Ramazan Yaylalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ramazan Yaylalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Viyana'da Yeni Hayat: ALİ GEDİK'İN GÖÇ HİKÂYESİ BÖLÜM II (YOUTUBE VİDEOSU)

Hiç yorum yok

24 Mart 2025

 Ramazan Yaylalı’nın Ali Gedik’le gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci ve son bölümünde göçmenliğin zorlu ilk yıllarını geride bırakan Ali Gedik’in Viyana macerasına tanıklık edeceksiniz.



Gedik, Viyana’da kendi deyimiyle bir süre “gurbet içinde gurbet” yaşasa da kısa sürede Viyana’ya adapte olup burada bir gençlik merkezinde sosyal danışman olarak çalışmaya başlayacak ve bir dizi tesadüf sonucu Şivan Perwer’le tanışacak, bu tanışıklık bir dostluğa dönüşecek ve kendisiyle Avusturya’da birçok konser organizasyonuna imza atacaktır.

Bu söyleşinin başlıkları şöyle; 👉 Ali Gedik’in zorlu evlenme macerası… Dört defa istemelere gitmelerine rağmen kaynanasının kızını vermek istememesi. 👉 Müstakbel eşiyle paspas altına mektup bırakmak suretiyle uzun süre yazışmaları… 👉 1983’de eşi Sevim’i başka bir şehre kaçırması… Eşinin deyimiyle “sen kaçırmadın, biz birlikte kaçtık!” 👉 1986’da kızları Orkide’nin doğması. 👉 1989’un sonunda zorlu mücadelenin sonucunda Avusturya vatandaşlığını alması. 👉 Mücadele arkadaşlarıyla, Türkiye’deki sorunlar dışında Avusturya’daki sorunlara da eğilme gerekliliği konusunda yaşadığı çatışmalar… 👉 1990, Ekim’inde Avusturya’da genel seçimler öncesinde kendisine Yeşiller’den adaylık teklifinde bulunulması. Bulunduğu siyasi yapının bu teklifi “burjuva partisine girelim, belki bize bir faydası olur” şeklinde karşılaması. 👉 Bir göçmen olarak Yeşiller Partisi’nden ikinci sıra aday gösterilmesi. 👉 “Eyaletteki oy oranı düşünüldüğünde ben milletvekili olamazdım, ama bir göçmen olarak ikinci sıradan aday gösterilmem sembolik olarak müthiş bir mesajdı.” 👉 Adaylığına ilişkin olarak Avusturya basınının ırkçı neşriyata başlaması… Bir göçmen işçinin aday olmasına, onları temsil edeceğine tahammül edememeleri. 👉 Gelen tepkiler üzerine Yeşiller Partisi’nin Ali Gedik’ten geçmişini inkar eden ve ortamı yumuşatacak bir açıklama istemesi. Bunun üzerine adaylıktan çekilmesi. 👉 Bu adaylığı nedeniyle iki seneye yakın süre iş bulamaması… 👉 Bunun üzerine Voralberg eyaletinden 1993’te Viyana’ya taşınmaya karar vermesi. 👉 “Viyana’ya geldiğim ilk yıl gurbet içinde gurbet yaşadım.” 👉 Voralberg ‘i özlemesi… 👉 1994’te Viyana’da bir gençlik kuruluşunda, gençlik danışmanı olarak işe başlaması… 👉 Fabrika işçiliğinden sosyal danışmanlığa gelmesi entegrasyon sürecini hızlandırması. 👉 Dönemin Viyana’da yaşayan göçmen gençlere ilişkin gözlemler… 👉Kürt siyasal hareketine yakın durması. 👉 Şivan Perwer’le ilginç tanışma hikâyesi… 👉2002’de Şivan Perwer’le Avusturyalı sanatçı Willi Resetarits ile ortak projede bir araya getirilmesi. Avusturya’da bir konser organizasyonu yapılması. 👉 Daha sonra bu birlikteliğin birçok verimli çalışmaya vesile olması…




Göçmenler ve “Bodyshaming”

1 yorum

17 Şubat 2025

Ramazan Yaylalı

“Görünmenin” o dayanılmaz ağırlığı!


Alman haftalık gazetesi “Die Zeit” yine ilginç bir söyleşiye sayfasında yer vermiş. Söyleşinin merkezinde Ortadoğu kökenli üç göçmen genç kadın var:  Özlem, Nika ve Yasemin'e mahrem bir konu üzerinde fikirleri sorulmuş. Söyleşinin konusu, söyleşiye katılan ve Almanya'da yaşayan bu Ortadoğulu genç kadınların, çok ilginç bir nedenden ötürü kendilerini dışlanmış olarak görmesi. https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht[1]




Konuyu biraz daha açarsak; üç genç göçmen kadın, sahip oldukları vücut tüyleri -evet yanlış okumadınız- kara tüyleri yüzünden Alman toplumunda kendilerini dışlanmış hissettiklerini iddia ediyorlar.

Anlattıklarından son derece seküler ve modern bir hayat tarzına sahip olduklarını düşündüğümüz üç genç kadının, esmer tüyleri yüzünden ötekileştirilmeleri küçük ve ironik bir mesele gibi görülse de anlaşılan “Die Zeit” için durum pek de öyle değil.



Söyleşinin tümünü bu yazıda özetlemek mümkün olmadığı için söyleşiye katılan üç kadından biri olan İran asıllı Nika'nın anlattıklarına bir göz atalım. Nika söyleşide özetle şunları dile getiriyor. Orta okulda aşık olduğu Alman bir sınıf arkadaşının ona yaklaşarak bıyıklarının olduğunu söylemesi Nika'yı şok etmiş. O an gülüp geçmiş Nika, ancak okuldan sonra hemen annesiyle birlikte kozmetik ürünler satılan bir dükkâna gidip, kadınlar için üretilen tıraş bıçağını almış ve yüzündeki kara tüyleri yok etmeye çalışmış.

Tabii olay bununla da bitmemiş, Nika o günden itibaren vücut tüylerini düzenli olarak almaya başlamış ve mümkün olduğunca erkeklerle yan yana oturmamaya karar vermiş. Vücut tüylerini almaya üşendiği bazı günlerde ise kapalı uzun elbiseler giyerek vücut tüylerini kamufle etmeye çalışmış.

Yine bir yaz döneminde, annesiyle birlikte İran'a; yani memleketine gittiğinde, orada yaşayan kuzenlerinin de tıpkı kendisi gibi siyah tüylere sahip olduğunu fark etmiş, fakat bu konuda kuzenlerinin hiç bir komplekslerinin olmadığını, ayrıca bu durumun toplum içinde itici bir unsur ve kusur olarak görülmediğini fark edince çok şaşırmış. 

Gel zaman git zaman Nika bu gerçeği kabullenmiş ve içinde yaşadığı Alman toplumuna inat tüyleriyle, daha doğrusu bedeniyle barışık olmayı öğrenmiş. Hatta işi o kadar ileriye götürmüş ki, “Only Fans"te çıplak tüylü vücudunu sergilemeye kadar ileri gitmiş. Bu resimlerin altına yapılan yorumlar genellikle vücut tüylerini alması doğrultusunda oldukça sert ve onur kırıcı oluyormuş ama Nika mümkün olduğu kadar yorumlara aldırmamaya çalışmış. 

Daha sonrasında bu provokatif sergileme olayına başka bir mecrada;  Instragam'da devam etmiş. Kendini takip eden kitleyi provoke etmek adına tüylü kıllı çıplak fotoğraflarını eklemeye devam etmiş. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi resimlerin altına yapılan yorumlar artık o kadar sert ve iğrenç bir hale gelmiş ki, sonunda Nika bütün bu baskı ve sözlü şiddete dayanamayıp tüylü çıplak fotoğraflarını Instagram sayfasından silmiş. 

Ergenlik döneminde yaşadığı bu olaylardan sonra,  yani uzun zamanlar sonra, Nika vücut tüylerini tekrar almamaya karar vermiş ve herkese inat resimlerini yine aynı şekilde sosyal medyada yayınlamaya devam etmiş. Gittiği ortamlarda insanların ona tuhaf tuhaf bakmalarına artık aldırmadan kendini bu duruma alıştırmaya çalışmış. Toplumun onun hakkında ne düşündüğünü artık ciddiye almamayı öğrenmiş ve gerçek anlamda kendisi gibi olmayı, yani etnik kimliğinin bir parçası olan esmer bedeni ve tüyleriyle, toplumun ona dayattığı kalıplara sığmamak için bugüne dek savaşmaya devam etmiş.

Lookism

Nika'nın ve Nika gibi Ortadoğulu göçmenlerin etnik kimliklerinin somut simgesel parçası olan görünüşleri üzerinden yaşadığı ötekileştirme istisnai bir durum değil. Sahip olduğunuz görünüm ya da suret, size benzemeyen başka bir toplumda hangi etnik gruba ait olduğunuzu oldukça kolay deşifre eden bir etkendir. 

Dolayısıyla öteki ile karşılaşmada, ilk bakışta, göçmenlerin sahip oldukları kimliğin tarihsel bir parçası olan suretleri üzerinden hızlıca bir kategori (ve genellikle negatif bir şekilde) içine yerleştirilmeleri çok olağan bir durum haline geliyor -özellikle de Avrupa'da yaşayan Ortadoğu ve Afrika kökenli göçmenler için.- Yani burada “bodyshaming”in bir tür etnik-göçmenlik versiyonu ile karşı karşıyayızdır aslında.

“Suret” üzerinden sahip olduğunuz kimlik, hangi simgesel dünyaya ya da toplumsal değere işaret ediyorsa ona göre ya pozitif ya da negatif bir önyargı oluşturabilir. Eğer ortalama beyaz bir Avrupalı suretine sahipseniz,  bu yargılama ya da kategorileştirme pozitif bir yönde de tezahür edebilir. Sarı saçlı mavi gözlü Batılı birini anımsatıyorsanız bu negatif yargılamadan muaf kalma olasılığınız yüksek olabilir - en azından bir süre için-. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinden sonra mavi gözlü sarı saçlı mültecilerin Avrupa'da daha çok arzulandığını hatırlayalım.

Nika'nın sahip olduğu etnik-görünüm yüzünden kendisinin öteki tarafından negatif bir kategori içine sokulması sadece göçmenleri rahatsız eden bir mesele değil, daha doğrusu sadece göçmenlikle ilgili bir olgu değil. Çağımızda “görünüyorum, öyleyse varım” paradigmasının toplumsal kabulünden bu yana “nasıl göründüğümüz” toplumsal kimliği aşan benliğin bir parçası haline geldi.



Lookism çağında örneğin; obezite bir birey “bodyshaming” gerçekliği altında toplum içinde disiplinsiz, sağlıksız ve başarısız olarak kategorileştirilmesine neden olabiliyor.

Çünkü sahip olduğunuz imge; yani yaşadığınız toplumun standartları dışında kalıyorsa (obez olmanız, fit bir vücuda sahip olmamanız, belli bir güzellik standardına –“Schönheitsideale”- sahip olmamanız), uğrayacağınız ayrımcılık en az siyahi bir göçmenin ten renginden dolayı  yaşadığı ayrımcılık kadar sert ve şiddetli olabiliyor. 

Zira literatürde son elli yıldır oldukça geniş bir yer kaplayan ve "İdeal Beden/Güzelik/Bodyshaming/Selfoptimization" gibi olgular üzerine yapılan çok sayıdaki sosyolojik tez ve araştırmalara bakıldığında; bu meselenin öyle çok hafife alınmayacak bir mesele olduğuna kolaylıkla ikna olabilirsiniz. Dış görünüşün toplum içinde nasıl önyargılı bir algıya yol açtığına dair çok sayıda araştırma söz konusu. 

Bahsi geçen araştırmalara bir örnek olarak; Alman ulusal Kanalı SWR bu konuyu "Body-Shaming“[2] başlığı altında elle alırken, Almanya'da belli bir standart-beden ölçüse sahip olmayan Almanların toplum tarafından dışlandığını iddia ediyor. SWR'nin iddiasına göre "obez bir bedene sahip olmak" genellikle Alman toplumunda tembellik, sağlıksız beslenme alışkanlıkları, karakter zayıflığı veya disiplin eksikliği ile eş anlamlı tutuluyor.

Arama motoru Google'a “Bodyshaming” yazdığınızda buna benzer pek çok akademik ve basında çıkmış makale ile karşılaşırsınız.

Kısacası, sahip olduğumuz görüntü postmodern bir dünyada benliğimizin artık çok önemli bir parçası. Bu gerçeklik altında "Beden/Görünüm" ya da "Suret" basit bir biyolojik nesneden çok postmodern bireyin kimliğinin parçası haline geliyor, tıpkı etnik ya da ideolojik kimlik gibi belli bir “Suret-İmgesinin” dolayımlı bir yoldan; yani söylemler üzerinden yeni bir “öznellik” dayattığı kesin.

Çünkü suret nesnel bir olgu olarak göz ile temas girdiği an yani bakışın çemberine girdiği an zihinde önceden yerleşik imgelerle özdeşleştirilerek nesnellikten öznelliğin bir parçası haline gelir. Yani görünüş ve onun yansıttığı ilk izlenim algıyla ilgilidir. Görünen neyse algı ona göre şekil alır, en azından ilk etapta.

Göçmen birey taşıdığı bu imge yüzünden büyük Metropollerde bile anonim olamıyor, birey ise hiç olamıyor. O hep ötekinin bakışında beli bir sosyolojik kategori olarak damgalanmaya yazgılıdır.

Çünkü öteki ile derinden, yani öznel ilişki kurmak pek mümkün değildir. Herkesin anonim olduğu bir eko-sistemde iç dünyanızı analiz edecek ne zaman ne de mekan var olur, dolasıyla; görünen ne ise “gerçek” odur. Göçmenler ve toplumun arzuladığı belli bir ideal-imge çerçevesine girmeyen her birey bu önyargısal şiddete maruz kalır. 

Bazen metroya binerken, çok kısa bir iş için resmi bir daireye girerken, sokaklarda yürürken, daha önce gitmediğiniz bir kafeye girerken bile başınıza gelebilir.

Öyle ya, Berlin'de geleneksel bir “Gasthaus”a adımını atan siyahi bir gencin, sarışın mavi gözlü Alman garsonun beyninde ilk bakışta nasıl bir yargı oluşturduğunu tahmin etmek her halde çok zor olması gerek. Aynı şey tersi için de geçerli tabi.

Ve yine standartların üstünde ya da aşağısında bir beden (aşırı kilolu, obez) ölçüsüne sahip olan herhangi bir insanın tıpkı yukarıda değinildiği gibi ilk bakışta sağlıksız, tembel ve disiplinsiz olarak öteki tarafından nitelendirilmesi aynı mekanizmayı, yani beden üzerinde bir yargıyı; öteki hakkında negatif ya da pozitif bir fikri tetikler.

Yine çok güzel bir fiziğe sahip olan genç bir kadının ya da erkeğin, örneğin bir iş görüşmesine başvuru yapan diğer rakiplerine göre işe alınma olasılığının daha yüksek olmasının ana nedeni ötekinde yarattığı bu pozitif algı değil midir? Bu konuda sosyolog Catherine Hakim’in çalışmalarına bakılabilir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; postmodern bir dünyada görselliğin ve görünüşün sosyal statü açısından temel alınması, hem göçmenlerin hem de ortalamanın dışında görünüşe sahip olan İnsanların hayatlarında çok önemli bir yer kaplıyor. Anlaşılan o ki, “görünüyorum, öyleyse varım” paradigması uzun bir süre yaşamlarımızda yerini koruyacak gibi ...


Ramazan Yaylalı'nın tüm yazılarını okumak için tıklayın
http://www.bisikletligazete.com/search?q=Ramazan+Yaylal%C4%B1

[1] https://www.zeit.de/zett/2022-02/koerperbehaarung-frauen-mobbing-jugend-erfahrungsbericht

 

[2] https://www.swr.de/swr2/wissen/body-shaming-wie-dicke-menschen-diskriminiert-werden-104.html

 ......

(L)ezo Gelin..!

1 yorum

10 Kasım 2024

Bu yazıda, 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrine uzanıyoruz ve Türkiyeli ikinci nesil bir genç kız olan Lezgin’in ilginç hikâyesine tanıklık ediyoruz.

 Ramazan Yaylalı
Editör: Fatoş Gül Özen




İçine fırtlatıldığımız toplumsal alan (sozial raum) yani aile, toplum ve sınıfın içinde “anlam-dünyamız” (sinnwelt) inşa edilir. Bu süreçte benliğimiz, arzularımız, beğenilerimiz, davranış kalıplarımız, ideolojilerimiz, hatta flört ve aşkı anlamlandırma ve deneyimlerimiz bile aynı paralellikte inşa edilir. Yani hangi ‘mekâna’ yazılmış ise kaderimiz, o ‘hakikat’ ile kuşatılır ‘anlam ve kimlik’ dediğimiz şey...

Bu inşa sürecinin bir diğer önemli ayağını “zeitgeist” yani “zamanın ruhu” oluşturur. Zeitgeist anlam dünyamıza rengini veren, ona ayrı bir biçim kazandıran, mühim bir olgudur. Zamanın ruhu anlamın kalbidir desek abartmış olmayız...

Fakat iki zamansallık ve mekân arasında bir bölünme söz konusu olduğunda yani geist ya da özne iki farklı “zeit” ve “mekân” arasında sıkışmış ise bu durumda anlam evrenimiz ve sahip olduğumuz benlik kelimenin tam anlamıyla bölük pörçük parçalanmış halde bulunur…

Böylece benlik, bir bölünmüşlük içinde olgulara anlam verme ve onu simgesel dünyaya oturtma konusunda kendini ikili bir evrende bulur... Olguları anlamlandırma boyutu bundan sonra tekli bir mekâna ve zamansallığa sığmayacak kadar bir “fazlalılığa” dönüşür. Çünkü deneyimlenen “şey” artık “kurgunun” ötesindedir.    

İşte göç deneyimi (Fremdwelterfahrung) bu “fazlalığın” daha doğrusu bu “çoklu gerçekliğin” (multiple realities) en somut örneğidir. Bir evrenden başka evrene geçmekle birlikte “Sinnwelt” kompleks bir hal alır, artık eskisi gibi sabit ve tek düze değildir, Weberci bir bakış ile ifade edersek artık büyü bozulmuştur ve kurgu özneyi artık “avutacak” kadar inandırıcı değildir.

Biraz daha da somutlaştırarak ifade edersek, örneğin “zihin haritaları” on altıncı yüzyılı değerler dünyasına göre şekillenmiş taşralı Anadolulu bir göçmenin ‘anlam dünyasından’ uzak başka bir mekâna ve “zeistgeist’a” göç etmesi tam da böyle bir parçalanmaya, kopuşa ya da “fazlalığa” örnektir.

Göçmen için “kökten” yani kendi “öz-zamansallığından ve mekânından kopuş ve ötekine zoraki tutunuş derin bir ontolojik kriz içerir. Böyle bir durumda geriye doğru bir kapanışa yani “asr-ı hazır’ın” dayattığı hakikaten kaçarak geçmişi “muhafaza” ederek bu krizin üstesinden gelinmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla “ötekinin evreninde” kendi “öz evrenini” muhafaza ederek bu “fazlalılığını” dışarıda tutmayı arzulayacaktır. Kısacası Jacques Lacan’nın da çok güzel ifade ettiği gibi ''özne artık kendinle ne yapacağını bilemediği zaman, arkasında kendini koruyacağı bir şey arar” ve bu koruma ruhsal bir gereksinim olarak kaybolmuşluk hissini minimum düzeyde tutmak için başvurulan bir savunma mekanizmasıdır.

Fakat bazen bütün bu çabaya rağmen kurguyu ayakta tutmak pek mümkün olmayabilir, çünkü evin içinden bir SES bu “fazlalığı” dışarıya kusarak bütün bir kurguyu yerle bir eder ve kelimenin tam anlamıyla birey kendisini ansızın “gerçekliğin çölünde” bulur ve o çölde “gerçeğin” dayanılmaz ağırlığı öznenin varoluşsal mekânını olan bedeni kızgın bir güneş ile kavurur…

İşte o sese ve o itiraza bir örnek olarak sizinle Lezgin’in hikâyesini paylaşmak istiyorum. 

Lezgin bir direnişin sesi..!

Dönem 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrinde Türkiyeli ikinci nesil bir genç kızın hikâyesi, yani Lezgin’in hikâyesi…

Lezgin Avusturya’da feodal ve geleneksel bir ailede yetişmişti, o geleneksel değerler dünyası içinde benliğini ve kimliğini inşa etmiş, aynı anda iki farklı kültürde iki farklı dilde farklı anlam dünyasında hayatı yorumlamaya çalışmış tipik ikinci nesil göçmen bir kızımız.

Bütün bu karmaşık ruh hali içinde, bir gün çalıştığı Fast-Food şirketinde yeni işe girmiş iş arkadaşı Polonya asıllı Natalia’yla tanışır. Natalia ise Lezgin’e göre daha liberal bir ailede yetişmiş ve hayatını kendi öz kararlarıyla ailesinden bağımsız şekillendirme şansına sahip yine ikinci nesil bir göçmendir.

Hemen hemen aynı yaşta olan iki iş arkadaşı, uzun bir arkadaşlık döneminden sonra aralarındaki arkadaşlık bağının bundan daha fazla olduğunu fark ederler ve bu bağ duygusal yani tutkulu bir aşk ilişkisine dönüşür.

Kaçış Zamanı

Lezgin küçük bir şehirde yaşamaktaydı, herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bu şehirde gerek ailesi olsun gerek o şehirde yaşayan feodal göçmen Türk ve Kürt toplumu olsun Lezgin için bir handikaptı. Çünkü Natalia’yla yaşadığı ilişki o toplum ve aile için kabul edilecek bir ilişki biçimi değildi. Dolayısıyla sürekli gizli bir şekilde ilişkisini yaşamakta olan Lezgin uzun zaman sonra ansızın Natalia’ya açılarak yaşadıklarını anlatır ve o şehirden ayrılıp başka bir ülkeye kaçmayı teklif eder.

Natalia için şehirde yaşamak ve ilişkisini sürdürmek sorun değildir, çünkü hem ailesi hem çevresi daha ılımlı görüşlere sahip olduğu için Lezgin gibi bu ilişkiyi gizli yaşamak zorunda değildi. Fakat söz konusu Lezgin olduğu için onunla birlikte başka bir şehre taşınmaya da razıydı. Natalia ailesine açılarak Lezgin’le birlikte başka şehre taşınacaklarını iletir, aile bu kararına saygı duyduklarını ve istediği zaman geri dönebileceğini, kapılarının ona her zaman açık olduğunu belirtir.

Mayıs ayında Lezgin ve Natalia gizlice evden bavullarını hazırlayıp trene biner ve başka bir şehire kaçarlar. Kaçış gününden bir gün sonra Lezgin’in ailesi kızlarından haber alamayınca iş yerlerini ararlar. Kızlarının işyerine gelmediğini duyunca aile telaşlanır, etrafta kim var kim yoksa kızlarının nerde olduğunu sorarlar.

Birkaç gün sonra ise polise başvururlar. Fakat hiçbir ses seda yoktur. Aile gittikçe telaşlanır, tam o sırada Lezgin’in annesi çekmecede bir mektuba rastlar. Mektupta Lezgin açık açık iş arkadaşı Natalia ile ilişkilerini deşifre eder ve beraber başka bir ülkeye göç ettiklerini bildirir.

Aile tam bir şok içindedir. Kendi kültür dünyasında anlamlandıramadıkları bu ilişki türüne ve onun birlikte kızları Lezgin’in hiç kimseye haber vermeden evini terk edip gitmesine şok olmuşlardır. Aile bir yandan çocuklarının kendilerini habersiz terk etmelerine üzülürken, diğer taraftan onu bu kaçışa iten sebebin hakikatiyle ayrı bir hüzün içindeydiler.

Kaç yüzyıllık heteronormatif dünyalar, böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Avrupa’da bu tür yaşam biçimlerini duymuş ve uzaktan olsa da tanık olmuşlardı. Fakat bu tür hayat stilinin kendi dünyalarında asla var olmayacağına inanmışlardı. Bunun evrensel bir hakikatten çok, kültürel bir hakikat olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla bunu ötekinin bir meselesi olarak adlandırıyorlardı. Fakat o hakikat ansızın kendilerine de çarptığında, onunla nasıl baş edeceklerini hiç mi hiç bilmiyorlardı ve bu onlar için sarsıcı, trajik deneyimdi.

Bu “trajik hakikat” o mektupla birlikte evin içine bomba gibi düşmüştü, öyle bir yankılanıyordu ki ses, dört duvar içinde muhafaza edilen geçmiş ve tarih yerinden oynuyordu. “Anlam” pusulası kendini kaybetmiş bir şekilde şaşkın halde oradan oraya savruluyordu. Bu sarsılma hem aile için hem Lezgin için zor bir sürecin habercisiydi.

Bütün Aşiret Tedirgin!

Bir yandan bu krizler yaşanırken, ailelerin yaşadığı o küçük kentte olayla ilgili dedikodular hızlıca kulaktan kulağa yayılmıştı bile. Biraz gerçek biraz kurmaca hikâye ağızdan ağıza aktarılıyordu. Aileleri ister istemez bir utanç duygusu sarmıştı, uzun bir süre kimselerle görüşmemeye karar verdiler. Çünkü meseleyle ilgili sorgu ve sorulara cevap verecek durum da değillerdi. Ne de olsa onlar da bütün yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ve bir süre eve kendi içine kapanır aile.

Bu sancılı süreç devam ederken olayla ilgili dedikodular sadece yaşadıkları şehirde değil, çok geçmeden doğduğu topraklarda yani memleketlerine de ulaşmıştı. Ailenin yarası köyde yaşıyordu, haber memlekette duyulunca doğal olarak bütün bir aşiret olaydan haberdar olmuştu. Son derece feodal ve geleneksel değerler biçimlenmiş, aşiret üyeleri de anlamdırılması zor bir olayla karşı karşıyalardı.

Ama belki de bu meselenin en saf yerinde duran Lezgin’in babaannesi yani aşiretin yaşça en büyüğü Xalti Naze’ydi.

Yaşça aşiretin en büyüğü olan babaanne yani Xalti Naze’nin kulağına bu dedikodular gelince o da neye uğradığını şaşırmıştı. (Xalti Kürtçede teyze demektir ve Halti diye okunur). Çok geçmeden Xalti Naze torununun hakkında söylenen bu söylentilerle ilgili bilgi almak için Lezgin’in babasını arar. Babaanne torunu Lezgin için çok endişelidir. Xalti Naze ve Oğlu arasında telefonda geçen o konuşma:




Xalti Naze: Oğlum bu söylentiler nedir? Lezgin nerededir, nereye gitmiştir?

Baba: Başımıza maalesef böyle bir olay gelmiştir, biz de çok üzgünüz. Lezgin  evi terk etmiştir, gitmiştir.

Xaltı Naze: Torunum neden kaçtı? Sebebi nedir?

Baba: Bilmiyoruz. Gavur bir kız ile kaçmışlar.

Xalzti Naze: Ya oğul keçik keçikê çı mo direvînin? (Kız kızı niye kaçırsın ki …?)

Baba: Nizanım dayê (bilmiyorum anne)

 

Judith Butler gelse Xaltı Naze’yi ikna edemezdi!

Hem aile, hem aşiret hem de Xaltı Naze için aynı cinsten iki insanın birbirini      sevmesi ve bunun uğruna ailelerini terk edip kaçmalarına anlam veremiyorlardı. Yani onların “heteronormatif” dünyalarında böyle bir kategorinin varlığı söz konusu bile değildi. Erkeklerin sevdiklerini kaçırmaları, o yörede yıllarca var olan bir husustu. Yani buna zaten aşinaydı aşiret, ancak aynı hem cinsten iki kadının birbirlerini sevmesi ve ilişkiye girmesi onlar için çok tuhaf bir gerçelikti. Babaannenin en son oğluna telefonda şaşkın bir şekilde “Ma keçik keçikê paçî dike?” (Kız kızı öper mi?) sorusu bu şaşkınlığın en somut haliydi belki.

Babaanne Naze bir türlü bu hakikati “simgesel dünyasına” oturtmayı beceremiyordu. Herhangi bir simgesel gerçeğe uymayan bu hakikat Xaltı Naze’yi çok tedirgin ediyordu. Dolayısıyla ya bu hakikatle barışacaktı ya da onu büküp kırıp kendi simgesel dünyasına oturtacaktı. Nitekim ikincisi tercih edilmişti. Hakikat bükülüp kırılıp var olan simgesel kurguya entegre edilecekti.

Lezgin’in bu sıra dışı eylemi “ruhsal” bir bozukluk olarak anlamlandırılacaktı. Xaltı Naze ve aşirete göre, Lezgin kendini şaşırmıştı. Belki de ona büyü yapılmıştı. Dolayısıyla onun bir an önce iyileşmesi ve doğru bir hayat seçmesi için dua etmekten başka çare kalmamıştı. Kurgulanan bu sonuç onları bir an olsun rahatlatmıştı. Neden sonuç ilişkisi kurulmuştu ve hakikat bükülerek kendi özüne “sinnwelte” yani sembolik dünyasına uygun bir şekilde entegre edilmişti.

Eve Geri Dönüş

Uzun bir zaman sonra Lezgin ile Natalia ayrılma kararı alırlar ve ilişkilerini sonlandırırlar. İlişkilerinin bitmesiyle birlikte tekrar ailelerinin yanına geri dönerler.

Lezgin’in tekrar eve dönmesiyle aile derin bir nefes almıştı. Hem anne hem baba için çocuklarının kendilerinden uzak, habersiz yaşadıkları süre onları çok yıpratmıştı. Sonunda kızları eve döndüğü için çok mutlu olmuşlardı.

Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti. Çünkü aileyle yaşanan olayların bir an önce unutulması arzu dışındaydı. Yani aileler meseleyi bir an önce gündemden düşürmek niyetindeydi ve topluma da cevap niteliğinde olacak bir plan yürütmeye kararlıydılar. Bunun için ise Lezgin’in anne babasının uygun gördüğü toplumsal normlara göre evlendirilmesi şart olmuştu. Çünkü ait oldukları toplumsal değerlere göre yapılacak heteronormatif bir evlilikle birlikte yaşanan bütün olayların unutulacağına eminlerdi. Böyle bir evlilik sayesinde Lezgin’in “normal” bir hayata döneceğine dair inançları tamdı.

Lezgin ise yapılacak olan o formalite evliliğine başta çok dirense de sonrasında bu durumu kendi adına avantaja çevireceğini düşünerek ailesinin evlilik kararına itiraz etmeyi bıraktı ve tam da ailesinin arzusuna göre bir evlilik yapmaya karar verdi. Fakat asıl bombayı Lezgin sonraya bırakacaktı. 

Kurban Seçilmişti: The Pismom Sevko!

Peki bu nasıl olacaktı? Bu planın daha doğrusu bu oyunun kurbanı kim olacaktı? Bu konuda önceden yani çocukluğundan beri Lezgin için düşünülen Şevko’dan daha iyi bir aday olamazdı.

Şevko Lezgin’in öz amca oğlu yani “Pismomu” (Pismom Kürtçede amca oğlu demektir), kendisine birkaç yaş büyük, aşiretin genç delikanlılarından biri. Bütün bir yaşamını köyde geçirmiş, kültürel benliği o “Lebensraum’da” içinde inşa edilmiş, zeki ve dürüst bir genç. Kısa bir zaman önce teskeresini almış, geleneksel bir dünyanın önemli prosedürü olan evlilik kurumuna adım atmaya çoktan hazırdı. Daha da önemlisi Şevko o sıkıcı köy hayatından bezmiş ve bir an önce başka dünyalara yelken açmaya can atıyordu...

Kısa bir zaman sonra Lezgin ve ailesi köye izine gelirler. Amca kızı Dotmam (Dotmam Kürtçede amca kızı demektir) Lezgin köye ayak basar basmaz ertesi gün Şevko’nun ailesine haber salarlar, kızımızı istemeye gelebilirsiniz diye.

Birkaç gün sonra Sevko ve ailesi Lezgin’i istemeye gelirler. Söz alınır ve Lezgin Şevko ile sözlenir. Aile arasında, köyde küçük bir kutlamayla bu ilişki resmi olarak tasdiklenmiş olur. 

Bir hafta sonra Lezgin ve ailesi tekrar Avusturya’ya geri dönerler. Plan hem aile açısından hem Lezgin açısından tıkır tıkır işliyordur. Artık aile derin bir nefes almıştı. Yaşanan olaylar yavaş yavaş unutulmaya başlıyordu. Artık toplum içinde rahat, alınları ak çıkabilirlerdi. Geçmişte yaşanan olaylar unutulmuştu. Anne ve baba kızları Lezgin’in mürüvvetini görmeye sabırsızlanıyorlardı.     

O süre içinde Lezgin birkaç kez nişanlısı Sevko’yu görmek adına köye gidip geldi. Gayet olması gereken gibi davranan Lezgin bir yandan da bütün bir oyunun bir an bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu. 

İthal Damat adayı Şevko ise bütün olaylardan habersiz, amca kızı yani Dotmam Lezgin ile sözlenmekten çok mutlu olmuş, hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Gelecek yaz yapılacak düğünden sonra Avusturya’ya “ihtal damat” olarak göç edecekti. O vakit gelene dek evde Almanca öğrenmeye bile başlamıştı. Arada sözlüsü Lezgin ile telefonda konuşurken Almanca romantik cümleler kurarak (İch liebe dich Dotmam gibi) Ortadoğu’nun o romantik duygusunu Lezgin’e yaşatmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu tür romantik konuşmalar ve tavırlar Lezgin’in hoşuna gitse de ortada bir gerçek vardı, Lezgin karşı cinse yani bir erkeğe ne duygusal ne de seksüel anlamda bir şeyler hissediyordu. Hele ki bu öz be öz kuzeni ise. Fakat rol icabı Lezgin bu kurguya devam etmek zorundaydı, çünkü buna mecburdu…

10 ay sonra

On ay sonra yani düğün zamanının yaklaşmasıyla birlikte Lezgin artık tedirgin olmaya başlamıştı. Bu formalite icabı ilişkinin bir an önce bitmesi ve hayata kaldığı yerden devam etme arzusundaydı. Bu formalite sözlenme sayesinde bir süreliğine hem ailesini hem el alemi susturmuştu.

Lezgin düğün gününe birkaç hafta kala Sevko’ya uzunca bir mektup yazar. Mektupta bütün bu tiyatroyu deşifre eder, neden bu tiyatroyu oynamak zorunda kaldığını uzunca anlatır. Ailesini kırmamak adına bu oyunu oynamak zorunda kaldığını, Sevko’yu da bu oyuna alet ettiği için çok özür diler. Mektubun devamında Lezgin ilginç bir şekilde Sevko’dan yine de şimdilik bu tiyatroya devam etmesini rica eder. Aralarındaki formalite ilişkinin devamında her ikisinin de kazançlı çıkacağını belirtir. Lezgin’e göre hem kendisi hem Şevko aslında bir özgürlük arayışındadır, Sevko da kendisi de o feodal toplumdan kurtulmak arzusundadır. Dolayısıyla bu formalite evlilik sayesinde Şevko o köyden kurtulup Avrupa’ya yerleşebilecekti, Lezgin ise ailesini ve toplumu bu evlilik sayesinde susturduktan sonra bir sonraki plan olan o toplumdan kopup kendine özgür, yeni bir dünya kuracaktı. Böylelikle Lezgin’e göre hem kendisi için hem Şevko için bir Win-WiN söz konusuydu.

Şevko mektubu okuduktan sonra uzun bir süre kendi dünyasına çekildi. Ne çevresi ne ailesi bu suskunluğa bir anlam veremedi. Çünkü Lezgin’in ricası yüzünden, olayı ailesiyle de paylaşamıyordu.

Şevko uzun süre düşündükten sonra Lezgin’i aradı ve teklifini kabul ettiğini belirtti. Söz verdiği gibi bu formalite ilişkiye devam edeceğini, Avusturya’ya yerleştikten sonra da boşanacağını söyledi. Lezgin Şevko’nun bu cevabıyla çok mutlu oldu. Şevko’nun bu tiyatroyu oynamayı kabul edeceğini hiç beklemiyordu. Çok şaşırtmıştı ama aynı zamanda çok mutlu olmuştu. Kendisini anlayışla karşıladığı için Sevko’ya minnettardı.         

Özgürlüğe Bir Adım Kala      

Şevko ile Lezgin formalite icabı o yaz köyde düğünlerini yaptılar. 6 ay sonra Lezgin Sevko’yu Avusturya’ya getirmeyi başardı. Bir sene evli kaldıktan sonra tek celsede boşandılar. Aileler tabii bu karara çok üzülürler ama yapacak bir şey yoktur. Çünkü Lezgin için hiçbir şey özgürlükten daha değerli olamazdı. Lezgin kısa süre içinde Sevko’ya bir iş de bulur. Kaldıkları evi eşyalarıyla birlikte Sevko’ya bırakır. Ardından kendisi de yaşadığı şehre çok uzak bir kasabaya taşınır. Orada kendine yeni bir hayat kurar, fakat ailesiyle yine de arada bir görüşmeyi ihmal etmez.

Lezgin evlenip boşandıktan sonra ne ailesi ne de toplum tarafından eskisi gibi yeni seçtiği hayat yüzünden yargılanır. Çünkü o artık özgür bir dul kadındı. 

Şevko ise Avusturya’daki yeni hayatına alışmış ve köyün o baskıcı ve sıkıcı hayatından kurtulmanın getirdiği mutlulukla aynı şekilde Lezgin gibi yeni bir hayat kurmuştu.

Özetle     

Göç hadisesini sadece makro-sosyolojik düzeyde ele almak bazen içerden yani daha derinden göçmen açısından bakıldığında, göçün trajik yapısını anlamak adına yetersiz kalabilir. İstatistiki veriler, kurumlar üzerinden yazılan raporlar, soğuk ekonometrik veri analizleri vesaire göçün birey üzerinde mikro dinamik çatışmalarını derin bir açıdan görmemizi sağlamaz.

İnsan dediğimiz varlık istatistik bir veriden daha fazlasını barındıran bir “Da Sein’dır”. Sabit bir “anlam dünyası” için doğan, sonraki süreçlerde hayatın dayattığı zorluklar yüzünden bam başka bir evrende kendini bulan taşralı Anadolu göçmenlerinin yaşadığı kültürel krizleri ancak ve ancak onların hikâyelerine daha yakından baktığımızda kavrayabiliriz.

Yani Göçün yarattığı sarsıcı fırtınaları görmek ve anlamak için bazen Lezgin gibi göçmenlerin ait olduğu dünyaya inerek hadiseyi kavramak gerekir. İki “zamansallık” içinde sıkışmış ruhların tedirgin edici yaşanmışlıklarını ancak bu şekilde daha net görebilir ya da hissedebiliriz.

Belki bu yüzden Lezgin gibi göçmen bir yönetmen olan Fatih Akın’ın “Gegen die Wand” (Duvara Karşi) filmini izlediğimizde Sibel ile hissettiğimiz empati duygusunu daha derin hissetmemizin nedeni budur. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız yaşanmış olan gerçek hikâyede olduğu gibi tam da bu derin dünyanın çıkmazlarını, çatışmalarını ve çelişkilerini deşifre ederek, yani hem Lezgin’in hem ailesinin mikro dünyasına odaklanarak, bu dünyaya hiç tanık olmamış okurlara bir ışık tutmak istedim.

Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında geçtiği gibi herkesin haklı olduğu bir hikâyede, suçlamak yerine her bir bireyin duygu ve düşünce dünyasının arka planını oluşturan “Lebenswelt” ve onun üzerinden inşa edilen “anlam dünyasını “hesaba katmadan, bireyleri modern dünyanın daha doğrusu kendi dünyamızın normatif değerleri üzerinden yargılamak pek doğru bir yaklaşım değildir. Her özne tarihsel bir sürecin sonucudur.

Her birey nesnel hakikati kendi öznel bakışına göre bükerek içselleştirir. Dolayısıyla binlerce yıl alan bu süreç öyle iki günde yeni normlar sunarak değiştirilecek basit bir şey değildir. Lezgin’in şanssızlığı belki de iki dünyanın en kırılgan noktasında olmasıydı. Bir yandan eski dünyanın pençesinden kurtulmak isteyen diğer tarafta ise yeni dünyanın bir parçası olmak için can atan, parçalı bir ruh hali. Tıpkı bugüne kadar süregelen Batı-Doğu çatışması gibi … 

Bir başka göç hikâyesinde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...



Boğaziçili profesöre Viyana’da “Yozgat” dayağı

Hiç yorum yok

11 Ekim 2024

Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız. 






Ramazan Yaylalı   

Editör: Fatoş Gül Özen

Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde  sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.

Bu travmatik sarsılma, bizi kendi benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz “kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.

Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.


Fakat bazı durumlarda bu karşılıklı tanıma süreci tek taraflı yani asimetrik gelişir çünkü “öteki” ukala bir karaktere bürünür ve sizi “öznel bir kategorinin” içine hapsederek söylemlerle kuşatır. Yani biraz da istatiksel bakarak ortalamayı alır ve onun üzerinden kurgusunu temellendirir. Bu aslında evrensel bir eylem biçimi olduğu kadar insana dairdir bir durumdur, çünkü olguları tek tek ayıklayıp analiz etmek zahmetli bir iştir. Zihnimiz işin kolayına kaçmayı, üst bir perdeden ikili kategorilere (iyi/kötü gibi) bölüp mührü vurmayı daha çok sever. Bu sadece öteki için değil bizim için de geçerli bir kuraldır aslında.

Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu fark ederiz ve  bu “pozisyon” pozitif olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz. Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir deneyimdir. 

Dilerseniz yukarıdaki önermelerle örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:



Do you want a Shish Kebap?

Hikâye Avusturya’nın başkenti Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde;  Viyana Üniversitesi’nde sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru gelmesini umut ederek  siparişlerimizi vermek istiyoruz.

Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı, birbirimize bakarak teyit ediyoruz.



 “Visibility’nin” dayattığı zoraki “eşitlik!”

Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor. Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım. Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın 10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.

 Habsburglar Anton’u, Anton ise biz ‘Kanakeleri’[1] dövüyordu

Yaşanan hadiseye geri dönersek, garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı” olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil. Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat kendisinden dinlemiştim.

Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak istiyordu.

Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.” Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist yaralanmaya yol açtığı kesindi.



 Derde derman üç bakış, üç alkış

Yaklaşık bir iki saat kafede oturup sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.

İnsan öteki ile var olan, dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:

“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn

Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]

[Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım nerede diye haykırmış]

 

Efendinden kaçış yok gibi

Hocamız altı ay sonra tekrar memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana” dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar, yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.

Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:

“Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”

 

 

 


[1] Kanaken: Argoda Türkiyeli Göçmen

[2] Sivan Perer  Xewna Min“ Albümü, 1991

[3] http://www.cinedergi.com/2021/11/15/her-sey-dahil-mi/

“Pazarcık'ta dünyaya geldim, Avusturya'da dünyayı gördüm", ALİ GEDİK'İN YARIM ASRA VARAN GÖÇ HİKÂYESİ - YOUTUBE VİDEOSU

Hiç yorum yok

01 Mart 2024

 Göçmenlerin Gündemi programın'nda, Ramazan Yaylalı Avusturya'da göçmen hikâyeleri biriktirmeye devam ediyor. Bu bölümde , 15 yaşında Avusturya’da yaşayan amcasıyla birlikte Maraş, Pazarcık ilçesinden göç yollarına düşen, 1976’dan bu yana Avusturya’da yaşayan Ali Gedik'in göç hikâyesini dinleyeceksiniz.




👉 Pazarcık dışında yerleşim yeri görmeyen bir çocuğun yurt dışına göç ettikten sonra yaşadığı çatışmalar ve dönüşüm…
👉Avusturya’ya mı yoksa Avusturalya’ya mı gittiğini bilmediği için Almanya’ya gidiyorum diyerek bu kafa karışıklığına çözüm bulması…
👉Oturumunu çabuk alması için Avusturya’da amcası tarafından ortaokula kaydedilmesi…
👉Okulda yaşadığı kültürel çatışmalar ve dilini bilmediği bir yerde yaşadığı zorluklar…
👉Kırk yıl sonra iki okul arkadaşını tekrardan bulma hikâyesi…
👉“Türkiyeli misafir işçilerin” içinde bir çocuğun yaşadığı yalnızlık duygusu…
👉Üç aylık okul macerasının ardından yabancılar polisine giderek bir yıllık oturum izni alması…
👉Türkiye’de evli olan ama Avusturya’daki kadınlarla ilişki yaşayan göçmen işçiler…
👉17 yaşına girdiği ilk gün düzenli fabrika işçiliğine başlaması…
👉Düzenli olarak çalışmanın ona kattığı “konfor” ve “güven”…
👉Üç yılın ardından Türkiye’ye izne gidecek olmanın onda yarattığı heyecan…
👉Türkiye’de Kürt/ Alevi olmaktan, Avusturya’da göçmen olmaya egemen kültür karşısında yaşadığı kimlik ve aidiyet sorunları…
👉Avusturya’da kendi kimliğini, köklerini keşfetmeye başlaması…
👉Maraş katliamının ve 12 Eylül 1980 darbesinin yurt dışındaki yankıları… Türkiye’den gelen devrimcilerin Avusturya’daki göçmenler üzerindeki etkisi…
👉Türkiye’den gelen göçmenler arasındaki politik ayrımların ortaya çıkmaya başlaması…
👉Avusturya’da yarım asra yakın yaşamanın ona neler kattığı…
👉Bir göçmen olarak inşa ettiği “melez kimliğin” boyutları…
👉Dünya vatandaşı olmak; göçmenliğin pozitif yanları nelerdir?







“Göçmenseniz hayata 'en alttan’ başlıyorsunuz" (YOUTUBE SÖYLEŞİSİ)

Hiç yorum yok

06 Nisan 2023

 Ramazan Yaylalı, birkaç yıl önce Viyana'ya göç eden Tunceli Belediyesi eski Eşbaşkan Yardımcısı Hüseyin Tunç ile göç deneyimi üzerine konuştu.



Tunceli Belediye Eş Başkan Yardımcısı Hüseyin Tunç, Tunceli Belediye Eş Başkanları Mehmet Ali Bul ve Nurhayat Altun’un tutuklanmasının ardından 17 Kasım 2016 günü belediyeye kayyım olarak atanan Vali Yardımcısı Olgun Öner’in  ‘olur’ yazısıyla görevinden alındı. 

Hakkındaki davalar nedeniyle Avusturya'ya göç eden Hüseyin Tunç, yaşadığı göçmenlik deneyimini Ramazan Yaylalı'ya anlattı. 


👉Avusturya’da göçmenlerin yaşadıkları zorluklar nelerdir?
👉Avusturya’da göçmenler ırkçılığa ve ayrımcılığa uğruyor mu?
👉Avrupa’da her şey güllük gülistanlık mı?
👉Sosyalistler göç meselesine nasıl bakmalılar?
👉Son yıllarda Türkiye’den gelen göçmenler ne umuyor ne buluyorlar?
👉Türkiye’ye geri dönmeyi düşünüyor mu?




👉 Yaşadığı deneyimin Günter Wallraff'ın En Alttakiler kitabıyla ilişkisi ne?







© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan