Avustralya’da göçmen krizi büyüyor

No comments

07 September 2025

Avustralya’da pandemi sonrası artan göç rakamları siyasette tartışmaları alevlendirdi. Uzmanlar, hükümetin net bir göç planı sunmamasının yanlış bilgilendirmeleri ve aşırı görüşleri güçlendirdiğini söylüyor.



Tüm dünyada güçlenen aşırı sağın en önemli argümanı olan göçmen karşıtlığı Avustralya'da da karşılık bulmaya başladı. Avustralya’da son yıllarda yükselen göç rakamları kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açıyor. 2022 sonrasında net göçte yaşanan artış, özellikle konut kriziyle birlikte birçok kesimde tepkilere neden oldu. Ancak uzmanlar, pandeminin ilk döneminde göçün negatif seyrettiğini ve uzun vadede rakamların geçmiş yıllardan çok da farklı olmadığını hatırlatıyor.

Göçmenlerin konut fiyatlarını artırdığı yönündeki iddialara karşı çıkan ekonomistler, asıl sorunun onlarca yıldır süregelen yapısal konut yetersizliği olduğunu belirtiyor. İşgücü piyasasına bakıldığında da göçün olumsuz etkisine dair veri bulunmadığı vurgulanıyor. İşsizlik düşük seviyelerde seyrederken, işverenler hâlâ inşaat, yaşlı bakımı ve bilişim gibi alanlarda ciddi eleman açığı bulunduğunu dile getiriyor.

Buna rağmen hükümetin göç politikalarında net bir yol haritası ortaya koymaması, eleştirilerin odağında. 2023’te Labor hükümeti “ilkelere dayalı” kapsamlı bir plan sözü vermiş olsa da bugüne kadar somut bir adım atılmadı. İçişleri Bakanı Tony Burke yalnızca daimi göç kotasını sabit tuttuğunu açıklarken, Hazine Bakanı Jim Chalmers net göç rakamlarının bir hedef ya da tavan olmadığını ifade etti.

Göç uzmanı Abul Rizvi ve KPMG’den ekonomist Terry Rawnsley ise bu yaklaşımın boşluk yarattığını ve aşırı sağ söylemlerin güçlenmesine zemin hazırladığını düşünüyor. Uzmanlar, Avustralya’nın ekonomik ihtiyaçlarını, konut kapasitesini ve toplumsal dengeleri gözeten, şeffaf ve bilimsel temelli bir göç politikasına ihtiyaç duyulduğunu vurguluyor. Böyle bir planın, toplumda bölünme yerine ortak faydayı öne çıkarabileceği belirtiliyor.

Nihayetinde göçmenlerin Avustralya’ya sağladığı katkılar inkar edilemezken, belirsizlik ve plansızlık toplumsal huzursuzluğu körüklüyor. Uzmanlara göre, siyasi cesaret gösterilerek hazırlanacak kapsamlı bir göç stratejisi, ülkenin en önemli sorunlarından biri olan konut ve işgücü dengesini çözmede anahtar rol oynayabilir.


Kaynak: The Guardian

 

Göçmen yazar Pelin Markirt “ithal gelinlerin" hikâyelerini yazdı

No comments

06 September 2025

Göçmen yazar Pelin Markirt, “İthal Gelinler” başlıklı kitabında büyük umutlarla evlenip yurtdışına gelin giden yedi genç kızın başından geçenleri kahramanlarının ağzından aktarıyor.

 





Pelin, öncelikle bize biraz kendinden bahseder misin?

1984’te Adıyaman'da dünyaya geldim. 90’lı yıllarda, zamanımın çoğu şehirde yaşayan dedemle akrabalarını, ahbaplarını gezerken mutlu ve güzel bir çocukluk geçirdim. Köyde yaşayan dedem okumaya çok düşkündü, onun hikâyelerini dinlemek benim için muazzam bir duyguydu. Ayrıca, babamın kültürümüzde süregelen fabl benzeri masalları her uyku öncesi anlatması, hayal dünyamın gelişmesine çok katkı sağladı.

Bilkent Üniversitesinde İşletme Fakültesi’nden mezun oldum. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nden Finans Mühendisliği alanında yüksek lisans derecemi aldım. Uzun yıllar bankacılık ve finans alanında görev aldım. İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli illerinde çalışma imkânım oldu. Bir Ankara Anlaşmalı olarak 2019’da kurduğum Arbin Mileva Consultancy şirketi ile Londra’da finansal teknoloji şirketlerine insan kaynakları danışmanlığı hizmeti sağlıyorum.

 


Neden kadın odaklı bir kitap yazma gereksinimi duydun?

Her ne kadar doğduğum coğrafyaya âşık olsam da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini en yoğun olarak gözlemlediğim ya da bana hissettirildiği yerdir diyebilirim. Bunu henüz çok küçük yaşta, bir eş, dost gezmesinde yaşamıştım. Ben yine ilkokuldaydım. Ev sahibesi teyzeye yardım ediyordum, kek tabaklarını taşıyordum. Birden, ev sahibinin, Ankara’dan getirttiği matematik problem kitapçıkları dikkatimi çekmişti. Adam, kendi oğullarına ve erkek kardeşime kitapçıktan hediye etti. Ne yazık ki bana hediye etmedi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Bahsettiğim dönemde, belki çok başarılı bir öğrenci değildim fakat cinsiyet eşitsizliğini çok iyi anlamıştım çünkü elinde yeterince kitapçık varken bana vermemişti. Zaten, o odadaki görevim boş çay bardaklarını toplamaktı. O gün, bazı şeyleri değiştirmeye, gerçekten dört dörtlük öğrenmeye ve başarılı bir birey olmaya karar vermiştim. Hemen komşumuz Zeki amcanın kapısını çalarak bana kümeleri öğretmesini rica etmiştim. Bana kibritlerle kümeleri öğretmişti, sonra tutkulu olunca öğrenme ve başarı da kendiliğinden geldi. 

Kurduğum şirketin adını bile kadınlara armağan ettim. Arbin, Kürtçede ateş yakan, ışık saçan kadın demek. Mileva’yi ise, Albert Einstein’in teorilerinin arkasındaki görünmez figür olan karısı ve aynı zamanda engelli bir birey olan Mileva Maric’e saygımdan ötürü verdim.

Kadınların belli düşünce kalıplarına sıkıştırılarak onlara hak verilmemesine hep karşı çıktım. Kadının kadın olduğu için miras hakkının elinden alınmasına, erkeklerle aynı terfileri hak edebilmek için daha fazla çaba göstermesi gerektiğine, bir kadının trafikte erkeklerce taciz edilmesine katlanamıyorum. Sadece buna değil, hamile kalan kadına kilo alması veya doğum kilolarını atamaması ile ilgili toplumun dayatmalarına da dayanamıyorum. Evlilik için, annelik için kendi biyolojik ve ruhsal saatimizi değil de toplumun saatini dert etmek zorunda olmadığımızı da göstermek amacıyla kadın odaklı bir kitap yazmayı arzuladım.  

Hikâyeyi tersten okuyalım…Yağmur’a eşi gerekli desteği verseydi belki bugün Frankfurt’un çok güzel bir yerinde kuaför salonunu açmış olacaktı. Burcu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmasa acaba ilk nişanlısıyla nişanlanır mıydı? Ya da İpek sosyal hayatında arkadaş bile olmayacağı kişiyle evlilik yapar mıydı? Zaten, sosyal medyada kadına fiziksel şiddeti görüyoruz, benim biraz da okuyucularıma sunmak istediğim kahramanların yaşadığı psikolojik şiddeti göstermekti. Bu nedenle, kitabım okuyucu kitlesinin kadınlar değil de erkekler olmasını temenni ediyorum. Zira, kadının hayatındaki erkek figürünün eylemleri ile kadın hayatının nasıl tepetaklak olabileceğini de bütün şeffaflığıyla ortaya koymuş bulunduk. 

 


                                  
Kitabı kitapyurdu.com üzerinden temin etmek için tıklayın
👇

Göçmenlik konusu ne zaman dikkatini çekmeye başladı? “İthal gelinler” ilk defa ne zaman dikkatini çekti?

Çocuktum, mahallede çok sevdiğim bir akrabamın kızını, ablamı kitapta yer verdiğim gibi Kara Dantel Sokağı’nda incir ağacının altında gelin etmiştik. İki güzel kızı dünyaya gelmişti ancak kızlar henüz küçükken onları annesine, akrabam olan bibime (yerel dilde büyük hala) bırakarak Almanya’ya işçi olarak gitmişti.  Yanımda pek dile getirmiyorlardı fakat anladığım kadarıyla orada oturum ve çalışma izni alabilmek için eşinden boşanıp Almanya’da para karşılığı sahte bir evlilik yapmıştı. Ablamı özlüyordum, kızların annesiz kalmasına üzülüyordum. Yıllarca Türkiye’ye gelemedi, sonra bir izne geldiğinde onun ne kadar yıprandığını gördüm, yüzüne olgunluk çökmüştü. Bir davetiye matbaasında çalışıyormuş. Bize getirdiği çikolataları afiyetle yerken, birden baş parmağı ile işaret parmağının arasındaki upuzun dikiş izi dikkati çekmişti. İş kazası geçirmiş ve elini matbaa aletine kaptırmış. Şanslıymış ki eli kopmamış. Elini öyle görünce içim burkuldu. Görümcesinin evinde kalıyormuş. Onun göçmenlik haline çok üzüldüm. Keyfi yerinde miydi? Değer miydi kızları bırakmaya? O, bu kadar özlem ve acı çekerken aldığı çikolata boğazıma dizildi, yemeyi o an bıraktım. İthal gelin değildi ablam, fakat bir göçmen kadın olarak hiç bilmediği bir ülkede yaşadıklarını düşünüyordum. Bu sahneden sonra, Almanya gerçekten acı vatandı benim için.

Erasmus eğitimi için Hollanda’da yaşadığım sırada göçmenler hakkında gözlemler yapıyordum. Türkiye'den göç edenler çoğunlukla aynı mahallede yaşıyordu, yıllardır orada olup da bir kelime Hollandaca öğrenememiş olmalarına şaşırıyordum. Beni genç kadınlarla tanıştırıyorlardı, birçoğu çok genç, birkaç yıl veya ay önce Türkiye’den gelin olarak gelmişti. Sivas’tan, Antep’ten, Maraş’tan… Buradan anladım ki bu genç kadınlar “ithal gelin”di.

İlk kez bir ithal gelinle Hollanda’da bir arkadaşım aracılığıyla tanışma imkânım olmuştu. Bu kadının, eşinden şiddet gördüğünü, ayrıldığını, devletten nasıl destek aldığını kendi ağzından dinledim. Bu konuyu biraz araştırınca, bu kadınların birçoğunun “yalnız anne” olarak hayatlarına devam ettiğini gördüm. Eşlere uzaklaştırma kararları, çocukların velayetleri, mahkemeler gibi çetrefilli konular hayatıma bu noktada girdi. Kayınvalide baskısından paranoyalar geliştirenler mi dersiniz? İntihara kalkışanlar mı dersiniz? Bu durum, bende bir farkındalık oluşturdu. Aklımın bir köşesinde hep durdu. 

"İthal Gelinler’’ senin ilk kitabın… Biraz bu kitabın oluşma ve yazım sürecinden söz eder misin? “İthal Gelinler”e nasıl ulaştın? Görüşmeler sırasında neler yaşadın? Nasıl tepkiler aldın?

Londra’ya yeni taşınmıştım, 17 Mart’ta bütün ülke tam kapatmaya girdi. Kısa yürüyüşler yapmak, değişik tarifler denemek, Netflix’te diziler izlemekle günlerimi geçirirken ve bu kadar boş zamanı nasıl değerlendirmem gerektiğini düşünürken, annemin Adıyaman’da büyüdüğü Süryani Mahallesi’nden çocukluk arkadaşının kızı ve aynı zamanda benim de çocukluk arkadaşım Kristin’in bana verdiği cesaretle bu serüvene başladım. O sıralar, ‘Unorthodox’ dizisini izliyordum, ana karakter Esty’nin yaşadıkları kitap kahramanım İpek’in yaşadıklarını hatırlattı. Kitabın konusunda karar kılmıştım: yurtdışına evlenerek taşınan kadınların göçmenlik hikâyelerini anlatmak istiyordum.  

İpek aracılığıyla zincirleme bir şekilde ulaştığım ilk kahramanla randevulaştıktan hemen sonra ithal gelin olmakla ilgili bir soru listesi hazırladım. Bir yandan yazarken diğer yandan da diğer ithal gelinlerle temasa geçiyordum. Ulaştığım görüşmecilerin tamamı kitapta öykülerine yer verilmesini kabul etmedi elbette. Mesela, Paris’te yaşayan bir ithal geline kitap konusunu açar açmaz hemen konuyu kapatarak “beni boş ver” demişti. Sonra, köyde sevdiğine varamadığı için sevdiği adamın bir akrabasıyla nispet için evlendiğini ve mutsuz olduğunu öğrendim. Maalesef, üzücü hikâyelerle de karşılaştım. Sadece bu ithal gelinden böyle sert bir tepki aldım. Onun dışında Avustralya’da yaşayan başka bir kadın, kitaba konu olmak istemediğini belirtti, saygıyla karşıladım. Kalben ve ruhen bir projeye dahil olmak bambaşka bir his. Bu nedenle, bu kitaba cani gönülden dahil olmak isteyen kahramanlarla ilerledim. Zaten, bu kahramanlarım da karantinadaydı ve onlar için de geçmişe bir yolculuk niteliğindeydi başlattığımız bu yolculuk… Zira ilmek ilmek dokuyacağımız hikâyelerimizde onların desteği olmadan ilerleyemezdim. 

 

Kitap yedi öyküden oluşuyor. Öykülerin birbiriyle bağlantısı var mı?

Bilinçli bir şekilde öykülerimi kahramanlarımdan İpek’in öyküsünün çevresinde topladım çünkü kitabım çıkış noktası İpek ile ‘Unorthodox’ filminin karakteri Esty’nin yasam benzerlikleri…Hayatlarımız nasıl sadece siyah ve beyazdan oluşmuyorsa, okuyucunun da sunduğum duygu paletindeki renkleri dilediğince karıştırmasını arzuladım. Bir duygudan başka bir duyguya geçişini sağlamak gibi…Böylece zaman zaman geçmişe yolculuk yaptık, bundan dolayı İpek’i ilkokulda sıra arkadaşı Yağmur’la aynı sıraya oturttum, çocukluk arkadaşı Burcu ile oyun oynadılar. Üniversiteden arkadaşı Alev onu Londra’ya ziyarete geldi, Öykü ile parkta keyif yapıyorlar. Dostu Lorin’in nişan törenine katıldı ve Zana ile ilk fırsatta görüştüreceğim. 

 


Bu öykülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Kitabın omurgası gerçek kahramanlara dayanmakla birlikte, yaşam öykülerini kurguladım. Çünkü belli bir çerçeveye bağlı kalarak kurgusal yazım tekniğinin beni daha özgür kıldığını hissettim. Ayrıca, kahramanlarımın özel hayatlarının gizliliğini ihlal etmemek adına da birtakım değişiklikler yapmayı tercih ettim. Bunu gerçekleştirebilmek için kafamda bir sokak yarattım, sokağa ne isim vereceğimi düşünürken öykülerin ortak unsuru ‘çeyiz’ kavramından yola çıktım. Wimbledon Park’ta çamurlara bata çıka günlük yürüyüşümü yaparken ve aynı zamanda sokağa isim düşünürken şarkı çalma listemde birden Kayahan’ın ‘Sarı Saçlarından Sen Suçlusun’ şarkısı çıktı. Bundan esinlenerek ‘Kara Dantel Sokağı’ verdim sokağımın adına. Sonuç olarak, hikâyelere bugüne kadar karşılaştığım birçok ithal gelinin hikâyesinin karması ya da gerçeklerden esinlenerek ortaya konmuş kurgusal öyküler gözüyle bakabiliriz.

 

Kahramanlarınla ilgili seni şaşırtan şeyler oldu mu? Bizimle paylaşabilir misin?

Yağmur’un hafızası, olayları net hatırlama yeteneği karşısında dilim tutuldu. Sanırım halen çözülmemiş bazı konular olduğu için geçmişine elveda diyemiyordu. Lorin, en az konuşmayı tercih ediyordu, kendini açma konusunda zorlandı. Burcu, kitabın yayımlanmasını en çok isteyen kahramanımdı, kitabımızın genç kadınlara kılavuz olmasını diliyor. Zana, görüşmecilerim arasında en keyiflisi ve konuları ballandıra ballandıra anlatan karakterdi. Öykü, diğer kahramanların hikâyelerini en çok merak eden kahramanım. Alev, akademisyen kimliğiyle ona okuması için gönderdiğim metindeki düzeltmeleri bile kendi yapacak kadar mükemmeliyetçi kahramanım. İpek’in geçmişle ilgili çok az şey hatırlaması enteresandı, çekmecelerinden çıkardığı notlarıyla ilerledik.

Seni en çok etkileyen hikâye hangisi oldu kitapta yer alanlar arasında?

Yağmur’un hikâyesi ilk göz ağrım olması ve hikâyenin ağırlığı nedeniyle beni en çok etkileyen hikâye oldu. Özellikle, kadın sığınma evine yerleştikten sonra eşi tarafından şiddet görüp odasında ölü olarak bulunan kadınla ilgili sahneyi yazarken çok zorlandım. Bilmediği bir ortamda, bilmediği insanlarla yaşarken, tamamen yabancı olduğu bir dilde bir şeyler olurken olayların merkezinde olmasına rağmen yaşananlara olan uzaklığı… Yağmur de ben de gözyaşlarımıza hâkim olamadık, birkaç gün olayın etkisinden kurtulamadım. Ortamın kasvetini çok derin hissetmiştim. Onun sonraki çaresizliği ve yalnızlığı da çok yürek dağlayıcıydı. 

 

Kitabında büyük umutlarla yurtdışına gelin giden kadınların yaşamlarına ayna tutuyorsun. Bunlar arasında büyük hayal kırıklığına uğrayanlar olduğu gibi kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınlar da var. Sence aralarındaki farkı belirleyen şey nedir? Yanlış seçim yapmaları mı? Bilinç durumları mı?

Evlilik, iki insanın hayatını birleştirmesi ve dünyalarını kesiştirmesi anlamına geliyor benim için. Kimi etnik veya kimlik nedenlerle dahil oluyor bu surece, kimi aşk için, bazıları da bunu da bir fırsat olarak değerlendirebiliyor.

Öte yandan, Türkiye’de yaşarken sevgilisinin, nişanlısının hayatına ithal gelin olarak dahil olan kadının göçmenlik, kadınlık, eş ve anne olma durumları daha da durumu zorlaştırıyor. Bu konu ilgimi çok çektiği için derinlemesine analiz etmek istedim. Amacım, sadece dramatik konuları değil, hayatın içinde var olan aşkı, tutkuyu, özlemi ve en önemlisi göçmenlik bilincini okura aktarmaktı.

Gençken evlilik kararı alanlarda sorun riski daha yüksek görünüyor. Tanıma surecini daha uzun bir doneme yayan çiftler birbirlerini anlayıp anlamadıklarını daha net görebiliyorlar. Bilinç durumları da elbette farklı ithal gelinlerin. Bilinci açık olmayan veya kendini yeterince tanımayan kadınlar, karşısındaki adamın ne istediğini de çözemiyor. Durum çok bilinmeyenli bir denkleme dönüşüyor.

Göçmenlik, yeni kültüre dile adaptasyon derken, kadının eş zamanlı evliliğin sorumluluklarına, yeni dünyasına da hızlıca alışması gerekiyor. Bu noktada, eşinin, eşinin ailesinin, hatta arkadaş çevresinin bu konu ile ilgili yardım ve desteği ön plana çıkıyor. Yeterli desteği göremeyenler ve engellenmiş hissedenler, sonu hüsranla hatta travmalarla biten evliliklere neden oluyor. Öte yandan, eşleri ile evlilik içerisinde yoğrulan, yeni ülkede destek gören kadınların ise yeni toplumuna ve hayatına daha fazla entegre olduğunu, her ne kadar sorunlarla karşılaşsalar da bu sorunların birlikte aşıldığını okuyucuya sundum. Bana göre kendini gerçekleştirme imkânı bulan kadınların duruşları ve eşlerinin ‘’ithal gelin’ yolculuğunda verdiği destek onları travmatik evlilik yapan kahramanlardan ayrıştırıyor.  Bugün bir yolcu, uçağa bindiğinde, dakikalarca uçuş süreci hakkında bilgi veriliyor, beklenmedik durumlarda yolcuların neler yapması gerektiği uçuş görevlileri ve pilotlar tarafından anlatılıyor. Benzer şekilde, bir çalışan yeni bir işe girdiğinde ilk iki aylık alışma evresinde, firma, organizasyon yapısı, işlerin nasıl yapıldığı uzun uzun anlatılıyor. Bunun ‘ithal gelin’ evliliklerinde de kesinlikle yapılması gerekiyor. Neyin nasıl yapıldığı, neyin nereden alındığı, hepsinin anlatılması, olası zor durumlarda nasıl aksiyon alacakları konuşulmalı. Her bireyin ‘intibak’ süresi farklı çünkü bizler birey olarak yeni bir şeyle karşılaştığımızda öğrenme eğrisi devreye giriyor. Bu eğrinin iki bileşeni var, öğrenme ve zaman. İthal gelinlerde ise zaman geçtikçe dili öğrenemeyen, çevreyi tanıyamayan, kültüre adapte olamayan kadınlarda öğrenme eğrisi düzgün çalışmıyor. Eşiyle sorunlar çıkmaz hale geliyor, gurbet ve özlem faktörleri de devreye girince zorlukla baş edemiyor ve havlu atıyor.

 

Kitabı Almanya, ABD, İtalya ve İngiltere'den edinmek için 

👉Kitabı edinmek için tıklayın



Pelin Markirt’in İthal Gelinler adlı kitabını,

• Fieldseat Cafe’den (665 High Rd, Tottenham, London N17 8AD) ve İthal Gelinler – Press Dionysus adresinden edinebilirsiniz (info@pressdionysus.com).

 


Göçmenlikte orta yaş krizi

1 comment

04 September 2025

 Göçmenler ekonomik anlamda tam rahata erdikleri ve bulundukları ülkeye uyum sağladıkları bir dönemde kendilerini sorgulama sürecine girebilirler.



Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com

Göçün ilk yıllarında ekonomik, sosyal ve kültürel birçok sorunla boğuşan kişi yaşama dört elle sarılabilir. Bu biraz da mecburiyetin verdiği direngenliktir. Bir görüşmeci şöyle açıklamıştı bu durumu: “o kadar yoğun çalışıyordum ve o kadar yalnızdım ki ilk yıllarda hasta olmaya bile cesaret edemedim!”

GÖÇMENLİKTE ORTA YAŞ KRİZİ

Göçün ilk yıllarında çile çekeceğini bile bile yola çıkan göçmen önüne çıkan zorluklar karşısında bildiği örneklerden cesaret alarak kendisini bu günlerin geçici olduğuna ikna etmekte, bu da onda hayata tutunma konusunda bir kararlılık ve direnç oluşturmaktadır. Bu yüzden çoğu görüşmeci yıllar sonra “şimdi geri dönüp baktığımda o zor koşullarda beni ne ayakta tutmuş, merak ediyorum” diye sormadan edemez.

Benim “göçmenlikte orta yaş krizi” olarak tanımladığım durum ise tam da kişinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşıladığı noktada başlıyor. Bunu Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisiyle de açıklayabiliriz. Artık fizyolojik, güvenlik, sosyal gibi ihtiyaçlar karşılansa da değer verilme ve kendini gerçekleştirme konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Ne de olsa göçün ilk yıllarında hayatta kalma mücadelesi vermekten, ekonomik problemlerle ve uyum sorunlarıyla boğuşmaktan kendi içine ayna tutmak için vakit bulamamıştır kahramanımız. 



"NEŞE KARABÖCEK DİNLEMEYE BAŞLADIM"

 İşler tam anlamıyla yoluna girdiğinde ise derin bir sorgulama süreci başlayabilir. Bu da kendi kültüründen insanlarla daha fazla sosyalleşmek, daha fazla kendi memleketine ilişkin filmler, diziler izlemek, şarkılar dinlemek, memleketi daha fazla ziyaret etmek şeklinde tezahür edebilir. 

Bir görüşmeci bu bakımdan kendisinde gözlemlediği değişim sürecini şu şekilde ifade etmekteydi: “Türkiye’deyken hiç dizi izlemiyordum. Dizi izlemeye başladım. Yabancı müzik dinliyordum. Burada birdenbire Neşe Karaböcek dinlemeye başladım.”



"TÜRKİYE'Yİ ÇOK ÖZLEMEYE BAŞLADIM"

Londra’nın kültürel hayatını son derece renkli ve hareketli bulan, bir başka görüşmeci ise son yıllarda benzer bir değişim içine girdiğini ifade etmektedir: “Türkiye’yi çok özlemeye, oturup her gün Türk haberlerine bakmaya ve Türkiye politikasını takip etmeye başladım. Müzik dinlemeye, dizi seyretmeye başladım. Ara sıra film seyrediyorum Yeşilçam’ın eski dönem filmlerini. Oturup Hababam Sınıfı izliyoruz. Türk dizisi izlemeye başladığımı söylemeye utanırım, çünkü hep dalga geçerdim herkesle. Neden bilmiyorum. Bunlar son iki seneden beri böyle…”

KÖKLERE DÖNME

Bu dönemde, “köklere dönme” duygusuyla kişi birdenbire kendi kültürüne daha fazla ilgi duyar ve arkadaş çevresini de topluluk üyelerinden seçmeye başlar. Oysa göçün ilk döneminin ardından kendi toplumundan biraz uzaklaşma kararı alan da aynı kişidir. Bu sefer yıllar sonra yeniden “yuvaya dönüş” yaşanır. 

Yine bir görüşmeciye kulak verelim: “Bir ara arkadaşlarım hep İngiliz’di. Özellikle ben onun için uğraştım. Şunu fark ettim yaşım ilerledikçe Türklere dönmeye başladım ve şu anda en yakın arkadaşların kimler dersen, Türkler derim sana. (…) Bir anda bir özlem başladı. Ölüp gideceğim ama ailemi, dostlarımı göremiyorum. Onlarla vakit geçirmek istiyorum. Aynı dönemde anneannemi kaybettim. O kadar üst üste geldi ki.”


SUÇLULUK DUYGUSU

Göçmenlikte orta yaş krizinin bir başka görünümü ise kişinin kendisini suçlu hissetmesidir. Bu suçluluk duygusu “acaba kendi hayatımı heba mı ettim?” korkusundan beslendiği gibi Türkiye’de bırakılan aile bireyleriyle, tanıdıklarla yakından ilgilenememe kaygısıyla da dışa vurulabilir. İlkinde her şeye geç kalındığı, artık trenin kaçtığı kaygısı yaşanır, ikincisinde ise "ailemi yalnız bıraktım" kaygısı. Bu ruh halinin neticesinde ani geri dönüş kararları alınması sıkça rastlanılan bir durumdur. Bu karar çoğu zaman hayata geçirilemese bile göçmenin zihninde ve dilinde hep yankısını bulur. Öte yandan, göçmenlikte orta yaş krizi kendini yeniden bulmak ve yaratmak için bir imkândır aslında. Bu imkânı bilinci ölçüsünde zorlayarak kişinin hayatında yeni bir sayfa açması, kendini gerçekleştirme yönünde esaslı adımlar atması da mümkündür.


👉Kaynak: Tuncay Bilecen, Politik Sığınmacılardan Ankara Anlaşmalılara: Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler

 


Ressam Metin Şenergüç'ün aforizmalarından ve çizimlerinden oluşan kitabı yayımlandı

No comments

02 September 2025

15 Aralık 2018’de genç yaşta aramızdan ayrılan ressam Metin Şenergüç’ün sanata ve yaşama dair aforizmalarının ve çizimlerinin yer aldığı “Orizonun Ötesi” adını taşıyan kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından yayımlandı. 

 





15 Aralık 2018’de Londra’da bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybeden ressam Metin Şenergüç, 19 Kasım 1960’da İzmir’de doğmuş, daha lise yıllarında politikayla tanışmıştı. 12 Eylül döneminde iki yıl hapis yatan Şenergüç, kaçak yollardan Yunanistan’a gitmişti. Burada beş yıl politik sürgün olarak yaşadıktan sonra 1987’de Brüksel’e yerleşen, ancak burayı çok muhafazakâr bularak tekrar Yunanistan’a geri dönen Şenergüç, Yunanistan’ın ardından Almanya ve nihayet İngiltere’ye gelmişti.

Kuzey Londra’da yaşamaya başlayan Metin Şenergüç 1994’te Camberwell School of Art’ta resim bölümünde eğitim görmeye başladı. 1998’de ise St.Martins School of Art’ta ise masterını tamamlayan ve sanata ilişkin düşüncelerini Londra merkezli Açık Gazete’deki köşesinde paylaşan ressam, “Bazen okuyup yazıyorum, sonra geri çekilip resim yapmaya başlıyorum. Yazmak da yaratıcı sürecin bir parçası benim için” diyordu.


Orizonunn Ötesi kitabında Şenergüç'ün onlarca çizimine aforizmaları eşlik ediyor


Metin Şenergüç’ün sağlığında çıkaramadığı kitabını arkadaşları Sümer Erek, Mehmet Taş ve Rıfat Güler Londra merkezli yayınevi Press Dionysus aracılığıyla geçtiğimiz günlerde yayımladılar. Kitabın giriş yazısında Erek, Taş ve Güler şunları söylüyor: “Ölüm, bir sanatçımızı, bir sanat düşünürümüzü ve özgürlük savaşçısı bir yoldaşımızı aramızdan aldı gitti. Ölüme inat onu eserlerinde ve kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.”

Büyük boy ve ciltli olarak yayımlanan kitapta Şenergüç’ün karakteristiğini yansıtan onlarca renkli ve siyah-beyaz çiziminin yanı sıra yazarın; sanata, yaşama ve insanlığa ilişkin aforizmaları da yer alıyor.




Orizonun Ötesi, "Kenar Notları" ya da bir "selfie"

                                



* Bu yazı ilk defa 4 Aralık 2023 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/kultur-sanat/ressam-metin-senerguc-eserleriyle-anilacak.html


ABD'nin sınır dışı ettiği göçmenler Ruanda'ya ulaştı

No comments

01 September 2025

ABD ile Ruanda arasında yapılan tartışmalı sınır dışı anlaşması kapsamında ilk grup göçmen Ruanda’ya ulaştı. 



Göçmen karşıtlarının Ruanda sevdası bitmiyor. Ruanda daha önce de 2022’de İngiltere ile benzer bir anlaşma yapmış, ancak bu plan İngiltere’de hükümet değişikliğiyle iptal edilmişti.

Ruanda hükümet sözcüsü Yolande Makolo’nun açıklamasına göre, ABD’den gönderilen yedi kişi ağustos ortasında Kigali’ye geldi. Bu kişilerden üçü kendi ülkelerine dönmek isterken, dördü Ruanda’da kalıp yeni bir yaşam kurmayı tercih etti.

Ruanda, 5 Ağustos’ta yaptığı duyuruda ABD’den 250 kişiye kadar kabul edebileceğini, ancak her bir başvuruyu tek tek onaylama hakkına sahip olacağını açıklamıştı. İlk gelenlerin, uluslararası bir kuruluş tarafından sağlanan konaklama imkanına yerleştirildiği ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM) ile Ruanda sosyal hizmet birimlerinin ihtiyaç tespitinde bulunduğu bildirildi.

Makolo, anlaşmanın Ruanda’nın kendi göç ve mülteci deneyimlerinden kaynaklandığını söylese de, yerel aktivistler bu adımın esasen ekonomik ve siyasi çıkarlarla bağlantılı olduğunu ifade ediyor. Anlaşmanın, Ruanda’nın hem maddi gelir elde etmesini sağladığı hem de Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki (DKC) barış görüşmelerinde Kigali’ye avantaj kazandırdığı öne sürülüyor.

Trump yönetimi ise üçüncü ülke anlaşmalarını, bazı devletlerin kendi vatandaşlarını kabul etmeyi reddetmesi nedeniyle gerekli gördüğünü savunuyor. 

Kaynak: The Guardian

Göçmen karşıtı gösteriler Avustralya’nın gündeminde

No comments

31 August 2025

Avustralya’da hafta sonu Sydney, Melbourne ve Adelaide başta olmak üzere birçok şehirde binlerce kişi göçmen karşıtı sloganlarla sokaklara çıktı.





Yetkililer, “March for Australia” adı verilen eylemleri “nefret yaymak” ve “toplumsal birlikteliği tehdit etmek” olarak nitelendirirken, hükümetten sert tepkiler geldi. Sydney’de yaklaşık 8 bin kişinin toplandığı mitinglerde geniş güvenlik önlemleri alınmasına rağmen ciddi bir olay yaşanmadığı belirtildi.

Melbourne’de ise durum daha gergindi. Göçmen karşıtı eylemciler, aynı gün yapılan Filistin yanlısı mitingle karşı karşıya geldi ve bazı noktalarda arbede yaşandı. Parlamentonun merdivenlerinde konuşanlar arasında, neo-Nazi kimliğiyle bilinen Thomas Sewell’in bulunması ise tartışmaları alevlendirdi. Adelaide’de de yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı yürüyüş ve karşı gösteriler büyük ilgi gördü.

Yürüyüşlere aşırı sağ görüşlü isimlerin yanı sıra bazı muhalefet politikacıları da destek verdi. One Nation senatörü Pauline Hanson ve federal milletvekili Bob Katter mitinglerde yer aldı. Gösterilerde taşınan bazı pankartlar ise endişe yarattı. Bunlardan biri, geçtiğimiz günlerde iki polisi öldürmekle suçlanan “egemen yurttaş” hareketinden Dezi Freeman’a destek mesajı içeriyordu.

Hükümet kanadından gelen açıklamalarda, bu tür eylemlerin Avustralya’nın modern değerlerine aykırı olduğu vurgulandı. İçişleri Bakanı Tony Burke, “Toplumsal uyumu zedeleyen, insanları bölmeye çalışanlara bu ülkede yer yok” derken, Çok Kültürlülük Bakanı Dr. Anne Aly de göçmen topluluklara destek mesajı vererek “Bu tür ırkçı hareketler Avustralya’da barınamaz” ifadelerini kullandı.

Gösterileri organize eden grup ise kitlesel göçün kültürden ekonomiye birçok alanda ülkeye zarar verdiğini iddia ediyor. Ancak hükümet ve sivil toplum kuruluşları, bu tür hareketlerin aslında yalnızca ayrımcılığı ve toplumsal kutuplaşmayı körüklediğini belirtiyor. Avustralya’da son dönemde yükselen aşırı sağcı hareketler ve buna karşı alınan yasal önlemler, ülkenin demokrasi ve birlik anlayışını koruma konusundaki kararlılığını öne çıkarıyor.

 

Kaynak: BBC

 

Göçmenler ve “Bodyshaming”

1 comment

29 August 2025

Ramazan Yaylalı

“Görünmenin” o dayanılmaz ağırlığı!


Alman haftalık gazetesi “Die Zeit” yine ilginç bir söyleşiye sayfasında yer vermiş. Söyleşinin merkezinde Ortadoğu kökenli üç göçmen genç kadın var:  Özlem, Nika ve Yasemin'e mahrem bir konu üzerinde fikirleri sorulmuş. Söyleşinin konusu, söyleşiye katılan ve Almanya'da yaşayan bu Ortadoğulu genç kadınların, çok ilginç bir nedenden ötürü kendilerini dışlanmış olarak görmesi. https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht[1]




Konuyu biraz daha açarsak; üç genç göçmen kadın, sahip oldukları vücut tüyleri -evet yanlış okumadınız- kara tüyleri yüzünden Alman toplumunda kendilerini dışlanmış hissettiklerini iddia ediyorlar.

Anlattıklarından son derece seküler ve modern bir hayat tarzına sahip olduklarını düşündüğümüz üç genç kadının, esmer tüyleri yüzünden ötekileştirilmeleri küçük ve ironik bir mesele gibi görülse de anlaşılan “Die Zeit” için durum pek de öyle değil.



Söyleşinin tümünü bu yazıda özetlemek mümkün olmadığı için söyleşiye katılan üç kadından biri olan İran asıllı Nika'nın anlattıklarına bir göz atalım. Nika söyleşide özetle şunları dile getiriyor. Orta okulda aşık olduğu Alman bir sınıf arkadaşının ona yaklaşarak bıyıklarının olduğunu söylemesi Nika'yı şok etmiş. O an gülüp geçmiş Nika, ancak okuldan sonra hemen annesiyle birlikte kozmetik ürünler satılan bir dükkâna gidip, kadınlar için üretilen tıraş bıçağını almış ve yüzündeki kara tüyleri yok etmeye çalışmış.

Tabii olay bununla da bitmemiş, Nika o günden itibaren vücut tüylerini düzenli olarak almaya başlamış ve mümkün olduğunca erkeklerle yan yana oturmamaya karar vermiş. Vücut tüylerini almaya üşendiği bazı günlerde ise kapalı uzun elbiseler giyerek vücut tüylerini kamufle etmeye çalışmış.

Yine bir yaz döneminde, annesiyle birlikte İran'a; yani memleketine gittiğinde, orada yaşayan kuzenlerinin de tıpkı kendisi gibi siyah tüylere sahip olduğunu fark etmiş, fakat bu konuda kuzenlerinin hiç bir komplekslerinin olmadığını, ayrıca bu durumun toplum içinde itici bir unsur ve kusur olarak görülmediğini fark edince çok şaşırmış. 

Gel zaman git zaman Nika bu gerçeği kabullenmiş ve içinde yaşadığı Alman toplumuna inat tüyleriyle, daha doğrusu bedeniyle barışık olmayı öğrenmiş. Hatta işi o kadar ileriye götürmüş ki, “Only Fans"te çıplak tüylü vücudunu sergilemeye kadar ileri gitmiş. Bu resimlerin altına yapılan yorumlar genellikle vücut tüylerini alması doğrultusunda oldukça sert ve onur kırıcı oluyormuş ama Nika mümkün olduğu kadar yorumlara aldırmamaya çalışmış. 

Daha sonrasında bu provokatif sergileme olayına başka bir mecrada;  Instragam'da devam etmiş. Kendini takip eden kitleyi provoke etmek adına tüylü kıllı çıplak fotoğraflarını eklemeye devam etmiş. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi resimlerin altına yapılan yorumlar artık o kadar sert ve iğrenç bir hale gelmiş ki, sonunda Nika bütün bu baskı ve sözlü şiddete dayanamayıp tüylü çıplak fotoğraflarını Instagram sayfasından silmiş. 

Ergenlik döneminde yaşadığı bu olaylardan sonra,  yani uzun zamanlar sonra, Nika vücut tüylerini tekrar almamaya karar vermiş ve herkese inat resimlerini yine aynı şekilde sosyal medyada yayınlamaya devam etmiş. Gittiği ortamlarda insanların ona tuhaf tuhaf bakmalarına artık aldırmadan kendini bu duruma alıştırmaya çalışmış. Toplumun onun hakkında ne düşündüğünü artık ciddiye almamayı öğrenmiş ve gerçek anlamda kendisi gibi olmayı, yani etnik kimliğinin bir parçası olan esmer bedeni ve tüyleriyle, toplumun ona dayattığı kalıplara sığmamak için bugüne dek savaşmaya devam etmiş.

Lookism

Nika'nın ve Nika gibi Ortadoğulu göçmenlerin etnik kimliklerinin somut simgesel parçası olan görünüşleri üzerinden yaşadığı ötekileştirme istisnai bir durum değil. Sahip olduğunuz görünüm ya da suret, size benzemeyen başka bir toplumda hangi etnik gruba ait olduğunuzu oldukça kolay deşifre eden bir etkendir. 

Dolayısıyla öteki ile karşılaşmada, ilk bakışta, göçmenlerin sahip oldukları kimliğin tarihsel bir parçası olan suretleri üzerinden hızlıca bir kategori (ve genellikle negatif bir şekilde) içine yerleştirilmeleri çok olağan bir durum haline geliyor -özellikle de Avrupa'da yaşayan Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenler için.- Yani burada “bodyshaming”in bir tür etnik-göçmenlik versiyonu ile karşı karşıyayızdır aslında.

“Suret” üzerinden sahip olduğunuz kimlik, hangi simgesel dünyaya ya da toplumsal değere işaret ediyorsa ona göre ya pozitif ya da negatif bir önyargı oluşturabilir. Eğer ortalama beyaz bir Avrupalı suretine sahipseniz,  bu yargılama ya da kategorileştirme pozitif bir yönde de tezahür edebilir. Sarı saçlı mavi gözlü Batılı birini anımsatıyorsanız bu negatif yargılamadan muaf kalma olasılığınız yüksek olabilir - en azından bir süre için-. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra mavi gözlü sarı saçlı mültecilerin Avrupa'da daha çok arzulandığını hatırlayalım.

Nika'nın sahip olduğu etnik-görünüm yüzünden kendisinin öteki tarafından negatif bir kategori içine sokulması sadece göçmenleri rahatsız eden bir mesele değil, daha doğrusu sadece göçmenlikle ilgili bir olgu değil. Çağımızda “görünüyorum, öyleyse varım” paradigmasının toplumsal kabulünden bu yana “nasıl göründüğümüz” toplumsal kimliği aşan benliğin bir parçası haline geldi.



Lookism çağında örneğin; obezite bir birey “bodyshaming” gerçekliği altında toplum içinde disiplinsiz, sağlıksız ve başarısız olarak kategorileştirilmesine neden olabiliyor.

Çünkü sahip olduğunuz imge; yani yaşadığınız toplumun standartları dışında kalıyorsa (obez olmanız, fit bir vücuda sahip olmamanız, belli bir güzellik standardına –“Schönheitsideale”- sahip olmamanız), uğrayacağınız ayrımcılık en az siyahi bir göçmenin ten renginden dolayı  yaşadığı ayrımcılık kadar sert ve şiddetli olabiliyor. 

Zira literatürde son elli yıldır oldukça geniş bir yer kaplayan ve "İdeal Beden/Güzelik/Bodyshaming/Selfoptimization" gibi olgular üzerine yapılan çok sayıdaki sosyolojik tez ve araştırmalara bakıldığında; bu meselenin öyle çok hafife alınmayacak bir mesele olduğuna kolaylıkla ikna olabilirsiniz. Dış görünüşün toplum içinde nasıl önyargılı bir algıya yol açtığına dair çok sayıda araştırma söz konusu. 

Bahsi geçen araştırmalara bir örnek olarak; Alman ulusal Kanalı SWR bu konuyu "Body-Shaming“[2] başlığı altında elle alırken, Almanya'da belli bir standart-beden ölçüse sahip olmayan Almanların toplum tarafından dışlandığını iddia ediyor. SWR'nin iddiasına göre "obez bir bedene sahip olmak" genellikle Alman toplumunda tembellik, sağlıksız beslenme alışkanlıkları, karakter zayıflığı veya disiplin eksikliği ile eş anlamlı tutuluyor.

Arama motoru Google'a “Bodyshaming” yazdığınızda buna benzer pek çok akademik ve basında çıkmış makale ile karşılaşırsınız.

Kısacası, sahip olduğumuz görüntü postmodern bir dünyada benliğimizin artık çok önemli bir parçası. Bu gerçeklik altında "Beden/Görünüm" ya da "Suret" basit bir biyolojik nesneden çok postmodern bireyin kimliğinin parçası haline geliyor, tıpkı etnik ya da ideolojik kimlik gibi belli bir “Suret-İmgesinin” dolayımlı bir yoldan; yani söylemler üzerinden yeni bir “öznellik” dayattığı kesin.

Çünkü suret nesnel bir olgu olarak göz ile temas girdiği an yani bakışın çemberine girdiği an zihinde önceden yerleşik imgelerle özdeşleştirilerek nesnellikten öznelliğin bir parçası haline gelir. Yani görünüş ve onun yansıttığı ilk izlenim algıyla ilgilidir. Görünen neyse algı ona göre şekil alır, en azından ilk etapta.

Göçmen birey taşıdığı bu imge yüzünden büyük Metropollerde bile anonim olamıyor, birey ise hiç olamıyor. O hep ötekinin bakışında beli bir sosyolojik kategori olarak damgalanmaya yazgılıdır.

Çünkü öteki ile derinden, yani öznel ilişki kurmak pek mümkün değildir. Herkesin anonim olduğu bir eko-sistemde iç dünyanızı analiz edecek ne zaman ne de mekan var olur, dolasıyla; görünen ne ise “gerçek” odur. Göçmenler ve toplumun arzuladığı belli bir ideal-imge çerçevesine girmeyen her birey bu önyargısal şiddete maruz kalır. 

Bazen metroya binerken, çok kısa bir iş için resmi bir daireye girerken, sokaklarda yürürken, daha önce gitmediğiniz bir kafeye girerken bile başınıza gelebilir.

Öyle ya, Berlin'de geleneksel bir “Gasthaus”a adımını atan siyahi bir gencin, sarışın mavi gözlü Alman garsonun beyninde ilk bakışta nasıl bir yargı oluşturduğunu tahmin etmek her halde çok zor olması gerek. Aynı şey tersi için de geçerli tabi.

Ve yine standartların üstünde ya da aşağısında bir beden (aşırı kilolu, obez) ölçüsüne sahip olan herhangi bir insanın tıpkı yukarıda değinildiği gibi ilk bakışta sağlıksız, tembel ve disiplinsiz olarak öteki tarafından nitelendirilmesi aynı mekanizmayı, yani beden üzerinde bir yargıyı; öteki hakkında negatif ya da pozitif bir fikri tetikler.

Yine çok güzel bir fiziğe sahip olan genç bir kadının ya da erkeğin, örneğin bir iş görüşmesine başvuru yapan diğer rakiplerine göre işe alınma olasılığının daha yüksek olmasının ana nedeni ötekinde yarattığı bu pozitif algı değil midir? Bu konuda sosyolog Catherine Hakim’in çalışmalarına bakılabilir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; postmodern bir dünyada görselliğin ve görünüşün sosyal statü açısından temel alınması, hem göçmenlerin hem de ortalamanın dışında görünüşe sahip olan İnsanların hayatlarında çok önemli bir yer kaplıyor. Anlaşılan o ki, “görünüyorum, öyleyse varım” paradigması uzun bir süre yaşamlarımızda yerini koruyacak gibi ...


Ramazan Yaylalı'nın tüm yazılarını okumak için tıklayın
http://www.bisikletligazete.com/search?q=Ramazan+Yaylal%C4%B1

[1] https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht

 

[2] https://www.swr.de/swr2/wissen/body-shaming-wie-dicke-menschen-diskriminiert-werden-104.html

 ......

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan