Das Erotische Kapital IV
Geçen seferki yazımda, evli çiftlerimizin nikâh öncesi ve sonrası hikâyelerini, biraz da kasaba ahalisi ile ilişkilerindeki psikolojik şiddet meselesini ele almıştık . Bu son bölümde ise, çiftlerimize kasaba ahalisi tarafından uygulanan “mobbingin” dışında devletle girdikleri mücadelelerine değinmek istiyorum.
Ramazan Yaylalı
Baskı bu sefer devletin aygıtları tarafından yapılıyordu, çünkü prenslerin ve kraliçelerin yaptıkları resmî evliliklerin “gerçek” yani sahici duygularla gerçekleştiğine yabancılar polisi şüpheyle bakıyordu. Avusturya devletinin şüphelerinin aslında haklı bir yanı da vardı çünkü bu şüphelerin dayandığı bazı somut vakalar vardı. Dilerseniz bu konuyu gerilerden, taa 90lı yıllardan ele alıp, meseleye biraz daha derinden bakalım.
İş o kadar ilerlemişti ki piyasası bile oluşmuştu. Tabi bu durumun Avusturya yabancılar polisinin gözünden kaçması mümkün değildi ve böyle evlilikler incelemeye alınıyordu. Kısacası, prenslerimiz için resmî anlamda evli olmak yabancılar polisi için yeterli bir koşul değildi. Çiftlerimizin bu evliliklerin sahte olmadıklarını, çok samimi duygularla evlendiklerini kanıtlamalarını istiyorlardı. Ve bu durum çiftlerimiz için çok zorlu bir test demekti.
Resmî olarak evliliklerin ikinci ayına giren çiftlerimizi sabahın erken saatlerinde büyük bir sürpriz bekliyordu. Devlet polisiyle, jandarmasıyla evlerine şafak baskını yapıyordu. Polis bütün odalara girip çıkıyordu, çiftlerimiz ise büyük bir şok içinde olanları anlamaya çalışıyordu. Polis savcılıktan aldığı arama izni belgesiyle rahatça en mahrem alanlara, yani çiftlerimizin yatak odalarına kadar girip aramalar yapabiliyordu.
Bu aramalar sırasında, kraliçeler polise sert tepki gösteriyor, bunun mahrem alanlarına hukuksuz bir şekilde girmek olduğunu söyleyerek güvenlik güçlerini engellemeye çalışıyordu. Fakat yabancılar polisinden bir amir, kendilerinin savcılıktan arama izni aldıklarını tekrar ederek, hiç umursamadan aramalarına devam ediyordu.
Yarım saat aramadan sonra polis, çiftleri ayrı odalara götürerek, çapraz sorguya alıyordu. Sorguda sorulanlar genellikle ilişkileri hakkındaydı. Örneğin, nasıl tanıştıkları, ne zamandan beri beraber oldukları, hatta bazen, daha da ileri giderek, mahremlerine dair sorular da soruluyordu. Örneğin, haftada kaç kez cinsel ilişkiye girdikleri, hangi cinsel fantezileri arzu ettikleri gibi sorularla ayrı ayrı karşılaşıyordu çiftlerimiz. Verilen cevapları karşılaştırarak bu evliliğin sahte mi yoksa samimi duygular çerçevesinde mi geliştiğini öğrenmek istiyordu polis.
Tavanda çiğ köfte: polis artık ikna olmuştu!!!
Çiftlerimiz bütün sorulara düzgün ve doğru bir şekilde cevap vermelerine rağmen, polisler onların gerçekten samimi duygular içinde bir ilişkide olduklarına tam olarak ikna olamıyordu. Saatler geçtikçe kraliçe geriliyordu ve prensimiz de onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
Prensimiz Saho bir an o kadar daraldı ki, hemen yan odada duran bağlamasını alıp polislere bakarak isyankar bir türkü ile adeta bütün öfkesini dile getiriyordu:
Gah çıkarım bara
Seyrederim alemi
Gah inerim piste
Seyreder alem beni
Haydar haydar seyreder alem beni
sorgular polis beni
manitan ile hoş musun
Hoş olayım olmayayım
O schatzi benim kime ne
Haydar haydar o darling benim kime ne?!
Tabi polis bu bağlamalı itirazdan pek bir şey anlamamıştı, ve kaldıkları yerden devam ediyorlardı aramalarına.
Tam o sırada aniden kraliçenin aklına zekice bir fikir geldi. Kraliçe polislerden bir tanesini mutfağa götürüp buzluktaki on kg civarındaki kıymayı ve Urfa’ dan getirilmiş isot biberini gösterdi. Polis şaşkınlıkla kraliçeye bakıp, bunun ne anlama geldiğini sordu, kraliçe ise bu kadar kıymayı Almanların tek başlarına yeme kültürlerinin olmadığını belirterek, kıymayı sevgilisinin haftada iki kez çiğ köfte yapmak için kullandığını söyleyerek kendisinin ve sevgilisinin gerçek bir çift olduklarını; aynı evde beraber yaşadıklarını kanıtlamaya çalışıyordu.
O da yetmeyip, polisten tavana bakmasını rica etti kraliçe Elizabeth, polis yine şaşkınlıkla kraliçenin dediği gibi tavana baktı ve “ee??” der gibi bir ifadeyle kraliçeye döndü, kraliçe de polise dönüp; “bunlar çiğ köfte lekesi”, dedi. Polis yine kraliçenin ne demek istediğini tam anlamadı, kraliçe söze devam etti; “bunlar Ortadoğu kültürüne ait simgeler, Ortadoğulular çiğ köfte yoğurdukları zaman bir parçasını alıp tavana atarlar, eğer o çiğ köfte parçası tavana yapışırsa, bu artık çiğ köftenin yeme kıvamına geldiğini gösterir”, dedi. Polisin bugüne kadar hiç duymadığı bir şeydi bu, polisin şaşkınlığı halen devam ederken, cep telefonundan Türkiye’deki çiğ köfte partilerinden, tavana köfteyi atma gösterilerini göstererek yalan söylemediğini kanıtlamaya çalışıyordu. En sonunda polisler, bütün bu kanıtlardan sonra, gerçekten ikna olmuşlardı ve hızlıca evi terk edip, çiftimizi kendi hallerine bıraktılar.
Gençlerimiz yoğun bir mücadelenin sonunda resmî olarak Avusturya vatandaşlığına hak kazanmıştı. Böylelikle Avusturya nüfusuna beş vatandaş daha eklenmişti. Bundan böyle, gençlerimiz rahatça, hiçbir bürokratik engele takılmadan, özgürce, Alp Dağları ovasında ceylanlar gibi zıplayabilirlerdi. Bunun için verilen mücadele harbiden filmlere konu olacak düzeydeydi ama hayat dediğin biraz da böyle bir şey değil mi? Coğrafyanın kader olduğu bu dünyada mücadelenin meşruiyetini de anlamak gerek. Bouerdieu’ nun “kapitaller arası geciş” dediği şey tam da bu değil miydi zaten? Herkes bu hayatta yenilmemek adına sahip olduğu tüm sermayesini ortaya koyup savaşmıyor muydu? İşte gençlerimiz de hayat denilen bu yolda sahip oldukları tek sermaye olan “Erotik-Kapital” sayesinde hayatlarını ve geleceklerini garanti altına almaya çalıştılar. Hikâyenin özeti bu.
10 yıl sonra …
Bu yoğun mücadeleden on yıl sonra artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Beş gencimiz yani; Ökkeş, Appas, Vakkas, Saho, Memo farklı yollar seçerek hayatlarının geri kalanını farklı bir şekilde yaşamaya başladılar. Dilerseniz tek tek her bir gencimizin on sene sonra neler yaptıklarına bakalım:
Ökkeş’in kraliçesi domuz gribinden hayatını kaybetti. Kraliçe mirasın yüzde doksanını Ökkeş’e, kalan yüzde onunu da çocuklarına bıraktı. Mirastan kalan büyük servetle Schiwago Bar’ı satın aldı. Yıllar önce mülteci olarak salsa dans yaptığı lokali satın aldı; bu gerçekten büyük bir zaferdi.
Şaho:
Şaho kısa bir zaman sonra eşinden ayrıldı. Birkaç ticari denemeden sonra bir Coaching-akademisi açtı. Bu akademide yeni gelen mültecilere “Coaching” yapmaya çalıştı, tecrübelerini ücret karşılığında yeni gelmiş genç göçmenlerle paylaştı. Bir süre sonra düğün salonu açtı. İşleri gayet tıkırında gitmeye devam ediyor.
Abbas:
Eşini yani Elizebezhi en iyi arkadaşı olan Maria ile aldaltıktan sonra kayıplara karıştı. Hâlâ nerde olduğu bilinmiyor.
Vakkas:
Schiwago’nun önünde bir dönerci standı açtı, geceleri açık olan tezgâh gayet iyi iş yapıyordu. Sonra köyden teyze kızıyla evlendi. Arada işten sonra, eski günlerin hatırına, geç saatlerde Schwigo’da salsa şovu yapmaya devam ediyor.
Memmo:
Salsa dans kursu açtı, ayrıca büyük bir dans okulunda kedine ait bir dans türü olan HALSA’yı (Halay + Salsa) noterde tasdikletip dünya dans literatürüne imzasını attı.
Yılda iki kere salsa olimpiyatlarına muhakkak katılır. Dünyanın neresinde olursa olsun, muhakkak orda hünerlerini gösterir.
Bir erotik sermayenin sonuna geldik; ilerde daha farklı hikâyelerde buluşmak umuduyla şimdilik hoşça kalın.
Not: Bu arada hikâyelerde geçen karakterler tamamıyla
kurgudur.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder