Kahtalı Niçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kahtalı Niçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Boğaziçili profesöre Viyana’da “Yozgat” dayağı

Hiç yorum yok

11 Ekim 2024

Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız. 






Ramazan Yaylalı   

Editör: Fatoş Gül Özen

Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde  sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.

Bu travmatik sarsılma, bizi kendi benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz “kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.

Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.


Fakat bazı durumlarda bu karşılıklı tanıma süreci tek taraflı yani asimetrik gelişir çünkü “öteki” ukala bir karaktere bürünür ve sizi “öznel bir kategorinin” içine hapsederek söylemlerle kuşatır. Yani biraz da istatiksel bakarak ortalamayı alır ve onun üzerinden kurgusunu temellendirir. Bu aslında evrensel bir eylem biçimi olduğu kadar insana dairdir bir durumdur, çünkü olguları tek tek ayıklayıp analiz etmek zahmetli bir iştir. Zihnimiz işin kolayına kaçmayı, üst bir perdeden ikili kategorilere (iyi/kötü gibi) bölüp mührü vurmayı daha çok sever. Bu sadece öteki için değil bizim için de geçerli bir kuraldır aslında.

Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu fark ederiz ve  bu “pozisyon” pozitif olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz. Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir deneyimdir. 

Dilerseniz yukarıdaki önermelerle örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:



Do you want a Shish Kebap?

Hikâye Avusturya’nın başkenti Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde;  Viyana Üniversitesi’nde sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru gelmesini umut ederek  siparişlerimizi vermek istiyoruz.

Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı, birbirimize bakarak teyit ediyoruz.



 “Visibility’nin” dayattığı zoraki “eşitlik!”

Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor. Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım. Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın 10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.

 Habsburglar Anton’u, Anton ise biz ‘Kanakeleri’[1] dövüyordu

Yaşanan hadiseye geri dönersek, garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı” olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil. Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat kendisinden dinlemiştim.

Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak istiyordu.

Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.” Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist yaralanmaya yol açtığı kesindi.



 Derde derman üç bakış, üç alkış

Yaklaşık bir iki saat kafede oturup sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.

İnsan öteki ile var olan, dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:

“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn

Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]

[Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım nerede diye haykırmış]

 

Efendinden kaçış yok gibi

Hocamız altı ay sonra tekrar memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana” dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar, yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.

Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:

“Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”

 

 

 


[1] Kanaken: Argoda Türkiyeli Göçmen

[2] Sivan Perer  Xewna Min“ Albümü, 1991

[3] http://www.cinedergi.com/2021/11/15/her-sey-dahil-mi/

Elimde “Erotik Kapitalim" vardı onu verdim neyleyim!

Hiç yorum yok

18 Mart 2023

 





Ramazan Yaylalı

 

Das Erotik Kapital - 1

2000’lerin başı…

Türkiye’de yine çok sert bir ekonomik krizin yaşandığı dönem…

Her ekonomik krizden sonra artan işsizlik ve yoksulluk genç nesli daha çok etkilediği için, nüfusun bir bölümü yurtdışına, yani refah seviyesi yüksek ülkelere göç eder.

Yine böyle bir dönemde, Avrupa’ya doğru (illegal ya da legal olsun) çoğunluğu vasıfsız gençlerden oluşan bir göç akını başlamıştı. Bunlardan bir bölümü, refah seviyesi yüksek, küçük bir Avrupa ülkesi olan Avusturya’ya göç etmişlerdi. Fakat Avusturya’ya göç etmekle işler öyle hemen bitmiyordu. Avusturya devletinin yeni gelen göçmenler için oturum ve çalışma izni vermesi birçok bürokratik düzenlemelere tabi idi. Çalışma izninin ancak belli şartlarda verilmesi göçmenlerin işlerini çok zorlaştırıyordu.[1]

Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, yaşları 20 ile 30 arasında değişen, çoğu ilkokul ve ortaokul mezunu olan bu gençlerin, normal bir Avusturya vatandaşının sahip olduğu hukuksal haklara sahip olmaları için önlerinde tek bir yol vardı!  O yol da Avusturya vatandaşlığına sahip bir kadının gönlüne girmekten başka bir şey değildi. Yani resmî anlamda yapılacak bir evlilik bütün meseleyi kökünden çözüyordu.

Bu evlilikler sayesinde vatandaşlık bile alınabiliyordu. Fakat Almanca bilmemek, uluslararası bir dil olan İngilizceye de hakim olmamak çok sorun yaratıyordu, çünkü sonuçta romantik ilişki “gönül-dili” dışında ortak konuşulan bir “iletişim-dili” gerektiriyordu. Fakat sorun şu ki; gençler yeni geldikleri için tek kelime Almanca bilmiyorlardı; bu da, romantik iletişimin oluşmasına büyük bir engeldi.

Neyse uzun zaman sonra gençler, Almancalarını belli bir seviyeye getirmeyi başardılar (B2 Seviyesi); en azından gündelik sohbetleri yerine getirecek kadar ya da “short-talking” dediğimiz düzeyde konuşabiliyorlardı. Geriye kalan tek şey, gelecekleri için ellerinde “Eros’un-okuyla” ortamlara dalıp sarışın kadınların gönüllerini fethetmekti.



Fakat ortada üç temel sorun daha vardı:

1)    Eksik Modern Flört Deniyimi  (modern-flirting-experience)

2)    Ötekinin farklı “Habitus”u ve farklı kültürel kodlara sahip olmak

3)    Etno-Seksizm ve “Rassenschaende”[1]

 

1)    Eksik Modern-Flört-Deneyimi – bir pre-modern taşra şoku!

   Genellikle bütün hayatlarını, Anadolu’da kırsal bölgede geçirmiş bu insanlar, modern-flört ilişki türüne benzer bir ilişki tercübe edememişti. Klasik anlamda Yeşilçam filmlerinden gördükleri aşk sahneleri dışında kafalarında pek fazla fikir ve imge yoktu. En fazla  düğünde beğendikleri bir kızı, uzaktan bakışlarla etkiledikten sonra ikinci bir aşama olarak araya bazı aracıları sokup, kızın ailesi tarafından onayını alıp, ellerinde bir paket lokumla ertesi gün kızı istemeye gitme cinsinden  pre-modern flört bilgisine sahiptiler bu “taşralı” çocuklar.


Örneğin, İstanbul ya da İzmir gibi modern şehirlerde, üniversite ya da başka  sosyalleşme ortamlarında karşı cins ile tanışma, flört etme benzeri modern ilişki deneyimlerine (modern-flirting-experience) sahip olsalardı, Avrupa gibi son derece özgür ve modern bir dünyada bu tecrübelerini pozitif bir şekilde karşı cinsi etkileyerek kullanma şansına sahip olabilirlerdi. Hoşlandığı kıza,  Kahtalı Mıçe’den  türkü söyleyerek duygularını belirten taşralı Memo ile çekici bulduğu kadina Elvis Presleyl’den “Love You “diye seslenerek göz kırpan cihangirli Kaan aynı ülkenin vatandaşları olsalar bile aynı habitusu kesinlikle paylaşmıyorlardı. 
 


  






2) Ötekinin “habitus”u ve  kültürel kodları

 Farklı habituslara sahip olma meselesi sadece Türkiye’ye özgü bir unsur değil tabi ki. Her toplumda olduğu gibi Avusturya toplumu da ekonomik ve eğitim seviyesi olarak çeşitli sınıflara ayrılan bir ulus[2]. Alt/üst sınıf kültürü, şehir ve taşra kültürü gibi. Dolasıyla, gençlerimizin hangi sınıftan (potansiyel) partnerlerle ilişkiye girmeyi istediklerini bilmeleri de çok önemliydi.


Çünkü belli bir habitus içinde yapılanmış (costructed) kimlikler, davranış biçimleri, estetik anlayış, aksan... sosyal bir grup veya toplum tarafından içselleştirilmiş kodlardır. Kısacası, bir ülkenin kültürel sermayesini tanımak (erkennen)-Bourdieu’nun kavramlarıyla söylersek; ötekinin “Linguistic Capital[3] veya “Cultural-Capital”[4]ına sahip olmak- o topluma yeni yeni entegre olmaya çalışan bir  göçmen için oldukça önemli bir avantajdır. Bu kodları hızlıca öğrenen ve okuyan biri öteki ile (örneğin karşı cinsle) ilişki kurmakta asla zorlanamayacaktır, çünkü artık bütün algoritmaları ezbere bilmektedir. Fakat bu tür kültürel sermayeye ve  o kodları okuyacak bilgiye sahip değillerdi bizim gençler; deneyim ve birikim, çok hızlı bir şekilde elde edilecek (erwerben) bir şey değildi. Uzun yıllar alan bir süreç...


 3)    Etno-Seksizm

Diğer bir  sorun olan “ethno sexismus”a gelirsek; Alman bir kadınla başarılı bir romantik ilişki kurmak, müslüman orta-doğu erkeği için düşük bir olasılık olabilirdi çünkü “Rassenschande[5] (racial shame) ve “ethnoseximsus” [6] itiraf edilmese de, Avrupa toplumunun bilinçdışında tarihsel bir olgu olarak yerini almıştı.




“Etnoseksizm” Avrupa’da 11 Eylül 2001 saldırısının ardından giderek artmaya başladı. ”Orta-Doğulu-Erkek” kimliği Batı Avrupa’da radikal islam ve kadına dönük şiddetin bir simgesi haline geliyordu. Bu önyargılar aslında çok daha önce; Türklerin Almanya’ya göç etmesiyle ortaya çıkmaya başlamıştı. “Macho-erkek” ve geleneksel feodal değerlere sahip olan ilk nesil Türk göçmenlerin Almanların kafasında yarattığı “imge” çok olumsuzdu. Bu düşük-prestijli imaj (“symbolic-capital”) gençler için oyuna bir-sıfır yenik başlamak anlamına geliyordu. 

  Orient-Erotik-Kapital

 Yukarda bahsi geçen engelleri aşıp karsı cinsle flört ya da romantik ilişki kurmak, her ne kadar aşılması zor bir durum olarak görünse de, genç delikanlılarımız bu sorunu kendi stratejileriyle aşmaya kararlıydılar. Bunun için ellerinde tek bir silahları vardı; genç erotik kapital; Ahmet Kaya’nın da bir şarkısında söylediği gibi "Elimde gençliğim vardı onu verdim neyleyim.[7]" Doğru hedef kitlesini seçerek, rasyonel bir stratejiyle hedeflerine erotik[8] sermayeleri sayesinde ulaşabilirlerdi pekala.  Çünkü sahip oldukları tek sermaye olan bu “erotik kapital[9] sayesinde orta yaş üstü dul ve yalnız Avusturyalı kadınların gönlünü çalıp, bir evlilik prosedürü içinde hukuksal anlamda vatandaşlık statüsünün verdiği haklara sahip olabilirlerdi. Önemli bir diğer husus da, bu kadınların “yerli-aşk-pazarında” (domastic-love market) çok talep gören (arzu edilen) kadınlar olmamasıydı.

 

 

 Schiwago Dans Lokali: Şehvetli gecelerin cenneti!

Peki, nasıl ve nerede hedef seçilen kadınlarla tanışacaklardı? Malum, genç üniversitelilerin takıldığı ortamlar olmazdı, kim 18 yaşında gençliğinin baharında evlenmek ister ki?  Yahut soruyu şöyle soralım; kariyer yapmış, ekonomik durumu iyi, toplum içinde statüsü yüksek, kendine güveni tam, güzel bir Alman kadınla,  orta sınıf üstü, beyaz yakalıların takıldığı ortamlarda “A2 seviyesinde” Almancayla flört etmek ne kadar rasyonel bir strateji olabilirdi? Cinsel beraberlik olsa bile neden evlensin ki? Vardır belki istisnalar ama biliyoruz ki istisnalar kaideyi bozmuyor.

 Geriye yaşları 40’ı aşmış çocuklu ya da çocuksuz dul veya bekar, alt sınıf işlerde çalışan, şehrin biraz kenarında yaşayan, eğitim düzeyleriyle birlikte erotik kapitalleri son derece düşük ama kapı gibi AB pasaportuna (symbolic capital) sahip taşra kadınları kalıyordu. Peki, nerelerde takılırdı bu kadınlar, nasıl tanışılırdı bu kadınlarla? Bu tür ilişkiler için en uygun “Love Market” nerde olabilir? İşte burada devreye Schiwago Dans Lokali giriyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın:

👉Bisikletli Gazete: Taşraseksüel erkeklerin cenneti: Schiwago Tanz-Bar! 


 



[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Rassenschande

[1]https://ec.europa.eu/home-affairs/sites/homeaffairs/files/what-we-do/networks/european_migration_network/reports/docs/emn-studies/migration-policies/organisation_of_policies_at_en.pdf

[2] https://www.sinus-institut.de/sinus-loesungen/sinus-milieus-oesterreich/

[3] Sabine Lehner ; Sprachliches Kapital und ›Integration‹ Bourdieus sprachlicher Markt revisited am Beispiel der österreichischen ›Integrationsbotschafter_innen‹;Wiener Linguistische Gazette (WLG) 80 (2017): 81–107; Universität Wien · Institut für Sprachwissenschaft · 2017

[4] Pierre Bourdieu; „Die feine Unterschiede“, Suhrkamp (1987)

[5] https:/ https://movements-journal.org/issues/03.rassismus/10.dietze--ethnosexismus.html /

[6] de.wiktionary.org/wiki/Rassenschande

[7] Ahmet Kaya „Neyleyim“; Albüm „An gelir“ 1987 

[8] Catherine Hakim; Erotic Capital: The Power of Attraction in the Boardroom and the Bedroom

[9] A. Mohammed Abubakar et al; Physical attractiveness and managerial favoritism in the hotel industry: The light and dark side of erotic capital; Journal of Hospitality and Tourism Management; Volume 38, March 2019, Pages 16-26

Taşraseksüel erkeklerin cenneti: Schiwago Tanz-Bar!

Hiç yorum yok

08 Kasım 2022

 “Das Erotik Kapital” - II 

(Das Erotische Kapital)

 Ramazan Yaylalı







Schiwago Dans Kulübü, Avusturya’nın Graz şehrinin güneyinde yer alan, kendine has bir eğlence mekanıydı. Genellikle orta yaş ve üstü, alt sınıf Avusturyalıların vakit geçirdiği bu kulüp, göçmenler tarafından henüz keşfedilmemişti. Özellikle hafta sonları dolup taşan bu taşra kulübünde, ziyaretçilerin çoğu birbirlerini tanırdı.

Genç prenslerimiz için de hem eğlenmek hem de romantik ilişki kurmak adına ideal bir ortamdı. Schiwago Kulübü onlara sahip oldukları erotik-sermayeyi en iyi şekilde sunacakları bir "aşk-pazarı" (love market) sunuyordu. Onlar artık Schiwgo’yu keşfetmişlerdi ve neredeyse haftada üç gece bu mekanda vakit geçiriyorlardı.



Hayatları boyunca oynadıkları tek dans türü "halay" olan bu gençler birdenbire salsa, vals ve benzeri Latin ve Avrupa danslarıyla tanışmışlardı. Sahip oldukları adaptasyon ve kıvraklık sayesinde gayet hızlı bir şekilde bütün yabancı dansları öğrenmekle kalmayıp zamanla Latin dansları ve halayı birleştirerek, ortaya karışık yeni bir dans türü dahi icat etmişlerdi.

Zamanla ortamda varlıklarına alışılan ve tanıdık hale gelen bu gençler, öncesinde biraz çekinerek yaklaştıkları “potansiyel prenseslerle”’ hem dostluk hem de romantik birliktelikler kurmayı başarmışlardı. İşin boyutu sabahlara kadar süren danslı eğlencelerden tutun, sonrasında devam eden uzun duygusal sohbetlere kadar varmıştı.

Tabii Schiwago “aşk-piyasasında” sürekli talep görmek için gençlerin bakımlı olması yani kendilerine sürekli bakmaları gerekiyordu . Bunun için Anadolu Prenslerimiz günler öncesinden hafta sonuna hazırlık yapıyorlardı ve hafta içi çeşitli spor faaliyetlerinde bulunarak sürekli formda kalmaya özen gösteriyorlardı.

Kılık kıyafetleri maddi yetersizlik nedeniyle modaya pek de uygun olamamakla beraber, metroseksüellikten çok taşraseksüel bir stili anımsatıyordu. Bu tipoloji yerli Schiwago alemi için alışılmışın dışındaydı.

 Yalan da olsa mutluyum, bu bana yetiyor!

Prensesler açısından ise, genç prenslerle flört etmek ve ilişkiye girmek ilginç bir deneyimdi. Yıllar sonra delikanlılarımız tarafından gerek içten, gerekse rol icabı yapılan övgüyle dolu bu sohbetler, yüreği paslanmış prenseslerin adeta ikinci baharlarının kapısını aralıyordu. Onlar için bu gençlerle geçirdikleri vakitler kalıcı olamayacak bir ihtimal barındırsa bile, yani geçici bir rüya gibi görünse bile bu önemli değildi, Ahmet Kaya’nın bir şarkısında seslendirdiği gibi, Yalan da olsa mutluyum, bu bana yetiyor[1] havasındaydılar.

Yani özetle prensesler yakışıklı genç Anadolu prensleri sayesinde yeniden doğmuş gibiydiler. Endorfinler, serotoninler ve dopaminler havada uçuşuyordu. Ortadoğu’dan gelen bu erkeklerin kavruk teni ve şehvet dolu büyüsü kadınların üzerinde adeta bir antidepresan etkisi yaratmıştı. Aşkın gücü bütün karamsarlıkları söküp almış hatta onlara yeni bir yaşama ümidi aşılamıştı. Hafta sonunu dört gözle bekleyip bu delikanlılarla buluşacakları saatleri iple çekiyorlardı. Kısacası Schiwigo gecelerine,  gökyüzünden Erosun okları inmiş,  bütün paslanmış ve boş kalpler de bu oklardan nasiplerini almıştı.

 İhtiyar Aslanlar ve Genc Aslanlar Savaşı:

The Old Lions vs. Young Lions!

Bir yandan Eros oklarını kalplere saplarken, diğer taraftan ise yaşları altmışları aşmış olan Schiwagonun eski yerli ve milli horozları son gelişmelerden oldukça rahatsızlardı İhtiyar aslanlar yeni gelen genç aslanlar  tarafından yavaş yavaş kenara itilme sürecindeyken, bu yerli ihtiyarlar çareyi anti-göçmen yani göçmen nefreti tohumların ekmekte buluyorlardı.

Oysa daha önce göçmenlere karşı ılımlı ve barışçıl bir yaklaşım sergileyen bu ihtiyarlar, Schiwago aşk-pazarının   değişen iç dinamikleri yüzünden sağ kesime yani ırkçı bir pozisyona doğru evrilmeye başlamışlardı. Kısacası Schiwago bir kurtlar sofrasına dönmüştü. İhtiyarla ve Genç Aslanlar arasında gelişen bu “rekabet” prenseslerin çok hoşuna gidiyordu, egoları şişmişti mutluluktan…

Fakat bu olumsuz gelişmeler sonuna kadar savaşmaya hazır olan yiğitlerimizi yolundan etmedi. Dağları, yolları, belki denizleri aşıp buralara kadar gelmiş bu insanlar, kolay kolay bu kabul görme ve yer edinme savaşından vazgeçmeyeceklerdi.

 Unbefristet” Liebe” versus “Unbefristet Vatandışlık”

 Bütün bunlar yaşanırken prensesler bu rüyanın bir zaman sonra bitmesinden çok korkuyorlardı. Onlara göre bu tür ilişkiler riskli ilişkilerdi ve her an bir yerde  sorun yaşanabilir, bir şeyler ters gidebilirdi ve genç prenslerini elde tutmak zor olabilirdi. Aradaki yaş ve kültür farkı üzerlerinde tedirginlik yaratırken akıllara “dışarıda o kadar genç ve güzel kadın dururken, neden biz” sorusunu getiriyordu. Bir Orhan Gencebay tedirginliği üstlerindeydi “Ya evde yoksan![2]”, “Ya Schiwago’da yoksan!”

  Çünkü hiç kimse bu rüyanın sonunda;

 

Schwigo’nun rengine kandım

Bir Anadolu prensine aldandım boşuna yandım

onu “unbefristet[3]” benim sandım"


diye haykırmak istemiyordu. Prensler ise doğal olarak “unberifstet Liebe” karşılığında “Unbefristet Pasaport” talep ediyorlardı.

Erotik Sermaye vs. Simgesel Sermaye!

Her iki taraf için de bu ilişkilerin "win-win” dengesinde yani karşılıklı yarar sağlanan bir şekilde ilerleyebilmesi, her iki tarafın da sahip oldukları sermayeyi etik bir şekilde değiş tokuş etmeleriyle sağlanabilirdi. Bu demek oluyor ki prenseslerin sahip olduğu simgesel sermaye (Avusturya Vatandaşlığı) ile prenslerin sahip olduğu erotik sermaye etik bir şekilde takas edilmeliydi.

Bu değiş tokuş sırasında aktörlerden biri olan prensler için nikah masasında atılacak bir imza, gerçekleşmesi çok önemli olan ve belki de bu romantik hikâyede, sonun başlangıcını başlatacak olan nihai bir adımdı.

 

Yazının devamını okumak için tıklayın:

Bisikletli Gazete: Erotik Kapital: “Nikah Masası"

 

 



[1] Ahmet Kaya: “Yalan da olsa“- (1994) – “Şarkılarım Dağlara“,  albümünden-Raks Müzik Yapım.

[2]Ya Evde Yoksan”, Orhan Gencebay'ın 1989'da Kervan Plakçılık'tan yayınlanmış albümünden yer alan bir eseridir.

[3] Unbrefistet = Unlimeted = Süresiz: Avusturya göçmen kanunlara göre, göçmenler belli şartlar yerin getirdiği zaman Avusturya‘da “Unbefristet Niederlassung” (süresiz oturma izni) hakkına sahip olabilirler.

Biz üç kişiydik

Hiç yorum yok

12 Mayıs 2022

Avusturya'da göçmenlik halleri üzerine Kahtalı Nietsche'nin şiiri



Biz üç kişiydik


Berkcan,Yiğitcan ve Ayşecan

Üç genç, üç civan, üç yeminli “gaststudent”

Boynumuzda ağır C1

Ağızımızda çapraz bir “Deutsch”

Dilimizde dünden kalma bir küfür 

Dokunuyordu Der, Die, Das 

 

Tuna boylarında

uzak  techno sesleri

sapsarı sarışın çığlık sesleri

koynumuzda  sarı ağır bir  sözlük

Sırtımız Afro’ya emmanetti

 

Zaman B1'de takıla kalmıştı sanki

Ütopik bir devrim gibiydi

Konjuktiv II ile 

bütün olasıkları  tuturmak


Dehşet bir acıydı

Sarışın sevgiliye

"ben senin beni 

sevebilme ihtimalini sevdim"

dizerini" düşünmeden söyleyebilmek


Yurt partilerinde B2 yetmezdi

Espiriler havadayken düşerdi

Hans çabuk sıkılırdı, 

Barmen surat asardı

Steffi yüz vermezdi 

Taksici Yozgatlı abi 

teselli ederdi


Bir vakit bir haber geldi

Bir puanla Berkcan'ı

okuldan attmışlar

bir şakaydı bu sanki

Oysa Magistrat randevusuna 

sadık kalmıştı

Bavulunu toplayip gitmeliydi


Artık Kahlenbergte yenilmiş

Osmanlı orduları gibi 

ezik ve sahipsizdik

Viyana kapılarında 

püskürültülmüş Yeniçeriler gibi

öfkeli ve pişmandık


Biz üç kişiydik

Berkcan,Yiğitcan ve Ayşecan

Üç genç, üç öğrenci, üç  bahtsız “gaststudent”



Kululu göçmenlerin Avrupa serüveni

Hiç yorum yok

01 Kasım 2021

Bu yazı dizisinde özellikle Kululu gurbetçileri ele almak ve Kulu’dan Avrupa’ya göçün ön aşamasını değerlendirdikten sonra asıl konuya yani Kululu “ithal damatlar”ın Avrupa’daki deneyimlerine değinmek istiyorum. 



Ramazan Yaylalı

Bölüm I

“İthal Damat” fenomenini ele almadan önce bu tür hikâyelere yabancı olan okurlar için filmi biraz başa sarıp meselenin tarihçesine kısa bir giriş yapmak istiyorum. Sonuçta sosyolojik olgular tarihsel bir arka plana sahiptirler ve bu “backgroundu” bilmeden fenomenin kendisini ve onunla bağlantılı ilişkileri idrak etmek pek mümkün değildir.

1960’dan beri Türkiye’nin her bölgesinden Batı Avrupa’ya bir göç söz konusudur. Hemen hemen Türkiye’de her bir vatandaşın uzaktan ya da yakından bir gurbetçi akrabası ya da tanıdığı vardır. Bu artık Türkiye’nin bir gerçeği… Aynı durum Konya / Kulu ve çevre Kürt köyleri içinde geçerli. Çünkü bölge sürekli göç veren bir konumda ve bu göç serüveni halen devam etmekte.



Bu yazı dizisinde özellikle Kululu gurbetçileri detaylı ela almak istiyorum. Kulu’dan Avrupa’ya Göçün ön aşamasını ele aldıktan soran asıl konuya yani Kululu “İthal damatlar”ın Avrupa’daki deneyimlerine değinmek istiyorum. Konuyu daha kapsamlı yani “ithal gelinler”i de  kapsayacak bir şekilde ele almak gibi bir niyetim söz konusuydu, fakat bu yazı dizisini daha da uzatmamak adına şimdilik sadece “ithal damatlarla” sınırlı  kalmayı tercih ediyorum. Belki başka bir yazıda “İthal Gelinleri” de üzerine bir yazı dizisi yazılabilir. Bu arada bu konuda göçmen yazar Pelin Markirt’in İTHAL GELİNLER adını taşıyan kitabına bakılabilir.  

Birinci Nesil Kululu Avrupacı Göçmenler

Kulu ilçesine bağlı birçok yerleşim mevcuttur, çoğunun Kürt köylerinde oluşan bu bölgede, klasik taşra hayatlar yaşanmaktadır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşılan bu ovada, gerek kuraklık olsun gerekse sanayinin pek gelişmemesi nedeniyle ekonomik olarak geçinmek pek mümkün değildir. Teksas çölüne benzeyen bu coğrafyada bölge halkı yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kalmıştır.

Hal böyle iken, Kululular için hayatlarını garantili bir şekilde idame edecek refah düzeyi yüksek başka ülkelere veya şehirlere gitmek elzem hale gelmişti. Yani kasacısı Teksas'tan genç issiz kovboyların şapkalarını önlerine koyup ekmek kavgası adına yurtların terk etmeleri gerekiyordu.

Böylelikle 1960’lardan itibaren bölgeden akın akın Avrupa’ya göçler başladı. İlk giden grup çoğunlukla genç erkeklerden oluşuyordu daha sonra bu gidişler çeşitli bürokratik engellemelere tabi tutulmuştu. Çünkü yeterince “Gastarbeiter” aldığını düşünen Avrupa ülkeleri bürokratik kısıtlamalar getirmeye başlamıştı. Fakat Avrupa’ya göç durmak bilmiyordu, başka yöntemlerle (aile birleşimi, evlilikler, iltica etmek gibi ) Kulu ve çevre köylerinden Avrupa’ya göç süreci hızlı bir şekilde devam ediyordu. Malum memleket hep göç veren pozisyonda siyasi ve ekonomik belirsizlik göçleri sürekli tetikliyor.



Başta birkaç sene yurtdışında çalışıp para biriktirdikten sonra tekrar ülkeye yani köylerine dönmeyi düşünen birinci nesil zamanla bunun pek mümkün olamadığını anlayınca süresiz şekilde oralarda kalmayı karar verdiler. Bu süreçler içinde tabi ki temelli olarak ülkeye geri dönen Kululu gurbetçilerde oldu fakat birinci nesil Kululu Kürt “Gastarbeiterler” artık yaşadıkları yabancı ülkelerde "Gast"(misafir) olmadıklarını ve bu ülkelerde temelli kalacaklarını idrak ettikten sonra “aile birleşimi” yoluyla çocuklarını ve eşlerini getirmeye başladılar ve bu şekilde göç süreci bugüne değin devam etti...

Bu uzun göç sürecinde, Avrupa’da düzenini yavaş yavaş kuran birinci nesil, aileleriyle birlikte yaşam mücadelelerine kaldığı yerden devam etmeye başladı.  Göçmenliğin getirdiği hasret ve özlem duygularını 11 ay içlerine gömüp sadece yılda bir kez yaz aylarında aileleriyle birlikte memleketlerine bir ay izine gelerek içlerinde birikmiş bu hasreti bir nebze olsun hafifletmeye çalışırlar. Almanya, Fransa, İsveç ve Hollanda’da yaşayan Kululu Kürt gurbetçiler neredeyse her yıl düzenli bir şekilde köylerine izine gelirler. Bu izin aylarında Kulu’da bir sürü ecnebi plakalı taşıtlar görürüsünüz ve nüfus izin dönemlerinde üçe katlanır. Köyle tatil köylerini andırır, bol bol gurbetçi turiste rastlanılır. Esnaf için de büyük bir gelir kaynağı demektir aynı zamanda bu hareketlik.



Aileleri birlikte gelen ikinci nesil çocuklar ise bir yandan köy hayatının sadeliğini severken, öte yandan yılda bir kere olsa hem köyde yaşayan kuzenleriyle hem de Avrupa’nın diğer ülkelerinde gelen akrabalarıyla hangi dilde iletişime gireceklerini şaşırırlar. İkinci nesil çocuklar büyüdükleri ülkelerin dilin daha iyi konuşan bir nesil çünkü. Şöyle bir manzarayı gözünüzün önüne getirin: Gurbetçi bir ailenin çocuğusunuz Almanya’dan izine gelmişiniz, en iyi bildiğiniz dil Almanca, aynı yaşta kuzeniz ise Fransa’dan gelmiş ve o da Fransızca konuşuyor, başka bir kuzeniniz de İtalya’dan gelmiş, köyde yasayan yerli kuzenniz ise Kürtçe konuşuyor ve hep beraber bütün kuzenlerle birlikte köyde büyük dedenin evinde TRT’de Ninja Kaplumbağaları izliyorsunuz. İlginç bir tablo değil mi?



Öte yandan yaşları biraz daha büyük olan “Gurbi-Gençler” için ise yaz aylarında köy düğünleri tek eğlence kaynağıdır. Biraz zurna sesi biraz halay ve alkol onları kısmen köyün o monoton atmosferinde uzaklaştırır. Neredeyse yedi çeşit yabancı dilin konuşulduğu bu düğünler çok dilli Erasmus partilerini andırır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen ikinci nesil genç gurbetçiler düğünlerde aynı ülkeden gelen başka arkadaşlarıyla (hangi ülkeden geldiklerini bağlı olarak) birbiriyle yabancı dilde sohbet ederek geçirirler. Yaz aylarında bu köyler Birleşmiş Milletler’deki zirveleri andırır.

İkinci Nesil ve Evlilik mevzusu

Çok zaman sonra ikinci nesil olarak nitelendireceğimiz bu çocuklar büyüyüp evlilik çağına gelince, feodal toplum değerleri üzerinden kimliklerini inşa etmiş birinci nesil anne ve babalar için tedirgin edici bir dönem de başlıyordu. Çünkü çocuklarının yabancı bir ülkede yabancı bir toplumda kendilerinden hem ruhen hem kültürel olarak uzaklaşmalarını istemiyorlardı. Zaten yıllarca gurbete yaşamanın getirdiği yabancılaşma duygusu onları o kadar hırpalamıştır ki, daha fazla "ötekine" ve "bilinmeyene" doğru çemberlerini genişletmek gibi bir niyetleri hiç yoktu. Kırsal ve feodal değerler dünyasından post-modern bir kültüre doğru göç etmenin getirdiği belirsizlik, kaygı ve yabancılaşma, ruh dünyalarını çok tedirgin ediyordu.

Bu sebeple çocuklarını Avrupa’da büyütürken bu gerçekleri referans alarak tepkisel bir şekilde kendilerine dönük bir dünya inşaat ettiler. Bunun için de ait oldukları gelenek ve aidiyet duygularını tekrar “re-tradionalisierung” ederek kriz içinde var olmaya çalışan “benliklerini” garanti altına almaya çalışılıyorlardı (Identitätsicherung).

Aynı şekilde “öteki” ya da “efendi” tarafından ötekileştirildiklerini düşünen gurbetçiler, Avrupa’da etnik kimliklerini daha radikal bir şekilde sahiplenmeye başladılar.  Örneğin etnik kimliği Türk ise daha Türkçü, Kürt ise daha Kürtçü, İslamcı ise daha İslamcı, Alevi ise daha Alevici oldular. Bu radikal sahiplenme stratejisi tabi ki Kululu Kürt gurbetçiler için de geçerliydi.

Yukarda da değindiğim gibi bu bir etki ve tepki meselesi, bir yandan kimlik krizi ile boğuşurken öte yandan sahip olduğunuz “benlik” öteki tarafından saldırı altındaydı. Ötekinin bu “sembolik şiddeti” karşısından göçmenler de köklerine ve geçmişlerine daha çok sarılarak bir nevi sabit bir benlik oluşturma çabasına girdiler. Öteki tarafından incinmiş narsist duygularınızı ancak ve ancak geçmişinize sarılarak, sahip olduğunuz etnik ve dini değerleri yücelterek işin tamir edebilirsiniz.[1]

Hatta Avrupa’ya sonradan yerleşen Türkiyeli siyasi kurumlar da bu boşluğu çok iyi görüp göçmenlerin parçalanmış benlik yapılarını ideolojik kimliklerle besleyerek yeni kimlik inşasına zemin hazırlarlar. Modern dünyanın kompleks hayatlarında yönünü kaybetmiş göçmenler için bu kurumlar bir nevi “pusula” görevi görüyordu. Bunlar kimlik krizini başka bir kimlik inşa ederek telafi eden ontolojik sorunlara cevap veren ve adeta  bir “rehabilitasyon merkezi” gibi işleyen merkezlerdi. Bu kurumlara gitmek istemeyen yani çemberin dışında kalan göçmenler ise kendi içlerinde kalmayı tercih ederek, apolitik fakat son derece feodal bir ilişki ağı içinde kendi sosyal çevrelerini oluşturdular. Belki başka bir yazıda göçmenlerin yaşadıkları yabancılaşma ve kimlik problemlerini daha detaylı ele almak gerekir ama biz şimdilik asıl konumuza dönelim.



Aşiret ve Kabile Milletçiliği

Birinci nesil gurbetçi Kululu Kürtlerin çocuklarını kendi dünyalarına uygun birileriyle evlendirme arzularının bir diğer sebebi ise yaşadıkları yabancılaşmaya ek olarak, kültürlerinin temel bir olgusu olan içe kapanmanın olağan sonucudur. Şöyle ki Kululu Kürtler genel anlamda “Aşiret ve Kabile Milletçiliği” yüksek bir toplumdur. Bu karakter özelliği sadece kendinden olanı içine alan, diğerlerini dışarıda bırakan bir anlayışa sahiptir. Kendi içinde ailelere bölünen Kululu Kürtler mümkün olduğu kadar kabile evlilikleri ile bu düzeni devam etmeyi arzularlar. Özetle hem sılada yaşanan yabancılaşma duygusu hem kültürel olarak aktırılan aşiret milliyetçiliği Kululu göçmenlerin dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar hep bir kabile duygusu içinde bağ kuramlarına yol açıyordu.

İşte bütün bu gerçeklik üzerine birinci nesil ebeveynler çocuklarını bu kapalı dünyanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Çocukların ise ailelerinin bu duygusal taleplerine uymak için birçok sebepleri vardı. Aileyi kökten kaybetme korkusu, onları duygusal anlamda üzme telaşı ve bunun getireceği suçluk duygusu gibi nedenlerden dolayı ortak bir konsensüs içinde ailelerin istek ve arzularına göre hareket ederlerdi. Dolasıyla anne ve babalarının çizdikleri “güvenli” yolu yürümek zorundaydılar. Bunun karşılığında aileden ve ait oldukları toplumdan alacakları onay (Anerkennung) post-modern dünyanın “özgür” fakat bir o kadar belirsiz gerçeğinden daha önemli gibiydi. “Özgür birey” olma adına ailelerin önerdiği “güvenli” yoldan çıkıp  serüvenli fakat bir o kadar belirsiz bir yön de seçebilirlerdi bu çocuklar. Fakat modern bir dünyanın kaygan zemininde dans etmek, Konya ovasının kireçli zemini üzerinde halay çekmekten daha yüksek riskli gibi geliyordu bu çocuklara.



Sonuç olarak böylece ailelerin gönülden onayladıkları yani en iyi bildikleri şeyi tekrarlayıp evlenme cağına gelmiş çocuklarını doğdukları köylerdeki kabilelerle ve hemşerileriyle evlendirme girişimleri başladı ve “ithal damatların ve gelinlerin” dönemine girildi.[2]

Yukarda belirtildiği üzere sosyolojik her olgunun (ithal damat, ithal gelin gibi) tarihsel arka planını iyice anlamadan onun sonuçlarını analiz etmemiz mümkün değildir. İnsan ilişkisel bir varlıktır ve her sosyolojik olgu bir öncekinin sonucu olarak gelişir. Dolasıyla konuyu bu kadar geriden alıp yazmama nedeni meseleyi bilmeyen okurlar için bir çerçeve çizmekti. Konunun tarihsel ve sosyo-psikolojik çerçevesini çizdikten sonra artık bu fenomenin bir ürünü olarak ithal damat meselesine sanırım geçebiliriz.

* İthal damatlar konusuna önümüzdeki yazıda değinilecektir

[1] Beck, Elisabeth: „Wir und die Anderen“- Suhrkamp Verlag Frankfurt am  Main 2007. S. 23

[2] Schroedter, J. H. (2011). Transnationale Ehen als Bremsen sozialer Integration: Analysen zu Ehen von Migrantender ehemaligen Anwerbeländer in Westdeutschland. Informationsdienst Soziale Indikatoren, 46, 7-11. 

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan