“Göç, çocuk istismarı, delilik ve terk edilmişlik üzerine çok katmanlı bir metin" : F. Gül Özen'le Parçalanma romanı üzerine söyleşi

Hiç yorum yok

14 Nisan 2025

F. Gül Özen’in Parçalanma – Schadenfreude, adını taşıyan romanı Londra ve İstanbul merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından geçtiğimiz günlerde  İngiltere'nin ardından Türkiye'de de yayımlandı. F.Gül Özen'le kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında konuştuk.

 


Gül seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Tabii, 23 yaşımda Viyana’ya gelerek başladı göçmenlik hikâyem. İki çocuklu, orta gelirli memur bir ailenin büyük kızıyım. Yurtdışı eğitim masrafım için ailem sınırlarını epey zorlamıştı. Bu nedenle Viyana’da çok çeşitli öğrenci işlerinde çalışarak okudum. Kendimi bildim bileli sanatın her dalına merakım vardı. Küçük bir çocukken sınıfta, mahallede, izcilik kulübünde taklitler yapardım. Tiyatro oyunculuğunu meslek olarak yapmayı çok istemiştim. Bunu gerçekleştirmemin bir yolu benim için hikâyeler kurmak, yazmak oldu.

 Parçalanma'nın yazılma sürecinden kısaca söz eder misin?

Yazma tutkum çok önceleri başladı. Bir şekilde hep kalemle temasımı korudum. Dolayısıyla pandemiden evvel öyküler yazıyor ve çeşitli dergilerde yayınlanmaları için düzenliyordum. O sırada teknik eğitim üzerine bir şans yakaladım ve ustam Onur Orhan’ın öykü atölyelerine katıldım. Öncesinde birkaç roman yazmaya başlayıp yarım bırakmıştım. Öykülerim hep yarımdır, hep romana evrilecekmişler gibi yazardım. Bu atölyede bir gün “Parçalanma”nın bir bölümü çıktı. İki bölüm daha yazdım tefrikalar hâlinde. Sonra atölyeden ayrılıp yoğun bir okuma ve yazma süreci geçirdim. Bir yıl kadar sürdü. Ardından düzenleme ve demlenme süreçleri derken, üç yıldan biraz daha az bir zamanda yayımlanmış oldu.



Romanın hem bir göç kitabı hem de psikolojik arka planı ve olay örgüsü güçlü, çok katmanlı bir metin olarak okunabilir. Sen romanını bu bakımdan nasıl değerlendiriyorsun?

Hakikaten çok fazla irdelediğim alt başlık oldu, temelinde analitik psikolojiyle yola çıktım, çağrışımlar seansını bir insanın zihninden geçirmesine tanıklık olarak (içgörü de deniyor) düşündüm. Hatta olay esasen, C.G.Jung’un psikanalitik vakalarını okurken karşıma çıkan bir kadının çözülme sürecinden çok etkilenmemle başladı. Kimileri soğan diyor, lahana ya da marul da diyebiliriz, açtıkça açılan yapraklar hâlinde iç içe geçmiş mevzular var. Bir katmanı göç, bir katmanı çocuk istismarı, bir katmanı delilik, bir katmanı terk edilmişlik… Belki siz farklı başlıklar çoğaltabilirsiniz, her okur farklı bir pencere açabilir diye düşünüyorum.

Roman karakterlerin göçmenlik sürecindeki gözlemlerine mi dayanıyor? Naime gerçekten yaşadı mı yoksa kurgu bir kahraman mı?

Tiyatroda Stanislavski’nin “Bir Karakter Yaratmak” kitabından role girmenin, fiziksel ve ruhsal dönüşümü tahayyül etmek olarak öğrenmiştim. Bence romanda da olay pek farklı değil, yani bir karakterin oluşumu önce bir derdin sizi rahatsız etmesiyle başlıyor. Sonra bu derdin sahibine bakıp onun kişisel özelliklerini, yalnızken en çok ne yapmayı sever, başı sıkışsa ilk kimi arar, en son ne zaman birinin elini tuttu, nefret ettiği yer neresi… gibi sorularla izini sürerek gitmek kuramların çıtlattığı bir yol. Elbet bu soruların cevaplarını kendi gözlemlerimiz ve kendi okuduklarımız kadar verebiliriz. O nedenle ilk sorunuz için; kendi göçmenliğimdeki izlenimlerim büyük rol oynadı diyebilirim.

İkinci sorunuza cevabım hem evet hem hayır. Evet, çünkü bu bir “Etki Altındaki Kadın”ın ya da “Madam Bovary”nin dönüşümü gibi her insanın başından geçebilecek bir gerçekçiliğe dayalı. Hayır, çünkü tek bir spesifik kişi değil. Belki beş, belki on kişinin birleşimi diyebilirim.

 Parçalanma - Schadenfreude romanın ikinci adını tercih etme sebebinden bahseder misin?

Birbirimizin yapıp ettiklerinin güzelliğine bakıp övmeyi yük saydığımız narsistik bir çağda yaşıyoruz. Örneğin sosyal medyada çoğumuz bir başkasının mutluluğunu ya da başarısını gördükçe, bunun göze sokulan yapmacık bir gösteriş olduğunu söyleyip geçebiliyoruz. Kendi hayatlarımız yolunda gitmiyorsa, bir süre sonra bu mutlulukları görmeye tahammül edemeyecek duruma gelebiliyoruz. Sağlıklı kişilerde bu böyle. Bu durum psikotik açıdan rahatsız bireylerde ise başkalarının yaşadığı güçlüklere, belalara karşı duyulan bir hazzı da tetikleyebilir. Schadenfreude’nin Osmanlıcası “Şematet” metnin içeriğine uymadığı için Almanya’da geçen bir romanda Schadenfreude kelimesinin daha uygun düşeceği kanısıyla yola çıktım.

 Bundan sonrasına ilişkin edebiyatla ilgili neler yapmayı düşünüyorsun?

Hâli hazırda senaryo üzerine düşünceler geliştiriyorum. Uzun zamandır yazmayı hayal ettiğim bir tiyatro oyunu var aklımda. Yazar ve kitap kurdu arkadaşlarımla kurduğumuz bir sanat, felsefe, edebiyat platformumuz var. Holon Akademi çatısında çok güzel işler ürettik. Edebiyat Okumaları programımız Youtube’da yayında. Burada üzerine taze araştırmalar yaptığım, ilham kaynaklarımdan Virginia Woolf adına bir yazı çalışması daha planlıyorum. Bundan sonraki hedefimse ikinci romanımı İngilizce olarak kaleme almak ve dünyaya açılmak. Bana kendimi anlatma fırsatı verdiğiniz ve güzel sorularınız için çok teşekkürler.


👉F.Gül Özen'in Parçalanma romanı Türkiye'de kitap yurdu üzerinden, İngiltere'de Press Dinoysus'un sayfasından, Almanya'da  Amazon.de üzerinden, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 

 

 

 

 

Göçmenler olmazsa Avrupa’yı büyük bir nüfus krizi bekliyor

Hiç yorum yok

12 Nisan 2025

Avrupa Birliği (AB) genelinde aşırı sağ partilerin yükselişi ve göçmen karşıtı politikalar, kıtanın demografik geleceğini tehdit ediyor. 2024 seçimlerinde aşırı sağ partilerin kazandığı başarılar, göçmen karşıtı söylemlerin siyasi gündemi şekillendirdiğini gösteriyor. Ancak uzmanlar, göçmenleri dışlayan politikaların Avrupa'nın nüfus krizini daha da derinleştireceği konusunda uyarıyor. 

 


AB'nin resmî istatistik kurumu Eurostat'ın tahminlerine göre, mevcut eğilimler devam ederse AB nüfusu 2100 yılına kadar %6 azalarak 447 milyondan 419 milyona düşecek. Ancak göçmenlerin tamamen dışlandığı bir senaryoda bu düşüş çok daha sert olacak. Eurostat, göçmenlerin olmadığı bir durumda AB nüfusunun 295 milyona kadar gerileyebileceğini öngörüyor. Bu, kıtanın nüfusunun üçte birinden fazlasının kaybedilmesi anlamına geliyor. 

Göçmenler Olmadan İş Gücü ve Ekonomi Tehlikeye Giriyor 

Göçmen karşıtı politikaların yükseldiği İtalya, Fransa ve Almanya gibi ülkeler, göçmenlerin tamamen dışlandığı bir senaryoda ciddi nüfus kayıpları yaşayacak. Örneğin yapılan nüfus projeksiyonlarına göre; İtalya'nın nüfusu 2100 yılına kadar yarıya inebilirken, Almanya'nın nüfusu 83 milyondan 53 milyona düşebilir. Fransa'da ise nüfus 68 milyondan 59 milyona gerileyebilir. Bu durum, iş gücünün azalması ve yaşlı nüfusun artması nedeniyle ekonomik büyümeyi yavaşlatacak ve emeklilik ile sağlık harcamalarını artıracak. 

Avrupa'nın yaşlanan nüfusu, özellikle sağlık ve sosyal hizmetler sektöründe göçmenlere olan ihtiyacı artırıyor. Birçok AB ülkesinde doktor ve hemşire açığının göçmenler tarafından kapatıldığı biliniyor. Uzmanlar, göçmenlerin iş gücüne katılımının artırılmasının, yaşlanan toplumun ihtiyaçlarını karşılamada kritik bir rol oynayacağını vurguluyor. 

Göçmenlerin Katkısı: Camini Köyü Örneği 

İtalya'nın güneyindeki Camini köyü, göçmenlerin nüfus azalmasına karşı bir çözüm olabileceğini gösteren umut verici bir örnek sunuyor. 20. yüzyılın sonlarında genç nüfusun göç etmesiyle neredeyse terk edilme noktasına gelen köy, mültecilerin yeniden yerleştirilmesi projesi sayesinde yeniden hayat buldu. Bugün, 50 mültecinin kalıcı olarak yerleştiği Camini'nin nüfusu 350'ye ulaştı. Köydeki okulun yeniden açılması da projenin sembolik başarılarından biri oldu. 

Camini projesinin kooperatif başkanı Rosario Zurzolo, "Köy yavaş yavaş ölüyordu. Evler, içinde yaşayan olmadığı için yıkılıyordu" diyerek projenin önemini vurguluyor. Köydeki mülteciler, yalnızca nüfusu artırmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni iş alanları ve ekonomik faaliyetlerin gelişmesine de katkı sağlıyor. 

Göçmenlerin Ekonomiye Entegrasyonu Kritik Öneme Sahip 

Uzmanlar, göçmenlerin Avrupa'nın demografik sorunlarını tek başına çözemeyeceğini, ancak bu sorunların hafifletilmesinde önemli bir rol oynayabileceğini belirtiyor. Göçmenlerin iş gücüne etkin bir şekilde entegre edilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve vergi reformları gibi diğer önlemlerle birlikte, göçmenlerin katkısı daha anlamlı hale gelebilir. 

LSE’den Profesör Alan Manning, "Göçmenlerin iş bulması ve çalışması kritik öneme sahip. Aksi takdirde, göçmenlerin sosyal yardıma ihtiyaç duyması durumunda bu, sorunu daha da kötüleştirebilir" diyor. 

Göçmenler Avrupa'nın Geleceği İçin Hayati Öneme Sahip 

Avrupa'nın nüfus krizi, göçmenlerin katkısı olmadan çözülemeyecek kadar derin. Göçmen karşıtı politikaların kısa vadeli siyasi kazanımlar sağlasa da, uzun vadede ekonomik ve sosyal maliyetleri ağır olacak. Camini örneği, göçmenlerin yalnızca nüfusu artırmakla kalmayıp, toplumları yeniden canlandırabileceğini gösteriyor. Avrupa'nın geleceği, göçmenlerin entegrasyonunu sağlayacak akılcı politikaların hayata geçirilmesine bağlı.

 

Kaynak: The Guardian

“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz”

Hiç yorum yok

08 Nisan 2025

Pride etkinlikleri kapsamında Londra’da her yıl olduğu gibi bu yıl da LBGT toplulukları görkemli bir yürüyüş düzenlediler. Peki, Londra’da yaşayan Türkçe konuşan topluluk bu konuya nasıl bakıyor? Ada Ayşe İmamoğlu ile bizim toplumun tabularından biri olan LGBT konusunu konuştuk.

                                        👇


                                                                            👆

Tuncay Bilecen

Londraya ne zaman geldin?

Üç yıl önce, 2019 Temmuzunda geldim. Medya sektöründe çalışıyordum. Son ana kadar umutlu olmaktan vazgeçmedim ama cezaevindeki arkadaşlarına mektup yazan, yaptığı işte sürekli sansüre, tehdide uğrayan biriydim. Bir hava değişikliği ihtiyacı doğdu. Ankara Anlaşması da bitmek üzereydi. Kaybetmeden, bir deneyelim şansımızı dedik. En kötü ne olur? Olmazsa geri döneriz, dedik. Üç yıldır buradayız.

Peki ne umdun, ne buldun?

Rolling coaster” gibi… Bisiklete binip buraya gelirken hiçbir şekilde endişe duymamak, benim için muazzam bir şey. Ama bir yandan da çok yalnızlık var. Çünkü İstanbulda İstiklale çıktığım anda arkadaşlarımla doğaçlama olarak buluşup meyhaneye gitmek, sohbet etmek vardı. Orada kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmiyordum. Bu neden yaşanıyor, hayatta kalma mücadelesinden mi, bilmiyorum ama İstanbulda daha iyiydi. Daha kalabalıktı. Yoğrulduğun topraklar oralar.

Artık buraya alışma süreci başladı sanırım…

İlk geldiğimizde “Göç Günlükleri” adında bir podcast dizisi yaptık. Hatta şimdi soran oluyor, neden devamını getirmiyorsunuz diye. Çünkü iki yılımız korkunç bir kâbus içinde geçti. Kalacak yer, Covid süreci vs. her şey o kadar kötüydü ki… Bizim kötü olmaya, kendimizi kötü hissetmeye vaktimiz yoktu. Yaşam mücadelesi verdik. Şimdi artık hmm bir dakika oluyor galiba dediğimiz yerde de alışmaktan çok “eyvah ya yalnızız” şeklinde vurmaya başladı.

 


Bu hafta Pride Haftası… Aslında söyleşimizin nedeni de bu… LGBTİ+ nedir?

Lezbiyen, gay, biseksüel, interseks, queer, aseksüel, plus şeklinde devam eden; aslında insanların kendilerini nasıl tanımladıklarıyla, yönelimleriyle ilgili bir durum… Atanmış cinsiyetlerinden başka kendi yönelimleriyle ilgili bir çatı LGBTİ+… Bununla ilgili Türkçe kaynak olarak birçok yerden artık doğru bilgilere ulaşmak mümkün. Kaos gl, spot, Lambdaistanbul bu sivil toplum örgütleri yıllardır bu konuda çalışmalar yapıyor. Ben de Lamdaistanbul’da çalıştım, sonra mahallede LGBT diye bir proje yürüttüm. Biz yazılı olarak bir tarih oluşturduk Türkiye’de. Örneğin Kaos Gl’nin 25 yılı aşan bir tarihi var. Onlar hem arşivlerini çok sağlam tuttular hem dernekleşmenin önemini ortaya koydular hem de yapısal olarak akademik, sanat, kültür bütün bu üretim dallarını tek bir çatı altında toplayabildiler.

Aktivist olarak İstanbul’da bir mücadelenin içinden geliyorsun. Orada bir tarihin var. Buraya göç ettikten sonra buradaki toplulukla nasıl bir bağ kurdun?

İstanbul’da sahanın ortasındayken mücadele etmek biraz bir gazeteci olarak alet çantasıyla hareket etmek gibiydi. Belgeselciyim. Bundan dolayı bu mücadele biçimini çok net oturtabiliyorum kendi içimde. Temelde “herkes için özgürlük” ve “herkes istediği hayatı yaşasın” mottosuyla yola çıkan ama tabii ki 1950’den bu yana dünya üzerinde kazanımları olan bir hareketten söz ediyoruz. Türkiye’de de bence mücadelesi çok yükselmeye başladı. İstanbul’da son Pride’ta yapılan saldırılar da gösteriyor ki aslında biz bir alan yaratmışız. Mücadelemiz bir yerde anlam bulmuş. Yalnız değiliz, yanlış değiliz. Dolayısıyla destekçilerimiz çok… Ailelerimiz destek olmaya başladı. Bu güçlü bir sese dönüştü.

Londrada, yani burada çok büyük bir tarih var. Burada Pride etkinlikleri bir aya yayılmış durumda. Şirketler bile bunu kutluyorlar. Bunun politik tarafını tartışabiliriz ama ben bir yokluğun içinden geldiğim için her yerde gökkuşağı bayrağı görmek, safe space”lerin oluşturulduğunu görmek bence muazzam. Gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum; herkes ne kadar özgün ve kendine has diye… Londra’da Pride yürüyüşünde polisler yüzlerini gökkuşağının renklerine boyayıp katılımcılarla birlikte yürüyorlar. Böyle bir şey aslında tam da. Buradaki politik altyapı da bu… Tek tipten öte bir şeyden bahsediyoruz. Burada o gökkuşağı renklerinin cıvıl cıvıllığını toplumsal hayatta da görüyoruz. Ancak hayatlarında sadece bir renk görmek isteyenler için ürkütücü bir durum tabii…



Burada her şey çok güllük gülistanlık mı?

Değil. Burada da çok fazla homofobik saldırılar oluyor. Ancak sıfır tolerans gösteriliyor. Önemli olan da bu. Çünkü sen en nihayetinde dayak da yiyebilirsin, şiddete de uğrayabilirsin, tacize, tecavüze de uğrayabilirsin ama bunlarla ilgili sıfır tolerans var. Yani hukukun işlediği bir yeri görebiliyorsun. O yüzden buna güvenebiliyorsun.

Peki, Londrada yaşayan Türkçe konuşan toplumu bu konuda nasıl değerlendiriyorsun?

Geldiğimde çok umutluydum. Buradaki bütün demokratik altyapıların da buna hazır olduğunu düşünüyordum. Çünkü tırnak içinde demokratik bir altyapı kurmuşlardı. Bütün bu kurdukları yapıda bunu atlamış olmaları bende bir şok etkisi yarattı. Sonra dedim ki, hayır ya, yirmi yıldır mücadele veriyorum. Şimdi Londrada da mı buna devam edeceğim?” Çok kızdım. Çok öfkelendim. Ama sonra -bu insanın yaşamsal olarak kendi içindeki dürtüsü- hayır, ben yapmazsam, kim yapacak?” demeye başlıyorsun. Biraz buradan yola çıkarak, kurumlara gidip ailelere LGBT çocuklarınızla nasıl konuşmanız gerekiyor, açılırlarsa nasıl tepki göstermeniz gerekiyor, ne yapmanız gerekiyor şeklinde çalışmalar yaptık. Yani çocuğunuz özendiği için ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz. Bunları o kadar ABCden başlayarak anlatıyorum ki bazen kendi bildiğim şeyleri de unuttuğumu fark ettim. Bir yandan da okuma yapıyorum. Dolayısıyla bizim toplum bu konuda çok geride.

Nasıl örnekleyebilirsin bunu? Çocuklarını kabul etmiyorlar mı?

Hiç konuşmuyorlar. Daha kötüsü yok sayıyorlar. Öyle bir şey yokmuş, olamaz, bizim başımıza gelmez gibi bir tavırla yaklaşıyorlar. Bu yüzden çocuklar çok kayıplar. Ben kurumlara çok fazla girip çıktığım ve olabildiğince çok dillendirdiğim için artık queer gençler bir şekilde bana ulaşmayı öğrendiler. Bir şekilde onlarla iletişim kurmayı başarabildim.

Aileye açılmak çok ciddi bir şey… Bu bir süreç… Bunun bir destekle yapılması gerekir. O yüzden bütün bunları anlatıp önce çocuklara destek olmaya başladım. Dermanda da bunu sürekli anlatıyorum: Lütfen, aileleri eğitmemiz gerekiyor. Bu konuda ciddi bir eksik ve talep var.”

Bu toplumda gençlerin intiharları konuşuluyor, uyuşturucu ve çete sorunu konuşuluyor. Ama bu konu konuşulmuyor değil mi?

Evet, çünkü bir yerde hiç dillendirmezsek hiç olmayacakmış gibi davranılıyor. Bu en kolay yol. Bunu kurumlar da böyle yapıyorlar. Ben de direterek eğitim seminerleri hazırlıyorum ve olabildiğince çok insana ulaşmaya çalışıyorum. Bu görmezden geleceğiniz bir şey değil. Bir insanın varlığını reddedemezsiniz. Çocuğunuzun varlığını reddedemezsiniz. Böyle bir şey yok. Örneğin şu anda bir arkadaşımız evlendirilmeye zorlanıyor. Bunu İngilterede yaşıyor olmak bence çok acı. Bunu yabancı LGBT+ kurumalarına anlattığımızda, nasıl zorla evlendiriliyor?” diye soruyorlar. Kafalarında böyle bir kültür yok. En fazla aile reddediyor ve görüşmüyor. Hikâye burada bitiyor. Bizdeki hikâyeler daha travmatik. Öldürülebilirsin, şiddet görebilirsin ve zorla evlendirilebilirsin.

Bu toplumsal tutum değişikliğini aileden başlayarak nasıl gerçekleştireceğiz?

Aileleri suçlamıyorum. Örneklere ihtiyaçları olduğunu biliyorum. Kafalarındaki o imaja ilişkin örnekler gördüklerinde bu sefer gardlarını indirip sorular sormaya başlıyorlar. Her zaman şunu söylüyorum. Yanlış da olsa bana sorular sorun. Yanlışları düzeltebiliriz, ama sonunda çocuğun intiharı var. Bunu engelleyemeyiz. O yüzden de siz sorularınızı sorun, ben de cevaplandırayım. Bazen öyle sorular geliyor ki şok geçiriyorum. Bunu atlatabilmem için bana on dakika verin” diyorum. Yapacak hiçbir bir şey yok. Ben de maruz kalıyorum o şiddet diline ama bu kadar çalışmanın içinde kotarabiliyorum biraz zorlansam da… Tek motivasyonum buradaki queer çocuklar ve gençler… Birini bile kaybetsek, -ki kaybettik, trans bir arkadaşımız intihar etti- çok harap oldum. Ondan sonra zaten hızlanmaya başladım.

Türkiyeli LGBT grupları kurmaya çalışıyoruz. Bunlardan biri Mezopotamya Anatolian Queer for Azadi (MAQFA). Ama dediğim gibi daha çalışkan, daha örnek teşkil eden, kurumların içine girmekten korkmayan insanlara ihtiyacımız var. Bazen yeni gelen Ankara Anlaşmalılar çok ukala” gibi laflar duyuyorum. Bunlara hiç bakmıyorum. Ben herkesin hikâyesinin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu ülkeye otuz yıl önce gelenler çocuklarını tekstil atölyelerinde büyütmek zorunda kaldılar. Parmak uçları yara bere içindeydi. Bu hikâyeyi görmezden gelirsek asla bu insanlara ulaşamayız. O hikâyeyi göreceksin, o katranlaşmış yapıyı göreceksin, hepsinin üstesinden gelebileceğine de inanacaksın. Hedef bu. Çünkü herkesten sorumluyuz.



Gelelim sizin örgütünüze…MAQFA’nın açılımı nedir? Ne zaman kuruldu, neler yapıyorsunuz?

MAQFA… Mezopotamya Queer for Azadi… Ben geldiğimde kurulmuştu. Kendi içlerinde bir dayanışma grubuydu. Sonra ayrılan arkadaşlar olmuş. Ben geldiğimde kurulu bir düzen vardı. Henüz hâlâ elle tutulur bir üretime geçmiş değiliz. Bunu bir özeleştiri olarak sürekli dile getiriyorum. Birey olarak benim bir şey yapmamın bir anlamı yok. Hep birlikte bir şeyler yapmak durumundayız. Hep birlikte ilerlemek zorundayız. “Kurtuluş yok tek başına!”, böyle bir özet var hayatımızda. Bunu hep söylüyorum. Biraz da zorluyorum galiba ama dediğim gibi özellikle bu İstanbul Pride’a ilişkin yaptığımız açıklamanın ardından insanlar çok ulaştılar bizlere. Dolayısıyla oradan bile bir etkileşim oldu. Yatay bir örgütlenmeye sahibiz, herkes işin bir ucundan tutacak tabii. Ama yatay örgütlenmelerin de böyle bir zorluğu var.

Bundan sonrası için neler düşünüyorsunuz? Yakın zamanda Pride var, oraya katılacaksınız sanırım.

Evet. Pride’ta İstanbul’da yaşananlara dikkat çeken bir pankart taşıyacağız. Kortej yürüyüşüne çok inanmayan arkadaşlar da alternatif bir yürüyüş yapacaklar. Her yerden yürüyoruz gibi olacak… Ne kadar fazla yerde görünürlüğümüz olursa insanların gelip bize ulaşacağını düşünüyoruz.

MAQFA olarak önümüzdeki sürece ilişkin tam olarak bir yol haritası çizmiş değiliz. Ben kişisel olarak Gik-Der’le görüştüm. Gik-Der ve Sosyalist Kadınlar Birliği ile birlikte bir eğitim formu oluşturmayı düşünüyoruz. Gik-Der’in çatısında eylül ayında böyle bir planlama yapılıyor ama MAQFA olarak şu an attığımız bir adım yok. Gik-Der’de bir destek hattı açmayı planlıyoruz.

 

👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın



“Çocuğunuz özendiği ya da Netflix izlediği için eşcinsel olmaz” | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

* Bu röportaj ilk defa 8 Temmuz 2022 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

Birleşik Krallık'ta göçmen suç oranlarına ilişkin ilk rapor yayınlandı

Hiç yorum yok

Birleşik Krallık'ta ilk kez göçmen suç oranlarına ilişkin bir rapor yayınlandı. Göç Kontrol Merkezi (CMC) tarafından hazırlanan bu rapor, göçmenlerin suç oranlarına dair çarpıcı veriler sunuyor. Rapora göre yabancı uyruklular, İngiliz vatandaşlarına kıyasla neredeyse iki kat daha fazla suç işliyor. 



Raporun Ortaya Koyduğu Veriler

CMC'nin ülkedeki 43 polis teşkilatına gönderdiği bilgi talepleri sonucunda derlenen veriler, 2024'ün ilk 10 ayında İngiltere ve Galler'de toplam 131 bin yabancı uyruklu tutuklaması gerçekleştiğini gösteriyor. Bu rakam, toplam tutuklamaların %16.1'ini oluşturuyor. (Yabancı uyruklular, ülke nüfusunun %9'unu oluşturuyor.)

Rapora göre, 2024 yılının ilk 10 ayında yabancı uyruklular arasında cinsel suçlardan tutuklanma oranı, İngiliz vatandaşlarından 3.5 kat daha fazla. Bu dönemde toplam 2.775 yabancı uyruklu kişi tecavüz suçlamasıyla tutuklandı.

En Fazla Suç Oranına Sahip Ülkeler

Rapor, en fazla tutuklama oranına sahip beş ülkeyi de belirledi. Buna göre, Birleşik Krallık'ta en fazla suç işlendiği tespit edilen beş ülke şu şekilde sıralandı: Arnavutluk, Afganistan, Irak, Cezayir ve Somali. Raporda toplamda 48 ülkenin Birleşik Krallık vatandaşlarından daha yüksek suç işleme oranına sahip olduğu vurgulandı.



Hükümet ve Kamuoyundan Tepkiler

Raporun yayınlanmasıyla birlikte siyasetçiler ve kamuoyundan farklı tepkiler geldi. Muhafazakar Parti'den Robert Jenrick, "Britanya halkı bu gerçekleri bilmeye hakkı var," diyerek, verilerin kamuya açıklamasının önemini vurguladı. Reform Partisi lideri Nigel Farage da daha önce bu bilgilerin kamuya sunulması için çaba harcamış, ancak başarılı olamamıştı.

CMC Araştırma Direktörü Robert Bates ise, "Toplumun dokusunu bozan kitlesel göç politikaları şu ana kadar ciddi güvenlik sorunlarına yol açtı. Yetkililerin, kamu güvenliği konusunda daha ciddi adımlar atması gerekiyor," şeklinde konuştu.

Göçmen karşıtlarının ekmeğine yağ sürecek

Rapor, göç politikalarına ilişkin yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Hükümetin, göçmen politikalarını ve vize sistemlerini daha sıkı denetlemesi gerektiği yönünde çağrılar yapılırken, insan hakları savunucuları ise suç oranlarının uluslararası hukuka uygun olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Anlaşılan o ki İngiltere’deki göçmen karşıtı politik oluşumlar bu tür raporlardan cımbızladıkları istatistikleri göçmen karşıtı politikalara malzeme yapmaya devam edecek.

 

Kaynak: https://migrationctrl.substack.com/p/uks-first-migrant-crime-report


Müge Çetinkaya deneme tadındaki yazılarını “Londra Notları"nda topladı

1 yorum

05 Nisan 2025

Müge Çetinkaya’nın pandemi döneminde tuttuğu notlardan oluşan; arkadaş ilişkilerini, yalnızlığı, kültür-sanat olaylarını konu alan  “Londra Notları” adlı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından Türkiye'de ve İngiltere'de yayımlandı.

 

                                                          




                                

 

Yirmi yılı aşkın bir süredir Londra’da yaşayan Müge Çetinkaya, geçtiğimiz günlerde “Londra Notları” adını taşıyan ilk kitabını yayımladı. Yazarla, kitabının yazılış serüveni ve içeriği hakkında sohbet ettik.

Müge, seni kısaca tanıyabilir miyiz?

Özümde çocukluğundan beri dünyayı güzelleştirmeye, değiştirmeye çalışan birisiyim. İyi yürekliyim. Bu özelliklerimle doğmuş olmalıyım ki etrafımda ne yaşanırsa yaşansın onları hiç kaybetmedim ve bunu yakın bir geçmişte aldığım bir eğitim sırasında fark ettim.

Ben bir yazarım. Bunu kitabımın resmî olarak yayınlandığı 28 Mart 2023 tarihinde önce kendime sonra da başkalarına yüksek sesle söylemeye başladım. Hatta o gün bisikletime atlayıp, yakınlardaki Pophams Kafe’ye gittim, kendime güzel bir çörek ve kahve söyledim. Önünde dalları bahar çiçekleri açmış tarihi St.James Klisesi’nin manzarası ve mavi gökyüzünün altında keyifle kahvemi yudumlayarak bunu kutladım. 

Beni gerçekten tanıyan ve seven arkadaşlarıma sorsanız “deli kız” derler. Onlar, içimdeki iyilik ve güzel enerjiyi açıkça ve özgürce ortaya koymama fark etmeden alan açan dostlarımdır. Yanlarında kendim olabildiğim, neşeme ortak olan, kendi iyilik ve enerjilerinden beni mahrum etmeyen arkadaşlarım. Akışta olmak tam da böyle bir yer. 

Kendimi toplum kural ve kurumları tarafından kabul edilmek, onlara uyum sağlamak kaygısıyla alınmış ve verilmiş statü ve kimliklerimden ayrı düşünmeyi öğrendim. O nedenle bu soruya klasik bir cevap vermiyorum. Fakat soran olursa benim için, eğitimini aldığım ve aktif olarak devam ettirdiğim roller üzerinden; sosyolog, nöromindfulness koçu, kriz müdahale gönüllüsü, aktivist, yazar ve iyi bir arkadaş diyebilirsiniz. Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şeyden biri de olabilirim.

Londra Notları kitabının yazılma öyküsünden kısaca söz eder misin?


Aslında Londra Notları kendi yazılma sürecini de anlatan bir kitap.

Yazmayı sevdiğimi ve bu konuda yetenekli olduğumu henüz ilkokuldayken öğrenmeye başlamıştım. Bu, eğitim hayatım boyunca taçlanarak devam etti. Cinedergi ve Aktivist Dergisi’ne yazılar yazdım. Okuyucularım tarafından daha fazlasını yazmaya teşvik edildim. Bilgisayarımın başına oturup bir kitap yazmaya başlamam ise tam anlamıyla bir ilham perisinin omuzuma dokunmasıyla oldu. Ya da başımdan aşağıya o sihirli tozdan döktü sanırım. Bir anda bundan ne kadar keyif aldığımı anımsadım ve düzenli olarak yazmaya devam ettim. Yazma sürecim de benim için akışta olabildiğim bir dönem oldu. 20 seneyi aşkındır Londra’da yaşıyorum. O nedenle bu kitabı yazmak, benim için hem hatırlamak hem de yeni bilgilere erişmek ve onları işlemek açısından muazzam bir tecrübeydi.

Pandemi süreci seni ve bu kitabın yazılma sürecini olumlu/ olumsuz nasıl etkiledi?

Pandemi sürecinde ne kadar da mutluymuşum!

Büyük kayıplar verildi, büyük acılar çekildi. Dünyanın herhangi bir yerinde belki de binlerce insan hâlâ yas tutuyor. Ama şu an yani depremden sonra hissettiğim acıyı, o zaman bu kadar yoğun hissetmemiştim. Adını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanlar ve diğer canlılar için canım çok acıyor. Pandemi dönemindeki kısıtlamalar sebebiyle kontrolümüz dışındaki olaylar yüzünden çaresizlik yaşıyorduk. Yer değiştiremedik. Bizlerin yapabileceği işleri, bizim yerimize başkaları yaptı. Bir yandan da belki de ilk defa, kısıtlanmış hayatlarımız sebebiyle hemen hemen eşit şartlarda yaşadık. Ama deprem ve sonrasında yaşadığım çaresizlik hissi çok başka. Evlerimize kapandığımız o günlerde bile bu kadar izole olmuş, bu kadar yalnızlaşmış hissetmemiştim. Bunları söylerken bile boğazım düğümleniyor. Türkiye’deki eşitsizlik yüzümüze hiç bu kadar sert çarpmamıştı.

Pandemi süreci yazma konusunda bana ihtiyacım olan vakti sağladı. Yazmaktan keyif alıyor olmam da başka şeylerle oyalanma isteği olmadan motive olmamı. Ayrıca yazmak zorlayıcı duygularla baş etme metotlarından biri. Koçluk seanslarımda danışanlarıma da bunun pratiğini yapmalarını söylüyorum. Evlerimize kapandığımız o günlerde bana da destek oldu. Kitabımın gündelik hayata yer verdiğim bölümlerinde pandemi sebebiyle tekrara düşmeye başlayacağımı hissettiğim anda, hafızamdaki ve dosyalarımdaki arşivlerime dönerek devam ettim. Pandemi süreci içimdeki araştırmacı ruhu da besledi. Merak kediye kitap yazdırdı.

Kitabın bir günlük gibi ama öte yandan sohbet eder gibi yazılmış deneme tadında bölümler de var. Sen kitabını hangi kategoriye koyuyorsun?


Ben artık kitapçılarda “Dışavurumcu” kategorisi de olsun istiyorum.

Hayatı çok ciddiye alan biriyim. Biriydim. Pandemi süreci bana bunu yumuşatmamı ve yaratıcı yanlarımla kendimi ortaya koyma cesaretini öğretti. Yazı aracılığıyla…

Kitabımın taslak halini okuyarak benimle değerli fikirlerini paylaşan dostlarım ikiye ayrılmıştı; “Daha iyisini yazabilirsinciler” ile “Sana bravo, mutlaka tanıtmalısın, İngilizceye de çevirmelisinciler.” İlk grup Türkiye’den, diğeri ise İngiltere. Daha fazlasını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kısaca iki kültür arasındaki farkı burada görebilirsiniz. Şu ana kadar tecrübe ettiğim kadarıyla İngiltere hep yeniliğe, bir sonrakine, herkesin kendi yöntemleriyle kendini ifade etmesine açık bir kültür olarak öne çıkıyor. Bizim kültürümüz kalıplara uymayı ve uyanları daha çok sever.

Bu ilk kitabındı. Bir sonraki için planlarını merak ediyorum.

Umut veren kitaplar yazmak istiyorum.

Pandemi başlangıcından beri travma konusu ile çalışıyorum. Eğitim arkadaşlarım, danışanlarım, dayanışma gruplarım ve son olarak da psikolojik ilk yardım gönüllüsü olduğum dernek aracılığıyla ulaştığım insanlar arasında travma, kaygı bozukluğu ve depresyon o kadar yaygın ki. Sosyal medyanın olumsuz etkileri sebebiyle acı çeken gencecik insanlar var. Beden imajı, yeme bozuklukları, okullarda akran zorbalığı. Bu sorunlar yaşamlarını sonlandırma arzusuna kadar gidebiliyor. Yolda yürürken yanınızdan geçen kişilerden pek çoğunun zorlayıcı duygularla baş ettiğini bilmek, bir o kadar da özgürleştirici.

Bu insanların şifalanmasına destek olmak beni çok mutlu ediyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyorlar. Onlara yalnız olmadıklarını hatırlatan satırları yine onların hikayeleri ile yazmayı düşünüyorum. Yeni bir kişisel gelişim kitabı yazmayı düşünmem ama kütlesel birleşime hizmet etmeyi ve bunun anlaşılabilmesini çok isterim. Olumlu yönde değiştirmek istediğim dünyanın yolu aslında buradan geçiyor. Umarım bu ilk kitabım beni, benim gibi düşünen insanlarla buluşturur.

Türkiye'de yola çıkmayı, yani gerçekten bir şehirden diğerine giderek gözlem yapabileceğim bir yola çıkmayı ve onları yazmayı çok istiyorum. Başkalarının hikayelerini duymak beni çok heyecanlandırıyor. Örneğin, geçenlerde Hyde Park’ta birlikte yürüyüşe gittiğim grupta tanıştığım bir Kolombiyalıdan, onların daha yedi yaşındayken kahve içmeye başladıklarını öğrendim. Yeni bir bilgiye hem de ilk ağızdan ulaşmak beni mutlu ediyor.

Aslında bir senaryo yazmak ve film çekmek hayalim de var ama şu anda en iyi bildiğim, dışavurumcu yazmak.

Kitabınla ilgili en çok sevdiğini şey nedir?

Zamansız olması. En azından benim için.
Yayına hazırlarken titiz çalıştık. Bu süreçte ekip arkadaşlarımı; editörüm ve tasarım ekibimi beklerken belli aralıklarla kitaptan uzak kaldım. Aldığım bu molalar sonrasında kitabımı pek çok kez baştan sona okudum.

İkisi arasında geçen epey bir zaman var ama ilk okumamda da sonuncuda da hep “Iyl ki yazmışım” dedim. Tarihe benden küçük bir not, bir saygı duruşu.

Kendime, okuyucuma ve evrene benden hediye.

 

👉Müge Çetinkaya'nın Londra Notları Türkiye'de kitap yurdu'ndan ve Dionysus Yayınları  sayfasından, İngiltere'de ise Press Dinoysus'un sayfasından ve Amazon, Barnes and Noble ve Waterstones gibi platformlardan edinilebilir. 


Müge Çetinkaya


Müge Çetinkaya kimdir?

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldu. Eğitimine Londra’da Ravensbourne College of Design and Communication ve Arts Marketing Association’da aldığı kurslarla devam etti. BBC London, MTV Europe gibi medya kurumlarında, ardından da sanat, kültür alanında uluslararası PR etkinlik ve koordinasyonunda 17 yıl görev yaptı. Aktivist Dergisi ve Cinedergi’ye yazılar yazdı. Green Peace ve British Lung Foundation’da gönüllü olarak çalıştı. 2020 yılında kendisi için dönüştürücü, iyileştirici birer tecrübe olan nefes, mindfulness pratikleri ve yoga felsefesiyle tanıştı. Yoga, mindfulness ve öz şefkatli farkındalık konularında uzmanlaşarak önce Yoga Alliance, ardından International Coaching Federation, ICF Mindfulness Koçluk sertifikalarını aldı.

Yazar halen Neuro-Mindfulness Koçu ve kriz müdahale gönüllüsü olarak çalışmakta, yazılar yazmaya devam etmektedir.


* Bu yazı ilk defa 13 Nisan 2023'te Olay gazetesinde yayınlanmıştır. 

Müge Çetinkaya’nın “Londra Notları” kitabı yayımlandı | Olay Gazetesi Turkish Newspaper in London

Londra’da Bizimkiler’in yazarı Faruk Eskioğlu: “Bir yılda bitiririm dedim, yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı, sekiz yılda ancak bitirdim”

1 yorum

03 Nisan 2025

Gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu, “Londra’da Bizimkiler” adını taşıyan ansiklopedi boyutunda üç ciltlik kitabını yayımlayalı tam üç yıl oldu. Göçten, çalışma hayatına, kültür-sanat etkinliklerinden, toplumun öne çıkan isimlerine kadar Londra’da yaşayan bizim toplumun hikâyesinin anlatıldığı “Londra’da Bizimkiler”, yıllar geçse de güncelliğini yitirmeyecek bir başvuru kaynağı olma özelliği taşıyor. Bisikletli Gazete Söyleşileri’nin bu bölümünde, gazeteci Kemal Erdemol'un, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu'yla LONDRA'DA BİZİMKİLER adlı üç ciltlik kitabı üzerine yaptığı söyleşiyi yayınlıyoruz.





Gazeteci, yazar Kemal Erdemol
  

Kemal Erdemol (K.E): Sevgili dostlar merhaba, gazeteci, yazar Faruk Eskioğlu dostumun evindeyim bugün. Sağ olsun çok harika bir kahvaltı sofrasında buluştuk. Faruk benim çok eski bir dostum, eski bir daha doğrusu eskimeyen bir dostum. Halen meslektaşım ve yol arkadaşım kuşkusuz. Biz Londra'dan uzun yıllar birlikte birçok şey paylaştık sevgili Faruk'la. Faruk çok çılgın bir işe girişti. Duyanlarımız vardır kuşkusuz. Ben şimdi bundan özellikle söz etmek istiyorum. Burada ne yaşadıysa, başkalarıyla ne yaşadıysa, kendisinin dışında başkaları ne yapmışsa, ne üretmişse bu ülkede, oturdu, üç ciltlik, olağanüstü, devasa denebilecek boyutta bir kitapta topladı. Bu nedenle Faruk’a hem kişisel olarak hem de bu ülkede yaşayan toplumun bir ferdi olarak toplum adına teşekkür etmek için biraz da yanına geldim. Çünkü çok iyi bir araştırmacı, mesleğe çok bağlı bir gazeteci, hem kendi dilini seven hem de başka dillere saygısı olan bir arkadaşım. Bu savunduğu dünya görüşüyle doğrudan doğruya ilgili bir tutum kuşkusuz. Şimdi olağanüstü güzel bir çalışma yaptı. Ben bu çalışmadan haber alan arkadaşlarımla bu kitap üzerinde konuşurken diyorum ki bu tür kitapların basılması için vakıfların, derneklerin kurulduğu bir toplumumuz var bizim burada ama bugüne kadar bu boyutta bir çalışma elimize geçmedi. Tek başına Faruk Eskioğlu bir derneğin, bir vakfın yapması gereken, ondan beklenen bir çalışmayı başarmış oldu. Bu heyecan verici bir şey. Yıllar sonra antropologlar, sosyologlar bu ülkede Türkçe konuşanların ne yaptıklarını, ne ettiklerini araştırdıkları zaman başvuracakları çok temel bir kaynak yazmış oldu Faruk Eskioğlu. O nedenle birtakım sorular sorayım istedim Faruk'a. Bu çalışma hakkında herhalde siz de ne tür bir süreçten geçmiştir Faruk Eskioğlu'nu anlamak, öğrenmek istersiniz. O nedenle sizin adınıza da hem kendi merakını ilerlemek hem de sizi bu konuda bir parça olsun bilgilendirmek için Faruk'a çeşitli sorular sorayım istedim. Sen bir kere yorulmayan bir adamsın. İnan bana olağanüstü güzel bir iş. Devasa bir şey yaptın. Türkçe konuşan toplum sana çok şey borçlu. Zaten şunları görenler, şu üç cildi elini alanlar benim demek istediğimi çok iyi anlayacaklar. Burada bu toplumun her şeyini göreceksiniz. Peki ne oldu, bunu yapmaktaki derdin neydi Faruk?

Faruk Eskioğlu


"YAZDIKÇA ÇIKTI, KAZDIKÇA ÇIKTI"

Faruk Eskioğlu (F.E.): Vallahi doğrusu biraz kaşındık. Şimdi biz sosyalist gazeteciler toplumsal sosyal haberlere çok önem veriyoruz. Bu haberler, makaleler birikmişti. Bir de fotoğraf arşivim vardı. Dedik bunları mezara götürmeyelim, kitaplaştıralım bari. Çünkü bizim toplumda arşivcilik bilinci de yok. Solcular polisin eline geçmesin diye fotoğraf çektirmemişler, yazı biriktirmemişler. Sağcıların ise bilinçsizlikten dolayı böyle bir arşivleri yok. İşte bunları toparlayalım kitapta diye yola çıktığımda bir yılda kurtarırım dedim. Takarız fişi bitiririz dedik. Ama yazdıkça çıktı, kazdıkça çıktı. Aynı bir arkeolojik araştırma gibi oldu. Sonra uzadıkça uzadı. O kadar bilgi birikti ki dedim herhalde bu bilgilerin altında kalacağım, kotaramayacağım.

K.E.: Her araştırmacı bu tür kaygıları duyar zaten. Belki de itici bir şey de olmuştur senin için.

F.E.: Yani hatta araştırmanın ortalarında ya ölüp gideceğiz bunlar gümleyecek dedim. Meğer her yazarda varmış bu duygu. Sekiz yıl sonunda işte üç kitaplık bir külliyat oldu.

K.E.: Çok titiz bir çalışma olduğu, çok belli. O sekiz yıl boşa geçmemiş asla. Okuyanlar da, görenler de aynı şeyi söyleyeceklerdir bundan hiç şüphem yok. Nasıl bir çalışma yöntemi izledin Faruk sen?

F.E.: Önce bir yöntem belirledim. Yani çatısını kurdum. Bu konuda akademisyenlerden de bilgi aldım. Zaten araştırma tekniklerini okumuştum yüksek lisansta. O yardımcı oldu. Çatıyı kurduktan sonra bölümlerde bir standart oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçü anlatırken aynı başlıkları Türkiye'deki göçte de kullandım. Sonra bölümlerde standart kategoriler oluşturdum. Örneğin Kıbrıs'taki göçün alt maddelerini Türkiye'deki göçe de uyguladım. Böylece boşluk olmamış oldu kitabı yazarken.



K.E.: Bolca da sözlü tarih çalışması benzeri şeyler de yaptın değil mi? Çok söyleşiler gerçekleştirdin.

"BENİM ŞANSIM GAZETECİ OLMAM"

F.E: Doğru evet. Doktora tezlerine bakarsanız genelde metnin çoğu alıntıdır yani. Ama bu kitapta % 95'i benim kalemimden çıktı ve sözlü tarih çalışması da yaptım. Bu toplumdaki lokomotif olarak gördüğüm, -subjektif bir değerlendirme tabii-, sektörünü anlatabilecek, kendi özgeçmişleri toplum tarihiyle örtüşen isimleri seçtim ve onlarla röportaj yaptım. Bular “Toplumun Yüz’ü” olarak bu kitapta anlatıldı ve hemen hemen bütün sektörleri kapsamış oldu. Basından tutun da finansa kadar. Sonra ikinci kitapta kültür, sanat ve spor bölümünü yazdım. Onu da yine toplumdaki ilklerden başlayıp günümüze kadar getirdim. Birinci kitap göçü anlatıyordu ve kurumlaşmayı anlatıyordu. Benim şansım gazeteci olmam. Toplumu yakından tanımam. Bir de meslektaşlarım sağ olsunlar çok destek oldular. Sen de dahil. Bölümlerde kesinlikle yeri geldiğinde mesela uzmanların görüşlerini aktardım. Senin de çok değerli köşelerin var konusu geldiğinde. Yardım istediğimde arkadaşlarım bana bilgi ve fotoğrafları en kısa zamanda gönderdiler. Ben çok teşekkür ediyorum gerçekten. İlk göç eden, yaşlı insanlara ev ziyaretine gittim. Portatif bir tarayıcım vardı. Hiç kimseden orijinal fotoğrafı almadım. Kendime kopyaladım. Çoğu “ya fotoğraf, bilgi çok ama garajda duruyor, istiyorsan git bak” dedi. Böylece fareli bodrumlarda fareli garajlarda, fotoğraf araştırdım. Tabii bir kişiyle görüşmek en az bir hafta aldı yani çok uzun süre aldı. Randevulaşıyorsun, atlayıp arabaya gidiyorsun, sonra bilgileri derliyorsun, eve geliyorsun, onları yazıya döküyorsun, fotoğrafları kadrajlıyorsun, sonra o yazıları tekrar kendilerine gönderiyorsun. Onlar onaylıyorlar, sonra akıllarına bir şey geliyor mesela 10 gün sonra, diyor ki şunu da ekler misin ya da şunu çıkarır mısın falan…. Tabii kitap hem İngilizce hem Türkçe olarak ortaya çıkıyor.



K.E: Peki Faruk'cuğum bunca zamandır bu ülkede yaşıyorsun, bu çalışmayı yaparken yeni fark ettiğin bir şey oldu mu?

F.E: Oldu gerçekten. Mesela Kıbrıslılar. Hani biz Filistinleri biliyoruz. “Vatan için Filistin” mücadelesindeler, toprak mücadelesindeler. Hepimiz Filistinlere bir sempati diyoruz ama Kıbrıslılar bence Filistinlerden daha dava insanları. Çok ilginç yani. Bir kere her Kıbrıslı Kıbrıs sorununa karşı duyarlı. Doğru yanlış ama bir şekilde duyarlı ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmışlar.

"BİZİM TOPLUMUN TARİHİNDE DE KORKUNÇ BİR EMEK SÖMÜRÜSÜ VAR"

İkinci fark ettiğim; tabii tarih çalışan, üreten, yaratan insanların tarihi, bizim toplum tarihinde de korkunç bir emek sömürüsü var, vay anasını dedirtecek kadar. İnsanlar köyden geliyorlar, çoğu köy kökenliler ve burada işçi oluyorlar, burada esnaf oluyorlar. Sonra burada patron oluyorlar. Hedefleri sınıf atlamak. Bunu yaparken her şeyi yapıyorlar. Kendi hemşerilerini işçi olarak çalıştırıyorlar. Bu ülkedeki asgari ücretin yarısından da az para veriyorlar. Korkunç bir sömür var. Bu ülkede sermaye birikirken bütün etik kurallar çiğneniyor. Ciddi bir emek sömürüsü var. Bu çalışmanın içine girince o görüldü gerçekten.



K.E: Yani emek üretim sürecinde “bizimkiler” diye adlandırdığın işte bu topluluk, çok da etik davranmıyor.

F.E: Kesinlikle. Bir üçüncü madde de eklemek isterim bunu. Türkiye'deki hükümetler ve Kıbrıs'taki yöneticiler yurt dışında bir şekilde yaşamak zorunda kalan bizleri hep sağmal inek olarak görmüşler. Hatta çok yakınlarımız bile bizim ağaçtan para topladığımızı falan düşünüyorlar galiba. O yüzden Londra'da “Bizim’kiler” dedik. Bir kelime oyunu yaptık. Burayı kiler depo olarak görüyorlar. Bir katkıları da yok doğrusu Türkiye'deki hükümetlerin. Burada bir dolu sorun var. Hatta olması gereken haklarımız var, seçme, seçilme gibi. Daha yeni kazanıldı, oy kullanma, seçme hakkı.

K.E.: Yeniden yazmak istesen bu kez ne tarafına el atmak istersin bizimkileri? Çünkü eminim, asla bu tamam demeyeceğini biliyorum. Burada şu da olsaydı, bu da olsaydı diyeceğin dünya kadar şey vardır belki. Ama şimdi yeniden sana bütün bu olanaklar verirse Faruk, desek ki 8 sene de sürmeyecek kardeşim, senin yerine söyleşileri de biz yapacağız, neyimizi incelemek isterdin bizim? Bu kitap yazılıp, bu ciltler yazılıp bittikten sonra bir de işin şu tarafına bakayım dediğin oldu mu?

"BU KİTABIN FİLMİ ÇEKİLMELİ"

F.E: Oldu tabii. Bu kitabın filmi çekilmeli diye düşünüyorum. Yani bu toplumun hikâyesinin bir belgeseli olması gerekir diye düşünüyorum. Bir yazılı materyal var, biriken fotoğraflar var, eski filmler var mesela. Kıbrıslıların yaptığı gösteriler falan var. Belgeselsiz, bu kitap öksüz kalır diye düşünüyorum. Bir kardeş gelmeli bu kitaba.

K.E: İleride böyle çalışma olacak demek ki. Ama bu ülkede, bu toplumda haklarını yemeyelim, iyi belgeselci arkadaşlarımız var, onları harekete geçirmek lazım. Sen bir kapı açtın önlerine, bir yol da göstermiş oldun. Bu temel üzerinden de giderek çok iyi bir şey yapabilirler doğrusu.

F.E: Belki, Mehmet Ali Dikerdem hoca, bu kitap pek çok teze konu olabilir diye düşündü. Mesela toplumda kadın bu konuda bir tez olursa, işte bazı veriler bu kitapta var. Kaynakça olabilir, iteleyebilir yani test çalışanlara. Tabii bir daha böyle bir proje yapmak istemem. Çünkü hani bir yılda bitiririm dedim. Sekiz yıl uzadı. Çok uzun bir süreç bu. Kızlarım yedi yaşındaydı. Bittiğinde on beş yaşında oldular. Hatta onların fotoğrafını koydum buraya çalışmaya başlarken ve bittiğinde…

K.E: Şunu fark ettim çok objektif davranmışsın. Orada şu olmasın, bu olmasın dediğini sanmıyorum. Herkes hemen hemen var. Seçimlerin çok doğru olmuş. Orada birçok figür var. O açıdan da ayrıca kutlarım seni. Çok emek sarf edildiği gibi çok objektif ve dürüstçe kaleme alınmış bir çalışma bu.

F.E.: Ben teşekkür ederim.

 

Londra’da Bizimkiler’i aşağıdaki linkten temin edebilirsiniz:

http://www.londradabizimkiler.com/


Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan