Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünde Esra Kendir ile şirket sponsorluğundan Ankara Anlaşması'na geçmesini, kendi göç deneyimini ve Birleşik Krallık'taki Türkiyeli göçmen erkeklekleri ve erkeklik hallerini konuştuk.



Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünde Esra Kendir ile şirket sponsorluğundan Ankara Anlaşması'na geçmesini, kendi göç deneyimini ve Birleşik Krallık'taki Türkiyeli göçmen erkeklekleri ve erkeklik hallerini konuştuk.
![]() |
Heykel: Bruno Catalano |
Bugün 20 Haziran, Dünya Mülteciler Günü…
Birleşmiş Milletler (BM) rakamlarına göre, 2020'nin sonu
itibariyle dünyada 82,4 milyon mülteci veya sığınmacı bulunuyor. BM,
mültecilği: "ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti
veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku
taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya
dönmek istemeyen kişi" şeklinde tanımlıyor.
Genel kullanımda “göçmen”, “sığınmacı”, “mülteci”
kavramlarının karıştırıldığı ve zaman zaman birbirlerinin yerine kullanıldığı
görülse de mültecilikte “zorunlu bir göç” olgusunun bulunduğunu ve
“mülteciliğin” aynı zamanda hukuksal bir statü olduğunu belirtelim.
ASAYİŞ VE SOSYAL DÜZENE TEHDİT
Güvenlikçi politikaların, temel insan hakları ve hukuk devletinin önüne geçtiği günümüzde mültecilik ve mülteciler bir hukuksal statü olarak
değil asayiş ve sosyal düzene bir tehdit olarak algılanıyor.
11 Eylül 2001 terör saldırılarının ardından yaygınlaşan
güvenlikçi söylem, kapitalizmin yapısal ve döngüsel krizleri derinleştikçe hedef
tahtasına en kırılgan ve kolay hedef olan göçmenleri koydu. Sağ popülizmin
söylem dünyasında bereketli bir malzeme teşkil eden göçmenler artık her türlü
fenalığın, bozulmanın, kötülüğün müsebbibi idi.
-
Ekonomi kötüye gidiyor?
- Çünkü çok göçmen geldi, tüm
yardımları alıyorlar. Bütçeni çoğu bedavadan geçinen göçmenlere gidiyor.
- Asayiş bozuldu, sosyal sorunlar var.
- Çünkü çok göçmen geldi. Toplumun yapısını, kimyasını
bozdular. O yüzden ahlakımız da bozuluyor.
- İşsizlik artıyor.
- Çünkü çok göçmen geldi. Ucuza çalıştıkları için elimizdeki
işleri de aldılar.
İNSAN-ALTI BİR KATEGORİ
Sağ popülist siyaset bu bereketli malzemeyi tepe tepe kullandıkça ekonomik kriz nedeniyle eski konforunu yitiren, güvencesizleşen ve gelir kaybına uğrayan kesimler için çok kullanışlı bir nefret objesi ortaya çıktı: göçmenler…
“British jobs for British workers”
sloganının gölgesinde gerçekleştirilen Brexit referandumundan Fransa’dan,
İsveç’e, İtalya’dan Almanya’da ırkçı partilerin tırmanışına kadar Batı dünyasında
göçmenlerin söylem düzeyinde bir nefret objesi olarak kullanım alanının
yaygınlaştığını görüyoruz. Burada “obje” özne olamamış, özne dahi kabul
edilmeyen, edilgen, eğreti bir varoluşu sembolize ediyor. İrfan Aktan’ın gerçekleştirdiği söyleşide Tanıl Bora bu durumu şu
şekilde ifade ediyor: “Göçmenler insan-altı bir kategori gibi
görülüyorlar. Kayıt dışı ve insan dışılar, kağıtsızlar, statüsüzler; bir ‘fazla’
veya ‘artık’ nüfus teşkil ediyorlar; onlara her şey yapılabilir. Bir yandan da
müthiş bir tehdit kaynağı sayıldıkları için, üzerlerinde tepinilebilecek bir
yığın olarak görülüyorlar. Kendilerini ‘yerli’ kabul eden, hasbelkader bir
memlekette yerleşik olan insanların tehdit algılarına hitap etmeye çok
elverişliler.”
"BEN GÖÇMENLERE KARŞI DEĞİLİM AMA BU KADARI DA FAZLA!"
Elbette göçmen, mülteci karşıtlığı ve düşmanlığını sadece sağ
popülist siyasete mal edemeyiz. Dolaşıma girdikçe çoğalan ve yaygınlaşan bu söylemlerin
her kesimden birçok alıcısı bulunuyor. Bu konudaki neşriyat arttıkça nefret kervanına
katılanların sayısı da artıyor. “Ben göçmenlere karşı değilim ama bu kadarı
da fazla!” diye başlayan yakınmalar, göçmenlere “artık” negatif ayrımcılık
uygulanması gerektiğini hatırlatan tehditkâr cümlelerle bitiyor: “Hepsini
göndereceksin geldiği yere!” Bu yönüyle mültecilik makul ve makbul
vatandaşlığa da bir tehdit oluşturuyor. Dolayısıyla aynı suçu makbul vatandaşın
işlemesiyle zaten potansiyel tehlike olan mültecinin işlemesi farklı yorumlara
yol açıyor. Temel insan haklarına, hukukun en temel prensiplerinden biri olan suçta
ve cezada yasallık ilkesine aykırılık teşkil etse de bunu savunan kişiler güvenlikçi
bahanelerin arkasına kolayca sığınabiliyor.
SUÇ İŞLEDİKÇE GÖRÜNÜR, EZİLDİKÇE GÖRÜNMEZ OLMAK
Günden güne yayılan mülteci karşıtlığının ilginç bir boyutu
da tekil örneklerle yapılan genellemelerin meselenin özünün
kaçırılmasına yol açması… Bu sayede göçmenler şeytanlaştırılırken; ülkenin olmayan
sınır politikası, olmayan göçmen politikası ve olmayan entegrasyon politikası
tartışma konusu bile edilmiyor. Ezcümle, kamusal alanda göçmen tartışmaları
meseleyi ortaya çıkaran nedenlerle değil, bu nedenlerin yol açtığı kriminal tekil
örnekler üzerinden yapılıyor. Böylece sınıfsal piramidin en altında yer
alan; güvencesiz, kayıtsız, kağıtsız, ucuz işgücü olan göçmenlerin sınıfsal
konumları da kendileri gibi görünmez hale geliyor. Ne yazık ki
milyonlarca yoksul göçmen ancak suç işlediklerinde görünür oluyorlar.
Yazıyı, Kemal Siyahhan’ın mülteci kitabından, bir Afgan mülteci
olan Abdülmelik’in sözleriyle bitirelim: “Dünyanın neresine giderseniz
gidin iyi koşullar bulsanız bile en az beş on sene çekersiniz, koşullar kötü
giderse inanın köle olmak mülteci olmaktan çok daha iyidir çocuklar.”
Sınırların ve pasaportların olmadığı bir dünya
özlemiyle…
Tuncay Bilecen
Türk edebiyatının üretken yazarlarından biri olan Ayfer Tunç, Nisan 2023’te yayımlanan romanı Kuru Kız’da; mahalle baskısından kadının ailedeki ve toplumdaki rollerine, ekonomik ve sosyal çözülmenin yarattığı ahlaki erozyondan standardize edilen beden ölçütlerinin dışında olanların yaşadığı aşağılanmaya (bodyshaming) kadar birçok farklı konuya değiniyor.
Kuru
Kız’ı
bir “göç romanı” olarak değerlendirmek zorlama bir çıkarım olsa da roman, sosyal
çürümenin her yere sirayet ettiği bir toplumsal yapıda bireysel kurtuluşu sıra
dışı bir hikâyeyle göç etmekte bulan bir kadını anlatması bakımından bu yönüyle
de irdelenebilir.
Kitabın
ana kahramanı Kuru Kız’ın kırk yaşına birkaç ay kala Arjantin’in en güney
ucunda, “dünyanın sonu” diye bilinen Ushuaia’ya gitmesiyle başlayan roman,
devamında çoğunlukla kronolojik bir sıra izlemeden onun bu yolculuğa çıkmasına
neden olan olaylarla devam ediyor.
Adını
bilmediğimiz, fiziksel özellikleri nedeniyle kendisine takılan isimle, “Kuru
Kız” olarak tanıtılan karakter, Ushuaia’daki ilk zamanlarında geldiği yerle buranın
bir karşılaştırmasını yapar. Bu karşılaştırma okuyucuya, Kuru Kız’ı göç etmeye
iten sebepler hakkında bir ön fikir verir: “Kendi ülkesindeki insanlar korkunç,
buradakiler de harika değiller ama daha az kötücüller, en azından ona karşı” (s.16).
Aynı
şekilde yeni yerleştiği bu yerdeki duygu durumu da terk ettiği yere göre çok
farklıdır artık: “Geride bıraktığı
yıllar boyunca güldüklerinin bin katını burada iki yıl olmadan güldü” (s.19). Çünkü
Türkiye’deyken gülebilecek, gülse bile bunu gösterebilecek bir çevrede
yaşamamaktadır: “Babası öldükten sonra olmaya başlamıştı aralarında (kardeşiyle)
böyle neşeli şeyler. Hayattayken güldüklerini pek hatırlamıyordu. Gülmüşlerse
de gizli gizli, kendi aralarında” (s.29).
Kuru
Kız, başladığı
yerde biten (dünyanın sonunda), olay örgüsü itibariyle ucu açık bir roman… Kuru
Kız’ın ailesinden başlayarak yaşadığı muhite, topluma ve ülkeye kadar
çevresini sarıp sarmalayan kötülükler silsilesinden bilgiye açlığı sayesinde kurtulmasını
konu alan roman, sözü edilen katmanların her birinde yer yer trajik hikâyeleri
de barındırıyor. Hatta bu bakımdan kitabın zaman zaman arabesk bir iklime
büründüğünü söylemek de mümkün. Örneğin, Kuru Kız dışındaki tüm aile
bireylerinin ölümlerine tek tek tanıklık ettiğimiz romanda; anne 36, baba 50, erkek
kardeş ise 37 yaşında hayatını kaybeder.
Yıllar
içinde peş peşe gelen bu ölümler her seferinde Kuru Kız’ı biraz daha
yalnızlaştırır, en sonunda yazarın adını vermediği ama İstanbul olmadığını
bildiğimiz (çünkü erkek kardeşi İstanbul’a kaçıyor) bir şehrin yoksul
mahallesinde eski, kagir bir binada yapayalnız kalır. Fakat bu onu aşağı çeken
bir yalnızlık değil, kendisini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkaran bir
yalnızlıktır. Her birinin ayrı bir acı verdiği ve onu belli kalıpların içine
soktuğu aile içi rollerden azadedir artık. “Özgürlük olduğunu o sırada
bilmediği bu tuhaf, coşkulu duygu henüz damarlarına nüfuz etmemişti ama
edeceğini anlamıştı, varlığını ele geçireceğini tahmin ediyordu. Büyük
temizliğe oturma odasındaki ağır vitrinle değil annesinin zamanından kalma
gardıropla başladı” (s.163).
Kuru
Kız,
aile ilişkilerinin dışına çıkarak mahalleye, topluma ve oradan da ülkeye bakan,
bunu da yüksek sesle, göze sokarak değil, birbirine bağlı hikâyelerdeki sosyo-politik
detaylar ve gözlemler üzerinden veren bir roman. Bu bakımdan aile içinde, oda
paylaşımında bile kendisini gösteren cinsiyetçi tutum, tek başına kalan Kuru
Kız’ın evine göz koyan akraba ve komşular, kentsel dokunun rantçı yaklaşımlarla
bozulmasının mahalle ve komşuluk ilişkilerine yansıması, siyasetle organik
ilişkisi olan görgüsüz ve aç gözlü mafyatik müteahhit profili, tarikat
şeyhlerinin kentsel rantın dağıtımındaki yeni rolleri gibi birçok karakter ve
tema romanda yer alıyor.
Kuru
Kız, etrafını saran ona tecavüz etmek isteyen, özel hayatını merak eden ve
fütursuzca mahremiyetini ihlal eden, bahçesine evine el koymak isteyen bu gözü
dönmüş topluluktan öğrenme merakı ve bilinci sayesinde kurtulur. Sözünü
ettiğimiz bu bilinç durumu bir aydınlanmadan ziyade Kuru Kız’ın içinde
kendisiyle açtığı bir çeşit iletişim kanalı yoluyla yaşanır. Bu iletişim kanalı
sayesinde kendi içinde olayların muhasebesini yapar, vicdanıyla yüzleşir. Roman
boyunca sürekli “tanrısıyla” konuştuğuna şahitlik ederiz. “Kardeşinin ardından
acı çekmeyi başka bir zamana bırakmıştı. Gecenin, tanrısıyla konuşacağı ileri
saatlerine” (s.138). “Rüyadan sonra tanrısıyla konuştu, kardeşinin hakkı olan
hayattan zevkli bir yudum bile alamadan gittiği için çok acı çektiğini söyledi”
(s.149). “Tanrısına interneti anlatmaya doyamıyordu, sanki tanrısı bu buluştan
haberdar değilmiş ve ondan öğrenmekten çok hoşlanıyormuş gibi” (s.150). “Tanrısı
onu yatıştırmak için yatağının başucunda bekliyor oluyordu. Yüzü olmayan,
bedeni olmayan, sesi olmayan, olmayan sesi bazen annesininkine, bazen olmayan
bir sevgilininkine benzeyen tanrısı” (s. 174). “Tanrısı coşkuyla destekliyordu,
onu yüreklendiriyordu. Git, yeter ki git. Canlan, yaşa” (s. 202).
Kuru
Kız’ın göç ederek kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesinde içindeki sonsuz öğrenme
aşkı önemli rol oynamıştır. YouTube’taki gezginlerin gezip gördüğü yerleri
merak etmeyle başlayan bu aşk zamanla bir tutkuya dönüşür. Artık büyük bir
açlıkla her şeyi merak etmektedir. “Hayatını ikiye ayırıyordu, internetten önce
ve internetten sonra” (s.150). Etrafında, saf, kıt akıllı, kandırılmaya müsait
olarak görülen Kuru Kız, öğrenme merakı sayesinde komşuların, akrabaların,
mahalle sakinlerinin elinden kurtulmuş, internetten bulduğu bir emlak şirketine
evini satmayı başarmış ve böylelikle ancak hayalinde yapabildiği yolculuğa tek
başına çıkabilmiştir.
Ayfer
Tunç; Kuru Kız’da fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı bir
konumda olan bir kadının göç ederek kurtuluşunu konu alırken, örtük olarak “bilgi
güçtür” mesajını da okuyucuya duyuruyor.
Ayfer
Tunç, Kuru Kız, Can Yayınları, 2023, 216 sayfa
*Bu yazı ilk defa Göç Dergisi'nde Temmuz 2024'te yayınlanmıştır.
https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/882
Feride Morçay, palyaçoluk sanatına duyduğu ilgiyle yazmaya başladığı tek kişilik oyunu Chickadee ile Londra’da Riverside Studios Bite Size Festivali’nden sonra ağustos ayında Edinburgh Fringe Festivali’nde 23 gün boyunca sahne alacak. Mizah ve trajediyi harmanlanan Chickadee, bir sokak palyaçosunun içsel çatışmalarını ve günümüzün sosyal medya dünyasında kadın bedeninin metalaşmasını konu alıyor.
Londra’da tiyatro ve sinema alanındaki üretimlerine devam
eden Feride Morçay, son yıllarda özellikle akıl sağlığı, kadınlık ve aidiyet
temalarını sahneye ve perdeye taşıyan çalışmalarla adından söz ettiriyor.
Londra’nın ardından Edinburgh Fringe Festivali’nde ağustos ayı boyunca sahne
alacak olan Feride Morçay’la kendi yazıp oynadığı tek kişilik oyunu Chickadee hakkında
konuştuk.
Böyle bir oyun yazmak nereden aklına geldi?
Liseden beri yanımda fikir defteri taşıyorum. Yaklaşık
10-15 sene önce ben bu fikir defterine bir sokak sanatçısıyla ilgili hikâye
fikri yazmıştım. Palyaço değildi ama sokak sanatçısı olmak hep ilgimi çekmişti.
Bunun dışında senelerdir yazıp çizip karaladığım bazı sürreal fikirlerle bu ve
palyaçoluk felsefesinden çıkan karakter birleşti ve bir anda akmaya başladı. Londra’da
daha önce “clowning” üzerine atölyelere katılmıştım. Bu sayede birçok farklı
performans sanatçısıyla tanıştım. Micaela Miranda adında bir hocam vardı, onun
bir haftalık yoğun programına katıldım. Sonra Rus palyaço Slava hakkında bir
belgesel izledim ve Slava'nın bir palyaço olarak hayat felsefesi, koşullar ne
olursa olsun insanları gülümsetebilme çabası beni çok etkiledi. Derken kendimi
bir anda bu oyunu yazarken buldum.
Dahlia karakterin böyle mi doğdu?
Evet, önce bir fikir olarak ortaya çıktı. Üzerine çok
düşünmeden bu ilhamla sahneler yazmaya başladım. Sonra sokakta, palyaço
kılığıyla doğaçlama bir performans yaptım. Trafalgar Square’de tamamen
doğaçlama bir şekilde, sokakta bir süpürge alıp sokağa süpürmeye başladım. İnsanların şaşkın bakışları, gülümsemeleri,
tepkileri beni çok etkiledi.
Bu deneyimle birlikte metin henüz oluşmamışken, performans
dünyasındaki bir oyuncunun ne yaşadığından çok karşı tarafa ne verdiğinin daha
önemli olduğunu fark ettim.
Ardından bir palyaço ver performans sanatçısı olan Tanya
Zhuk palyaço koçu olarak oyuna dahil oldu; üç seans diye konuştuk, yirmi seanstan
fazla yaptık. Bazen bütün gün palyaço karakterinin içinde kalıp palyaçoyu oynamayıp
adeta palyaço oldum.
Biraz da oyunun metnine gelelim. Dahlia nasıl bir
karakter?
Dahlia, idealist bir sokak palyaçosu. Başarıyı ün ya da
para ile değil, insanların yüzüne bir gülümseme koyabilmekle ölçen biri. Fakat
etrafındaki insanlar onun bu yolculuğunu anlamıyor. Para kazanması, “başarılı”
olması gerektiğini düşünüyor. Derken menajeri ve en yakın arkadaşı olan Sue’nun
zorlamasıyla bir televizyon programına çıkıyor ve orada kendi seksapeli
üzerinden değer görüyor. Farkında olmadan sistemin ona çizdiği yola yöneliyor. Kendisi
de bir kukla gibi aslında bir bakıma izin veriyor buna. Ertesi gün ünlü biri
olarak uyanıyor ve bu durumdan annesi, menajeri, babası çok mutlu oluyor.
Palyaçolukla çatışan bir
durum değil mi bu?
Evet. Bu da kızın kafasını
çok karıştırıyor. Hikâye de bununla ilgili zaten; Dahlia’nın, kendi içindeki
‘kadın’la, ‘sanatçı’ ile ve ‘toplumun kadından beklediği şey’ ile olan
çatışmasıyla… Dahlia, bir anda "seksi palyaço" olarak ünleniyor ama
bunu istemeden yapıyor. Ve herkes – annesi, menajeri, çevresi – bu başarıyı
kutlarken, Dahlia içten içe kim olduğunu sorguluyor.
Kadın sanatçıların bazen
yaşadığı bir durum bu; bir kişinin değerinin dış görünüşünden verilmesi akıl
sağlığını inanılmaz etkiliyor. Ben bunu
çok gözlemliyorum; arkadaşlarımdan, çevremden, iş arkadaşlarımdan, herkesten
kendim de deneyimleyerek. Burada güzel ve bakımlı olmaktan söz etmiyorum. Gerçek
değerinin sadece ‘cinsellik’ üzerinden biçilmesi çok can acıtıcı bir durum
bence. Dahlia da idealist bir sokak palyaçosuyken birdenbire başka birine
dönüşüyor.
Oyunun yapısı nasıl? Gerçekçi bir anlatım mı, yoksa farklı
katmanlar var mı?
Metin çok katmanlı. Oyunda sürreal kısımlar da
var. Çünkü biz bu karakterin tamamen psikolojisinin içine giriyoruz. Ve bazen
bu anı yaşarken sahne bir anda değişiyor. Işıklar değişiyor. Ve biz Dahlia 'nın
beyninin içine giriyoruz sanki. Ve onun düşüncelerini ve geçmişte yaşadıklarını
görüyoruz. Çocukluğuna iniyoruz.
Bu kadar ağır bir metin ancak mizahla yoğrulabilir
sanırım…
Kesinlikle. Bence mizah, en zor konuları insana
yaklaştırmanın en etkili yolu. Taciz, sistem baskısı, kadın kimliği, bedenin
pazarlanması gibi çok ağır temaları işliyorum. Ama bunları doğrudan yüzüne
çarpmadan, biraz güldürerek, sonra da düşündürerek sahneliyorum. Bu, seyircinin
daha açık kalmasını sağlıyor.
Seyirci nasıl karşıladı oyunu?
Seyircilerde metnin doğasından kaynaklanan yoğun duygu
geçişleri oluyor. Dahlia’nın gülümseyen yüzünün arkasında yaşadığı içsel yıkım
çok etkiliyor insanları. Mizahın içinde derin bir trajedi var. O kontrast
seyircide büyük bir etki yaratıyor.
Seyirci bu oyunda her şey. Bazı bölümlerinde interaktif
sahneler var. Aralarına giriyorum, doğaçlama anlar oluyor. Bu da seyirciyi
oyunun bir parçası kılıyor.
Bir saat boyunca tek başına sahnede olmak zor bir iş değil
mi?
Oyunun zengin içeriği, duygusal iniş çıkışlar ve ağır
konuların mizahla harmanlanması ve karakterin seyirciyle kurduğu iletişimdeki
dürüstlük seyirciyi diri tutuyor.
Chickadee ağustosta Edinburgh Fringe Festivali’nde
sahnelenecek? Seni neler bekliyor?
Oyunu daha önce Bite Size Festivali kapsamında Riverside
Studios’da dört kez oynadım. Çok iyi bir prömiyer oldu. Şimdi Fringe’de 1-25
Ağustos tarihleri arasında 23 gösterim yapacağım. Her gün, her seyirci ve her
an birbirinden farklı olduğu için her oyun kendine özel olacaktır. Bu arada
unutmadan belirteyim; bilet gelirlerinin bir kısmı akıl sağlığı ile ilgili
bilinçlendirme amaçlı ‘Comic Relief’ adlı hayır kurumuna bağışlanacak.
Bu oyundan sonra ne var sırada? Yeni projeler?
Chickadee’yi Londra’ya tekrar getirmek istiyorum. İstanbul
için bazı görüşmeler var, henüz netleşmediği için bir şey söylemek istemem.
Bunun dışında farklı şehirlerde ve festivallerde oynamak gibi bir hedefim var.
Son olarak, söylemek istediğin bir şey var mı?
Bu süreçte tiyatronun değerini çok anladım. Canlı
performans yapmak ve seyircinin gözünün içine bakarak gerçek bir iletişim
kurmak, onlarla bir hikâyeyi, karakteri paylaşmak iki taraf için de çok derin
bir deneyim. Tiyatronun bizi uyanık tuttuğuna ve iyileştirdiğine inanıyorum.
Hamilelik sadece fiziksel bir süreç değil; zihinsel, duygusal ve ruhsal olarak da bütüncül bir hazırlık gerektiriyor. Bu farkındalıkla yola çıkan "Bilinçli Hamilelik ve Doğuma Pratik Yolculuk" adlı 6 haftalık online program, anne adaylarını doğuma her yönüyle hazırlamayı hedefliyor.
Alanında uzman üç isim tarafından yürütülecek olan
program, 25 Ağustos - 5 Ekim tarihleri arasında toplam 18 buluşma ile
gerçekleşecek. Canlı Zoom buluşmaları ve kayıtlarla hibrit bir yapıya sahip
olan program, anne adaylarına esnek ve derinlemesine bir deneyim sunuyor.
Uzman Kadrodan Bütüncül Yaklaşım
Her Hafta Üç Modül: Teori – Pratik – Hypnobirthing
Her haftanın modüler yapısı şu şekilde planlandı:
Programda ayrıca olumlamalar, yazma çalışmaları,
rehber sesli meditasyonlar, haftalık PDF çalışma defteri ve WhatsApp üzerinden
birebir destek de sunulacak.
Hedef: Güvenli, Bilinçli ve Şefkatli Doğum
Programın temel amacı; anne adaylarının korkudan
güvene, belirsizlikten içsel güce doğru bir yolculukla doğuma zihinsel,
duygusal ve fiziksel olarak hazırlanmalarını sağlamak.
Katılımcılar bu süreçte:
Kayıt yaptırmak ve bilgi almak için bu link’e tıklayabilirsiniz.
İngiltere ile Fransa arasında imzalanan yeni “bir giren, bir çıkan” göç anlaşması çerçevesinde, Manş Denizi’ni küçük teknelerle geçerek İngiltere’ye ulaşan ilk göçmenler gözaltına alındı. Çarşamba günü Dover limanına ulaştırılan ve can yelekleri giydikleri görülen göçmenler, Sınır Gücü botlarından indirildi. İngiltere İçişleri Bakanlığı, gözaltına alınan kişilerin, Fransa’ya iade edilene kadar göçmen gözaltı merkezlerinde tutulacağını açıkladı.
İçişleri Bakanı Yvette Cooper, kaç göçmenin
gözaltına alındığını açıklamaktan kaçınırken, Fransa’nın güvenli bir ülke
olduğunu ve yasal itirazlara karşı kararlı bir duruş sergileneceğini belirtti.
Cooper, “Şu anda geri gönderme hazırlıkları devam ediyor. Kimsenin şüphesi
olmasın, bugünden itibaren gelen herkes gözaltına alınacak ve iade sürecine
tabi tutulacak,” dedi. İlk geri göndermelerin birkaç hafta içinde gerçekleşmesi
bekleniyor.
Bu pilot uygulama, Temmuz ayında İngiltere
Başbakanı Sir Keir Starmer ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında
imzalanan anlaşma kapsamında hayata geçirildi. Anlaşma, yasa dışı yollardan
İngiltere’ye giriş yapanların Fransa’ya geri gönderilmesini öngörürken,
Fransa’dan da güvenlik kontrollerinden geçmiş aynı sayıda sığınmacının yasal
yollarla İngiltere’ye kabul edilmesini içeriyor. Pilot uygulama 11 ay sürecek.
Anlaşma çerçevesinde Fransa’daki yetişkin ve
aileler, İngiltere’ye gelmek için çevrim içi başvuru platformu üzerinden
talepte bulunabilecek. Uygun bulunan başvuru sahipleri, İngiltere’ye
geldiklerinde üç ay içinde sığınma talebinde bulunabilecek veya vizeye
başvurabilecek. Bu süreçte, çalışma, eğitim ve sosyal yardımlardan
faydalanamayacaklar.
2025 yılında bugüne kadar 25 binden fazla kişi Manş
Denizi’ni geçerek İngiltere’ye ulaştı. Bu sayı, geçtiğimiz yılın aynı dönemine
göre %49 daha yüksek. Muhalefetteki Muhafazakâr Parti ise yükselişte olan
Reform Partisi’nin elinden göçmen kozunu almak için bu yeni anlaşmanın
yeterince caydırıcı olmadığını savunuyor. Muhafazakârlar eski hükümetin Ruanda
planının iptal edilmesini "büyük bir hata" olarak değerlendiriyor.
Kaynak: BBC
İngiltere İçişleri Bakanı Yvette Cooper, 5 Ağustos’ta yürürlüğe giren yeni göçmen iade planı kapsamında Fransa’ya kaç kişinin geri gönderileceğine dair bir rakam açıklamaktan kaçındı. Anlaşma gereği, Manş Denizi’ni küçük botlarla geçen bazı göçmenler gözaltına alınarak Fransa’ya gönderilecek. Karşılığında, İngiltere güvenlik ve uygunluk kontrollerini geçen ve kaçak geçiş denememiş sığınmacıları kabul edecek.
Başbakan Sir Keir Starmer, planı “aylar süren olgun bir
diplomasinin ürünü” olarak nitelendirdi ve “gerçek sonuçlar” getireceğini
savundu. Ancak Muhafazakâr Parti, bu adımın “hiçbir fark yaratmayacağı”
görüşünde. 30 Temmuz itibarıyla, 2025 yılında küçük botlarla İngiltere’ye
ulaşan kişi sayısı 25 bini aşarak geçen yılın aynı dönemine göre %49’luk bir
artış gösterdi.
Cooper, uygulamanın şu an için deneme aşamasında olduğunu,
sayının zamanla artacağını ancak başlangıçta düşük olacağını belirtti.
Operasyonel bilgilerin suç çeteleri tarafından kullanılmasını engellemek
amacıyla günlük veya toplam hedef paylaşmadıklarını vurguladı. Basına yansıyan
bilgilere göre, haftada yaklaşık 50 kişinin iade edilebileceği konuşuluyor.
Ancak Oxford Üniversitesi Göç Gözlemevi’nden Peter Walsh, bu rakamın
caydırıcılık için yeterli olmayacağını, şu anki geçiş oranlarında bunun sadece
%5 geri gönderilme ihtimali anlamına geldiğini söyledi.
Plan, Avrupa Komisyonu ve AB üye devletlerinden onay aldı.
Hükümet, aynı zamanda insan kaçakçılarıyla mücadele amacıyla Ulusal Suç
Ajansı’na 300 yeni görevli alımı ve 100 milyon sterlinlik ek bütçe ayırdığını
duyurdu. Muhafazakâr Parti ise, önceki hükümetin Ruanda planının “%100 geri
gönderme” hedefi taşıdığını, ancak iktidardaki İşçi Partisi’nin bunu iptal
ettiğini hatırlatarak yeni düzenlemeyi etkisiz buldu.
Sivil toplum kuruluşları ise tepkili. Asylum Matters,
tehlikeli yolculukların ancak güvenli ve yasal sığınma yollarının açılmasıyla
engellenebileceğini savunuyor. Hükümet ise bu planın tek başına “sihirli bir
çözüm” olmadığını kabul ediyor ancak yılın ilk yarısında rekor seviyelere çıkan
yasa dışı geçişleri azaltmada önemli bir adım olacağını düşünüyor.
Kaynak: BBC