Ramazan Yaylalı, birkaç yıl önce Viyana'ya göç eden Tunceli Belediyesi eski Eşbaşkan Yardımcısı Hüseyin Tunç ile göç deneyimi üzerine konuştu.
“Göçmenseniz hayata 'en alttan’ başlıyorsunuz" (YOUTUBE SÖYLEŞİSİ)
Hiç yorum yok06 Nisan 2023
4/06/2023Kit@pEvi'nden Fieldseat'e: Londra'nın kitapçısı İrfan Şahin
Hiç yorum yok11 Kasım 2022
11/11/2022Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünün konuğu Londra'nın nevi şahsına münhasır kişiliği İrfan Şahin. İrfan Şahin'le Kit@pEvi'nden Fieldseat Kafe'ye uzanan kitapçılık serüvenini konuştuk.
Bu videoda; 👉 İrfan Şahin'in kitapçılık macerasını... 👉 Kitap şenliği, söyleşiler, imza günleri gibi düzenlediği etkinlikleri... 👉 Türkiyeli toplumun kitapla ilişkisini... 👉 Son yıllarda Ankara Anlaşmalı göçmenlerin İngiltere'de yaşayan Türkiyeli toplumu nasıl değiştirip dönüştürdüğünü... konuştuk...
Göçmenler aynı “ÇATI” altında toplanıyor
Hiç yorum yok07 Ekim 2022
10/07/2022ÇATI grubu, başta Ankara Anlaşmalılar olmak üzere Birleşik Krallık’ta yaşayan Türkiyeli göçmenlerin iş konusunda tecrübe paylaşımında bulunmalarına ve ortaklıklar geliştirmelerine olanak sağlıyor.
Röportaj: Tuncay Bilecen
ÇATI grubu, başta Ankara Anlaşmalılar olmak üzere Birleşik Krallık’ta yaşayan Türkiyeli göçmenlerin iş konusunda tecrübe paylaşımında bulunmalarına ve ortaklıklar geliştirmelerine olanak sağlıyor. ÇATI grubunun kurucularından Mete Metin’le grubun çalışmaları hakkında sohbet ettik.
ÇATI grubu nasıl kuruldu?
2018 Mayıs’ında bir toplantı yaptık. Londra’ya yeni gelmiş arkadaşlarla yerleşik arkadaşları bir araya getirip bir networking etkinliği düzenledik. Katılım beklentinin çok üzerinde oldu. İlk toplantıya 50 kişinin üzerine kişi katıldı. Bir ay sonra tekrarını yaptığımızda 100’ün üzerinde katılım oldu. Sonra bu sayı katlanarak arttı. Bu kadar katılım olunca bir yönetim oluşturma ihtiyacı doğdu.
Londra’da uzun süredir yaşayan eski iş insanlarını da bu etkinliklere davet ettik. Bu şekilde insanların iş kurmaları kolaylaştı. İş kurmuş insanların işlerini büyütmeleri, müşteri bulmaları kolaylaştı. Bazı arkadaşlar sponsor arıyordu, bazıları işverendi, bazılarıysa işçi. Bütün bu arkadaşları bir araya getirerek özellikle son dönemde gelenlere yardımcı olmaya çalıştık.
Grupta daha çok Ankara Anlaşmalılar mı var?
Genelde Ankara Anlaşmalılar ama daha önce gelenler de var. Mesela teknik bir kadroda bir eleman arıyorsunuz, ÇATI’ya geldiğinizde bunu çok daha rahat bulabiliyorsunuz. Burada uzun süredir bulunan ama dar çevreleri bulunan insanların yeni bir network kurmalarına yardımcı oluyoruz. Örneğin iki üç aydır İngiltere’de olan biri ÇATI sayesinde tanıştıkları kişileri arkadaşına anlatınca, arkadaşı “ben beş senedir buradayım, bu kadar insanla tanışamadım, sen nasıl iki ayda bunları buldun?” diye sormuş. O da ÇATI etkinliklerine katıldığını söylemiş.
ÇATI’nın işleyişi nasıl oluyor? Nasıl bir yapısı var?
ÇATI community-interest company olma yolunda ilerliyor. İsim hakları ve web sitesi alındı. Din ve siyasetten uzak, business odaklı bir kurum oluşturmaya çalışıyoruz. 40’a yakın farklı grubumuz var. Bu gruplar kendi aralarında projeler yapıyorlar. Telegram grupları kurduk ki insanlar kendi alanındaki insanlarla iletişim kursun, sorunları çözülsün, iş fırsatları paylaşılsın. Şu anda aktif olarak 15 kaptanız var. Kaptanlar aynı zamanda yönetimi oluşturuyor. Bir karar alırken bütün bu arkadaşlarla birlikte hareket ediyoruz.
ÇATI’nın diğer derneklerden farkı ne?
Burada otuz sene önce kurulmuş dernekler var kimisi siyasî dernekler kimisi dini dernekler… Biz bu derneklerden tamamen farklı şekilde çalışıyoruz. Örneğin buraya iki ay önce gelen kişi ilk başkanımız oldu. Hiyerarşi yok.
Başkan nasıl seçiliyor? Nasıl görev yapıyor?
Bizde eşbaşkanlık sistemi var. Her ay farklı biri başkan oluyor. Eğer o kişi eğitimden sorumluysa o ay eğitime yöneliyoruz. O kişi sanatçıysa, o ay sanat konuları işleniyor. Böylece bu başkan topluma tanıtılmış oluyor. Her gelen kişinin bir mesleği var. Kimi emlak işiyle uğraşıyor, kimi turizm, kimi web tasarımı yapıyor, ÇATI’ya girdiklerinde işlerini büyütmelerinin önü açılmış oluyor.
Siyasi ajandanız nedir diye eleştiriler alıyor musunuz?
Bunu ilk başlarda soruyorlardı, ama artık kimse sormuyor. Gelenler şunu görüyor, Karadenizli de kaptanımız var, Ege’den de var, Doğu Anadolu’dan var, inşaatçısı da var, mühendisi de var, doktoru da var sanatçısı da var. Dolayısıyla amacımızda bunu belirttik ÇATI’nın din ve siyasetten uzak kalması gerekiyor. Sizin dini bir inancınız ya da siyasi bir görüşünüz olabilir ama ÇATI’da bunlar konuşulmuyor ve bunu hiçbir şekilde öne çıkarmıyoruz. Bu bizim ilk kuralımız. Böyle olunca da her kesimden insan ÇATI’ya girebiliyor.
Sadece Londra’da mı örgütlüsünüz?
Aslında başlangıçta kafamızda çok büyük projeler yoktu. Ama gösterilen ilgi sayesinde Edinburgh, Manchester, Liverpool grupları kuruldu. ÇATI büyüyünce bunu Avrupa’ya yayma fikri ortaya çıktı. Bunların aktif hale gelmesi için salgının sona ermesi gerekiyor. Bu arada ÇATI bütün bu faaliyetler için bugüne kadar kimseden beş kuruş para almadı, bütün etkinliklerimiz hep bedava oldu.
COVID-19 salgını etkinliklerinizi nasıl etkiledi?
Mart 2020’den bu yana hiç etkinlik yapamamıştık. Şimdi hükümetin aldığı önlemlere uyarak daha az kişinin katılımıyla Waterloo’da Ev Kafe’de bir etkinlik gerçekleştirdik. Sorun çıkmazsa, her ay Waterloo’da toplantıları düzenlemeye devam edeceğiz. Korona virüs tamamen bittiğinde, Royal Festival Hall’da 1500 kişilik yer var, orada 500 kişilik bir festival de düzenleyebiliriz. ÇATI’nın böyle bir kapasitesi var.
Dilara Ceren Duran: "Tırmanmak bana sınırlarımı zorlamayı öğretti"
Hiç yorum yok23 Ağustos 2022
8/23/2022Bisikletli Gazete Söyleşileri'nin bu bölümünde, Zincir Kıran Kadınlar Bisiklet Topluluğu tarafından 5-6 Mart 2022 tarihlerinde, İstanbul'da gerçekleştirilen 4. Bisiklet Kadınları Çalıştayı'na konuk oluyor ve Dilara Ceren Duran'ın yaptığı sunumu dinliyoruz. Dilara Ceren Duran', bu sunuşta maceralarla dolu geçen Kilimanjaro, Kosciusko, Aconcagua tırmanışlarından söz ediyor.
Fieldseat Cafe'de imza günü ve şiir dinletisi
Hiç yorum yok24 Mayıs 2022
5/24/2022Gazeteci yazar Tony Howson, yeni kitabı Walking with Camels’ı, 26 Mayıs, Perşembe günü Fieldseat Kit@pEvi’nde düzenlenecek imza günü ve söyleşide tanıtacak. Etkinlikte oyuncu Mehmet Ali Alabora da Howson’un şiirlerinden pasajlar okuyacak.
Gazeteci, yazar Tony Howson, Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından basılan kitabı Walking withCamels’ı 26 Mayıs Perşembe günü, saat 19:00’da Tottenham’da bulunan Fieldseat Cafe Kit@pEvi’nde düzenlenecek imza günü ve söyleşide okuyucularıyla buluşturacak. Oyuncu Mehmet Ali Alabora’nın kitaptan şiirler seslendireceği etkinlikte; Howson, Ukrayna’da çalıştığı döneme ilişkin anılarına da yer verecek. İmza gününden elde edilen gelir Ukrayna’daki savaş mağdurlarına bağışlanacak.
Tony Howson, Walking with
Camels’ta dünyada gezip gördüğü onlarca ülkeye ilişkin izlenimlerini şiirsel ve
ironik bir dille resmediyor. Kitap bu bakımdan bir şiir, nesir ve resim kitabı
olarak tanımlanabilir. Resim kitabı da diyebiliriz çünkü kitaptaki metinlere
birçok fotoğraf ve çizim de eşlik ediyor. Howson, hayatını Türkiye’de sürdürdüğü
için kitapta Nâzım Hikmet’ten, İstanbul’un kedilerine kadar Türkiye’ye ilişkin birçok
izlenimi de yer alıyor.
Tony Howson kimdir?
Tony Howson, 14 Kasım
1956'da İngiltere'nin Slough kentinde doğdu. O zamandan beri bir hikâye anlatıcısı olarak dünyada 30 farklı ülkede yaşadı. Şu anda eşi ve kızıyla birlikte Türkiye'de
yaşıyor. Tony'nin de üç oğlu ve iki torunu var. Televizyoncu ve gazeteci olarak
25 yıl boyunca aktif olarak Afrika, Orta Doğu, eski Sovyetler Birliği ve
Asya'da çalıştı. Buralarda, gazetecilere medya gelişimini destekleyen
programlar yapmaları konusunda eğitimler verdi. Kendisine Ukrayna'daki Uzhgorod
Üniversitesi gazeteciliğe yaptığı hizmetlerden dolayı “fahri doktora” unvanı
verdi. Gazeteciliğin dışında, şiir okuma ve hikâye anlatımı kursları verdi. Walking
with Camels’tan önce yayınlanmış bir şiir ve deneme kitapları bulunmaktadır.
Ayrıca antolojilerde yer alan birçok şiiri vardır. Tony Howson, resimle
ve fotoğrafçılıkla da uğraşmaktadır. İngiltere ve Ukrayna'da daha önce üç
fotoğraf sergisi açan yazar, sanat üretimlerini sürdürmektedir. Sheffield'de “mağdur-fail
arabuluculuk projesinin” yapılmasına öncülük eden Howson, ruh sağlığı
kuruluşlarının desteklenmesi konusunda da çalışmalar yürütmektedir.
Tarih: 26 Mayıs 2022
Saat: 19:00
Yer: Fieldseat Organic Cafe
Adres: 665 High Road - Tottenham N17 8AD London
+44 20 8808 2525
Türkiye'den İngiltere ve Almanya'ya "beyaz yakalı" göçü
Hiç yorum yok18 Mayıs 2022
5/18/2022Kocaeli Üniversitesi'nden Doç. Dr.Tuncay Bilecen ve Albert Ludwigs Freiburg Universitesi'nden Çağdaş Torbacıoğlu Türkiye'den İngiltere ve Almanya'ya yönelik beyaz yakalı göçünü tartışıyorlar.
Day-Mer'de müzik söyleşileri devam ediyor: “Platon'dan Venom'a Müziğin İşlevi"
Hiç yorum yok16 Mayıs 2022
5/16/2022Day-Mer Kültür Sanat Topluluğu’nun Salı günleri düzenlediği müzik söyleşilerinin bu haftaki konuğu Alkan Karaçam.
Müzik her zaman iyi ve güzel şeylerden mi bahseder? İnsanların yaşadığı kötü deneyimler müziğe nasıl yansır? Müzik, insanlığın yaşadığı ekonomik, politik, sosyal gelişmelerden nasıl etkilenir? Müzik, çağına nasıl tanıklık eder? Örneğin İngiltere Thatcher döneminde madenci grevleriyle sarsılırken bu olaylar dönemin müziğini nasıl etkiledi?
Day-Mer Kültür Sanat Topluluğunun düzenlediği müzik söyleşilerinde bu hafta yukarıdaki soruların ışığında bir söyleşi düzenleniyor. Alkan Karaçam'ın katılımcı olarak yer alacağı "Platon'dan Venom'a Müziğin İşlevi" başlıklı söyleşi 17 Mayıs, Salı günü, saat: 19:30'da Day-Mer'de gerçekleştirilecek.
Day-Mer’in Kuzey Londra Toplum Merkezi’nde düzenlediği rengârenk söyleşiler devam edecek, okuyuculara hayatlarında yeni bir pencere açmaları için bu etkinliklere katılmalarını salık veririz.
Ankara Anlaşması vizesini aldım, peki ya şimdi?
Hiç yorum yok06 Ocak 2022
1/06/2022Londra'nın en renkli müzik topluluğu: Rengin Kadın Korosu
Hiç yorum yok15 Haziran 2021
6/15/2021

“Çektiğim her fotoğrafın romanını yazabilirim”
Hiç yorum yok07 Mayıs 2021
5/07/2021Fotoğrafı bir yaşam tarzı haline getiren Vehbi Koca, Londra’da yaşayan Türkiyeli toplumun tarihine fotoğraflarıyla notlar düşmeye devam ediyor.
Röportaj: Tuncay Bilecen, tuncaybilecen@gmail.com
Göçmenlerin yaratıcı bir etkinliği sürdürmeleri özellikle göçün ardından geçen meşakkatli yıllarda hiç de kolay değildir. Bu yüzden çoğu göçmen uğraşılarını, sanatsal yaratıcı etkinliklerini bırakmak zorunda kalır. Vehbi Koca, tutkusunun peşini bırakmayan ender insanlardan biri. Fotoğrafı bir yaşam tarzı haline getiren Vehbi Koca, özellikle Londra’da yaşayan Türkiyeli toplumun tarihine fotoğraflarıyla notlar düşmeye devam ediyor.
Fotoğrafa olan merakın nasıl başladı?
Çocukluğumda resim çizerdim hatta resim eğitimi de aldım diyebilirim İngiltere’ye gelmeden önce. İyi de resim yapardım. Fakat bir gün, o dönemdeki kadın arkadaşım bana doğum günü hediyesi olarak bir fotoğraf makinesi hediye etti. Böylece fotoğraf serüvenim başladı diyebilirim. Fotoğrafın oluşum sürecindeki hızı çok hoşuma gitmişti. Deklanşöre basıyorsun, fotoğraf çıkıyor. Resim gibi bir hafta, on gün ya da bira ay beklemene gerek yok. Pek sardı bu durum beni. Sıradan kompakt bir makineydi, bir de eski, Rus yapımı bir makinem vardı, Lubitel marka, tepeden bakıyordun, çift lensliydi, siyah-beyaz fotoğraflar çekiyordum.
Fotoğrafa Türkiye’de başlamışsın o zaman…
Evet, ama Türkiye’de başlama kısmı çok az. Orada üç beş kare çektiysem, o kadar, asıl yoğunluk Londra’da başladı .
O halde orada başlayan heves İngiltere’de bir yaşam tarzına dönüştü diyebiliriz.
Kesinlikle! Bu çok klişe bir laftır, ben klişe lafları pek sevmem ama ‘fotoğraf’ benim hayatımda tam bir yaşam biçimine dönüştü diyebilirim. 1988’de buraya geldiğimde resim yapmaya da devam ettim bir süre. Çok büyük kanvaslara, platformlara yağlı boya resimler yapıyordum. Herkes de çok beğeniyordu. Hatta bir kafede küçük bir sergi de açtım. Daha sonra sonra bir medya okuluna yazıldım. O zamanki adı London School of Printing idi. Orada Multi Medya okudum bir yıl, önemli şeyler öğrendim fotoğraf üzerine. Hiç unutmam, orada benimle mülakat yapan sorumlu hoca “bana her şeyi anlat” demişti. “Seni niye okula alayım?” Bu arada benim yanımda olan bir arkadaş, “Vehbi sen 80’de askerî darbe sırasında Türkiye’de tutuklanmıştın, böyle bir tecrüben var, anlatmalısın” demişti. “Bu durumun sanatta gelişimine, katkıları olabileceğini, fotoğraf ve sinema yoluyla da toplumu aydınlatıp dönüştürecek işlerle kendini ifade edebileceğini söyleyebilirsin,” demişti. Ben de bahsettim, hoca da bana “kaç tane Yılmaz Güney tanıyorsun dünyada, onun yaşadığı tecrübeleri yaşayan, tabi ki anlatmalısın yaşadıklarını” demişti. Ve beni okula aldı. Alış o alış, ve tabiişin eğitim yanı yoğun bir şekilde devam etti. A level fotoğraf, arkasından iki yıllık visual dizayn kursu, haber-belgesel program yapımcılığı, sonra da Westminster Üniversitesi’nde multimedia ve sinema okudum. Aynı okulda bir de master yaptım.
Yeni gelen göçmenler ilk yıllarda yaşadıkları ağır koşullar nedeniyle ilgi duydukları sanat dalına yeteri kadar zaman ayıramıyorlar ve bir süre sonra da köreliyorlar. Böyle bir dönemden geçtin mi, yoksa bu dönemi çabuk mu atlattın?
Çok önemli bir soru bu gerçekten. Buradaki işin gelişme, eğitim, istediği şeyi elde etmedeki tutarlılık konusunda örnek verebileceğim insanlardan biriyim ben diye düşünüyorum. Hiçbir zaman bırakmadım ve tutkuyla sarıldım. Sonuçta bambaşka, farklı bir coğrafyada yaşıyorsun. İş sorunların var, dil sorunun var. Buna rağmen fotoğrafı sonuna kadar takip ettim; çünkü bu mereti seviyorum. Kanıma girmiş durumda. Motivasyon tamamen buydu. Sinema yapacağım, fotoğraf yapacağım, kendimi böyle ifade edebilirim. Bir gün Türkiye’ye döndüğümde çok güzel şeyler yapabileceğim konusunda inançlıydım. Hiçbir zaman bunu yapabilir miyim, iş bulamadım, ekonomik desteğe ihtiyacım var gibi şeyler düşünmedim. Sonuna kadar devam ettirdim. Motivasyonum hep yüksekti. Yıllar sonra beni gören arkadaşlarımın birçoğu “sendeki motivasyona hayranım, hâlâ aynı çocuksu sevinçle, aynı tutkuyla devam ediyorsun, helal olsun sana” diyorlar bana.
Belki de seninle birlikte aynı tutkularla gelen insanların bunları zamanla yitirdiklerine de şahit olmuşsundur.
Üzülerek söylüyorum çoğu öyle oldu ister istemez. Çünkü buranın koşulları hiç de kolay değil. Önce kendini kabullendirmen gerekiyor, ispat etmen gerekiyor buradaki yapıya alışman adapte olman gerekiyor. Ondan sonra ayağı yere basan, kendini ifade edebileceğin, sana dönüşümü olacak olan şeyleri yapmaya çalışıyorsun. Zor oldu ama hiçbir zaman bırakmadım.
Biraz önce Türkiye’ye donanımlı olarak dönmek istiyordum, dedin. Bir gün geri dönerim düşüncesi hâlâ var mı kafanda?
O düşünce hâlâ var. Aslında garip bir hüzne dönüştü o düşünce. Bu ülkeye ben geldim geleli, abartmıyorum her yirmi saniyede bir gün ülkeye geri döneceğime ve orada sevdiğim işleri, dostlarımla, arkadaşlarımla yapacağıma o kadar çok inandım ki… Ama şimdi o bir hüzün olarak kaldı, hayal olarak kaldı. Şimdi iki aradayım. Kendimi buraya da ait hissetmiyorum, oraya da ait hissetmiyorum. Arafta yaşıyorum gerçekten. Bu bir kayboluş değil, bilinçli bir reddediş aslında. Giderek evrensel olmamız gerektiğini anlıyorum. Ben sadece oraya ait değilim, buraya da ait değilim. Bu düşünce bazen korkutuyor beni ama daha üretkenleştiriyor.
Fotoğrafın ruhuna da yakışıyor aslında değil mi bu evrensellik. Biraz dışarıdan bakmak, o camın dışından bakmak.
Çok doğru. Bu zaten fotoğrafın içeriğinde de var. Mesela vizörden baktığın zaman senin tarafsız, yan tutmadan baktığın bir delik o vizör. Bir de işin böyle bir yönü var. Beni en çok çeken yanı bu. Çünkü oradan baktığın zaman bütün ilkel duyguların şövenizmin, ırkçı bir temelin varsa ya da ne bileyim kadına karşı, doğaya karşı ilkel ve hoyrat bir tavrın varsa , vizörden baktığında hepsi yok oluyor ve ‘duru’ ve gerçek bir insan oluyorsun.
Peki, bu vizörden kendi kişisel tarihine de bakabildin mi? Hani terzi kendi söküğünü dikemez derler, fotoğrafçı olarak kendi kişisel tarihinin arşivini yaptın mı?
‘Sen bir fotoğrafçı olarak çektiğin fotoğrafsın’. Bir fotoğrafçı olarak deklanşöre bastığın zaman aslında kendini çekiyorsun. Bunu üzerine basarak söylüyorum. Çok önemsiyorum bunu. Ben sadece karşımda gördüğüm şeyi fotoğraflayıp vizörüme alıp onu kalıcılaştıran bir fotoğrafçı değilim. Aynı zamanda çektiğim fotoğrafın kendisiyim. Nedir o, bir protestodur, buradaki LGBT hareketleridir, doğadır, sosyal bir olaydır, bir eğlencedir, bir festivaldir, adaletsizliktir. Her bir fotoğrafımı yaşıyorum ben. Sana bütün fotoğraflarımın hikâyelerini tek tek anlatabilirim. Hatta her bir fotoğrafımın romanını yazabilirim.
Belki de iyi fotoğrafın sırrı budur? Karşındaki kişiyi, manzarayı araçsallaştırmayıp içine girdiğinde belki de iyi fotoğrafları böyle yakalıyorsun.
Haklısın, çok değer verdiğim bir fotoğrafçı vardır Robert Capa. Macar asıllı Amerikalı bir savaş fotoğrafçısı onun şöyle bir lafı vardır, “eğer yakın değilsen çektiğin fotoğraf da iyi değildir ya da fotoğrafın iyi değilse yeterince yakın değilsin demektir .” Bu hem metaforik bir yaklaşımdır ve hem de fiziksel bir yaklaşım. Benim o yüzden en çok sevdiğim ve sıklıkla kullandığım lensim, geniş açı lenstir. Bu lenste de şöyle bir şey vardır, (12-24 milimetrelik bir lens kullanırım), konun her neyse çok yakın olmak zorundasın. Yakın olman gerekir ki çerçeveyi doldurabilesin. Ben çekim yaparken adamın nefesini hissediyorum, kadının koltuk altının ter kokusunu hissediyorum. Küfürlerini duyuyorum. O kadar yaklaşıyorum. Mesela en son burada nazilerin sokak gösterisi vardı Black lives matter’a tepki olarak düzenledikleri. Diplerine kadar gittim, küfürler yedim, hatta kafama darbe de yedim. Bunun karşılığında tasarladığım hikâyeyi oluşturdum. O hikâyeyi ayrıntılı olarak anlatmak istiyorsan, bunu yapmak ve içine girmek zorundasın karenin, konunun en yakın şahidi olmalısın. Ama uzakta durup tele-foto ile çektiğinde konunun dışındasın. Ben içinde olmalıyım konunun. Çünkü o çektiğim fotoğraf aynı zamanda benim hikâyem.
Peki, zaman içinde fotoğraf yolculuğunda değişiklik oldu mu? Fotoğraf felsefen değişti mi? Fotoğraf seni dönüştürdü mü?
Fotoğraf beni dönüştürdü. Artık daha anlayışlı ve toleranslı bakıyorum bir takım şeylere ve hayata. Ruhumu eğitti fotoğraf benim. Fotoğraf hem yaşam tarzım oldu benim hem de düşünce tarzım oldu. Şimdilerde daha çok yaratıcı fotoğraflar çekmek istiyorum. Önümüzdeki dönemde belgesel fotoğraf ve (fine art) ve yaratıcı fotoğraflar çekmeyi planlıyorum.
Türkiyeli toplumun fotoğrafla ilişkisini nasıl gözlemliyorsun?
Burada yaşayan Türkiyeli toplumun fotoğrafla ilişkisine gururla söylemeliyim ki 2006’dan bu yana büyük katkı sundum kendimce. Onlarca öğrencim oldu. Birlikte çok güzel şeyler yaptık,yaşadığımız kenti tanıyıp fotoğrafladık.
Türkiyeli toplum içinde çok dinamik bir fotoğraf potansiyeli yok burada maalesef. O hep içimde bir uhdedir, bir kırıklıktır. Bana göre fotoğraf hele hele etnik bir kültürden geliyorsan, kullanabilecek en güzel araçtır aslında. Fotoğraf kadınlar içindir, onları özgürleştirir. Göçmenler içindir. Kadınlar, göçmenler en çok fotoğraf çekmeli. Bizim toplum bu konuda maalesef üretken değil. Benim bir çabam var. Mesela burada çok dinamik bir Alevi toplumu var. Sanat konusunda da çok açıklar, kapalı bir toplum değil. Sana hoş geldin diyor kollarını açıyorlar. Çok rahat bir çalışma ortamı buluyorum ben Alevilerin içinde. Onların tarihini burada fotoğraflıyorum, semahlarını, festivallerini, anmalarını. Bunları kitap haline getirmenin çabası içindeyim.
Dışarıdan bakan biri olarak senin insan fotoğrafı çekmekten daha çok hoşlandığını gözlemliyorum.
Kesinlikle öyle. Ben kuş, böcek fotoğrafı çekmem, benim fotoğrafımın temelinde insan vardır. İnsanları, koşulları, politik görüşleri, rengi, dini, dili, ırkı ne olursa hiç ayrım gözetmeden, fotoğraflarım.
Biraz verdiğin kurslardan söz edelim.
Üyesi olduğum fotoğraf ajansları var. Bunlar benim fotoğraflarımı pazarlıyorlar, satıyorlar bu benim işimin bir yanı . Dünyanın her yerinde satılıyorlar bu fotoğraflar. Bir de bir İngiliz sanat kurumunda fotoğraf dersi veriyorum. Tamamıyla İngilizce konuşan öğrencilere ders veriyorum. Pazar günleri de kendi atölyem var. Orada da dersler veriyorum. Dört saatlik bir ders bu. Sekiz hafta sürüyor. Katılımın yoğunluğuna göre hafta sayısı değişiyor. Kurs süresince konumuza uygun mekânlarda ders yapıyoruz. İki tür ders veriyorum, birisi fotoğrafı keşfetmek diğeri de yaratıcı fotoğrafçılık.
Verimli oluyor mu kurslar?
Çok verimli oluyor. Çok güzel geri dönüşler alıyorum. Virgin’ün sayfasında, benim reklamlarımı, fotoğraflarımı kullanıyorlar. Orada mesela çok güzel geri dönüşler var. Çok esprili, bilgili, herkesle tek tek ilgilenen, fotoğraf tutkunu ve sayesinde çok şey öğrendik gibi yorumlar göreceksin orada. Bu yorumlar çok çok önemli benim için.
Son olarak bundan sonra fotoğraf adına neler yapmayı planlıyorsun?
Korona meselesi biliyorsun bayağı sekteye uğrattı gidişatı. Öncelikle Alevi Kültür Merkezi’nde bir kurs düzenleniyor. Önümüzdeki cumartesi başlayacak. Bunun haricinde kendi kursum var pazar günleri devam eden. Benim asıl amacım kitap üzerine yoğunlaşıp onu en kısa zamanda çıkartmak.
Ağustosun sonuna doğru Belfast’a yeniden gitmeyi planlıyorum. Oralarda eski politik kaosu yaşamış insanlarla röportajlar yapmayı düşünüyorum. Bunları kitaba, sergiye ve belgesel filme dönüştürmek gibi bir düşüncem var. Bunu önümüzdeki bir yılda yapmayı planlıyorum.
Peki, sergi yapıyor musun?
Yaklaşık iki-üç yıldır yapmadım. Çok özledim sergi yapmayı. Bir tanesini Londra’da planlıyorum, bir tanesini de Türkiye’de. Kuzey İrlanda üzerine olabilir, ayrıca buradaki Türkiyeli toplumun öne çıkmış olan karakterlerini konu alan, ressam, yazar, akademisyen, tiyatrocu gibi, onların A2 boyutunda, poster boyutunda portrelerini çekmeyi planlıyorum çeşitli mekânlarda. Buda yedi, sekiz yıldır aklımda olan bir projedir. Böylece buranın tarihine’de böyle bir bir not düşmek istiyorum.