Djanan Turan’ın yeni albümü “Love's Company” Jamboree’de tanıtılıyor

Hiç yorum yok

23 Eylül 2024

Türk alternatif müzik sanatçısı ve söz yazarı Djanan Turan, merakla beklenen yeni albümü Love’s Company'yi 2 Ekim Çarşamba günü  tanıtacak. Londra'nın ünlü müzik mekânı Jamboree’de gerçekleşecek bu etkinlik, Djanan’ın kendine özgü müziğiyle dolu unutulmaz bir akşam vaat ediyor.

 


Djanan’ın müziği, güçlü mesajlarını yumuşak ve minimalist düzenlemelerle aktaran, kristal netliğinde bir vokalle tanınıyor. Türk köklerinden ilham alarak kurguladığı eserlerinde klarnet ve kanun gibi enstrümanları kullanırken, aynı zamanda kendine has üst ses tekniğiyle müzikseverleri büyülüyor. Albümde Türkçe ve İngilizce şarkılar yer alıyor; sanatçının müziği, Türk sanat müziğinden psikedelik folk’a uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Şarkılarında göç, savaş, direniş ve dayanışma gibi cesur ve gerçekçi temalar işleniyor. Bu yönüyle Djanan, günümüzün yüzeysel pop hitlerinden oldukça farklı bir çizgide duruyor.



Müziğin Hikâyesi

Love’s Company albümünde Djanan, zorlu deneyimlerini ve dünyaya dair duygularını samimi bir dille anlatıyor. Hem Türkçe hem de İngilizce yazılmış şarkılar, göçmenlikten savaşa, hayatta kalmaya ve kadın dayanışmasına kadar geniş temalar işliyor. Albümde öne çıkan parçalardan biri olan "Diamond In Black", savaşın masum çocuklar üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne seriyor. Djanan, bu şarkıyı Nazım Hikmet’in Hiroshima şiirinden esinlenerek yazdığını belirtiyor. Albümdeki diğer bir önemli parça olan "Yangın", siyasi baskılara karşı duyulan öfkeyi dillendirirken; Arabesk müziğin efsanevi ismi Müslüm Gürses’i anımsatan modern bir Arabesk tarzıyla işlenmiş.

Albümün adını taşıyan "Love’s Company" şarkısı ise korkularımızın düşüncelerimizi felç etmesine izin vermememiz gerektiğini vurgulayan bir mesaj taşıyor. “Bu albüm, içinde bulunduğumuz dünyaya dair kişisel bir yansımam. Acılar var, ama aynı zamanda güzellikler de var ve ikisine de tutunmalıyız,” diyor Djanan. Sanatçının sesi bu mesajı, düşük tonlardaki içsel derinliklerden yükseklerde süzülen Türk sanat müziği tarzına kadar taşıyor.

Kişisel Bir Yolculuk

Adana’da doğup Samsun’da büyüyen Djanan Turan, müzikal yolculuğuna kendi yaşam deneyimlerinden ilham alarak başladı. İstanbul Marmara Üniversitesi’nde Çalışma Ekonomisi okurken, sosyal farkındalığıyla dikkat çeken Djanan, aynı zamanda büyük besteci Timur Selçuk’tan dersler aldı. Türk klasik müziği ile Batı müziğini harmanlayan bu eğitim, Djanan’ın müzik kariyerinde önemli bir rol oynadı.

Londra’ya yerleşmesinin ardından kısa sürede şehrin müzik sahnesinde kendine yer bulan Djanan, çeşitli gruplarla iş birliği yaparak uluslararası festivallerde sahne aldı. 2019’dan bu yana Londra Jazz Café’de düzenli olarak sahne alan sanatçı, Türk psikedelik Anadolu rock müziğinin efsane isimleri Barış Manço, Erkin Koray ve Cem Karaca’ya saygı duruşunda bulunan performanslarıyla da tanınıyor. Aynı zamanda tamamı kadınlardan oluşan bir Türk sanat müziği korosunun da liderliğini yapıyor.

Albüm ve Tanıtım Gecesi

Love’s Company sadece bir albüm değil, Djanan’ın duygusal ve politik yolculuğunun bir yansıması. "Gurbet" gibi şarkılar, göçmenlik deneyimini tüm çıplaklığıyla ortaya koyarken, "Diş İzleri" kişisel acılarla başa çıkma ve dayanıklılık temasını işliyor. Djanan’ın bu şarkıları Jamboree’de canlı olarak seslendireceği gece, müzikseverler için eşsiz bir deneyim olacak.

Albümün dijital olarak indirilmesi mümkün ve albüm lansmanına katılanlar, bu yeni parçaların canlı performansını dinleme fırsatını yakalayacaklar.

Etkinlik Detayları:

  • Tarih: 2 Ekim Çarşamba 2024
  • Mekan: Jamboree, 6 Saint Chad's Place, Londra WC1X 9HH
  • Kapı Açılış Saati: 19:00

 

 


Djanan Turan Launches Her Latest Album "Love's Company" at Jamboree

Turkish alternative singer-songwriter Djanan Turan is set to release her highly anticipated album Love’s Company on Wednesday, October 2nd at Jamboree, located at 6 Saint Chad's Place, London. The event promises a special evening filled with captivating music that blends Turkish influences with modern soundscapes, offering a raw yet gentle commentary on life, politics, and love.

Djanan’s music is defined by her crystal-clear voice, delivering powerful messages wrapped in soft, minimalistic arrangements. Drawing on her Turkish roots, the album infuses instruments like the clarinet and kanun zither, alongside her unique overtone singing. The tracks alternate between Turkish and English, seamlessly weaving through genres from Turkish classical music to psychedelic folk. Her themes range from vulnerability and war to migration and solidarity, offering a courageous, authentic counterpoint to today’s more superficial pop trends.

The Story Behind the Music

The songs in Love’s Company reflect Djanan’s complex emotions and experiences, tackling topics such as displacement, war, and resilience. With lyrics in both Turkish and English, Djanan paints a vivid picture of hope amidst hardship. One standout track, "Diamond In Black," captures the devastating impact of war on innocent lives, inspired by her childhood memory of hearing Nazım Hikmet’s poem Hiroshima. Other songs like "Yangın" (Fire) express a burning discontent with political oppression and societal complicity.

On a lighter yet equally moving note, the title track "Love’s Company" reminds listeners not to be crippled by fear but to find strength in love and solidarity. “This album is my personal reflection on the world we live in. There’s pain, but there’s also beauty, and we must hold onto both,” says Djanan. Her voice carries this message, moving effortlessly from low, introspective tones to soaring highs that invoke Turkish classical traditions.

A Deeply Personal Journey

Born in Adana, Turkey, Djanan Turan’s journey to becoming a musical force is as complex as her sound. She grew up in Samsun, Turkey, before making her way to Istanbul’s Marmara University, where she studied Labour Economics—an early indicator of her social awareness. However, her passion for music soon took over, leading her to study with famed composer Timur Selçuk. Her path eventually brought her to London, where she quickly integrated into the city’s global music scene, performing in clubs, festivals, and forming collaborative ties with a variety of musical acts.

Djanan has been a leading voice in London’s Turkish music scene, particularly known for her regular performances at Jazz Café, where she pays tribute to Turkish psychedelic rock legends. In addition, she leads an all-female Turkish classical music choir, proving her deep connection to her heritage.

The Album and the Launch

Love’s Company is more than just an album—it’s a reflection of Djanan’s emotional and political journey. Tracks such as "Gurbet" (Abroad) offer an honest look at the migrant experience, a theme that resonates deeply in today's political climate. Her song "Diş İzleri" (Bite Marks) delves into personal pain and resilience, reflecting the struggles of healing while carrying the scars of life.

To celebrate the album’s release, Djanan’s performance at Jamboree will undoubtedly be an unforgettable night. With her eclectic mix of styles, Djanan will take the audience on a journey through hauntingly beautiful melodies, bold political statements, and a rich musical heritage that bridges cultures and experiences.

The album is now available for download, and attendees of the launch will have the chance to experience Djanan’s live performance of these new tracks in an intimate setting.

Event Details:

  • Date: Wednesday, October 2nd, 2024
  • Venue: Jamboree, 6 Saint Chad's Place, London WC1X 9HH
  • Time: Doors open at 7:00 PM

Tickets are available now, and early booking is recommended to ensure a place at this extraordinary event.

 

 

Bir Facebook paylaşımı ve Ankara Anlaşmalılar: “gelen bir pişman, gelemeyen bin pişman"

Hiç yorum yok

20 Eylül 2024

Geçenlerde Ankara Anlaşmalıların paylaşım yaptığı bir Facebook grubunda “Arkadaşlar ben Türkiye’ye dönüyorum, herkese bol kazançlar…” şeklinde bir paylaşım gördüm… Hemen peşinden bu paylaşıma yorumlar yağmaya başladı.



Tuncay Bilecen

bisikletligazete@gmail.com

Dijital tasarım işlerinin aşinası değilim, Bisikletli Gazete’nin YouTube kanalında göçmenliğe dair el yordamıyla yaptığım videolar ortalama 300 civarında görüntülenme alırken, geçen yıl geri dönen Ankara Anlaşmalılarla ilgili yaptığım video (video bile değil ses kaydı) yaklaşık 8 bin dinlenmeye erişti. Bunu ilkin demek ki “başarılı göçmen hikâyeleri” yerine “dramla dolu göçmen hikâyeleri” daha revaçta oluyor şeklinde yorumladım. Sonra düşündüm ki aslında söyleşi yaptığım kişilerle benzer şeyleri yaşayanlar bir çözüm arayışı içindeler.

Geçenlerde, ağırlıklı olarak Ankara Anlaşmalıların paylaşımda bulunduğu bir Facebook grubunda yapılan paylaşımın da bu kadar etkileşim almasını bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Benzer ruh halinde olan birçok göçmen bulunuyor. Buna kendi tecrübelerini paylaşmak isteyenler de eklenince etkileşim ister istemez artıyor.

Gelelim bu paylaşıma yapılan yorumlara…

Yorumları kabaca dört başlıkta toplayabiliriz:

1) Geri dönme kararı veren kişinin biraz daha dişini sıkması gerektiğini söyleyenler…

2) Benzer bir ruh halinde olduğunu söyleyip (geçmişte ya da şimdi) ama geri dön(e)meyenler…

3) Ah keşke ben de İngiltere’ye göç etseydim, asla geri dönmezdim diyenler…

4) Kendi kişisel deneyimini yegâne yol olarak görenler…

 

Şimdi tek tek bu grupları incelemeye çalışalım…

“BİRAZ DAHA SIK DİŞİNİ, HEPİMİZ AYNI YOLLARDAN GEÇTİK”

Geri dönmek isteyen kişiyi ikna etek isteyenlerin kendi göçmenlik deneyiminden yola çıkarak “sabır” temasını öne çıkardıklarını görüyoruz.  Örneğin yorum yapan biri şöyle diyor: “Merhaba, ilk başta herkese zor geliyor. Ailemizden sevdiklerimizden ayrılıyoruz. Bize burayı toz pembe anlatıyorlar (özellikle avukatımız muhasebecimiz.) Havası suyu insanı iyi değil evet ama yaşam kalitesi parası çok iyi. Yalnızlığı severim, sevemesem de alışırım derseniz. Dönmeden bir kez daha düşünün derim. Valla ben toz pembe anlatmıyorum kimseye gerçekleri anlatıyorum. Bu sefer de cevapları hazır sen neden duruyorsun ya? herkesin hikayesi farklı kimi duruyor kimi dönüyor kimi durmak zorunda kalıyor. Sonuç olarak boktan bir yer…”

Başka biri ise, geri döndükten sonra daha büyük bir pişmanlık yaşayabileceğini söylüyor: “Burada kalmanın bir bedeli var. Herkes bu bedeli ödemek zorunda değil. Saygı duyuyorum. Yakın zamanda okuduğum bir yorumu aktarmak istiyorum. Türkiye ye dönen birisi aynen şunu söylüyor; ‘İngiltere ye gitmek bir hata idi fakat dönmenin daha büyük bir hata olduğunu geç anladım. Çok pişmanım’ yazıyordu.”

Başka biri ise, İngiltere’ye büyük beklentiler içinde gelmemek gerektiğini, kültürel olarak da uyum sağlamak gerektiğini ve şu anda Türkiye’nin daha kötü durumda olduğunu hatırlatıyor: “Buraya büyük beklentiler ile gelmek doğru değil. Pek çok insanda gördüm bunu. Memleket (İngiltere) bence gayet güzel. Hayat olarak da iyi. Dilini öğrenince hele, çok daha kolay birçok konu. Türkiye’yi burada yaşamak isteyene çok denk geldim. Başka bir memlekette olduğunuzu kabullenince bence durum değişebilir. İş yapmak aslında çok da zor olmamalı. Tabii pandemi ve kısıtlamalar oldukça zorladı hepimizi. Destek alamamamıza rağmen devlet yine de birçok farklı şekilde destekler yaptı, yapıyor. Türkiye’den gelen ses orada durumun ciddi anlamda kötü olduğunu söylüyor.”

 

“ASLINDA BEN DE DÖNERDİM AMA…”

Geri dönüş göçüyle ilgili yaptığım çalışma sırasında bir görüşmeci “dönmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna “30 yıldır her gün geri dönmeyi düşünüyorum” cevabını vermişti. Dolasıyla bir gün geri dönerim düşüncesi her göçmenin aklından çeşitli şartlara bağlı olarak geçen bir duygudur.

İkinci kategoride yorum yapanlar, paylaşımı yapan kişiyle benzer bir ruh halinde olduklarını belirtiyorlar. Örneğin biri alışkanlıkların geri dönmeye engel olduğunu, üstelik döndüğünde bulacağı ülkenin bıraktığı gibi olmayacağını hatırlatıyor: “Ben bu ülkenin iyi kötü birçok yönünü gördüm ve insanlara sizin gibi anlatıyorum. Ben de aynı cevabı alıyorum. Uzun yıllar burada kalınca dönmek kolay olmuyor. Bıraktığın gibi değil çünkü” diyor.

Bir başkası ise “ben çok sevdim de iş bulamazsam dönecem ben de mecbur” diyor.

 

“NİYE GERİ DÖNÜYORSUN, BİZİM DE HAKKIMIZI YEDİN!”

Gelelim, yorumları Türkiye’den okuyup “biz orada olmak için her şeyi yapardık, oturun oturduğunuz yerde” mealinde sözler sarf edenlere.  

Örneğin biri şöyle yazmış: “Ulan keşke biz gidebilsek yemişim hasreti özlemi.” Bir başkası ise geri dönme kararı veren kişinin başka Ankara Anlaşmalıların önünü kestiğini düşünecek kadar ileriye götürüyor işi: “Gerçekten gitmek isteyenlerin işine engel oluyorsunuz zorlukları başta hesaplamadınız mı burada (Türkiye) çok matah bi hayat yaşıyormuşsunuz gibi… Kalmayacaksanız hiç baş vurmasaydınız da ihtiyacı olanın hakkını yemeseydiniz, siz olmasaydınız belki bi başkası giderdi ülke yangın yeri her şey aldı başını gidiyor gitmişsin bari sık dişini kal burdan daha şanslısın hakkını kaybetme bizim hakkımızı yedin kendi hakkına sahip çık bari alışınca bize dua edersin.”

Bir başka yorumda ise şöyle yazıyor: “Gitsem geri dönmeyi bırak buranın hayalini bile kurmam şans yanlış kişilerde.”

Bu gruptaki yorumcular kapağı bir İngiltere'ye atsaydım, başka bir şey düşünmezdim. Ayağınıza gelen fırsatı tepmeyin hatta bize de mani olmayan diyerek adeta göç etmiş kişileri talihli kişiler olarak addediyorlar... 

  

GÖÇMENLİK HİYERARŞİSİ

Göçmenlik hiyerarşisi, bir yere daha önce gelen kişinin o yerle ilgili bol kepçeden “ahkam kesme hakkını” kendinde bulmasıdır. Sizden sürekli kötü olduğunuzu duymak isteyen bazı kişiler gibi bunlar da göç ettiğinizde, ilk zamanlarda yanınızda yörenizde bulunarak üzerinizde sürekli bir tahakküm ilişkisi kurmak isterler. Tahakküm diyorum çünkü eşsiz deneyimlerinin ayak izlerini aynı şekilde takip etmenizi isterler. Aradan yıllar geçince bir bakarsınız, bu kişiyle ilişkiniz kalmamış… Üstelik eşsiz deneyimler olarak söylediklerinin çoğu da tamamen kendi değer yargılarından ibaretmiş. 

Bir yorumcu şöyle diyor: “Şu yorumları okuyunca bazen aynı ülkede olmadığımızı düşünüyorum. Hangi ülkeye gidersen git hak ettiğin gibi yaşarsın. Bu kadar kötü şeyler yaşıyorsanız bu sizinle alakalı. Kebab shopta üç kuruşa işi kabul eden sizsiniz şikâyet edende siz. İllegal çalışmayı kabul ederseniz hakareti kötü muameleyi de kabul edersiniz. Eşek olursan semer vuran çok olur. Türkiye’den geliyorsun burada Türklerin yanında çalışıyorsun. Türkiye’de kalman daha mantıklı. Ben ülkemi sevmediğim için değil ülkemdeki kokuşmuş zihniyetten kurtulmak için geldim. Ne yaptığını bilirsen akıllı olursan bunların hiçbirini yaşamazsın benim gibi. Boş yere burada ezilenleri oynamayın. Ve buradaki TÜRK işverenlerden uzak durun çünkü Türkiye’deki kokuşmuş zihniyetten daha da rezildirler…”

Ben bu göçmenlik hiyerarşisi mefhumunu 90’lı yıllarda üniversite öğrencisiyken çektiğim otostoplardaki şoförlerin ruh haline benzetiyorum. Şoför, sizi yolda alma zahmetine katlandığı için benzer bir üstünlük ilişkisi kurar ve hemen akıl vermeye başlardı:

- Öğrenci miyiz?

- Evet abi.

- Biz de hayat üniversitesinde okuduk.

- Ne güzel abi.

- Aaa bak hayatı bana soracaksın; bir İngilizce bir bilgisayar bunları bileceksin. Biz neler gördük neler. Siz daha bir şey görmediniz...

- Tabi abi tabi…

Muhabbet bu minval üzerine uzayıp gidebilir…

 

***

Bir kişinin göç edebilmesi için üç sermayeden en az birine sahip olması gerekir. Bunlar beşeri sermaye (eğitim ve vasıf), sosyal sermaye (tanıdık, bağlantı) ve finansal sermayedir. Buna yaş, fiziksel engel vs. gibi birçok ara faktör ekleyebiliriz. Yaşayacağınız zorluk bu üçüne ne ölçüde sahip olduğunuzla ilgili oluyor. Burada beşeri sermayenin bir parçası olan dil yeterliliğinin altını çizelim…

Son dönemlerde gelen bazı Ankara Anlaşmalıların “Hele bir gidelim bakarız. Kervan yolda düzülür” gibi bir mantıkla hareket ettiklerini görüyoruz.  Oysa göç kararının enine boyuna düşünülmeden alınmaması gerekiyor. Üstelik İngiltere hem pahalı bir ülke hem de buradaki sosyo-ekonomik yapı Türkiye’den çok farklı. Buna bir de Kovid – 19 salgınının ekonomide yarattığı tahribatı ekleyelim. Hal böyle olunca, kısa süren bir iyimserliğin ardından acı gerçeklerle karşılaşılıyor. Bu sefer acilen iş bulma, gelir yaratma ihtiyacı hasıl oluyor. Böylece Türkiye’de orta sınıf mensubu olan kişi burada sınıf düşerek “ne iş olsa yaparım, yeter ki iş olsun” şeklinde bir hayata adım atıyor.

Tabii herkesin dram yaşadığını iddia etmiyorum. Özellikle dil bilen ve vasıflı olan göçmenler söz konusu uyum sürecini çok çabuk atlatabiliyorlar…

  


Ankara Anlaşması yıllara göre başvuru sayısı (Home Offic, 2020)

 

 


Kaynak: Tuncay Bilecen, Türkiye'den Birleşik Krallık'a Göçler


 

Ahmet Sapaz: “İngiltere’deki bizim toplumun mayasını ilk biz oluşturduk"

Hiç yorum yok

19 Eylül 2024

Ahmet Sapaz, 1970’in son gününde bir otelde çalışmak üzere ayak basıyor İngiltere’ye… Londra’daki göçmenlerin ilk temsilcilerinden biri olduğu için Türkiyeli toplumun dününe - bugününe ilişkin önemli gözlemleri ve deneyimleri bulunuyor. Ahmet Sapaz ile kendi kişisel tarihi üzerinden Londra’daki “bizim toplumu” konuştuk.



Tuncay Bilecem

Ahmet Sapaz ile Müslüm Alataş’ın Nâzım Hikmet şiirlerini seslendirdiği Turkish Cypriot Community Association’daki şiir dinletisi etkinliğinde karşılaşmıştık. Sohbet ederken kendisinin Londra’ya çok erken bir dönemde ayak bastığını, bu konudaki tanıklıklarını “O Yıllar” adıyla kitaplaştırdığını öğrendim. Londra’daki toplum üzerine çalışmalar yaptığımı duyunca seve seve bu konuda söyleşi yapabileceğimizi söyledi. Böylece Stoke Newington’da Şengül - Hüseyin Kaplan çiftinin işlettiği şirin Cafe, Petit Coin’de bir araya gelerek söyleşimizi gerçekleştirdik.


İngiltere’ye göç etmeye nasıl karar verdiniz?


Türkiye’deki imkânsızlıklardan kaynaklandı. Ben köylü çocuğuyum. Ortaokuldan sonra biz yatılı okul aradık. Bunlardan kimisini kazanamadık, kimisine yaşımız tutmadı. Baktık sona gelmişiz; iki okul kalmış. Tapu Kadastro Lisesi ve Otelcilik Okulu diye bir okul. Hiç duymadığım bir okul. Türkiye’de de kimsenin bildiği yok. Kasabada bir tane otel var işte. Bunun okulu mu olur? Okulun parasız yatılı olması cazip geldi. Bizim başladığımızda 1964’te ilk mezunlarını verdi okul. Biz okula kayıt olduğumuzda yeni mezun olanlar –hepsi toplasan otuz kişi- okula geliyorlardı. İş bulamamışlar, bize “kardeşim boşuna öldürmeyin senelerinizi, yol yakınken dönün, başka okullara gidin” diyorlardı. Benim moralim bozuldu, abime haber gönderdim, okuldan kaçağım diye. Ertesi gün yıldırım gibi geldi. Oranın sekreteri vardı Gülay Abla, benim yakınım, nur içinde yatsın. Abimle ikisi beni ikna etmeye çalıştılar kaçmayayım diye. Abimin de kafası karıştı, çünkü bizde işi devlet veriyor. Devlete sırtını dayamadan bir şey olmuyor. Bu okulda ise öyle bir şey yok. İşi de sen bulacaksın, işvereni de sen bulacaksın. Ben de bu sırada 26. sıradan yedek olan aynı köyden arkadaşım Hasan’ın da okula aldırılmasını istedim. Gülay Abla, “uğraşacağım” dedi. İki hafta sonra o da geldi. Şimdi o da burada kulakları çınlasın, başarılı bir işadamı. 


Mezun olduktan sonra Türkiye’nin en büyük otellerinden biri olan İzmir Büyük Efes Oteli’nde staj ayarladım. İki yıl orada çalıştım. 1969 yılının ocak ayında askere gittim. 20 ay askerlik yaptım. 


Öğretmenlerimizin bir kısmı yabancıydı, onlar bize yol gösteriyordu. Okulda dilim normalde Fransızcaydı; ama Amerikan Kültüre giderek İngilizce öğrendim çat pat. Onun verdiği cesaretle İngiltere’ye iş başvuruları yapmaya başladım. Grosvenor House Hotel vardı Park Lane’de İngiltere’nin en büyük hoteliydi o zamanlar. Yazıştığım British Oteller ve Restoranlar Birliği bana orada 13 sterlin haftalıkla iş buldu. Dışarıdan geleni sıfırdan başlattıkları için komi olarak başlayacaksın. Kabul ettim. 


Böylece İngiltere maceranız başladı. Gelişiniz nasıl oldu?


Çalışma iznimin kâğıdı aralık ayının başında geldi. Ankara’dan gittim pasaport aldım. Tren bileti aldım, astronomik fiyatlarla. Tren Belçika’da bizi indirdi. Vapurla üç saat yolculuk ettik. Geçtik Dover’e pasaport kontrolüne. Polis, gerçekten meslek erbabı mıyım diye beni sorguya çekti. Bana “aç elini” dedi. Şöyle baktı “sen otelci olamazsın, ellerin nasırlı” dedi. Köyde iki ay çalıştığımı söyledim. Tercümana “sor bakalım” dedi. Ben o sırada ecel terleri döküyorum. Geri gönderilme ihtimalim de var. Cebimde de sadece on dolar var. “Hiç İngilizce biliyor musun?” dedi. Artık nasıl olduysa, “yes, I do” dedim memura. Artık tercümanı görmüyorum ben. Bir iki bir şeyler daha sordu, “yes”, “no” bir şeyler söyledim. “I’m sorry” dedi. Birden değişti, “çabuk tren kalkıyor yetiş” dedi.  Koşa koşa yetiştim. Victoria Tren İstasyonu’na gidecek trene bindim, ama benim maneviyatım sıfır. Cebimdeki on dolar, 4 sterlin 20 kuruş vardı. Trenden indim, otele gitmek için taksi bakıyorum. Bir adam çıktı karşıma, Türk olduğumu sormadan Türkçe “gemide senden başka Türk var mıydı?” dedi. “Var” dedim. “Dört veya beş kişi vardı. Daha sonra onları görmedim” dedim. “Seni kim getirdi buraya?” dedi. “Kendim geldim” deyince “Hadi oradan be” dedi. “Sen kimi kandırıyorsun?” Meğer o dönem, mafya çalışma izni başına beş bin lira alarak bu işin ticaretini yapıyormuş. 


Otele varınca ne yaptınız?


Taksi ile otele gittim. Beş altı katlı, blok blok birbirine bağlı bir bina. “Türkiye’den geldim” dedim. Memur gitti, bir dosya buldu. “Nerede kalacaksın?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. “Paran var mı?” dedi. Dört sterlinden kalanları gösterdim. Gene kafasını salladı. Çattık belaya diyor içinden. Fakat mektuplarında size yer bulmanız konusunda yardımda olacağız diyordu. Beni Earls Court’ta Barkston Gardens sokağında P.M.Boy’s Club’a gönderdiler. Yeri otobüs ile buldum. Sakallı bir adam karşıladı beni. Bir oda gösterdi. “Burada başka biri daha kalıyor, geçici olarak beraber kalacaksınız” dedi. Üç dört gün uyumamışsın, tren yolculuğu yapmışsın. Bedenen çökmüşsün. Ertesi gün yani yılbaşı günü otele gittim. O zaman burada yılbaşı resmî tatil değildi. Elime bir kâğıt verdiler, sigorta kurumuna ve yabancılar polis şubesine kayıt yaptırmam için gitmemi istediler. “Ben buraları bulamam” dedim. Bereket o işleri bir şekilde hallettim. Bana iki gün izin verdiler. “Pazartesi başlayacaksın” dediler. Ben kaldığım yeri bulurum dedim içimden, taksiye para vermek istemiyorum. Otobüse bindim, yanlış durakta indiğim için kayboldum. Sonra yürüyerek otele geri geldim. “Bulamadım” dedim. “Demişlerdir ne salakmış bu da…” Yolun krokisini çizip bana verdiler. Öylelikle buldum yolu. 


Acemilik çok kötü bir şey değil mi?


Dünyanın neresine gidersen git, bir tanığın, bir rehberin olacak. Yoksa bocalar kalırsın. Çok sıkıntı çekersin, çok zorluk çekersin. Bu yüzden sonradan buraya gelenler hiç bizim kadar zorluk çekmediler. Hazıra geldiler, çünkü burada kurulu bir düzen vardı. Bir de işin garibi hepsi aynı bölgenin, belki de aynı kasabanın insanları. Emmi, dayı ilişkisi hâlâ devam ediyor. 1989’dan sonra gelenler böyledir. Önce gelenlerin durumu biraz farklıydı. Onların da tanıdıkları vardı, ama benim geldiğim yıllarda kimse yoktu. İngiltere’deki bizim toplumun mayasını ilk biz oluşturduk.


(Sürecek...)


http://www.bisikletligazete.com/search?q=Ahmet+Sapaz



*Fotoğraf: Ahmet Sapaz


Ahmet Sapaz, Centilmenler Kulübü'nde geçen 38 yılın anılarını; BİR BARMENİN ANILARI, OXFORD & CAMBRIDGE CENTİLMENLER KULÜBÜ'NDE 38 YIL başlığıyla kitaplaştırdı.






Göçmenlikte “Varyemez Amca” sendromu

2 yorum

17 Eylül 2024

Göçün ilk yıllarında yaşanan ekonomik zorluklar göçmende onulmaz yaralar açarak onun bir ömür boyunca “ekonomik yoksunluk” korkusuyla aşırı ihtiyatlı davranmasına ve çok daha iyi koşullarda yaşayacakken standartlarının çok altında bir yaşam sürmesine yol açabilir. Bu yazıda, göçmenlik sendromlarından biri olan “Varyemez Amca” sendromunu tartışıyorum.

Tuncay Bilecen

 


Beşerî, finansal ya da sosyal sermayesi ne kadar güçlü olursa olsun göçün ilk yılları her göçmen için zorluklarla doludur. İnsanın aşina olmadığı bir sosyal çevreye uyum sağlaması için burada belli bir süre geçirmesi gerekir. Bu süreci çok kısa sürede atlatanlar olduğu gibi bunun için uzun süre çaba sarf etmesi gerekenler hatta hiç atlatamayanlar da yok değildir.

Elbette uyum sürecinin atlatılmasında sosyal bağlantılar, dil yeterliliği, vasıf gibi faktörler önemli rol oynar. Eğer kişinin dil yeterliliği ve bulunduğu ülkede eğitim ve tecrübesine uygun ücretli emeğe dönüştüreceği bir vasfı yoksa mecburen “etnik ekonomiye” mahkûm yaşayacak veya kapasitesinin çok altında işlerde çalışacaktır.

Göçmen kapasitesinin altında işler için ter dökerken hem uzun süreli çalışır hem de ucuz işgücü haline gelir. Bir taraftan geçinme, barınma derdi, bir taraftan işini kaybetme korkusu bir başka deyişle güvensizlik ve güvencesizlik göçmenin özgüvenini günden güne düşürdüğü gibi alışageldiği tüketim kalıplarını da yerle bir eder.

İşte bu dönemde göçmen bir savunma mekanizması geliştirir; maddî (bazen hukuki) güvenceye kavuşana kadar kemerleri sıkacağına, bu günlerin geçici olduğuna kendisini ikna eder. Bu süreçte “hele bir şu olsun, hele bir bu olsun” şeklinde sürekli “beklenen rahatlamaya” ilişkin hedefler konulur. Ne ki bu hedefler tek tek gerçekleştirilse bile beklenen rahatlama bir türlü gerçekleşmez ya da hedefe varılınca beklenen tatmin sağlanmaz.

Aradan yıllar geçmiş, göçmen artık yaşadığı ülkenin vatandaşı olmuş, dilini öğrenmiş, iyi kötü maddi bir güvence sağlamıştır. Ancak varılan durak başta murad edilenden biraz farklıdır. Göç etmeden önceki estetik zevkler, kendini gerçekleştirme hevesi yerini çoktan maddî birtakım hırslara bıraktığı için göçmen başka bir kişi olmuş çıkmıştır. Paraya tahvil edemediği meşgaleleri “beyhude çabalar” olarak görüp değersizleştirmektedir artık. Sosyal çevresi iyiden iyiye daralmış, göçmenliğinin ilk yıllarında gezip gördüğü yerlere gitmeyi, yiyip içtiği mekânlarda zaman geçirmeyi zaman ve para kaybı olarak görmeye başlamıştır. Göçmenlikte Varyemez Amca sendromu da burada başlar.

Bundan sonra tıpkı göçmenliğin ilk yıllarında konulan hedefler gibi “feraha kavuşmak için” yeni hedefler konulur. Mevcut maddi imkanlar çok daha iyi koşulları sağlamaya yetecekken göçmen bile, isteye kıt kanaat yaşamaya devam eder. Çünkü artık başka türlüsünü bilmemektedir.

Etrafımızda gördüğümüz; sürekli aynı kıyafetleri giyen (ya da sadece Charity Shoplardan giyinen), marketlerde tarihi geçmesine ramak kalmış ürünleri kollayan, masraf olacak diye kafeye, restorana, bara gitmeyen, sırf memleketinde ev yaptığı için başka ülkelere tatillere gitmeyen hatta bunu aklından bile geçirmeyen, mevcut serveti bir ömür rahat ve nitelikli bir ömür sürmesine yetecek olsa da böyle bir hayat yaşayan insanlar hep bu sendromun kurbanı yaralı kimliklerdir. Kişi göçün başında kendisine ördüğü güvenlik kozasının içinde hapsolmuş kalmış, bu kozadan bir türlü  çıkamamıştır. 

Kuşkusuz sözünü ettiğim bu durum sadece Türkiyeli göçmenlere özgü olmadığı gibi tüm göçmenlere de genellenemez… Bu süreci çok kolay atlatanlar olduğu gibi asıl refaha ve güvenliğe göç ettikten sonra kavuşanlar da az değildir.  



Ressam Metin Şenergüç'ün aforizmalarından ve çizimlerinden oluşan kitabı yayımlandı

Hiç yorum yok

15 Eylül 2024

15 Aralık 2018’de genç yaşta aramızdan ayrılan ressam Metin Şenergüç’ün sanata ve yaşama dair aforizmalarının ve çizimlerinin yer aldığı “Orizonun Ötesi” adını taşıyan kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından yayımlandı. 

 





15 Aralık 2018’de Londra’da bir kalp krizi sonucunda hayatını kaybeden ressam Metin Şenergüç, 19 Kasım 1960’da İzmir’de doğmuş, daha lise yıllarında politikayla tanışmıştı. 12 Eylül döneminde iki yıl hapis yatan Şenergüç, kaçak yollardan Yunanistan’a gitmişti. Burada beş yıl politik sürgün olarak yaşadıktan sonra 1987’de Brüksel’e yerleşen, ancak burayı çok muhafazakâr bularak tekrar Yunanistan’a geri dönen Şenergüç, Yunanistan’ın ardından Almanya ve nihayet İngiltere’ye gelmişti.

Kuzey Londra’da yaşamaya başlayan Metin Şenergüç 1994’te Camberwell School of Art’ta resim bölümünde eğitim görmeye başladı. 1998’de ise St.Martins School of Art’ta ise masterını tamamlayan ve sanata ilişkin düşüncelerini Londra merkezli Açık Gazete’deki köşesinde paylaşan ressam, “Bazen okuyup yazıyorum, sonra geri çekilip resim yapmaya başlıyorum. Yazmak da yaratıcı sürecin bir parçası benim için” diyordu.


Orizonunn Ötesi kitabında Şenergüç'ün onlarca çizimine aforizmaları eşlik ediyor


Metin Şenergüç’ün sağlığında çıkaramadığı kitabını arkadaşları Sümer Erek, Mehmet Taş ve Rıfat Güler Londra merkezli yayınevi Press Dionysus aracılığıyla geçtiğimiz günlerde yayımladılar. Kitabın giriş yazısında Erek, Taş ve Güler şunları söylüyor: “Ölüm, bir sanatçımızı, bir sanat düşünürümüzü ve özgürlük savaşçısı bir yoldaşımızı aramızdan aldı gitti. Ölüme inat onu eserlerinde ve kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.”

Büyük boy ve ciltli olarak yayımlanan kitapta Şenergüç’ün karakteristiğini yansıtan onlarca renkli ve siyah-beyaz çiziminin yanı sıra yazarın; sanata, yaşama ve insanlığa ilişkin aforizmaları da yer alıyor.




Orizonun Ötesi, "Kenar Notları" ya da bir "selfie"

                                



* Bu yazı ilk defa 4 Aralık 2023 tarihinde Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/kultur-sanat/ressam-metin-senerguc-eserleriyle-anilacak.html


Taihei Soejima’nın fotoğraf sergisi Gaunson House’ta

Hiç yorum yok

13 Eylül 2024


Japon fotoğraf sanatçısı Taihei Soejima’nın fotoğraf sergisi 19 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında Tottenham Hale’de bulunan Gaunson House’ta ziyaret edilebilir.

 

Tarih: 19 Eylül – 1 Ekim

Ziyaret Günleri: Cuma & Cumartesi

Ziyaret saatleri: 09:00 – 17:00

Yer: Gaunson House

Adres: Markfield Rd, London N15 4QQ

 

Taihei Soejima (d. 1992), Tokyo, Japonya'da doğdu ve büyüdü. Klasik sanat ve insan tarihine büyük ilgi duyan bir fotoğrafçı ve sanatçıdır. Hem dijital hem de film fotoğrafçılığını ve metal heykelciliği kullanan Taihei, sanat eserlerinde insanlık ile doğal çevre arasındaki derin ilişkiyi irdelemektedir.


Taihei Soejima




https://www.instagram.com/soejima.taihei/


Taihei Soejima’s photo exhibition at Gaunson House

Japanese photographic artist Taihei Soejima's photography exhibition is open to the public from September 19th to October 1st at Gaunson House in Tottenham Hale.

Dates: September 19th - October 1st

Visiting Days: Friday & Saturday

Visiting Hours: 9:00 AM - 5:00 PM

Location: Gaunson House

Address: Markfield Rd, London N15 4QQ

Taihei Soejima/ 副島泰平  


 Artist, Photographer   


Taihei Soejima (b.1992) was born and rised in Tokyo Japan. He is a photographer and artist with a keen interest in classical art and human history. Using digital and film photography, as well as metal sculpture, Taihei expresses the profound relationship between humanity and the natural environment in his artwork.   

“LTN uygulamasını destekliyorum”

Hiç yorum yok

12 Eylül 2024

Yerleşim alanlarındaki trafik yoğunluğunu azaltmak için başlatılan Low Traffic Neighbourhood (LTN) uygulaması özellikle araç sahibi toplum üyeleri tarafından tepkiyle karşılandı. “Trafiği daha da artırdı”, “hiçbir faydası yok” gibi argümanlarla karşı çıkılan LTN uygulamasını Londra Bisiklet Kulübü’nün kurucularından Özgür Korkmaz ile konuştuk.

  


LTN uygulaması nedir?

Low Traffic Neighbourhood (LTN) diye bilinen “Düşük Trafikli Bölgeler" diye çevirebileceğimiz bu uygulama, bazı geçiş yollarının motorlu taşıt trafiğine kapatılarak aktif ulaşımın desteklenmesi şeklinde özetlenebilir.  

İnsanların ekonomik ve sosyal nedenlerle büyük kentlere göç etmeleri, nüfusun gittikçe artması beraberinde ulaşım ve çevre konularında birtakım sorunlar ortaya çıkarıyor. Örneğin Britanya adasında 1950’lerde motorlu araç sayısı 2 buçuk milyon kadarken 2021 itibariyle 35 milyondan fazla trafiğe kayıtlı motorlu araç bulunuyor. İnsanlar, konforlu yaşama alışkanlıklarından kolayca vazgeçmemeleri nedeniyle artık yakınlarındaki bakkaldan ekmek almaya dahi arabalarıyla gider oldular.

LTN AKTİF ULAŞIMI TEŞVİK EDİYOR

Büyük kentlerde yerel belediyeler sürdürülebilir, güvenli kent yaşamı için yeni birtakım uygulamaları hayata geçiriyorlar. Toplu taşımanın desteklenmesi, yollarda şehir içi hız limitlerinin 20 mil sınırına düşürülmesi, okul sokaklarının belli saatlerde kapatılması ve LTN uygulamalarıyla insanlar aktif ulaşıma (yürüyüş, bisiklet, scooter) teşvik ediliyor. Bu uygulamalarla; yolların herkes için daha güvenli olması, orta ve uzun vadede trafiğin azaltılması, çevre ve gürültü kirliliğinin minimuma indirilmesi hedefleniyor.



LTN uygulamasına karşı özellikle bizim toplum üyelerinden tepkiler geldi. Bu tepkiler hakkında ne düşünüyorsunuz?

On beş yıldır Londra’da sürücü eğitmenliği yapıyorum bu nedenle neredeyse her gün yollardayım. Bizim toplumun çoğunluğu da taksicilik, catering, dağıtım ve benzeri işlerde çalışıyor dolayısıyla araba kullanım oranımız oldukça yüksek. Son olarak yoğunlukla bizim toplumun yolunun düştüğü Haringey bölgesinde yeni uygulamaya konan St. Ann’s LTN’i nedeniyle yedi ara sokak geçişlere kapatıldı, haliyle ana yollara yüklenme oldu. Sürücüler yarım saatlik yolu bir saatte gitmeye başlayınca tepkiler çoğaldı. Buna bir de uyarı işaretlerini okumayıp LTN caddesine girip para cezası ödemek zorunda kalanlar eklenince isyan etmeler, tepki göstermeler başladı. Bu tepkilerin bir diğer sebebi de belediyelere duyulan güvensizlik, anti-LTN gruplarının manipülatif argümanları ve belediyelerin LTN’nin uygulamalarının faydalarını halka uygun dille anlatamaması diye düşünüyorum.

HARINGEY’DEKİ YOĞUNLUĞUN NEDENİ

Örneğin Haringey belediye sınırlarında yaşayan insanların % 60’nın bir arabası yok ama buna rağmen diğer bölgeden gelen sürücülerin Haringey bölgesini bir geçiş noktası olarak kullanmasından dolayı yıllar içinde sürekli artan bir trafik çilesi yaşanıyor. Buna bağlı olarak da çevre ve gürültü kirliliği, park yeri gibi sorunlar çoğalıyor. Bu da bölge sakinlerinin yaşam kalitesini düşürmektedir. Teknolojinin de gelişmesiyle sürücüler artık bir noktadan diğerine hiç bilmedikleri bir yol dahi olsa navigasyonlar sayesinde gidebiliyor. Böylece bazı ara sokaklar ve geçiş yolları daha fazla kullanılıyor ki aslında sorun biraz da burada başlıyor.

LTN İLE SUÇ ORANI DÜŞÜYOR, BİSİKLET KULLANIMI ARTIYOR

Belediyeler LTN uygulaması yaparak bölgedeki stratejik geçiş noktalarını araba trafiğine kapatarak orada yaşayan bölge sakinlerine hayatı daha yaşanılır kılmayı amaçlıyorlar. İnsanların o bölgede daha fazla yolda yürümelerine, bisiklet kullanmalarına ve zamanla sosyalleşmelerine örneğin çocukların mahallede oynamalarına imkân tanıyacak güvenli yeni alanlar oluşturmayı hedefliyorlar. İstatistikler de bunu doğruluyor. Örneğin LTN’lerin ilk uygulandığı Waltham Forest bölgesindeki sokaklarda suç oranları % 18 oranında düşüyor. (Metropolitan Polis 2012-2018 datası) Bu bölgede bisiklet kullanımı % 51, yürüme ise % 29 seviyelerinde artarken araba kullanımı ciddi ölçüde azalıyor.

FAYDALARINI GÖRMEK İÇİN ZAMANA İHTİYAÇ VAR

LTN uygulamasını orta ve uzun vadede çok fazla kazanımları olan, çok doğru bir uygulama olarak görüyor ve destekliyorum. LTN’ler ilk uygulandığı dönemlerde ana caddelerde trafik yoğunluğu oluşturuyor. Dolayısıyla hava kirliliğinin artmasına yol açıyor, ama eldeki istatistikler bunun bir geçiş dönemi olduğunu zaman içerisinde sürücülerin bu durumu kabullenerek daha az araba kullanımına yöneldiğini, böylece yürüme ve bisiklet kullanma oranının arttığını ortaya koyuyor. Az araba kullanımı demek daha temiz bir çevre demek, daha az gürültü demek.

Belediyeler toplu ulaşımı daha fazla desteklemeli ve fiyatları düşürmelidir. Biz sürücüler de içinde yaşadığımız mahalleye, kente karşı kendimizi sorumlu hissederek yaşamalıyız. En azından kısa mesafeleri yürüyerek veya bisiklet kullanarak gidebiliriz.



Londra Bisiklet Kulübü’nün (LBK) kurucusu olarak toplumumuzun bisikletle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? LBK olarak bu konuda duyarlılık oluşturmak için neler yapıyorsunuz?

Londra’da yaşayan bizim gibi göçmen toplumlarda bisiklet kültürü henüz çok geride. Bunun birçok nedenleri olmakla birlikte bir de sosyo-ekonomik nedeni var. Örneğin erkeklerde araba sahibi olmak toplumum gözünde prestijli bir durumken bisiklet kullanmak tersi bir algı oluşturmaktadır.

“LBK OLARAK KADINLAR VE ÇOCUKLAR ÖNCELİKLİ HEDEF GRUBUMUZ”

Mayıs 2019’da temelini attığımız Londra Bisiklet Kulübü sayesinde toplumumuza bisiklet kültürünü yayma konusunda önemli çalışmalar gerçekleştirdik. Yaptığımız bisiklet eğitimleri ve projelerin hedef kitlesini kadınlar ve çocuklar olarak belirledik, çünkü toplumumuzda değişimin ve dönüşümün anahtarının bu iki kesimde olduğunu düşünüyoruz.

Eylül 2021’de dünyanın en büyük bisiklet şehir örgütlenmelerinden biri olan London Cycling Campaign’in (LCC) online konferansına konuşmacı olarak davet edildik. Burada Londra Bisiklet Kulübü’nün çalışmalarından söz ettik. Sonrasında işbirliğini geliştirerek “community partnership” olduk ve ortak çalışmalar yürüttük. Yaklaşık 20.000’e yakın üyesi ve Londra’nın 32 yerel belediyesinde örgütlülüğü bulunan LCC, yolların bisikletliler ve yayalar için daha güvenli olması için çalışmalar yapıyor. Biz de hem yerelde Enfield bölgesinde hem de London Cycling Campaign’in kadın örgütlenmesinde kilit roller alarak yolların herkes için güvenli olması konularında çalışmalar yapmayı sürdürüyoruz.

“LTN DOĞRU BİR UYGULAMA”

Son olarak şunu ifade etmek isterim; 15 yıldır sürücü eğitmenliği yapıyorum 4 yıldır da Londra Bisiklet Kulübü direktörüyüm. Trafik sorununun kolay bir çözüm yolu yok çünkü Londra’da trafikte gereğinden çok fazla araç var. İnsanlara bu yoğun trafikte hadi gidin bisiklet sürün demek hiç gerçekçi ve güvenli değil. O halde bu sorun ancak iki tarafın da haklarını gözeterek ve aynı zamanda da araba kullanımını azaltarak çözülebilir. Bir de trafikte hem araba sürücülerinin hem de bisikletlilerin birbirlerine karşı daha hoşgörülü olması gerekiyor.  

LTN konusuna iki farklı açıdan bakabiliyorum ve bu uygulamanın doğru olduğunu, orta ve uzun vadede çok fazla kazanımlarının olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle uygulamayı destekliyorum.


* Bu yazı ilk defa 22 Kasım 2022, Salı günü Olay gazetesinde yayınlanmıştır.

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan