Ayfer Tunç’un “Kuru Kız” romanında göç ve göçmenlik

Hiç yorum yok

20 Şubat 2025




Tuncay Bilecen


Türk edebiyatının üretken yazarlarından biri olan Ayfer Tunç, Nisan 2023’te yayımlanan romanı Kuru Kız’da; mahalle baskısından kadının ailedeki ve toplumdaki rollerine, ekonomik ve sosyal çözülmenin yarattığı ahlaki erozyondan standardize edilen beden ölçütlerinin dışında olanların yaşadığı aşağılanmaya (bodyshaming) kadar birçok farklı konuya değiniyor.

Kuru Kız’ı bir “göç romanı” olarak değerlendirmek zorlama bir çıkarım olsa da roman, sosyal çürümenin her yere sirayet ettiği bir toplumsal yapıda bireysel kurtuluşu sıra dışı bir hikâyeyle göç etmekte bulan bir kadını anlatması bakımından bu yönüyle de irdelenebilir.

Kitabın ana kahramanı Kuru Kız’ın kırk yaşına birkaç ay kala Arjantin’in en güney ucunda, “dünyanın sonu” diye bilinen Ushuaia’ya gitmesiyle başlayan roman, devamında çoğunlukla kronolojik bir sıra izlemeden onun bu yolculuğa çıkmasına neden olan olaylarla devam ediyor.

Adını bilmediğimiz, fiziksel özellikleri nedeniyle kendisine takılan isimle, “Kuru Kız” olarak tanıtılan karakter, Ushuaia’daki ilk zamanlarında geldiği yerle buranın bir karşılaştırmasını yapar. Bu karşılaştırma okuyucuya, Kuru Kız’ı göç etmeye iten sebepler hakkında bir ön fikir verir: “Kendi ülkesindeki insanlar korkunç, buradakiler de harika değiller ama daha az kötücüller, en azından ona karşı” (s.16).  

Aynı şekilde yeni yerleştiği bu yerdeki duygu durumu da terk ettiği yere göre çok farklıdır artık:  “Geride bıraktığı yıllar boyunca güldüklerinin bin katını burada iki yıl olmadan güldü” (s.19). Çünkü Türkiye’deyken gülebilecek, gülse bile bunu gösterebilecek bir çevrede yaşamamaktadır: “Babası öldükten sonra olmaya başlamıştı aralarında (kardeşiyle) böyle neşeli şeyler. Hayattayken güldüklerini pek hatırlamıyordu. Gülmüşlerse de gizli gizli, kendi aralarında” (s.29).

Kuru Kız, başladığı yerde biten (dünyanın sonunda), olay örgüsü itibariyle ucu açık bir roman… Kuru Kız’ın ailesinden başlayarak yaşadığı muhite, topluma ve ülkeye kadar çevresini sarıp sarmalayan kötülükler silsilesinden bilgiye açlığı sayesinde kurtulmasını konu alan roman, sözü edilen katmanların her birinde yer yer trajik hikâyeleri de barındırıyor. Hatta bu bakımdan kitabın zaman zaman arabesk bir iklime büründüğünü söylemek de mümkün. Örneğin, Kuru Kız dışındaki tüm aile bireylerinin ölümlerine tek tek tanıklık ettiğimiz romanda; anne 36, baba 50, erkek kardeş ise 37 yaşında hayatını kaybeder.

Yıllar içinde peş peşe gelen bu ölümler her seferinde Kuru Kız’ı biraz daha yalnızlaştırır, en sonunda yazarın adını vermediği ama İstanbul olmadığını bildiğimiz (çünkü erkek kardeşi İstanbul’a kaçıyor) bir şehrin yoksul mahallesinde eski, kagir bir binada yapayalnız kalır. Fakat bu onu aşağı çeken bir yalnızlık değil, kendisini gerçekleştirme potansiyelini ortaya çıkaran bir yalnızlıktır. Her birinin ayrı bir acı verdiği ve onu belli kalıpların içine soktuğu aile içi rollerden azadedir artık. “Özgürlük olduğunu o sırada bilmediği bu tuhaf, coşkulu duygu henüz damarlarına nüfuz etmemişti ama edeceğini anlamıştı, varlığını ele geçireceğini tahmin ediyordu. Büyük temizliğe oturma odasındaki ağır vitrinle değil annesinin zamanından kalma gardıropla başladı” (s.163).

Kuru Kız, aile ilişkilerinin dışına çıkarak mahalleye, topluma ve oradan da ülkeye bakan, bunu da yüksek sesle, göze sokarak değil, birbirine bağlı hikâyelerdeki sosyo-politik detaylar ve gözlemler üzerinden veren bir roman. Bu bakımdan aile içinde, oda paylaşımında bile kendisini gösteren cinsiyetçi tutum, tek başına kalan Kuru Kız’ın evine göz koyan akraba ve komşular, kentsel dokunun rantçı yaklaşımlarla bozulmasının mahalle ve komşuluk ilişkilerine yansıması, siyasetle organik ilişkisi olan görgüsüz ve aç gözlü mafyatik müteahhit profili, tarikat şeyhlerinin kentsel rantın dağıtımındaki yeni rolleri gibi birçok karakter ve tema romanda yer alıyor.

Kuru Kız, etrafını saran ona tecavüz etmek isteyen, özel hayatını merak eden ve fütursuzca mahremiyetini ihlal eden, bahçesine evine el koymak isteyen bu gözü dönmüş topluluktan öğrenme merakı ve bilinci sayesinde kurtulur. Sözünü ettiğimiz bu bilinç durumu bir aydınlanmadan ziyade Kuru Kız’ın içinde kendisiyle açtığı bir çeşit iletişim kanalı yoluyla yaşanır. Bu iletişim kanalı sayesinde kendi içinde olayların muhasebesini yapar, vicdanıyla yüzleşir. Roman boyunca sürekli “tanrısıyla” konuştuğuna şahitlik ederiz. “Kardeşinin ardından acı çekmeyi başka bir zamana bırakmıştı. Gecenin, tanrısıyla konuşacağı ileri saatlerine” (s.138). “Rüyadan sonra tanrısıyla konuştu, kardeşinin hakkı olan hayattan zevkli bir yudum bile alamadan gittiği için çok acı çektiğini söyledi” (s.149). “Tanrısına interneti anlatmaya doyamıyordu, sanki tanrısı bu buluştan haberdar değilmiş ve ondan öğrenmekten çok hoşlanıyormuş gibi” (s.150). “Tanrısı onu yatıştırmak için yatağının başucunda bekliyor oluyordu. Yüzü olmayan, bedeni olmayan, sesi olmayan, olmayan sesi bazen annesininkine, bazen olmayan bir sevgilininkine benzeyen tanrısı” (s. 174). “Tanrısı coşkuyla destekliyordu, onu yüreklendiriyordu. Git, yeter ki git. Canlan, yaşa” (s. 202).

Kuru Kız’ın göç ederek kendi kurtuluşunu gerçekleştirmesinde içindeki sonsuz öğrenme aşkı önemli rol oynamıştır. YouTube’taki gezginlerin gezip gördüğü yerleri merak etmeyle başlayan bu aşk zamanla bir tutkuya dönüşür. Artık büyük bir açlıkla her şeyi merak etmektedir. “Hayatını ikiye ayırıyordu, internetten önce ve internetten sonra” (s.150). Etrafında, saf, kıt akıllı, kandırılmaya müsait olarak görülen Kuru Kız, öğrenme merakı sayesinde komşuların, akrabaların, mahalle sakinlerinin elinden kurtulmuş, internetten bulduğu bir emlak şirketine evini satmayı başarmış ve böylelikle ancak hayalinde yapabildiği yolculuğa tek başına çıkabilmiştir.

Ayfer Tunç; Kuru Kız’da fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı bir konumda olan bir kadının göç ederek kurtuluşunu konu alırken, örtük olarak “bilgi güçtür” mesajını da okuyucuya duyuruyor.  

 

Ayfer Tunç, Kuru Kız, Can Yayınları, 2023, 216 sayfa


*Bu yazı ilk defa Göç Dergisi'nde Temmuz 2024'te yayınlanmıştır. 

https://dergi.tplondon.com/goc/article/view/882

Göçmenler olmazsa Avrupa’yı büyük bir nüfus krizi bekliyor

Hiç yorum yok

19 Şubat 2025

Avrupa Birliği (AB) genelinde aşırı sağ partilerin yükselişi ve göçmen karşıtı politikalar, kıtanın demografik geleceğini tehdit ediyor. 2024 seçimlerinde aşırı sağ partilerin kazandığı başarılar, göçmen karşıtı söylemlerin siyasi gündemi şekillendirdiğini gösteriyor. Ancak uzmanlar, göçmenleri dışlayan politikaların Avrupa'nın nüfus krizini daha da derinleştireceği konusunda uyarıyor. 

 


AB'nin resmî istatistik kurumu Eurostat'ın tahminlerine göre, mevcut eğilimler devam ederse AB nüfusu 2100 yılına kadar %6 azalarak 447 milyondan 419 milyona düşecek. Ancak göçmenlerin tamamen dışlandığı bir senaryoda bu düşüş çok daha sert olacak. Eurostat, göçmenlerin olmadığı bir durumda AB nüfusunun 295 milyona kadar gerileyebileceğini öngörüyor. Bu, kıtanın nüfusunun üçte birinden fazlasının kaybedilmesi anlamına geliyor. 

Göçmenler Olmadan İş Gücü ve Ekonomi Tehlikeye Giriyor 

Göçmen karşıtı politikaların yükseldiği İtalya, Fransa ve Almanya gibi ülkeler, göçmenlerin tamamen dışlandığı bir senaryoda ciddi nüfus kayıpları yaşayacak. Örneğin yapılan nüfus projeksiyonlarına göre; İtalya'nın nüfusu 2100 yılına kadar yarıya inebilirken, Almanya'nın nüfusu 83 milyondan 53 milyona düşebilir. Fransa'da ise nüfus 68 milyondan 59 milyona gerileyebilir. Bu durum, iş gücünün azalması ve yaşlı nüfusun artması nedeniyle ekonomik büyümeyi yavaşlatacak ve emeklilik ile sağlık harcamalarını artıracak. 

Avrupa'nın yaşlanan nüfusu, özellikle sağlık ve sosyal hizmetler sektöründe göçmenlere olan ihtiyacı artırıyor. Birçok AB ülkesinde doktor ve hemşire açığının göçmenler tarafından kapatıldığı biliniyor. Uzmanlar, göçmenlerin iş gücüne katılımının artırılmasının, yaşlanan toplumun ihtiyaçlarını karşılamada kritik bir rol oynayacağını vurguluyor. 

Göçmenlerin Katkısı: Camini Köyü Örneği 

İtalya'nın güneyindeki Camini köyü, göçmenlerin nüfus azalmasına karşı bir çözüm olabileceğini gösteren umut verici bir örnek sunuyor. 20. yüzyılın sonlarında genç nüfusun göç etmesiyle neredeyse terk edilme noktasına gelen köy, mültecilerin yeniden yerleştirilmesi projesi sayesinde yeniden hayat buldu. Bugün, 50 mültecinin kalıcı olarak yerleştiği Camini'nin nüfusu 350'ye ulaştı. Köydeki okulun yeniden açılması da projenin sembolik başarılarından biri oldu. 

Camini projesinin kooperatif başkanı Rosario Zurzolo, "Köy yavaş yavaş ölüyordu. Evler, içinde yaşayan olmadığı için yıkılıyordu" diyerek projenin önemini vurguluyor. Köydeki mülteciler, yalnızca nüfusu artırmakla kalmıyor, aynı zamanda yeni iş alanları ve ekonomik faaliyetlerin gelişmesine de katkı sağlıyor. 

Göçmenlerin Ekonomiye Entegrasyonu Kritik Öneme Sahip 

Uzmanlar, göçmenlerin Avrupa'nın demografik sorunlarını tek başına çözemeyeceğini, ancak bu sorunların hafifletilmesinde önemli bir rol oynayabileceğini belirtiyor. Göçmenlerin iş gücüne etkin bir şekilde entegre edilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi ve vergi reformları gibi diğer önlemlerle birlikte, göçmenlerin katkısı daha anlamlı hale gelebilir. 

LSE’den Profesör Alan Manning, "Göçmenlerin iş bulması ve çalışması kritik öneme sahip. Aksi takdirde, göçmenlerin sosyal yardıma ihtiyaç duyması durumunda bu, sorunu daha da kötüleştirebilir" diyor. 

Göçmenler Avrupa'nın Geleceği İçin Hayati Öneme Sahip 

Avrupa'nın nüfus krizi, göçmenlerin katkısı olmadan çözülemeyecek kadar derin. Göçmen karşıtı politikaların kısa vadeli siyasi kazanımlar sağlasa da, uzun vadede ekonomik ve sosyal maliyetleri ağır olacak. Camini örneği, göçmenlerin yalnızca nüfusu artırmakla kalmayıp, toplumları yeniden canlandırabileceğini gösteriyor. Avrupa'nın geleceği, göçmenlerin entegrasyonunu sağlayacak akılcı politikaların hayata geçirilmesine bağlı.

 

Kaynak: The Guardian

Göçmenler ve “Bodyshaming”

1 yorum

17 Şubat 2025

Ramazan Yaylalı

“Görünmenin” o dayanılmaz ağırlığı!


Alman haftalık gazetesi “Die Zeit” yine ilginç bir söyleşiye sayfasında yer vermiş. Söyleşinin merkezinde Ortadoğu kökenli üç göçmen genç kadın var:  Özlem, Nika ve Yasemin'e mahrem bir konu üzerinde fikirleri sorulmuş. Söyleşinin konusu, söyleşiye katılan ve Almanya'da yaşayan bu Ortadoğulu genç kadınların, çok ilginç bir nedenden ötürü kendilerini dışlanmış olarak görmesi. https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht[1]




Konuyu biraz daha açarsak; üç genç göçmen kadın, sahip oldukları vücut tüyleri -evet yanlış okumadınız- kara tüyleri yüzünden Alman toplumunda kendilerini dışlanmış hissettiklerini iddia ediyorlar.

Anlattıklarından son derece seküler ve modern bir hayat tarzına sahip olduklarını düşündüğümüz üç genç kadının, esmer tüyleri yüzünden ötekileştirilmeleri küçük ve ironik bir mesele gibi görülse de anlaşılan “Die Zeit” için durum pek de öyle değil.



Söyleşinin tümünü bu yazıda özetlemek mümkün olmadığı için söyleşiye katılan üç kadından biri olan İran asıllı Nika'nın anlattıklarına bir göz atalım. Nika söyleşide özetle şunları dile getiriyor. Orta okulda aşık olduğu Alman bir sınıf arkadaşının ona yaklaşarak bıyıklarının olduğunu söylemesi Nika'yı şok etmiş. O an gülüp geçmiş Nika, ancak okuldan sonra hemen annesiyle birlikte kozmetik ürünler satılan bir dükkâna gidip, kadınlar için üretilen tıraş bıçağını almış ve yüzündeki kara tüyleri yok etmeye çalışmış.

Tabii olay bununla da bitmemiş, Nika o günden itibaren vücut tüylerini düzenli olarak almaya başlamış ve mümkün olduğunca erkeklerle yan yana oturmamaya karar vermiş. Vücut tüylerini almaya üşendiği bazı günlerde ise kapalı uzun elbiseler giyerek vücut tüylerini kamufle etmeye çalışmış.

Yine bir yaz döneminde, annesiyle birlikte İran'a; yani memleketine gittiğinde, orada yaşayan kuzenlerinin de tıpkı kendisi gibi siyah tüylere sahip olduğunu fark etmiş, fakat bu konuda kuzenlerinin hiç bir komplekslerinin olmadığını, ayrıca bu durumun toplum içinde itici bir unsur ve kusur olarak görülmediğini fark edince çok şaşırmış. 

Gel zaman git zaman Nika bu gerçeği kabullenmiş ve içinde yaşadığı Alman toplumuna inat tüyleriyle, daha doğrusu bedeniyle barışık olmayı öğrenmiş. Hatta işi o kadar ileriye götürmüş ki, “Only Fans"te çıplak tüylü vücudunu sergilemeye kadar ileri gitmiş. Bu resimlerin altına yapılan yorumlar genellikle vücut tüylerini alması doğrultusunda oldukça sert ve onur kırıcı oluyormuş ama Nika mümkün olduğu kadar yorumlara aldırmamaya çalışmış. 

Daha sonrasında bu provokatif sergileme olayına başka bir mecrada;  Instragam'da devam etmiş. Kendini takip eden kitleyi provoke etmek adına tüylü kıllı çıplak fotoğraflarını eklemeye devam etmiş. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi resimlerin altına yapılan yorumlar artık o kadar sert ve iğrenç bir hale gelmiş ki, sonunda Nika bütün bu baskı ve sözlü şiddete dayanamayıp tüylü çıplak fotoğraflarını Instagram sayfasından silmiş. 

Ergenlik döneminde yaşadığı bu olaylardan sonra,  yani uzun zamanlar sonra, Nika vücut tüylerini tekrar almamaya karar vermiş ve herkese inat resimlerini yine aynı şekilde sosyal medyada yayınlamaya devam etmiş. Gittiği ortamlarda insanların ona tuhaf tuhaf bakmalarına artık aldırmadan kendini bu duruma alıştırmaya çalışmış. Toplumun onun hakkında ne düşündüğünü artık ciddiye almamayı öğrenmiş ve gerçek anlamda kendisi gibi olmayı, yani etnik kimliğinin bir parçası olan esmer bedeni ve tüyleriyle, toplumun ona dayattığı kalıplara sığmamak için bugüne dek savaşmaya devam etmiş.

Lookism

Nika'nın ve Nika gibi Ortadoğulu göçmenlerin etnik kimliklerinin somut simgesel parçası olan görünüşleri üzerinden yaşadığı ötekileştirme istisnai bir durum değil. Sahip olduğunuz görünüm ya da suret, size benzemeyen başka bir toplumda hangi etnik gruba ait olduğunuzu oldukça kolay deşifre eden bir etkendir. 

Dolayısıyla öteki ile karşılaşmada, ilk bakışta, göçmenlerin sahip oldukları kimliğin tarihsel bir parçası olan suretleri üzerinden hızlıca bir kategori (ve genellikle negatif bir şekilde) içine yerleştirilmeleri çok olağan bir durum haline geliyor -özellikle de Avrupa'da yaşayan Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenler için.- Yani burada “bodyshaming”in bir tür etnik-göçmenlik versiyonu ile karşı karşıyayızdır aslında.

“Suret” üzerinden sahip olduğunuz kimlik, hangi simgesel dünyaya ya da toplumsal değere işaret ediyorsa ona göre ya pozitif ya da negatif bir önyargı oluşturabilir. Eğer ortalama beyaz bir Avrupalı suretine sahipseniz,  bu yargılama ya da kategorileştirme pozitif bir yönde de tezahür edebilir. Sarı saçlı mavi gözlü Batılı birini anımsatıyorsanız bu negatif yargılamadan muaf kalma olasılığınız yüksek olabilir - en azından bir süre için-. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra mavi gözlü sarı saçlı mültecilerin Avrupa'da daha çok arzulandığını hatırlayalım.

Nika'nın sahip olduğu etnik-görünüm yüzünden kendisinin öteki tarafından negatif bir kategori içine sokulması sadece göçmenleri rahatsız eden bir mesele değil, daha doğrusu sadece göçmenlikle ilgili bir olgu değil. Çağımızda “görünüyorum, öyleyse varım” paradigmasının toplumsal kabulünden bu yana “nasıl göründüğümüz” toplumsal kimliği aşan benliğin bir parçası haline geldi.



Lookism çağında örneğin; obezite bir birey “bodyshaming” gerçekliği altında toplum içinde disiplinsiz, sağlıksız ve başarısız olarak kategorileştirilmesine neden olabiliyor.

Çünkü sahip olduğunuz imge; yani yaşadığınız toplumun standartları dışında kalıyorsa (obez olmanız, fit bir vücuda sahip olmamanız, belli bir güzellik standardına –“Schönheitsideale”- sahip olmamanız), uğrayacağınız ayrımcılık en az siyahi bir göçmenin ten renginden dolayı  yaşadığı ayrımcılık kadar sert ve şiddetli olabiliyor. 

Zira literatürde son elli yıldır oldukça geniş bir yer kaplayan ve "İdeal Beden/Güzelik/Bodyshaming/Selfoptimization" gibi olgular üzerine yapılan çok sayıdaki sosyolojik tez ve araştırmalara bakıldığında; bu meselenin öyle çok hafife alınmayacak bir mesele olduğuna kolaylıkla ikna olabilirsiniz. Dış görünüşün toplum içinde nasıl önyargılı bir algıya yol açtığına dair çok sayıda araştırma söz konusu. 

Bahsi geçen araştırmalara bir örnek olarak; Alman ulusal Kanalı SWR bu konuyu "Body-Shaming“[2] başlığı altında elle alırken, Almanya'da belli bir standart-beden ölçüse sahip olmayan Almanların toplum tarafından dışlandığını iddia ediyor. SWR'nin iddiasına göre "obez bir bedene sahip olmak" genellikle Alman toplumunda tembellik, sağlıksız beslenme alışkanlıkları, karakter zayıflığı veya disiplin eksikliği ile eş anlamlı tutuluyor.

Arama motoru Google'a “Bodyshaming” yazdığınızda buna benzer pek çok akademik ve basında çıkmış makale ile karşılaşırsınız.

Kısacası, sahip olduğumuz görüntü postmodern bir dünyada benliğimizin artık çok önemli bir parçası. Bu gerçeklik altında "Beden/Görünüm" ya da "Suret" basit bir biyolojik nesneden çok postmodern bireyin kimliğinin parçası haline geliyor, tıpkı etnik ya da ideolojik kimlik gibi belli bir “Suret-İmgesinin” dolayımlı bir yoldan; yani söylemler üzerinden yeni bir “öznellik” dayattığı kesin.

Çünkü suret nesnel bir olgu olarak göz ile temas girdiği an yani bakışın çemberine girdiği an zihinde önceden yerleşik imgelerle özdeşleştirilerek nesnellikten öznelliğin bir parçası haline gelir. Yani görünüş ve onun yansıttığı ilk izlenim algıyla ilgilidir. Görünen neyse algı ona göre şekil alır, en azından ilk etapta.

Göçmen birey taşıdığı bu imge yüzünden büyük Metropollerde bile anonim olamıyor, birey ise hiç olamıyor. O hep ötekinin bakışında beli bir sosyolojik kategori olarak damgalanmaya yazgılıdır.

Çünkü öteki ile derinden, yani öznel ilişki kurmak pek mümkün değildir. Herkesin anonim olduğu bir eko-sistemde iç dünyanızı analiz edecek ne zaman ne de mekan var olur, dolasıyla; görünen ne ise “gerçek” odur. Göçmenler ve toplumun arzuladığı belli bir ideal-imge çerçevesine girmeyen her birey bu önyargısal şiddete maruz kalır. 

Bazen metroya binerken, çok kısa bir iş için resmi bir daireye girerken, sokaklarda yürürken, daha önce gitmediğiniz bir kafeye girerken bile başınıza gelebilir.

Öyle ya, Berlin'de geleneksel bir “Gasthaus”a adımını atan siyahi bir gencin, sarışın mavi gözlü Alman garsonun beyninde ilk bakışta nasıl bir yargı oluşturduğunu tahmin etmek her halde çok zor olması gerek. Aynı şey tersi için de geçerli tabi.

Ve yine standartların üstünde ya da aşağısında bir beden (aşırı kilolu, obez) ölçüsüne sahip olan herhangi bir insanın tıpkı yukarıda değinildiği gibi ilk bakışta sağlıksız, tembel ve disiplinsiz olarak öteki tarafından nitelendirilmesi aynı mekanizmayı, yani beden üzerinde bir yargıyı; öteki hakkında negatif ya da pozitif bir fikri tetikler.

Yine çok güzel bir fiziğe sahip olan genç bir kadının ya da erkeğin, örneğin bir iş görüşmesine başvuru yapan diğer rakiplerine göre işe alınma olasılığının daha yüksek olmasının ana nedeni ötekinde yarattığı bu pozitif algı değil midir? Bu konuda sosyolog Catherine Hakim’in çalışmalarına bakılabilir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; postmodern bir dünyada görselliğin ve görünüşün sosyal statü açısından temel alınması, hem göçmenlerin hem de ortalamanın dışında görünüşe sahip olan İnsanların hayatlarında çok önemli bir yer kaplıyor. Anlaşılan o ki, “görünüyorum, öyleyse varım” paradigması uzun bir süre yaşamlarımızda yerini koruyacak gibi ...


Ramazan Yaylalı'nın tüm yazılarını okumak için tıklayın
http://www.bisikletligazete.com/search?q=Ramazan+Yaylal%C4%B1

[1] https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht

 

[2] https://www.swr.de/swr2/wissen/body-shaming-wie-dicke-menschen-diskriminiert-werden-104.html

 ......

Liverpool'da maskeli bir grubun saldırısına uğrayan Egemen Özdemir'le söyleşi

Hiç yorum yok

14 Şubat 2025

Kings College'de Bankacılık ve Finans alanında yüksek lisansını tamamlayıp mezun vizesiyle Londra'da yaşamını sürdüren Egemen Özdemir geçtiğimiz hafta Liverpool'da maskeli bir grubun saldırısına uğradı.

Bisikletli Gazete söyleşilerinin bu bölümünde Egemen Özdemir ile yaşadığı bu tatsız olaya ilşkin yaptığımız söyleşi yer alıyor.







Enfield Türkçe Konuşan Hasta Katılım Grubu çalışmalarına devam ediyor

Hiç yorum yok

12 Şubat 2025

Enfield Türkçe Konuşan Hasta Katılım Grubu (Enfield Turkish Speaking PPG), NHS’e bağlı mahalle doktorlarına hizmet alan topluluğa yönelik çalışmalarına devam ediyor. 2023 yılında kurulan grup,Türkçe konuşan toplulukları GP PPG gruplarına katılmaya teşvik etmek ve bu sayede sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmayı amaçlıyor.

 


Her GP, hizmet kalitesini yükseltmek için PPG (Patient Participation Group) kurmak zorundadır. Ancak, Türkçe konuşan topluluğun dil ve diğer engeller nedeniyle bu gruplara katılması zor. İşte bu nedenle Enfield Turkish Speaking PPG kuruldu.

PPG Nedir?

Hasta Katılım Grubu (PPG), mahalle doktorlarında hastaların görüşlerini paylaştığı bir platformdur. Hastalar, sağlık hizmetleri ile ilgili geri bildirimde bulunmak ve geliştirme önerileri sunmak için bir araya gelirler.

PPG'ye Kimler Katılabilir?

Mahalle doktoruna kayıtlı herkes, online veya GP ofisinde form doldurarak PPG’ye katılabilir. Katılım için özel bir yetenek gerekmemektedir; sadece istek yeterlidir.

PPG'nın Faaliyetleri Neler

Grup, ayda bir kez toplanır ve tüm üyelere açıktır. Toplantılarda hastalar, ilgilendikleri konuları tartışma ve geri bildirimde bulunma fırsatı bulurlar.

Türkçe Konuşan Hasta Katılım Grubu ile iletişim için: enfieldturkishspeakingppg@gmail.com

Hayatın en hızlı aktığı şehirlerden birinde, Londra’da yaşamak

Hiç yorum yok

Londra dünyada hayatın en hızlı attığı kentlerden biri. Yetmişlerde Londra’da kurulan heavy metal müziğin efsane grubu Iron Maiden’ın bir şarkısının adı kentteki akıp giden hayatın adeta simgesi gibi: “be quick or be dead!” (hızlı ol ya da öl). Yirmi dört saat boyunca durmayan bu dinamik kentte ayakta durmanın türlü güçlükleri var; hele ki göçmenseniz. 


Tuncay Bilecen


Şehirlerin hızlı temposu bazen farkına varmasak da bizi yoruyor. İçinde yaşayanlara sayısız olanaklar sunan Londra bunun kefaretini yorgunluk ve geç kalma kaygısıyla ödetiyor. Görüşme yaptığım göçmen bir kadın bu duyguyu şöyle ifade ediyordu. “Şu aralar çalışmıyorum. İşsizim. Buna rağmen hep bir yerlere geç kalma duygusu yaşıyorum. İçimde bir vicdan azabı oluyor. Çalışmasam da bu kentin telaşı beni yoruyor.” 


Sanırım bu duyguyu çoğumuz yaşıyoruz. İşlerimizin yolunda gittiği dönemlerde bile Londra’nın aşırı rekabetçi ortamının verdiği endişeleri üzerimizde taşıyoruz. 


DURMA YOKSA DÜŞERSİN!


Her şehrin bir ruhu var, biraz da dünyanın merkezinde olmasından dolayı Londra’nın payına da “hızlı olmak” düşmüş. Özellikle göçmenlerin içinde bulundukları koşulları düşünerek “durma yoksa düşersin” ifadesini kullanabiliriz Londra’daki yaşam için. En çok da göçmenliğin ilk yıllarında yaşanıyor bu sarsıntı. Farklı kültürel kodlarla gelip kentin bu baş döndüren hızına uyum sağlamaya çalışırken nice göçmen kendisini kaybedebiliyor.  


Londra’nın barınma ve ulaşım gibi giderler bakımından pahalı bir şehir olması göçmenliğin ilk yıllarındaki koşturmacayı daha da artırıyor. Henüz vatandaşlık alınmadığı için sosyal yardım alamayan, kira giderlerin karşılamak zorunda olan göçmenler ev paylaşma ve uzun süreli çalışma yolunu tercih ediyor. Hal böyle olunca da sosyal hayata zaman kalmıyor, işle ev arasında geçen monoton bir hayat sürekli kendisini tekrar ediyor. 


“CENAZEDE YA DA DÜĞÜNDE BİR ARAYA GELEBİLİYORUZ”


Binlerce insan sabahın köründe çalışmak üzere Londra’ya akın ediyor. Bu koşturmaca içinde her saniye kıymetli olduğu için insanlar bazı işlerini araya dereye sıkıştırmak durumunda kalıyorlar. Bu yüzden metroda kimseye aldırmadan makyaj yapan bir kadın da görmeniz mümkün, kahvaltısını otobüste yapan birini de... Hızlı hızlı yürürken bir taraftan elindeki karton bardaktan ustalıkla kahve içenlerin kenti burası. “Take away” ifadesinin günlük hayatta bu kadar yaygın kullanılmasının bir sebebi de bu.


Bir görüşmeci, İngiltere’deki sosyal devletin tasfiye edilmesinden dolayı daha fazla çalışmak zorunda kaldıklarını, bu durumun da sosyal ilişkilerini bitirdiğini söylüyordu: “Çoğu insanın sosyal yaşamı bitmiş, komşuluk ilişkisi denen bir şey yok, ancak artık düğünde veya bir ölüde buluşuluyor. Öbür türlü kimsenin kimseyle bir alışverişi yok. Ya bir cenazede, ya bir düğünde, bazı sosyal faaliyetlerde belki bir araya geliyorlarsa geliyorlar. Geçmişte vardı mesela, aileler diyalog içindeydi, ama şimdi şartlar zorlaştıkça daha da uzaklaşıyorlar, daha da kopuyorlar. İnsan ekonomik şartlardan dolayı çocuğuna bile zaman ayıramıyor.” 


YARATICI ETKİNLİKLERDEN UZAKLAŞMAK


Belki çok genelleyici olacak ancak Londra’nın bu acımasız rekabet ortamının insanlardaki yaratıcı etkinlikleri körelttiği bir gerçek. Yaratıcı bir etkinlikle, örneğin sanatla uğraşmanız için bu konuda bir bilinciniz olması gerektiği gibi boş vaktinizin de olması gerekir. İşte bu zamanı bulmak, hele ki göçmenliğin ilk yıllarında pek mümkün gibi görünmüyor. 


Hayatın rutin akışına kendini kaptıran göçmen kendine zaman ayıramamaya başlıyor, zamanla bilinci köreliyor ve uğraşısı bir süre sonra onun için “gençlik hayaline” dönüşüyor. Arkadaş ortamlarında “ben de bir ara öykü yazıyordum”, “kısa film çekmeye heves etmiştim”, “iyi fotoğraf çekiyordum” diyen insanları duyuyorsunuz. “Peki, şimdi neden yapmıyorsun?” Bu soru sorulunca bir iç çekişin ardından ister istemez mazeretler sıralanıyor. Böylece Londra’daki hayata tutunma çabası bir estetik bir zevkin gelişmesinin önüne geçebiliyor. Tabii bu söylediklerimiz tamamen sınıfsal konumla ilgili. Örneğin iyi bir işte iyi bir ücret karşılığı çalışma imkânına sahip olan kişi tam tersine bu tür özelliklerini daha da geliştirebilir bu kentte; çünkü bunun için sayısız imkân var. Aynı zamanda Türkiye’ye kıyasla çok daha kısa süre çalışıp çok daha fazla ücret alacaktır. 


BİREYCİLİKTEN BENCİLLİĞE


Türkiye’de bireysel hayatın sınırlarının olmamasından, bu alanın çok çabuk ihlal edilmesinden şikâyet ederiz. Bireyciliğin kutsandığı bu yerde ise –bir göçmen bunu “burada arabalar bile çoğunlukla tek kapılı” diye özetlemişti- bireyciliğin bencilliğe varmasından şikâyet edecek noktaya gelebiliyor insan. 


Türkiye’de bireysel sınırlara çoğu zaman saygı yoktur ya da kişi bunu bildiği için kendine çeki düzen vermek zorunda kalır. Bunun yanı sıra başına bir fenalık geldiğinde her daim yanında birilerini bulabilir. Dayanışma ruhu kültürümüzün belki de en güzel taraflarından biri. Gelelim Londra’ya, burada bireysel sınırlar kesin çizgilerle çizilmiş durumda. Onu aşmak için çabalayan kişi, toplumsal ve hukuksal yaptırımlarla karşılaşmayı göze almalı; fakat buranın rekabetçi yapısı insanları bir çeşit pragmatik araçlar haline getirebiliyor. Bu, bir çeşit hayatta kalma stratejisi olarak da değerlendirilebilir. Arkadaşlar bu şekilde seçiliyor, sosyalleşme biçimleri ve sosyalleşilecek mekânlar bile bu şekilde belirleniyor. “Benim sana ayıracak zamanım yok!” demenin en kibar biçimi de yok saymak, görmezden gelmek, alıştıra alıştıra yok olmak. İlginçtir Türkiye’de nezaketsizlik olarak karşılayacağımız bu durum burada genel kabul görmüş durumda. Çünkü kişi şunu söyleyebiliyor kendi kendine “benim de yoğunluğum olduğunda ben de aynı şekilde davranmıştım. Burada hayat böyle akıyor.” Ancak dayanışma duygusuna sıra geldiğinde burada işler değişiyor. Yine bir görüşmecinin sözüyle yazıyı bitirelim: “İlk geldiğimde hasta olmaya bile cesaret edemedim. Çünkü hasta olsam bana bakacak başımda bekleyecek kimse yoktu.” 



Mahalle (The Neighbourhood): Direniş ve Yaratıcılık Hikayesi Rio Sineması’nda

Hiç yorum yok

11 Şubat 2025

15 Şubat 2025'te Londralılar, övgüyle karşılanan Mahalle (The Neighbourhood) filmini, Londra’nın ikonik sineması Rio Cinema’da izleme şansı bulacak. Gösterim saat 13:00’te başlayarak izleyicilere İstanbul’un sosyo-politik mücadelelerinin tam kalbine uzanan etkileyici bir yolculuk sunacak.



Hızla değişen bir İstanbul mahallesinde geçen “Mahalle”, halkın mahallelerini kentsel dönüşüm ve sömürü güçlerine karşı koruma mücadelesini anlatıyor. Hikâyenin merkezinde ise gerilimin tırmandığı bir ortamda aşkları gelişen genç bir çift, Rüstem ve Aslı yer alıyor. Film, miraslarını korumaya kararlı bir halkın duygusal, kültürel ve politik çalkantılarını gözler önüne seriyor.

Çığır Açan Bir Yapım

İnan Altın’ın yönettiği ve Selma Altın’ın yapımcılığını üstlendiği Mahalle, canlı aksiyon ile animasyonu harmanlayan benzersiz bir sinema tarzına sahip. Yapım süreci, hikâyenin ruhunu yansıtarak teknisyenlerden sanatçılara kadar binlerce gönüllünün ücretsiz destek verdiği kolektif bir çaba sonucu hayata geçirildi. Devrimci müzik grubu Grup Yorum tarafından desteklenen film, hem ekranda hem de kamera arkasında dayanışma ve kolektif emeğin özünü barındırıyor.

Zorluklara Rağmen Tamamlanan Bir Yapım

Mahalle'nin yapım süreci çeşitli zorluklarla doluydu. Çekimlerin ortasında setin polis tarafından basılması, ekibi yaratıcı çözümler bulmaya yöneltti. Yeşil ekran ve animasyonlu arka planlar kullanılarak çekimlere devam edildi. Tüm politik ve lojistik engellere rağmen film 2021 yılında tamamlandı ve 2022'de Avrupa turuna başladı. Yenilikçi hikâye anlatımı ve güçlü temalarıyla büyük beğeni topladı.

Evrensel Bir Direniş Hikayesi

İstanbul’un belirli bir bağlamına sıkı sıkıya bağlı olsa da Mahalle, evrensel bir yankı uyandırıyor. Dünya çapında kent toplulukları yerinden edilme ve kentsel dönüşümle mücadele ederken, filmin dayanışma, sevgi ve yaratıcılık temaları evrensel bir duyguya hitap ediyor. Film, müzik, animasyon ve etkileyici hikâye anlatımının canlı bir karışımıyla hem duygusal olarak bağlayıcı hem de görsel olarak büyüleyici bir deneyim sunuyor.

Gösterim Detayları

Mahalle’nin Londra gösterimi, 15 Şubat 2025’te saat 13:00’te Rio Cinema’da gerçekleşecektir. Biletler şu adresten online olarak temin edilebilir:
https://www.dbmusiclondon.com/product/the-neighborhood-film-screening-a-story-of-istanbul/

Sanat, aktivizm ve insanlık mücadelesini bir araya getiren bu filmi izleme fırsatını kaçırmayın. Bağımsız sinemaya ilgi duyuyorsanız ya da direniş hikâyelerine çekiliyorsanız, Mahalle, Londra’nın kültür takviminde mutlaka görülmesi gereken bir etkinlik.

 

Taril: 15 Şubat 2025, Cumartesi

Saat: 13:00

Yer: Rio Cinema

Adres: 107 Kingsland High St, London E8 2PB

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan