Göçün ilk yıllarında yaşanan ekonomik zorluklar göçmende onulmaz yaralar açarak onun bir ömür boyunca “ekonomik yoksunluk” korkusuyla aşırı ihtiyatlı davranmasına ve çok daha iyi koşullarda yaşayacakken standartlarının çok altında bir yaşam sürmesine yol açabilir. Bu yazıda, göçmenlik sendromlarından biri olan “Varyemez Amca” sendromunu tartışıyorum.
Tuncay Bilecen
Beşerî,
finansal ya da sosyal sermayesi ne kadar güçlü olursa olsun göçün ilk yılları
her göçmen için zorluklarla doludur. İnsanın aşina olmadığı bir sosyal çevreye uyum
sağlaması için burada belli bir süre geçirmesi gerekir. Bu süreci çok kısa
sürede atlatanlar olduğu gibi bunun için uzun süre çaba sarf etmesi gerekenler
hatta hiç atlatamayanlar da yok değildir.
Elbette uyum
sürecinin atlatılmasında sosyal bağlantılar, dil yeterliliği, vasıf gibi
faktörler önemli rol oynar. Eğer kişinin dil yeterliliği ve bulunduğu ülkede
eğitim ve tecrübesine uygun ücretli emeğe dönüştüreceği bir vasfı yoksa mecburen
“etnik ekonomiye” mahkûm yaşayacak veya kapasitesinin çok altında işlerde
çalışacaktır.
Göçmen
kapasitesinin altında işler için ter dökerken hem uzun süreli çalışır hem de
ucuz işgücü haline gelir. Bir taraftan geçinme, barınma derdi, bir taraftan
işini kaybetme korkusu bir başka deyişle güvensizlik ve güvencesizlik göçmenin
özgüvenini günden güne düşürdüğü gibi alışageldiği tüketim kalıplarını da yerle
bir eder.
İşte bu dönemde
göçmen bir savunma mekanizması geliştirir; maddî (bazen hukuki) güvenceye kavuşana
kadar kemerleri sıkacağına, bu günlerin geçici olduğuna kendisini ikna eder. Bu
süreçte “hele bir şu olsun, hele bir bu olsun” şeklinde sürekli “beklenen
rahatlamaya” ilişkin hedefler konulur. Ne ki bu hedefler tek tek
gerçekleştirilse bile beklenen rahatlama bir türlü gerçekleşmez ya da hedefe
varılınca beklenen tatmin sağlanmaz.
Aradan yıllar
geçmiş, göçmen artık yaşadığı ülkenin vatandaşı olmuş, dilini öğrenmiş, iyi
kötü maddi bir güvence sağlamıştır. Ancak varılan durak başta murad edilenden
biraz farklıdır. Göç etmeden önceki estetik zevkler, kendini gerçekleştirme
hevesi yerini çoktan maddî birtakım hırslara bıraktığı için göçmen başka bir
kişi olmuş çıkmıştır. Paraya tahvil edemediği meşgaleleri “beyhude çabalar”
olarak görüp değersizleştirmektedir artık. Sosyal çevresi iyiden iyiye
daralmış, göçmenliğinin ilk yıllarında gezip gördüğü yerlere gitmeyi, yiyip
içtiği mekânlarda zaman geçirmeyi zaman ve para kaybı olarak görmeye
başlamıştır. Göçmenlikte Varyemez Amca sendromu da burada başlar.
Bundan sonra
tıpkı göçmenliğin ilk yıllarında konulan hedefler gibi “feraha kavuşmak için”
yeni hedefler konulur. Mevcut maddi imkanlar çok daha iyi koşulları sağlamaya
yetecekken göçmen bile, isteye kıt kanaat yaşamaya devam eder. Çünkü artık
başka türlüsünü bilmemektedir.
Etrafımızda gördüğümüz;
sürekli aynı kıyafetleri giyen (ya da sadece Charity Shoplardan giyinen),
marketlerde tarihi geçmesine ramak kalmış ürünleri kollayan, masraf olacak diye
kafeye, restorana, bara gitmeyen, sırf memleketinde ev yaptığı için başka
ülkelere tatillere gitmeyen hatta bunu aklından bile geçirmeyen, mevcut
serveti bir ömür rahat ve nitelikli bir ömür sürmesine yetecek olsa da böyle bir hayat yaşayan insanlar
hep bu sendromun kurbanı yaralı kimliklerdir. Kişi göçün başında
kendisine ördüğü güvenlik kozasının içinde hapsolmuş kalmış, bu kozadan bir türlü çıkamamıştır.
Kuşkusuz sözünü
ettiğim bu durum sadece Türkiyeli göçmenlere özgü olmadığı gibi tüm göçmenlere de
genellenemez… Bu süreci çok kolay atlatanlar olduğu gibi asıl refaha ve
güvenliğe göç ettikten sonra kavuşanlar da az değildir.
Kesinlikle katılıyorum, hatta bu ülkeye geleli 10larca yıl olmuş ve hala devlet üzerinden yardımlar ile geçinen, ilaveten kaçak çalışan, devletin ücretsiz ya da az ücretle oturmasına izin verdiği rezil mahallelerde yaşamaya devam eden, bildiği tek şeyin kaçak para biriktirip Türkiye’ye göndermek olan çok insan gördüm. Tabiki göçün ilk yıllarında biraz sıkmak gerekecek sıfırdan hayat kurduğumuz için. Ama kısa zamanda maddi özgürlüğe kavuşunca rahat yaşamak lazım diye düşünüyorum.
YanıtlaSilVaryemez Amca güzel bir yazı olmuş, ama bence yeme biçimleri ile de ilgili bir durum var ortada. Geleneksel para harcama yöntemlerinden vazgeçmiyorlar. Burada bir müzikale, tiyatro oyuna gidip para vermiyor ama binlerce pounda köyünde ev yaptırıyor, her düğünde takı takıyor, kahveye gidip kumar oynuyor köylüleri ile, ya da lüks bir araba kullanıyor. Rafine dediğimiz, hayattan zevk alma, para harcama, dünyayı gezip görme biçimleri ile birçok göçmeninki uyuşmuyor. Parayı harcamamaktan ziyade bir vizyonsuzluk, kendi içine kapanma ve o kapalı dar çevre içinde bu sermayeyi döndürme eğilimi ağır basıyor benim gözlemleyebildiğim.
YanıtlaSil