun. Orada bir tarihin var. Buraya göç ettikten sonra buradaki toplulukla nasıl bir bağ kurdun?

İstanbul’da sahanın ortasındayken mücadele etmek biraz bir gazeteci olarak alet çantasıyla hareket etmek gibiydi. Belgeselciyim. Bundan dolayı bu mücadele biçimini çok net oturtabiliyorum kendi içimde. Temelde “herkes için özgürlük” ve “herkes istediği hayatı yaşasın” mottosuyla yola çıkan ama tabii ki 1950’den bu yana dünya üzerinde kazanımları olan bir hareketten söz ediyoruz. Türkiye’de de bence mücadelesi çok yükselmeye başladı. İstanbul’da son Pride’ta yapılan saldırılar da gösteriyor ki aslında biz bir alan yaratmışız. Mücadelemiz bir yerde anlam bulmuş. Yalnız değiliz, yanlış değiliz. Dolayısıyla destekçilerimiz çok… Ailelerimiz destek olmaya başladı. Bu güçlü bir sese dönüştü.

Londrada, yani burada çok büyük bir tarih var. Burada Pride etkinlikleri bir aya yayılmış durumda. Şirketler bile bunu kutluyorlar. Bunun politik tarafını tartışabiliriz ama ben bir yokluğun içinden geldiğim için her yerde gökkuşağı bayrağı görmek, safe space”lerin oluşturulduğunu görmek bence muazzam. Gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum; herkes ne kadar özgün ve kendine has diye… Londra’da Pride yürüyüşünde polisler yüzlerini gökkuşağının renklerine boyayıp katılımcılarla birlikte yürüyorlar. Böyle bir şey aslında tam da. Buradaki politik altyapı da bu… Tek tipten öte bir şeyden bahsediyoruz. Burada o gökkuşağı renklerinin cıvıl cıvıllığını toplumsal hayatta da görüyoruz. Ancak hayatlarında sadece bir renk görmek isteyenler için ürkütücü bir durum tabii…



Burada her şey çok güllük gülistanlık mı?

Değil. Burada da çok fazla homofobik saldırılar oluyor. Ancak sıfır tolerans gösteriliyor. Önemli olan da bu. Çünkü sen en nihayetinde dayak da yiyebilirsin, şiddete de uğrayabilirsin, tacize, tecavüze de uğrayabilirsin ama bunlarla ilgili sıfır tolerans var. Yani hukukun işlediği bir yeri görebiliyorsun. O yüzden buna güvenebiliyorsun.

Peki, Londrada yaşayan Türkçe konuşan toplumu bu konuda nasıl değerlendiriyorsun?

Geldiğimde çok umutluydum. Buradaki bütün demokratik altyapıların da buna hazır olduğunu düşünüyordum. Çünkü tırnak içinde demokratik bir altyapı kurmuşlardı. Bütün bu kurdukları yapıda bunu atlamış olmaları bende bir şok etkisi yarattı. Sonra dedim ki, hayır ya, yirmi yıldır mücadele veriyorum. Şimdi Londrada da mı buna devam edeceğim?” Çok kızdım. Çok öfkelendim. Ama sonra -bu insanın yaşamsal olarak kendi içindeki dürtüsü- hayır, ben yapmazsam, kim yapacak?” demeye başlıyorsun. Biraz buradan yola çıkarak, kurumlara gidip ailelere LGBT çocuklarınızla nasıl konuşmanız gerekiyor, açılırlarsa nasıl tepki göstermeniz gerekiyor, ne yapmanız gerekiyor şeklinde çalışmalar yaptık. Yani çocuğunuz özendiği için ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz. Bunları o kadar ABCden başlayarak anlatıyorum ki bazen kendi bildiğim şeyleri de unuttuğumu fark ettim. Bir yandan da okuma yapıyorum. Dolayısıyla bizim toplum bu konuda çok geride.

Nasıl örnekleyebilirsin bunu? Çocuklarını kabul etmiyorlar mı?

Hiç konuşmuyorlar. Daha kötüsü yok sayıyorlar. Öyle bir şey yokmuş, olamaz, bizim başımıza gelmez gibi bir tavırla yaklaşıyorlar. Bu yüzden çocuklar çok kayıplar. Ben kurumlara çok fazla girip çıktığım ve olabildiğince çok dillendirdiğim için artık queer gençler bir şekilde bana ulaşmayı öğrendiler. Bir şekilde onlarla iletişim kurmayı başarabildim.

Aileye açılmak çok ciddi bir şey… Bu bir süreç… Bunun bir destekle yapılması gerekir. O yüzden bütün bunları anlatıp önce çocuklara destek olmaya başladım. Dermanda da bunu sürekli anlatıyorum: Lütfen, aileleri eğitmemiz gerekiyor. Bu konuda ciddi bir eksik ve talep var.”

Bu toplumda gençlerin intiharları konuşuluyor, uyuşturucu ve çete sorunu konuşuluyor. Ama bu konu konuşulmuyor değil mi?

Evet, çünkü bir yerde hiç dillendirmezsek hiç olmayacakmış gibi davranılıyor. Bu en kolay yol. Bunu kurumlar da böyle yapıyorlar. Ben de direterek eğitim seminerleri hazırlıyorum ve olabildiğince çok insana ulaşmaya çalışıyorum. Bu görmezden geleceğiniz bir şey değil. Bir insanın varlığını reddedemezsiniz. Çocuğunuzun varlığını reddedemezsiniz. Böyle bir şey yok. Örneğin şu anda bir arkadaşımız evlendirilmeye zorlanıyor. Bunu İngilterede yaşıyor olmak bence çok acı. Bunu yabancı LGBT+ kurumalarına anlattığımızda, nasıl zorla evlendiriliyor?” diye soruyorlar. Kafalarında böyle bir kültür yok. En fazla aile reddediyor ve görüşmüyor. Hikâye burada bitiyor. Bizdeki hikâyeler daha travmatik. Öldürülebilirsin, şiddet görebilirsin ve zorla evlendirilebilirsin.

Bu toplumsal tutum değişikliğini aileden başlayarak nasıl gerçekleştireceğiz?

Aileleri suçlamıyorum. Örneklere ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Kafalarındaki o imaja ilişkin örnekler gördüklerinde bu sefer gardlarını indirip sorular sormaya başlıyorlar. Her zaman şunu söylüyorum. Yanlış da olsa bana sorular sorun. Yanlışları düzeltebiliriz, ama sonunda çocuğun intiharı var. Bunu engelleyemeyiz. O yüzden de siz sorularınızı sorun, ben de cevaplandırayım. Bazen öyle sorular geliyor ki şok geçiriyorum. Bunu atlatabilmem için bana on dakika verin” diyorum. Yapacak hiçbir bir şey yok. Ben de maruz kalıyorum o şiddet diline ama bu kadar çalışmanın içinde kotarabiliyorum biraz zorlansam da… Tek motivasyonum buradaki queer çocuklar ve gençler… Birini bile kaybetsek, -ki kaybettik, trans bir arkadaşımız intihar etti- çok harap oldum. Ondan sonra zaten hızlanmaya başladım.

Türkiyeli LGBT grupları kurmaya çalışıyoruz. Bunlardan biri Mezopotamya Anatolian Queer for Azadi (MAQFA). Ama dediğim gibi daha çalışkan, daha örnek teşkil eden, kurumların içine girmekten korkmayan insanlara ihtiyacımız var. Bazen yeni gelen Ankara Anlaşmalılar çok ukala” gibi laflar duyuyorum. Bunlara hiç bakmıyorum. Ben herkesin hikâyesinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ülkeye otuz yıl önce gelenler çocuklarını tekstil atölyelerinde büyütmek zorunda kaldılar. Parmak uçları yara bere içindeydi. Bu hikâyeyi görmezden gelirsek asla bu insanlara ulaşamayız. O hikâyeyi göreceksin, o katranlaşmış yapıyı göreceksin, hepsinin üstesinden gelebileceğine de inanacaksın. Hedef bu. Çünkü herkesten sorumluyuz.



Gelelim sizin örgütünüze…MAQFA’nın açılımı nedir? Ne zaman kuruldu, neler yapıyorsunuz?

MAQFA… Mezopotamya Queer for Azadi… Ben geldiğimde kurulmuştu. Kendi içlerinde bir dayanışma grubuydu. Sonra ayrılan arkadaşlar olmuş. Ben geldiğimde kurulu bir düzen vardı. Henüz hâlâ elle tutulur bir üretime geçmiş değiliz. Bunu bir özeleştiri olarak sürekli dile getiriyorum. Birey olarak benim bir şey yapmamın bir anlamı yok. Hep birlikte bir şeyler yapmak durumundayız. Hep birlikte ilerlemek zorundayız. “Kurtuluş yok tek başına!”, böyle bir özet var hayatımızda. Bunu hep söylüyorum. Biraz da zorluyorum galiba ama dediğim gibi özellikle bu İstanbul Pride’a ilişkin yaptığımız açıklamanın ardından insanlar çok ulaştılar bizlere. Dolayısıyla oradan bile bir etkileşim oldu. Yatay bir örgütlenmeye sahibiz, herkes işin bir ucundan tutacak tabii. Ama yatay örgütlenmelerin de böyle bir zorluğu var.

Bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz? Yakın zamanda Pride var, oraya katılacaksınız sanırım.

Evet. Pride’ta İstanbul’da yaşananlara dikkat çeken bir pankart taşıyacağız. Kortej yürüyüşüne çok inanmayan arkadaşlar da alternatif bir yürüyüş yapacaklar. Her yerden yürüyoruz gibi olacak… Ne kadar fazla yerde görünürlüğümüz olursa insanların gelip bize ulaşacağını düşünüyoruz.

MAQFA olarak önümüzdeki sürece ilişkin tam olarak bir yol haritası çizmiş değiliz. Ben kişisel olarak Gik-Der’le görüştüm. Gik-Der ve Sosyalist Kadınlar Birliği ile birlikte bir eğitim formu oluşturmayı düşünüyoruz. Gik-Der’in çatısında eylül ayında böyle bir planlama yapılıyor ama MAQFA olarak şu an attığımız bir adım yok. Gik-Der’de bir destek hattı açmayı planlıyoruz.

 

👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın



“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz” | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

* Bu röportaj ilk defa 8 Temmuz 2022 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

Birleşik Krallık'ta göçmen suç oranlarına ilişkin ilk rapor yayınlandı

No comments

Birleşik Krallık'ta ilk kez göçmen suç oranlarına ilişkin bir rapor yayınlandı. Göç Kontrol Merkezi (CMC) tarafından hazırlanan bu rapor, göçmenlerin suç oranlarına dair çarpıcı veriler sunuyor. Rapora göre yabancı uyruklular, İngiliz vatandaşlarına kıyasla neredeyse iki kat daha fazla suç işliyor. 



Raporun Ortaya Koyduğu Veriler

CMC'nin ülkedeki 43 polis teşkilatına gönderdiği bilgi talepleri sonucunda derlenen veriler, 2024'ün ilk 10 ayında İngiltere ve Galler'de toplam 131 bin yabancı uyruklu tutuklaması gerçekleştiğini gösteriyor. Bu rakam, toplam tutuklamaların %16.1'ini oluşturuyor. (Yabancı uyruklular, ülke nüfusunun %9'unu oluşturuyor.)

Rapora göre, 2024 yılının ilk 10 ayında yabancı uyruklular arasında cinsel suçlardan tutuklanma oranı, İngiliz vatandaşlarından 3.5 kat daha fazla. Bu dönemde toplam 2.775 yabancı uyruklu kişi tecavüz suçlamasıyla tutuklandı.

En Fazla Suç Oranına Sahip Ülkeler

Rapor, en fazla tutuklama oranına sahip beş ülkeyi de belirledi. Buna göre, Birleşik Krallık'ta en fazla suç işlendiği tespit edilen beş ülke şu şekilde sıralandı: Arnavutluk, Afganistan, Irak, Cezayir ve Somali. Raporda toplamda 48 ülkenin Birleşik Krallık vatandaşlarından daha yüksek suç işleme oranına sahip olduğu vurgulandı.



Hükümet ve Kamuoyundan Tepkiler

Raporun yayınlanmasıyla birlikte siyasetçiler ve kamuoyundan farklı tepkiler geldi. Muhafazakar Parti'den Robert Jenrick, "Britanya halkı bu gerçekleri bilmeye hakkı var," diyerek, verilerin kamuya açıklamasının önemini vurguladı. Reform Partisi lideri Nigel Farage da daha önce bu bilgilerin kamuya sunulması için çaba harcamış, ancak başarılı olamamıştı.

CMC Araştırma Direktörü Robert Bates ise, "Toplumun dokusunu bozan kitlesel göç politikaları şu ana kadar ciddi güvenlik sorunlarına yol açtı. Yetkililerin, kamu güvenliği konusunda daha ciddi adımlar atması gerekiyor," şeklinde konuştu.

Göçmen karşıtlarının ekmeğine yağ sürecek

Rapor, göç politikalarına ilişkin yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Hükümetin, göçmen politikalarını ve vize sistemlerini daha sıkı denetlemesi gerektiği yönünde çağrılar yapılırken, insan hakları savunucuları ise suç oranlarının uluslararası hukuka uygun olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Anlaşılan o ki İngiltere’deki göçmen karşıtı politik oluşumlar bu tür raporlardan cımbızladıkları istatistikleri göçmen karşıtı politikalara malzeme yapmaya devam edecek.

 

Kaynak: https://migrationctrl.substack.com/p/uks-first-migrant-crime-report


Göçmen Suçları Zirvesi’ne Türk ve Kürt kaçakçılık çeteleri damgasını vurdu

No comments

01 April 2025

İngiltere’de 31 Mart'ta gerçekleştirilen, kırktan fazla ülke ve kuruluşu bir araya getiren ‘Örgütlü Göçmen Suçları Zirvesi’nde, başta Türk ve Kürt kökenli kaçakçılık çeteleri olmak üzere küresel insan ticareti ağlarının finansal kaynakları, teknoloji kullanımı ve sınır ötesi operasyonlarla çökertilmesi konusu masaya yatırıldı. Zirvede, sosyal medya devleri Meta, X ve TikTok’un temsilcileri de kaçak göçün dijital platformlarda çekici hale getirilmesine ilişkin alınacak önlemler de tartışıldı.



Operasyonlar İçin 33 Milyon Sterlinlik Fon
İçişleri Bakanı Yvette Cooper, kaçakçılıkla mücadele için Avrupa, Balkanlar, Asya ve Afrika’daki operasyonları desteklemek üzere 30 milyon sterlinlik fon ayırdıklarını duyurdu. Ayrıca, Savcılık Ofisi’ne (CPS) eklenen 3 milyon sterlinle uluslararası kaçakçıların yargılanması ve sınır ötesi iş birliklerinin güçlendirilmesi planlanıyor. Başbakan Sir Keir Starmer, “Örgütlü göçmen suçlarını, terörle mücadele eder gibi ele almalıyız. Kaynakları birleştirip istihbarat paylaşarak bu ağları kökünden sökebiliriz” dedi.

Türk ve Kürt Kökenli Çetelere Büyük Darbe
Zirve kapsamında, son dönemdeki operasyonlarda Türk ve Kürt kökenli kaçakçılık şebekelerine yönelik önemli tutuklamalar gerçekleştirildiği vurgulandı. Türkiye vatandaşı bir şüpheli, İngiltere’ye bot temin ettiği iddiasıyla gözaltına alınırken, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilk kez iş birliği yapılarak Kürt kökenli bir kaçakçılık çetesine bağlı 3 kişi tutuklandı. Bu işbirliği, bölgedeki hassas göç rotalarında istihbarat paylaşımının artırılması açısından dönüm noktası olarak nitelendirildi.

Suriye ve Avrupa’da Çokuluslu Çete Operasyonları
İngiltere Ulusal Suç Dairesi (NCA), Suriyeli bir örgütlü suç grubunun 750 göçmeni Avrupa’ya kaçırdığına dair soruşturma kapsamında tutuklamalar yaparken, Galler’de binlerce kişiyi kaçıran iki şüpheli de mahkum edildi. Belçika’da Şubat ayında gözaltına alınan 6 kişi ise Avrupa’daki çokuluslu bir kaçakçılık ağının parçası olmakla suçlanıyor. Bu operasyonlar, küresel kaçakçılık gelirinin 10 milyar doları aştığı bir dönemde, çetelerin finansal akışlarını kesmeye odaklanıyor.

Teknoloji ve Uluslararası İş Birliği Vurgusu
Zirvede, uzay tabanlı gözetim teknolojileriyle kaçak botların takip edilmesi ve Turks and Caicos Adaları’ndaki düzensiz göçün önlenmesi için JMSC’nin çalışmaları ele alındı. Fransa’nın mobil timler kurarak botları denize indirilmeden engellemesi, Almanya’nın kaçakçılık yasalarını sertleştirmesi ve İtalya ile ortak finansal takip ekipleri oluşturulması da uluslararası taahhütler arasında yer aldı.

“Sınırlar Arası Suç, Sınırlar Arası Çözüm İster”
İçişleri Bakanı Cooper, “Kaçakçılık çeteleri sınırları istismar ederek para kazanıyor. Onları durdurmak için tüm ülkelerin koordineli hareket etmesi şart” ifadelerini kullanırken, hükümetin sığınmacı sistemini iyileştirerek kamu hizmetlerindeki yükü azaltmayı hedeflediği belirtildi. Zirvenin somut çıktıları arasında, NCA’nın Temmuz’dan bu yana 600 bot ve motor ele geçirmesi de dikkat çekti. Uzmanlar, Türk ve Kürt kökenli çetelerin hedef alınmasının Akdeniz ve Balkan rotalarında etkili olacağını öngörüyor.

 

İngiltere’de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?

1 comment

31 March 2025

Bu yazıda, İngiltere'de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanlarını sorduğum görüşmecilerin sözlerine yer veriyorum. Güvenlik, huzur, istikrar, dünya vatandaşı olmak olumlu yönler olarak öne çıkarken yalnızlık ve memleket özlemi olumsuz yanlar olarak zikredilen başlıklar arasında yer alıyor. 

Tuncay Bilecen





Regent’s University’de misafir araştırmacı olarak bulunduğum sırada Türkiyeli göçmenlerin geri dönme eğilimleri ve geri döndükten sonra neler yaşadıklarına ilişkin bir alan araştırması yaptım. Türkiye’den Birleşik Krallık’a Göçler kitabında topladığım bu araştırma sırasında  görüşmecilere sorduğum sorulardan biri de iki ülkeye ilişkin olumlu ve olumsuz izlenimleriydi.  

Kuşkusuz göçmenler Türkiye ve Birleşik Krallık’a ilişkin değerlendirmelerde bulunurken kendi kişisel tarihlerinden, göç deneyimlerimden yola çıkmaktadırlar. Dolayısıyla bu soruya verilen cevaplar bir bakıma göç etme nedeni, uyum süreçleri, çalışma ilişkileri, sosyalleşme biçimleri, politik görüş, dini inanç, değerler ve tutumlar, aile ve akrabaya yakınlık, kişisel özellikler gibi birçok faktörü içinde barındırıyordu. 

İNGİLTERE'DE YAŞAMANIN OLUMLU YÖNLERİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumlu yanlarına ilişkin yaptıkları değerlendirmeleri; öngörülebilirlik, yaşam kalitesi, güvenlik, istikrar, sistemin iyi işlemesi, ulaşımda rahatlık, yeşil çevre, parkların çok olması, kültür sanat etkinliklerinin bolluğu, diğer ülkelere kolay ve ucuz ulaşım, çok kültürlülük şeklinde sıralayabiliriz.

Örneğin 59 yaşındaki bir kadın görüşmeci, yaşadığı kent olan Londra’ya dair yaptığı değerlendirmede yukarıda sözü edilen birçok faktörü sıralıyordu:

“İngiltere’nin olumlu yanları bana göre öngörülebilirlik; yarın, öbür gün, gelecek ay, gelecek sene konusunda daha emin olmak. Gelecekle ilgili tahmin edilebilirlik ve güvenlik. Geceleyin polis evimi basıp beni tutuklamayacak.  Ondan sonra elektriklerin kesilmesi çok muhtemel değil. Hakkımda dava açılması pek mümkün değil. Yarın evden çıktığımda evin önünde bir çukur bulmayacağım. Bunlar beni ilk geldiğimde çok etkilemişti, kalıcı ve değişmeyeceğini bildiğin şeylerin olması, istikrar. Belli mekanizmalar, belli kurumlar, belli şeyler bugünden yarına asla değişmez. Bu bana müthiş bir dinlenme imkânı veriyor. (…) Geçim sıkıntısını hallettikten sonra ancak bu istikrarı yakalayabiliyorsunuz. İki bilgiye ulaşabilme… İstediğiniz bilgiye istediğiniz zaman ulaşma hakkı. Üç, kültürel olarak da gerçekten zevk alıyorum, en büyük zevklerim sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek, konserlere gidiyorum, sergileri geziyorum. Ve bunu böyle büyük bir şey yapıyor gibi yapmanıza gerek kalmıyor. Dört, yaşam kalitesinin iyiliği… Bu şehirde istediğim yere istediğim şekilde tahmin edilebilir bir zamanlarda gidip spor, yüzme her türlü imkândan parasıza yakın bir düzeyde yararlanabilirsiniz. Aynı şekilde sağlık imkânları… İnsana önem verilmesi, bireyin hakkının önemli olduğu bir yer burası. Bir şikâyetiniz olduğu zaman milletvekiline mektup yazıyorsunuz, o size belki kişisel olarak yazmıyor belki ama imzalı bir cevap göndermek zorunda. Milletvekili benim kapıma geliyor ve onunla Brexit tartışabiliyorum. Bunlar istisnai şeyler değil, oluyor ve bunlardan da çok memnunum”

 GÜVENLİK DUYGUSU

Bu görüşmecinin dile getirdiklerinin başında Londra’ya ilişkin sıraladığı güvenlik ve öngörülebilirlikle ilgili olumlu faktörler Türkiye’de bulamadığı için göç etmesine sebep olan faktörlerdir. Çalışmanın ilgi çekici sonuçlarından biri de bu husustur. Çoğu göçmen için politik nedenlerden kaynaklanan “güvenlik endişesi” Türkiye’yi terk etmenin temel nedenlerinden biridir. Dolayısıyla Birleşik Krallık’ta bireysel anlamda elde edilen ve hissedilen güvenlik duygusu birçok katılımcı tarafından olumlu bir unsur olarak zikredilmiştir.

Başka bir kadın görüşmeci ise kültürel yaşamın zenginliği, ucuz ve kolayca seyahat edebiliyor olmak Londra’da yaşamanın en önemli avantajları arasında sıralıyor:

“Sosyal yaşam olanakları, bunun içinde sporu, pilatesi, eğitimler, sanat, meditasyon burada daha yaygın daha uygun fiyatlarda. (…) Onun dışında seyahat burada daha iyi… İki saatte İtalya’dayız. Prag’a baktım, 30 pounda bilet buldum. İki sigara parasına Prag’a gidiyorum” (Kadın, 34).

Kadın görüşmecilerin birçoğu Londra’da kadın olarak yaşamanın daha özgür ve güvenli hissetmelerine yol açtığını ifade etmiştir. “Londra her zaman, bir kadın olarak kendimi güvende ve medeni insanların arasında olduğumu hissettirdi bana” (Kadın, 45).

YALNIZLIK VE AİLE HASRETİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumsuz yanlarına ilişkin yaptığı tespitlerde en çok zikrettikleri husus yalnızlık olmuştur. Aileden, tanıdıklardan ve arkadaşlardan uzak kalmak ve buna bağlı olarak yalnızlık yaşamak çalışmada geri dönüş sebepleri arasında da sıkça söz edilmişti. Anavatan ile duygusal bağ kurmak, geride bırakılan aile bireylerini özlemek yalnızlık duygusunu pekiştirmektedir. “Buradaki kötü yönler sadece yalnızlık ve aile özlemi… Arkadaşlarım var görüştüğüm kişiler ama çocuklar dostlarım gibi değil. Ailemi özlüyorum. Kardeşlerimi özlüyorum. Benim için buranın en kötü tarafı bu” (GD12, Kadın, 46).

“İngiltere’de yaşamanın kötü tarafları iklimi ve aile ve akrabaların burada olmaması” (GD13, Kadın, 34).

“Yalnızlık sanırım. (düşünüyor) Evet yalnızlık… Burada arkadaşların oluyor ama ilişkiler çok sınırlı ve mecburi oluyor” (GD10, Kadın, 38).

Göçün ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen görüşmeciler Türkiye’de kurdukları ilişkilerin daha güçlü ve kalıcı olduklarını düşünmekte, Birleşik Krallık’ta kurulan ilişkilere ise geçici veya zorunluluk olarak bakmaktadırlar. Bir diğer kadın görüşmeci göçün ardından Türkiye’deki gibi ilişki kurulamamasını ülkelerin farklı kültürlere sahip olması ve Londra’nın yoğun tempolu hayatıyla açıklamaktadır.

“Biz sıcak insanlarız. Gece benim arkadaşlarım toplanıp gelirlerdi mesela. Gece toplanıp kısır partisi yaparız. Burada zor. Çünkü hayat çok koşturmacalı. Herkesin bir sürü işi var. İngiliz bir arkadaş Türkiye’de bizi ziyaret etmişti, şaşırdı. ‘Why is life so slowly?’ (Hayat neden çok yavaş akıyor?) dedi. Ben Adanalıyım. Adana’da insanlar uzun süreli çalışırlar. Ama çalışma aralarında oturur tavla atarlar. O mutluluk o coşku yok burada. Burada insanlar daha mutsuzlar, bunun farkında da değiller. Ne kadar mutsuz olduklarını bilmiyorlar” (GD2, Kadın, 56).


YÜKSEK KİRA ÜCRETLERİ

Görüşmecilerin Londra’ya ilişkin olumsuzluk olarak dile getirdikleri bir başka husus ise şehrin pahalı olmasıdır. Ancak bazı görüşmeciler ücretlerle kıyaslandığında kira fiyatları hariç Londra’da özellikle yiyecek, içeceklerin Türkiye’ye göre çok ucuz olduğunu belirtmektedir. “Londra’nın kötü yanları; çok yoğun, stresli, devamlı bir koşturmaca var. Bir şeylere yetişmeye çalışıyorsun. Pahalı bir şehir” (GD17, Kadın, 37).

“İngiltere’nin olumsuz yanı kiralar çok yüksek. Türkiye’de ayakta kalmanız daha kolay. İngiltere’de ise paranız olsa bile düşük geliriniz varsa, dört kişilik bir aileye İngiltere hükümetinin belirlediği para 29 bin pound. Benim gördüğüm bu parayı bir Ankara Anlaşmalının kazanması çok zor” (GG8, Erkek, 40).       

İKLİM FAKTÖRÜ

Bazı görüşmecilerin geri dönme nedenleri arasında saydığı iklim faktörü de Birleşik Krallık’a ilişkin olumsuzluklar arasında zikredilmektedir. Türkiye’de dört mevsimi, güneşli günleri yaşamaya alışanlar için Londra’nın gri gökyüzü ve sürekli yağmurlu havası depresyon nedeni olarak görülmektedir. GG5, bu soruya verdiği yanıtla Londra’nın iklimiyle insanını bir tutmaktadır.

“Ama buranın havası kötü yani kardeşim. Ne yapayım, soğuk, yağmurlu… Gri olmasından kaynaklı insanlar depresifler… Bir de bizim memleketin insanlarının sıcaklığı başka bir şey” (GG5, Erkek, 41). 

İklime de alışamadığı için Türkiye’ye dönen GK3, Türkiye’de daha mutlu uyandığını ifade etmektedir.


“Burada mutlu olmak için avutmak zorunda kalmıyorum kendimi. Mutlu uyanıyorum, mutlu kalkıyorum, mutlu yaşıyorum burada. Orada hep böyle karanlık olması beni çok etkiliyordu” (GK3, Kadın, 43).  


* Sizin için İngiltere'nin olumlu ve olumsuz yanları neler? Yorum bölümünde paylaşabilirsiniz. 😊


“Önce bir şey beni çeker, sonra ben onu çekerim”

No comments

26 March 2025

“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.







Gulseren DAŞ

 Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı.  “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.

Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.

Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek, fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?

Nilay İşlek ben, yeterli midir?

Gayet yeterli...

Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya, küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.

Alaylısınız o zaman!

Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım. Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.

Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Gri havası...

Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok güzel kareler çıkabiliyor...

Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize, şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim. Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum, gri havasını seviyorum.

Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen olarak yaşadığın zorluklar var mı?

Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle konuşamadığım zamanlar oldu.  Karakter olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.

‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’

Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen, yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın, bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara, kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini empoze etmeye çalışırım.

Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu, ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?

Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş.  Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.

Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...

Artlens, art ve lens kelimelerinden türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra, hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye; gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.  İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya başladık.  Hocalarımız hep akademik altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu. Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.

“Formasyon altyapısı önemli”

Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.

Fotoğraf üreten biri olarak ne tür kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?

Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim, feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf tekniği en kolay öğrenilecek şey.

“Londra inanılmaz renkli bir şehir”

Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim. Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir. Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir.  Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii, burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli. Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor. İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.

Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?

Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir eserleri.  Ben de boş Londra sokaklarını çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar, günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim ki ben bunları fotoğraflamalıyım.

“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”

Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya 1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum. Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o zaman bir sergi de düşünebilirim.

Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?

Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok, görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.

Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?

Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var. Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz, çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum. Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek, fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum. Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür ediyorum.




“Köle olmak mülteci olmaktan iyidir”

No comments

25 March 2025

Kemal Siyahhan’ın Mülteci adını taşıyan romanı Sel Yayınları tarafından 2016’da basıldı. Siyahhan bu romanda, Afganistan’daki iç savaş ortamından kaçıp bin bir güçlükle Türkiye’ye gelen Ezelhan’ın Zeytinburnu’ndaki zorlu yaşam mücadelesini konu ediyor.

Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com


Göç, göçmen, sığınmacı, mülteci gibi kavramlar artık göç çalışmalarının dışına çıkarak gündelik ve politik hayatın da gündemine oturdu. Özellikle Suriye’de yıllardan bu yana devam eden iç karışıklığın 5 milyon Suriyelinin ülkesini terk etmesine neden olması ve Suriye dışında dünyanın pek çok ülkesinden de ister zorunlu olsun ister gönüllü olsun devam eden göç hareketleri, göçmenlik meselesini tüm boyutlarıyla dünya kamuoyunun gündeminde tutuyor.

AVRUPA'DA YENİ BİR HAYALET DOLAŞIYOR

Avrupa ve Amerika’da yeni bir hayalet dolaşıyor: göçmen hayaleti! Avrupa ve ABD’ye çeşitli yollarla akın eden göçmenler sadece nüfus yapısını, sosyo-ekonomik yapıyı değiştirmekle kalmıyor, ülkelerin politik hayatlarını da değiştiriyorlar. Göçmen karşıtı hareket, Kıta Avrupa’sından İngiltere’ye kadar politik yelpaze içerisinde aşırı sağcı partiler içerisinde konumlanmış durumda. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ndeki kaderini tayin edecek olan referandumda AB’den çıkma taraftarlarının en önemli argümanları göçmenlerin İngiltere’yi “istila” edecek olmasıydı. Almanya’daki eyalet seçimlerinde Merkel’in partisi Hıristiyan Demokratların peş peşe hezimete uğramasında da yine göçmen karşıtı parti AFD’nin (Almanya için Alternatif) etkisi yadsınamaz. Avrupa’nın yeni hayaleti olan göçmenleri günah keçisi ilan eden, bütün fenalıkların göçmenlerden geldiğini ileri süren propaganda toplumun belli bir kesimi üzerinde gayet etkili oluyor. Bu da, “göçmenler geldi ücretler düştü,” “göçmenler yüzünden işimizi kaybediyoruz”, “göçmenler yüzünden değerlerimizi kaybediyoruz”, “göçmenler teröristtir” gibi ifadelerin yarattığı atmosfer içerisinde düşük ücretlerle çalışan, ayrımcılığa uğrayan, çoğu zaman temel gereksinimlerini dahi karşılayamayan göçmenlerin yaşadıkları insanlık dramı görünmez hale geliyor. 

                                                   Kemal Siyahhan


"MÜLTECİ"
İşte Kemal Siyahhan’ın Mülteci romanı bu yakıcı sorunu, kaçak yollarla İstanbul’a gelen Afgan Ezelhan’ın gözünden bizlere aktarıyor. Ezelhan’ın yerleşmek için Zeytinburnu’nu seçmiş olmasının pratik bir nedeni var: Afganistan’dan gelen göçmenler genellikle bu ilçede yaşıyorlar. Bu yüzden Zeytinburnu’na “Küçük Afganistan” dendiğini öğreniyoruz romandan. Göçmenler aralarında kurdukları sosyal dayanışma ağları ile o bölgeye göçü adeta çekiyorlar. Dünyanın her yerinde aynı kültürü, aynı değerleri paylaşan göçmen topluluklar zor koşullarda hayatta kalmak ve aralarındaki dayanışmayı güçlendirmek için ortak mekânsallıklara ihtiyaç duyuyorlar, tıpkı Berlin’de Kreuzberg’in “Küçük İstanbul”, Londra’da Green Lanes’in “Küçük Türkiye” olarak anılması gibi…

Ezelhan’ın ev arkadaşı Lorin geçimini Zeytinburnu’nda bir dönerci dükkânında döner keserek sağlamaktadır. Lorin, soydaşlarının bir arada yaşama gerekliliğini şu şekilde ifade ediyor: “Kendi sokağında pis köpek bile bir kaplandır diye boşuna dememiş büyüklerimiz, burası gurbet, yokluk, çaresizlik, birbirimize yardımcı olmazsak kim bize el uzatır.” Bu sözleri üzerine Ezelhan Zeytinburnu’nda çoğaldıklarını artık buranın onlar için gurbet olmaktan çıktığını dile getirse de arkadaşını ikna edemiyor. (S.54)

Ezelhan ve Lorin yine de şanslı olan kaçak göçmenlerdendir. Hiç olmazsa başlarını sokacak bir evleri ve karınlarını doyurdukları işleri var. Zaman zaman köprü altlarında kalan kaçak göçmenlere yardım etmek için onların yanlarına gidiyorlar. “Yanımızdaki soydaşlarımızın tamamı kaçak, hiçbirinin sosyal güvencesi ve oturma izni yok. Ayrı ayrı hikâyelerini dinlerken anlıyoruz ki evlilik ve yuva kurmak hepsine hayal gibi geliyor.” (S.146)  

Romanda, Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıp Avrupa’ya geçmek niyetinde olan kaçak göçmenlerin içinde bulundukları koşullar Ezelhan’ın gözünden aktarılıyor: “Oturup sohbet ediyoruz neredeyse on beş günden beri yarı aç yarı tok burada olduklarından, kimsenin kendileriyle ilgilenmediğinden yakınanların bazıları gözyaşlarını tutamıyor. Buradaki insanların anlattıklarına yabancı sayılmam, Afganistan merkezi hükümeti ile Taliban arasında kaldıklarını, insanca yaşamaktan uzak olanların son çareyi kaçmakta bulduklarını tedirginlikle ifade ediyorlar. Avrupa’ya direkt geçiş yapmalarına Türkiye’nin izin vermediğini ve elde avuçta ne varsa harcayıp bitirdiklerini söyleyen bir diğeri ancak deniz yoluyla ulaşmalarının kurtuluş olabileceğini kısık sesle fısıldıyor.” (s.50)

Birçok soydaşı gibi Lorin ve Ezelhan da oturum izinleri olmadan kaçak olarak yaşamaktadırlar. Bu yüzden çalışma izinleri de bulunmamaktadır. Göçmen emeğinin sömürüsü de işte burada başlamaktadır. Çaresiz durumda olan göçmenler çok düşük ücretlere tamah etmek zorunda kalmaktadırlar. Nitekim romanda Ezelhan’ın piyasanın üçte biri fiyatına İngilizce dersi verdiğini görmekteyiz.

Oturum izninin göçmenlerin güvencesi olduğu, romanda sık sık dile getirilmektedir. Lorin, geride bıraktığı mektupta bu gerçeği dile getirmektedir: “Oturma iznin olmadığı için biz yokuz derdin hep; sana kızardım. Şimdi hak veriyorum, biz yokuz; ömrümüz, kelebekler kadar.” Kaçak yaşamak polisten kaçmaktan ibaret değildir. Örneğin evinin önünde dayak yiyen Ezelhan, “durumun iyi değil hastaneye gitmelisin” (s.181) diyenlere, kaydı olmayan bir insana doktor nasıl bakar, diye düşündüğü için olumsuz yanıt veriyor.

"ARAPLARA TANINAN HAK BİZDEN ESİRGENİYOR"

Oturum iznini almanın vatandaşı olunan ülkeye göre farklılık gösterdiği, özellikle Suriye ve Irak’tan gelenlere kolaylık sağlandığı yine Ezelhan’ın ağzından dile getiriliyor. “Feyzullah karşılıyor, oturma izninin deveye hendek atlatmak kadar zorlaştığını, Irak ve Suriye’den gelen Araplara tanınan statüden bile mahrum olduğumuzu müjdeymiş gibi vermesini üzüntüyle karşılıyorum. (…) Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin bir politikası bu.” (s.152-3) Kurdukları dernekte bir araya gelen göçmenler bir an önce oturum izinlerinin halledilmesi için uğraş veriyorlar.  Romandaki diyaloglardan, oturum izni almanın zorlaşmasının Türkiye dışına çıkmayı teşvik ettiğini de öğreniyoruz. Örneğin bu konuda aralarında çıkan tartışma sırasında bir göçmen, “sana katılmak isterdim ama gerçek farklı; Araplara tanınan haklar bizden esirgeniyor, bundan sonra Batı’ya kaçmanın yollarını arayabilirim” (s.171) diyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 2015 Türkiye Raporu’na göre 2015 yılında Türkiye’de yakalanan düzensiz göçmenler arasında Afganistan uyruklular 35.921 kişiyle Suriye’den sonra (73.422) ikinci sırada yer alıyor (goc.gov.tr).

Göç eden kişi bir taraftan kendi değerlerini yaşatmaya çalışırken, bir taraftan da bulunduğu toplumun değerlerine uyum sağlamaya çalışır. Bu durum çoğu zaman bir çatışmaya yol açtığı için melez kimliklerin veya kimliksizleşmenin oluşmasına neden olabilir. Romanda, Ezelhan’ın dilinden bu duygu şu şekilde karşılığını bulmuş: “Hayatım boyunca düzgün ve kararlı adam olmak için savaşıp çaresizlikle boğuşurken, sonunda bir yere ait olamama noktasına geldim.” (s.12)        

YABANCI OLMAK

Yaşanılan ayrımcılık deneyimi bir yere ait olamama duygusunu tetikliyor. Kitapta göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcı muameleye ilişkin pek çok örnek bulmak mümkün. Kaldıkları izbe apartmanda çıkan yangının komşular tarafından Afgan göçmenlere bağlanması üzerine Ezelhan gözyaşlarını içine akıtıyor. “karabasan gibi çöküyor bu sözler, cevap vermeye bile gerek duymuyorum, yüzüne bakarken gözyaşlarım içime akıyor.” (s.43) Apartmanda yaşanan hırsızlık olayının şüphelisi olarak kendilerinin gösterilmesini üzerine ise “lanet olsun, yabancı olmak başkasının malına mülküne tehdit olarak mı algılanmalı diye sormak isterdim onlara.” (s.142) diye içinden geçiriyor. Dikkat edilirse roman kahramanı, her iki olayda da bu ithamlarda bulunanlarla diyaloğa girip kendini savunmak yerine susmayı tercih ediyor. Bu da göçmenlerin ne denli kırılgan ve içine kapanık bir ruh hali içerisinde olduklarını gösteriyor. 

Roman kahramanları yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide salınırken intihar düşüncesi her daim kafalarını kurcalıyor. Ne ki yetiştirildikleri dini değerler intihar etmelerine izin vermiyor. Ezelhan bu duyguya kapıldığında babasının “İntihar edersen yerinin neresi olduğunu biliyorsun, öğretilenleri uygulamanın bizleri cennete taşıyacağını da unutmamalısın” sözünü hatırlıyor. (s.10) Fakat içine düştüğü çaresiz anlarda bu duygu ile baş etmekte zorluk çekiyor: “Allah’ım yardım et, huzur ver, demekten başka ne gelir elimden. Yatak çarşafım uzun zamandır yıkanmadığı için sararmış, kendimi kirli hissediyorum; her zamankinden daha kirli ve mutsuz. Yatağa girdiğimde duvarlar, kapı, pencere, her şey bağırarak konuşuyor, kulağımda büyük bir çınlama sesi, ölmek istiyorum.”

Romanın iki kahramanını da yaşamın zorluklarından bir an olsun alıkoyan şey yaşadıkları aşklardır. Lorin, çalıştığı dükkâna gelen Afgan kıza âşık olur. Bu aşk ona kendisini ülkesinde hissettirmesine neden olur. “Yoksulluk ve yalnızlıktan çaresizdim, onu aynı mezara girecek kadar kendime, yüreğime perçinlemiştim. Vatanıma kavuşmuştum sanki; göçmen değildim, ben de insanım diyordum güçlü durmalıydım, kucaklayacak sığınağı olacak kadar güçlü olmalıydım.” (s.57)

"KÖLE OLMAK MÜLTECİ OLMAKTAN İYİDİR"

Ezelhan da İngilizce dersi verdiği çocuğun İngilizce öğretmeni olan teyzesine âşık olur. Ancak burada da ağır bir değerler çatışması ile karşı karşıya kalır. Afganistan’da içinde büyüdüğü toplumun değerleri İstanbul’da bir kadınla ilişki kurmasını güçleştirmektedir. Örneğin kadının içki içmesi, onu evine davet etmesi veya şort giymesi ne kadar anlayışlı olursa olsun Ezelhan’ın kabul edebileceği şeyler değildir. Romanın genelinde bu türden çatışmalara sıkça rastlamak mümkün. Biz bir örnekle yetinelim: “Özgül hayranlık uyandırırken sonunda yorgun şekilde denizden çıkıp kumlara uzanıyor, bu yatış çileden çıkaracak gibi, yanı başımızdan geçen her insan alımlı vücuduna bakmadan edemiyor. Afganistan’da olsaydı her halde taşlanıp  ya da yakılarak öldürülürdü diye düşünüyorum.” (s.180)

Nihayetinde Lorin de, Ezelhan da sevdiklerine kavuşamıyor. Yoksulluk, imkânsızlık bir yana ikisinin de aşamadığı temel mesele “değer çatışması”dır. Lorin, Katre’nin ailesinin geleneksel tutumunu değiştiremeyip suça karışıyor, Ezelhan ise Özgül ile başka dünyaların insanları olduklarını anlayarak gerçek anlamda “mülteci” olmaya karar veriyor ve Türkiye’den kaçıyor. Kitabın “beklenen” beklenmedik sonu da bu sırada yaşanıyor.

Yazıya başlığını veren sözü ise Zeytinburnu’ndaki Afgan toplumundan Abdülmelik Amca ediyor. “Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi koşullar bulsanız bile en az beş on sene çekersiniz, koşullar kötü giderse inanın köle olmak mülteci olmaktan çok daha iyidir çocuklar.” (s.171)

 

 

 📌Kemal Siyahhan, Mülteci, Sel Yayınları, 2016

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesini “coğrafi sınırlama” ile kabul ettiği için Avrupa dışındaki ülkelerden gelenler mülteci statüsünde kabul edilmemektedir.

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan