LSE'de “Türkiye, ABD ve Fiyat İstikrarı Politikaları" başlıklı panel

Hiç yorum yok

20 Mayıs 2025

London School of Economics (LSE), 5 Haziran 2025 Perşembe günü dikkat çekici bir panele ev sahipliği yapacak. LSE'nin Contemporary Turkish Studies birimi tarafından düzenlenen “Inflation and Institutions: Türkiye, the United States, and the Politics of Price Stability” (Enflasyon ve Kurumlar: Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve Fiyat İstikrarı Politikaları) başlıklı panelde, Türkiye ve ABD’deki enflasyon dinamiklerini ve bu süreçlerde kurumların rolünü mercek altına alınacak.



Etkinliğin ana konuşmacısı, Koç Üniversitesi İktisat Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selva Demiralp olacak. Aynı zamanda Koç Üniversitesi-TÜSİAD Ekonomik Araştırma Forumu’nun direktörlüğünü yürüten ve Ethos Economics Consulting’in kurucu ortağı olan Demiralp, iki ülkenin para politikaları ve kurumsal yapılarının fiyat istikrarına etkilerini karşılaştırmalı olarak değerlendirecek.

Panelin tartışmacı koltuğunda ise City University of London’da ekonomi doçenti olan ve LSE Avrupa Enstitüsü’nde misafir araştırmacı olarak görev yapan Dr. Orkun Saka yer alacak. Oturumun moderatörlüğünü ise  LSE Çağdaş Türkiye Çalışmaları Başkanı Prof. Dr. Yaprak Gürsoy üstlenecek.

LSE kampüsünde yüz yüze gerçekleştirilecek etkinlik saat 18:00’de başlayacak ve 19:30’a kadar sürecek. Panelin ardından katılımcılar için bir kokteyl düzenlenecek. Etkinlik, kamuya açık olup, özellikle ekonomi, siyaset bilimi ve kamu politikasıyla ilgilenen katılımcılara önemli bir tartışma zemini sunmayı hedefliyor.


The London School of Economics and Political Science

Houghton Street, London WC2A 2AE

t: +44 (0) 20 7955 6971

e: a.kircal-sahin@lse.ac.uk

lse.ac.uk/contemporary-turkish-studies

Gik-Der hükümetin göçmen karşıtı yasa tasarısını protesto ediyor: “Irkçı Politikalara Geçit Yok!”

Hiç yorum yok

19 Mayıs 2025

LONDRA – Göçmenlere yönelik baskı ve ayrımcı uygulamalar her geçen gün artarken, Birleşik Krallık hükümetinin yeni “Beyaz Kitap” göçmenlik planı, insan hakları savunucuları ve göçmen örgütleri tarafından büyük tepkiyle karşılanıyor. Bu ayrımcı yasa tasarısına karşı seslerini yükselten Göçmen İşçiler Derneği (Gik-Der), 22 Mayıs 2025 Perşembe günü saat 18.00’de Londra’daki Başbakanlık konutu önünde bir protesto eylemi düzenleycek.





Hükümetin “Beyaz Kitap” planı, sığınmacıların temel haklarını kısıtlayan, başvurularını zorlaştıran ve sınır dışı uygulamalarını hızlandırmayı hedefleyen düzenlemeleri içeriyor. Plan, göçmenleri kriminalize eden yaklaşımıyla tepki topluyor. Bu adımlar, hem uluslararası insan haklarına hem de evrensel hukuk ilkelerine aykırı bulunuyor.

“Mültecilere Karşı Irkçı Saldırılara Son Verin!” çağrısıyla düzenlenen eyleme destek veren kurumlar arasında ADHK, Young Struggle, SKB ve Tohum Kültür Merkezi de yer alıyor.

22 Mayıs 2025 Perşembe günü saat 18.00’de Londra’daki Başbakanlık konutunun önünde gerçekleştirilecek eylem için organizasyon komitesi tüm emekçileri, insan hakları savunucularını ve duyarlı toplumu bu adaletsizliğe karşı ses çıkarmaya çağırıyor.

 

 

Londra Belediyesi ULEZ raporunu yayınladı: “Londra'da hava kalitesi iyileşiyor”

Hiç yorum yok

14 Mayıs 2025

Londra Belediyesi, 29 Ağustos 2023'te yoğun eleştiriler altında hayata geçirdiği Ultra Düşük Emisyon Bölgesi’ne (ULEZ) ilişkin bir rapor yayınladı. Veriler, bazı sokakların araç trafiğine kapatılması, 1.800'den fazla sıfır emisyonlu otobüsün hizmete girmesi, taksi ve özel araç kiralama araçlarına getirilen yaş sınırlamaları ve emisyon temelli lisanslama gereklilikleri gibi uygulamaların hava kalitesini iyileştirmede etkili olduğunu gösteriyor.



Raporun Öne Çıkan Bulguları:

- Londra'da seyir halindeki araçların yaklaşık %97'si artık ULEZ standartlarına uygun hale geldi.

- ULEZ olmadan bir senaryoyla karşılaştırıldığında, zararlı NO2 (azot dioksit) kirleticilerinde önemli bir azalma gözlemlendi. NO2, astımı tetikleyen, akciğer gelişimini engelleyen ve akciğer kanseri riskini artıran zehirli bir gazdır. Tahmini azalma oranları şu şekilde:

  - Londra genelinde %27 daha düşük,

  - Merkez Londra'da %54 daha düşük,

  - İç Londra'da %29 daha düşük,

  - Dış Londra'da %24 daha düşük.

- Dış Londra'da araçların NOx (azot oksit) emisyonlarının 2024 yılında %14, PM 2.5 (partikül madde) egzoz emisyonlarının ise %31 daha düşük olması bekleniyor.

Londralılar Daha Temiz Hava Soluyor

ULEZ genişlemesi ve diğer çevre dostu ulaşım politikaları sayesinde, Londra'da hava kalitesinin iyileşmesiyle birlikte, özellikle astım ve solunum yolu hastalıkları gibi sağlık sorunları yaşayan vatandaşlar için olumlu bir etki yaratıldı. Belediye yetkilileri, bu tür önlemlerin, kent sakinlerinin daha sağlıklı bir çevrede yaşamasına katkıda bulunduğunu vurguluyor.

Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan, "ULEZ genişlemesi ve diğer çevreci adımlarımız sayesinde, Londralılar artık daha temiz hava soluyor. Bu, özellikle çocuklar ve yaşlılar gibi savunmasız gruplar için büyük bir fark yaratıyor. Hava kirliliğiyle mücadelemiz devam edecek" dedi.

Bu gelişmeler, Londra'nın 2030 yılına kadar karbon nötr bir şehir olma hedefine doğru önemli bir adım olarak görülüyor.

Boğaziçili profesöre Viyana’da “Yozgat” dayağı

Hiç yorum yok

13 Mayıs 2025

Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız. 






Ramazan Yaylalı   

Editör: Fatoş Gül Özen

Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde  sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.

Bu travmatik sarsılma, bizi kendi benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz “kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.

Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.


Fakat bazı durumlarda bu karşılıklı tanıma süreci tek taraflı yani asimetrik gelişir çünkü “öteki” ukala bir karaktere bürünür ve sizi “öznel bir kategorinin” içine hapsederek söylemlerle kuşatır. Yani biraz da istatiksel bakarak ortalamayı alır ve onun üzerinden kurgusunu temellendirir. Bu aslında evrensel bir eylem biçimi olduğu kadar insana dairdir bir durumdur, çünkü olguları tek tek ayıklayıp analiz etmek zahmetli bir iştir. Zihnimiz işin kolayına kaçmayı, üst bir perdeden ikili kategorilere (iyi/kötü gibi) bölüp mührü vurmayı daha çok sever. Bu sadece öteki için değil bizim için de geçerli bir kuraldır aslında.

Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu fark ederiz ve  bu “pozisyon” pozitif olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz. Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir deneyimdir. 

Dilerseniz yukarıdaki önermelerle örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:



Do you want a Shish Kebap?

Hikâye Avusturya’nın başkenti Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde;  Viyana Üniversitesi’nde sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru gelmesini umut ederek  siparişlerimizi vermek istiyoruz.

Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı, birbirimize bakarak teyit ediyoruz.



 “Visibility’nin” dayattığı zoraki “eşitlik!”

Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor. Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım. Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın 10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.

 Habsburglar Anton’u, Anton ise biz ‘Kanakeleri’[1] dövüyordu

Yaşanan hadiseye geri dönersek, garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı” olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil. Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat kendisinden dinlemiştim.

Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak istiyordu.

Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.” Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist yaralanmaya yol açtığı kesindi.



 Derde derman üç bakış, üç alkış

Yaklaşık bir iki saat kafede oturup sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.

İnsan öteki ile var olan, dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:

“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn

Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]

[Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım nerede diye haykırmış]

 

Efendinden kaçış yok gibi

Hocamız altı ay sonra tekrar memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana” dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar, yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.

Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:

“Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”

 

 

 


[1] Kanaken: Argoda Türkiyeli Göçmen

[2] Sivan Perer  Xewna Min“ Albümü, 1991

[3] http://www.cinedergi.com/2021/11/15/her-sey-dahil-mi/

İşçi Partisi’nin içinden Reform Partisi çıktı: İşçi Partisi, Reform Partisi’ne kaçan seçmenleri geri kazanmak için göçmenlik koşullarını zorlaştırıyor

Hiç yorum yok

11 Mayıs 2025

İşçi Partisi, yerel seçimlerde yaşadığı hezimeti örtbas etmek ve göçmen karşıtlığıyla bilinen Reform Partisi’ne kaptırdığı seçmenleri geri kazanmak için göçmenlik koşullarını daha da zorlaştıran uygulamaları hayata geçirmeye hazırlanıyor.

 




İngiltere İçişleri Bakanı Yvette Cooper, ülkenin net göç rakamlarını düşürmek için yeni bir plan paketini önümüzdeki hafta açıklamaya hazırlanıyor. Resmi verilere göre, geçen yıl net göç 728.000 olarak kaydedilirken, Haziran 2023’te bu sayı 906.000 ile rekor seviyeye ulaşmıştı.

İSTİHDAMDA ÖNCELİK YEREL KAYNAKLAR OLACAK

Belgede, işverenlerin yurtdışından çalışan getirebilmek için öncelikle Birleşik Krallık’ın işgücüne yatırım yaptığını kanıtlaması gerekeceği belirtiliyor. Özellikle bilişim ve telekomünikasyon sektörlerini hedefleyen bu madde, İşçi Partisi’nin uzun süredir vaat ettiği bir adım. Cooper, Göç Danışma Komitesi’nin uluslararası işe alımlara aşırı bağımlılık yaşayan sektörleri tespit etmesini sağlamayı hedeflediklerini vurgulamıştı. 

Vize Kısıtlamaları ve Sıkı Denetimler 

Planlar kapsamında, vize başvurularında İngiltere’de kalıp sığınma talebinde bulunma olasılığı yüksek ülke vatandaşlarına yönelik kısıtlamalar öngörülüyor. Pakistan, Nijerya ve Sri Lanka gibi ülkelerden gelen öğrenci ve çalışan adayları, daha katı sorgulama ve arka plan kontrolüne tabi tutulacak. İçişleri Bakanlığı, bu üç ülkenin vizeyle girdikten sonra sığınma başvurusu yapanların ana kaynağı olduğunu açıklamıştı. 

Kalıcı İkamet Süresi Uzayabilir 

Mevcut kurallara göre, İngiltere’de beş yıl çalışan ve yaşayan göçmenler kalıcı ikamet (süresiz oturum) başvurusu yapabiliyor. Ancak yeni düzenlemeyle bu sürenin bazı göçmenler için on yıla kadar uzatılması gündemde. Bu değişikliğin, göçmenlerin ülkeye entegrasyonunu derinleştirmeyi amaçladığı ifade ediliyor. 

DİL YETERLİLİK ŞARTI ZORLAŞTIRILIYOR 

Yapılacak düzenlemede göçmenler için İngilizce dil yeterlilik şartlarının sıkılaştırılması da yer alabilir. Ancak çalışma vizesi başvurularında A-Level seviyesinde İngilizce zorunluluğu getirileceği iddiaları resmi makamlarca yalanlandı. Ayrıca, 9 Nisan’dan itibaren yürürlükte olan yeni kurala göre, bakım sektöründeki işverenlerin yurtdışından çalışan alabilmek için önce İngiltere’deki işgücü piyasasından eleman aradığını kanıtlaması gerekiyor. 


Kaynak: BBC

https://petition.parliament.uk/petitions/727360


Keep the 5-Year ILR pathway for existing Skilled Worker visa holders

Do not apply the proposed 10-year ILR rule to existing Skilled Worker visa holders. Keep the 5-year ILR route for those already in the UK on this visa. Apply any changes only to new applicants from the date of implementation.

More details

Many skilled visa holders moved to the UK for better opportunities and in return have contributed to the UK economy, paid taxes, and supported critical sectors like health, care, and engineering. We think that changing ILR rules mid-journey is unfair and causes stress for families. Apply the 10-year rule only to future Skilled Worker entrants, not those already building a life here under the current system.

Sign this petition

1,784 signatures

Show on a mapthe geographical breakdown of signatures by constituency

10,000

At 10,000 signatures...

At 10,000 signatures, government will respond to this petition

At 100,000 signatures...

At 100,000 signatures, this petition will be considered for debate in Parliament

Share this petition



 



“Yazı yazmak tuğla örmeye benzer”

Hiç yorum yok

10 Mayıs 2025

Kâzım Altan’ın birbirine bağlı üç uzun öyküden oluşan “Pantelis” adlı kitabı Türkçe ve İngilizce olarak yayımlandı. Kıbrıs göçmeni olan eğitimci Kâzım Altan’la kitabı “Pantelis” hakkında konuştuk. 

Tuncay Bilecen

Kâzım Bey, sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Kıbrıs’ın Baf köylerinden biri olan Ayia Varvara’da (Engindere’de) doğdum. İlkokul ve lise eğitimim Baf kasabasında geçti. O yıllarda Baf Kazası, Kıbrıs’ın mahrumiyet bölgesiydi, şimdilerde ise Güney Kıbrıs’ın önemli turistik merkezlerinden biridir. Baf’ta Kurtuluş Lisesi daha yeni kurulmuştu.  Annem hep avukat olmamı isterdi. Babam ise bu konuda pek renk vermiyordu. Buna rağmen daha iyi bir eğitim alabilmemiz için bizi kasabadaki ilkokula kaydetmekte ısrarlıydı. Şimdi geriye baktığımda köyümüzün ilkokulundan mezun olanların çoğunun yüksek eğitim aldığını görüyorum.  

KIBRIS YILLARI

Babamın,  kasabada evi ve o evin etrafında da birkaç arsası vardı. Babamın ben ilkokula başlamadan önce ailesini bir araya toplama hayali başlamıştı bile. Büyük kız kardeşime daha evlenmeden bir ev yaptı. Arkası da geldi. Bu kabile kültürü çerçevesinde ben de diğer kardeşlerim gibi, köyden kasabaya göç etmiş onun acısını yaşamıştım.

Taşımacılığın ilkel olduğu bir zamanda annemin köyle kasaba arasında mekik dokuduğu o zor günlerin, benliğimde derin bir iz bıraktığını düşünüyorum.  

Edebiyatı ilk kez lise yıllarımda sevdim diyemem; çünkü ben kulaktan kulağa geçen ve tarlada, bağda, bahçede, insanımın kendine has bir tarzla anlattığı masallara, gerçek hayat hikâyelerine, atışmalı söyleşilere ve halk müziğimize çocukluğumdan beri âşıktım.  

TİYATROYA OLAN İLGİSİ

Okulun kütüphanesi yoktu. Evimizde de kitap kültürü yok denecek kadar azdı. O yıllarda, çevremde “roman okumak, sinemada film izlemek, edebi bozar” inancı hakimdi. Böyle düşünmeyenler ise benimle kitaplarını paylaştılar. Bu yüzden onlara müteşekkirim.

Bizim dönemimizde okul müsamerelerine sadece beş ve altıncı sınıflar katılabilirdi. Tiyatroya ilgi duyduğumu fark eden edebiyat hocamız o ekibe, erkenden beni de kattı. Öykü yazma hevesim o yıllarda başladı. Bu hevese, ikinci kez göç etmemin sonucunda perde düşse de edebiyat hep içimde bir yerdeydi.

Londra’ya göç edince; geçim derdi, İngilizceye hakim olma çabası, üniversite yılları, eğitim alanında kariyerim, ailevi sorumluluklarım derken okuma ve yazma hevesim devam etti. İki lisana da eşit hakimiyetim olduğu halde, üç öykü içeren Pantelis’i, İngilizce yazdım, sonra da Türkçeye çevirdim.

Birbiriyle bağlantılı üç öyküden oluşan ve Pantelis adını taşıyan öykü kitabınız yakın zamanda yayınlandı. Bu öykülerin ortaya çıkma sürecinden biraz söz eder misiniz?

Daha önce de belirttiğim gibi kitap yazmak her zaman içimde vardı. Bunu yaşam mücadelesinden dolayı erteledim. Göç etmek kendi dilimden, kültürümden kopup başka bir kültüre uyum sağlamak ve onu kendi kültürümle harmanlamak kolay olmasa da bunu yapmak mecburiyetindeydim.

Yazı bir sanattır. Fakat öykülere doğru bilgi katmak için yazarın araştırmacı olması da elzemdir. Bir iki deneyimden sonra Haringey’de buluşan bir yazar gurubuna katıldım. Üyeler çoğunlukla gençti. Sıram gelince onlara Panteli’nin ilk paragrafını okudum. Amacım onlardan, olumlu veya olumsuz, bir tepki almaktı. “Devam et” dediklerinde “dilini sevdik” mesajını aldığıma karar kıldım. Bir de yazılarımın diğerlerinden farklı olduğunu anladım.

Kitaptaki üç öyküde, anlatıdan uzaklaşmaya, olay ve duyguları mümkün olduğunca göstermeye çalıştım. Yazma serüvenimde kitap okuma tarzım değişti. Artık yalnız kurguya kapılıp gitmiyor, yazı tekniğini inceliyordum. Demek ki yazı yazmak biraz da Panteli’nin tuğla örmesine benzer diye düşündüm çoğu zaman.

Öykü çok uzamıştı. Onu iki veya üç öyküye bağlantılı olarak bölmeye karar verdim.




Kitabınızın başında Panteli’nin Kıbrıs’tan Londra’ya uzanan öyküsüne şahit oluyoruz. Siz de Kıbrıslı bir yazarsanız. Panteli gerçek bir karakter mi? Biraz Panteli karakterinden söz edebilir misiniz?

Panteli bir Kıbrıslı Rum kadınla sevgilisi Kıbrıslı Türkün oğludur.  Ama bu karakter bir Kıbrıslı Türk kadınla bir Rum gencinin oğlu da olabilirdi.  Bence, duygular sınır tanımaz. Eminim, hepimiz, farklılıkları göz ardı ederek birlikteliğe karar veren çok insan tanıyoruz. Öyküde bu iki insan sadece bir aşk yaşadı.          

Az önce de belirttiğim gibi, Panteli’de konular ve karakterler hayat tecrübemin hayal gücümle harmanlanması sonucunda ortaya çıktı. Bu öykü aynı zamanda, farklı coğrafyalarda doğmuş, şu veya bu sebepten dolayı ülkelerinden göç etmek mecburiyetinde kalmış insanların da öyküsüdür. İç savaş, belki toplumdan dışlanma veya ekonomik sıkıntılar göçün başlıca sebebidir. Kaderi kırmak için çalışmak didinmek de bu insanların ortak mücadelesidir. O mücadeleyi Panteli’yle birlikte yaşıyoruz. Onun, kalabalık Londra şehirdeki yalnızlığına rağmen, dürüst ve düzenli çalışmaları, sebatı, tutumlu olması, köyüne, insanına olan bağımlılığı, azınlık toplum fertlerinin çabalarını ve duygularını yansıtır.

 

Öykülerinizde hangi konuları işlediniz?

Yazılarımda konuşulması gereken “tehlikeli” konular var. Hayat maalesef bir gül bahçesi değil; ama sanırım, ben konuların en zorunu seçtim. Sinirsel sağlık bu zor konulardan biridir.

Üç öyküde, belki de ilk iki yavrusunu kaybeden annenin öfkesi, çocuksuz yaşama mahkum olan anne adayının feryadına karışır. Babasını hiç bilmeyen Pantelis’nin sessiz isyanı da aynı koro içindedir. Anlayamadıkları sebeplerden dolayı “gerçek” neyse, onu görmekte güçlük çeken, topluma bir türlü ayak uyduramayan sinir hastalarının halleri yine o harmanlanmış hayat tecrübemden çıkmıştır. Bu sınıfımda bir öğrencimin ruhsal değişiminin farkındalığı olabilir. Sokakta kendi kendine konuşan bir hastanın beynimde bıraktığı iz de olabilir. Sinir hastalarını her zaman tehlikeli ya da komik gören toplum bireylerinin tepkileri de bir şekilde kendini bu satırların içinde gösterir.

Kurgu tecrübe, araştırma ve hayal gücünün yarattığı sinerjinin ürünüdür. Yazmak ise öğrenilmesi gereken bir tekniktir.

Yazar bu üçlüyü bağdaştırmak için didinip durur. Bazen başarılı olur, editörün alkışını duyar, bazen de kurguya perde düşer, o ilham denilen şey neyse, onu oturup bekler ya da beklerken başka şeyler yapar. Perde düşünce ben de öyle yaptım.         



Kitabınızın başında Pantelis’nin Kıbrıs’tan Londra’ya uzanan öyküsüne şahit oluyoruz. Siz de Kıbrıslı bir yazarsanız. Pantelis gerçek bir karakter mi? Biraz Pantelis karakterinden söz edebilir misiniz?

Pantelis bir Kıbrıslı Rum kadınla sevgilisi Kıbrıslı Türkün oğludur.  Ama bu karakter bir Kıbrıslı Türk kadınla Rum gencinin oğlu da olabilirdi.  Bence, duygular sınır tanımaz. Eminim, farklılıkları göz ardı ederek birlikteliğe karar veren çok insan tanıyoruz. Öyküde bu iki insan sadece bir aşk yaşadı.           

Az önce de belirttiğim gibi, Pantelis’de konular ve karakterler hayat tecrübemin hayal gücümle harmanlanması sonucunda ortaya çıktı. Bu öykü aynı zamanda, farklı coğrafyalarda doğmuş, şu veya bu sebepten dolayı ülkelerinden göç etmek mecburiyetinde kalmış insanların da öyküsüdür. İç-savaş, belki toplumdan dışlanma veya ekonomik sıkıntılar göçün başlıca sebebidir. Kaderi kırmak için çalışmak didinmek de bu insanların ortak mücadelesidir. O mücadeleyi Pantelis’le birlikte yaşıyoruz. Onun, kalabalık Londra şehirdeki yalnızlığına rağmen, dürüst ve düzenli çalışmaları, sebatı, tutumlu olması, köyüne, insanına olan bağımlılığı, bence, etkileyicidir.     

 

Kitabınızda üç öykünün ortak noktalarından biri, Sinir ve Ruh Sağlığıdır. “Ruh Sağlığı” konusunun öykülerinizin odağında yer alması konusunda ne söylersiniz?

Birçok ülkede olduğu gibi, Kıbrıs’ta da ruh hastalıkları gizli tutulmaya çalışılır.  Halbuki dünya nüfusunun altıda birinin hayatları boyunca en az bir kez bu tür hastalıklara maruz kaldığı kanıtlanmıştır. Bunların arasında lise ve üniversite yıllarımda hastalanan arkadaşlarım, öğrencilerim, savaş mağdurları, şiddet sonucu kendilerini kaybeden anneler ve çocuklar da var.

Üç öyküde, sinir hatalıklarını bağlayıcı konu olarak işlemek zor fakat benim açımdan, ilginçti. Bu konu şık hayatları sergilemiyor. Ama o hayatı kitaptaki kahramanlarla biraz olsun yaşamak, hepimize iyi gelir sanırım. 

Kitabın geliri Kuzey Kıbrıs’ta, varsa eğer, sınır ve ruh hastaları ve ailelerine destek olmaya çalışan bir gönüllü kuruluşa adanmıştır. Arayışım devam ediyor.

 💬 Pantelis Türkçe ve İngilizce iki ayrı kitap olarak Press Dionysus tarafından yayımlandı...


👉  Pantelis'i Türkiye'de Kitap Yurdu'ndan temin etmek için tıklayın...


👉Pantelis'i UK içinde ücretsiz kargoyla edinmek için tıklayın


👉Pantelis'i  Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) temin edebilirsiniz.




* Bu röportajın bir kısmı 17 Kasım 2020 tarihli Olay Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 




 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan