Avrupalı Türk Markalar Birliği, Birleşik Krallık İş Dünyasını Parlamento’da Bir Araya Getirdi

No comments

27 June 2025

 ATMB ve UK Asian Business Council ortak etkinliğinde ticari iş birlikleri, STA güncellemesi ve yeni dönem hedefleri konuşuldu



Avrupalı Türk Markalar Birliği (ATMB) ile Birleşik Krallık Asya İş Konseyi (UK Asian Business Council) tarafından düzenlenen “Leadership Circle” resepsiyonu, 25 Haziran 2025’te İngiltere Parlamentosu’nun Churchill Salonu’nda gerçekleştirildi. Türkiye ile Birleşik Krallık arasında ticari ilişkilerin derinleştirilmesi, yeni yatırım alanları ve diaspora temelli ekonomik köprülerin güçlendirilmesi etkinliğin ana gündemini oluşturdu.

STA güncellemesi yolda: “Bir yılı aşkın süredir hazırlanıyoruz”

Etkinlikte konuşan Türkiye’nin Londra Büyükelçisi Koray Ertaş, mevcut Serbest Ticaret Anlaşması’nın (STA) güncellenmesine yönelik teknik görüşmelerin başlamak üzere olduğunu açıkladı. Sürecin bir yılı aşkın süredir hazırlandığını belirten Ertaş, bu konuda Birleşik Krallık Türkiye Ticaret Temsilcisi Afzal Khan’ın desteğine dikkat çekti. Ertaş ayrıca, ilişkilerin güçlenmesinde parlamenter destek, Türk diasporası ve Britanyalı yatırımcıların önemli rol oynadığını vurguladı.

İkinci ve üçüncü kuşak Türk girişimciler ön planda

ATMB Başkanı ve GIMA UK LTD CEO’su Vehbi Keleş, Birleşik Krallık’ta faaliyet gösteren Türk işletmelerinin büyük bölümünün ikinci ve üçüncü kuşak liderler tarafından yönetildiğini söyledi. Keleş, STA’nın güncellenmesinin iki ülke arasındaki ticareti orta vadede 50 milyar sterlin seviyesine çıkarabileceğini belirtti.

Tahir Ali: “Bu köprü örnek bir ilişkiye dönüşmeli”

Birleşik Krallık Türkiye Parlamento Grubu Başkanı Tahir Ali, İngiltere genelinde Türk işletmelerine olan ilginin arttığını ve bu durumun ilişkilerin daha derin bir düzeye taşınabileceğinin göstergesi olduğunu söyledi. “Bu köprüyü inşa etmeye devam edeceğiz. Örnek bir ilişki kuracağız,” ifadelerini kullanan Ali, ülkede yaşayan 400 bini aşkın Türkiye kökenli nüfusa dikkat çekti.

Afzal Khan: “450 yıllık bağ STA ile geleceğe taşınacak”

Birleşik Krallık Türkiye Ticaret Temsilcisi ve Manchester Gorton Milletvekili Afzal Khan ise iki ülke arasındaki 450 yılı aşkın diplomatik geçmişe atıf yaparak, güncellenen STA’nın bu ilişkinin yeni temel taşlarından biri olacağını ifade etti. “Birlikte daha güçlüyüz,” diyen Khan, Türk diasporasının bu süreçte stratejik rol oynadığını vurguladı.

Barones Uddin: “İpek Yolu artık dijital, ama ruhu yaşıyor”

Etkinliğin önemli konuşmacılarından Baroness Uddin ise küresel ticaretin dönüşümüne dikkat çekerek, Avrupa ve Asya arasındaki ilişkilerin dijitalleşen İpek Yolu üzerinden yeniden tanımlandığını söyledi. “Türk zanaatkârlığı ile Asya inovasyonu birleşirse, yeni bir ekonomik koridor inşa edilebilir,” dedi.

UK Asian Business Council Başkanı: “Londra dışına açılın”

UK Asian Business Council Başkanı Taha Coburn-Kutay, Türk markalarının yalnızca Londra’da değil, Birleşik Krallık genelinde daha görünür olması gerektiğini söyledi. Kuzey İrlanda, Manchester ve Birmingham gibi bölgelerde yeni iş birlikleri kurulması çağrısında bulunan Coburn-Kutay, “Coğrafi çeşitlilik büyük fırsatlar sunuyor” dedi.

Etkinlik, siyaset ve iş dünyasından geniş katılımla gerçekleşti. Sunuculuğunu Neslihan Gündeş’in üstlendiği organizasyon, yeni iş birliklerine zemin hazırladı.

 

Londra Meydan Sahnesi’nden bir Aziz Nesin klasiği: “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" (27-28-29 Haziran)

No comments

26 June 2025

Türk edebiyatının usta kalemi Aziz Nesin’in unutulmaz eseri “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, Londra’da sahneye taşınıyor. Londra Meydan Sahnesi tarafından sahnelenecek oyun Haziran ayının son haftasında North London Community House’da sanatseverlerle buluşacak.

 




Aziz Nesin’in kaleme aldığı, bürokrasinin absürtlüğünü mizahi bir dille ele alan “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” oyunu Londra Meydan Sahnesi tarafından 27-28-29 Haziran tarihlerinde Londra’da sahnelenecek.

Suat Onur Çalık’ın yönettiği oyunun oyuncu kadrosu ise şöyle: Cem Ok, Dursun Kuran, Elif Karabulut, Hıdır Şahin, Neslişah Şahin, Oktay Erpolat, Pınar Tilkidağ, Sevinç Çelik, Sultan Umut ve Tayfun Keleş.

Oyun ayrıca Deniz Gürsucu (Yönetmen Yardımcısı ve Müzik), Semra Şahinoğlu (Asistan), Aylin Yüzeirova (Hareket Düzeni) ve Anıl Duman (Müzik Düzenleme) gibi isimlerin katkılarıyla şekillendi.

  • 27 Haziran 2025 Cuma - 19:30 (Prömiyer)
  • 28 Haziran 2025 Cumartesi - 19:30
  • 29 Haziran 2025 Pazar - 14:00 (Matine) & 19:30

Biletler ve Mekân Bilgisi

Oyun, Londra’nın canlı kültür merkezlerinden North London Community House’da (22 Moorfield Road, London N17 6PY) sahnelenecek.

Bilet temini için iletişim:

  • E-Posta: INFO@DAYMER.ORG
  • Telefon: 020 7275 8440
  • WhatsApp: 07494 334095

 



Belleğin arşivinden sızan bir oyun: “Old Fools"

No comments

25 June 2025


 



“Bir arşiv, teslim edilen bir yer olmadan, tekrarın bir tekniği olmadan ve belirli bir dışsallık olmadan var olamaz. Dışarısı olmadan arşiv de olmaz.”

J. Derrida- Arşiv Ateşi


 

Bu yazıda, Londra’nın en sıcak gününde izlediğim, Tristan Bernays’ın kaleme aldığı, Çağ Çalışkur’un rejisiyle sahnelenen, İdil Sivritepe ve Olgu Baran’ın oyuncu olarak yer aldıkları  “Old Fools” adlı oyunu  Derrida’nın “arşivleme” metaforu üzerinden inceliyorum.

Eda Çatalçam 

Tiyatrocu, eğitmen ve Mavi Productions'un kurucusu

 

 

Oyunun İstanbul’da da “Old Fools” adıyla sahnelendiğini öncelikle belirtmek isterim. Bazı kelimelerin çevrilemediği, tam karşılığını bulamadığı oyun isimlerinden “Old Fools”. Hani tam olarak çevirip adını koyamasan da duygusundan tanıdığın bir oyun.  “Old Fools” oyununun sonrasında, boğazımda oluşan yumruyu ya da üstüme yapışmış inatçı bir tozu silkeleme hareketi yapma ihtiyacımı veya oyunun omuzlarıma bıraktığı ağırlığı üstümden atma gereksinimim, sonunda akacak bir yol bularak kelimelere dönüştü. Çok sıcak, her şeyin buharlaştığı bir Londra gününde izlediğim “Old Fools”u beynimin arşivlediği haliyle sizlere aktarmaya çalışacağım.

Seyİrcİ Fuayesİnden Sahneye

Derrida, dilimize “Arşiv Ateşi” ya da “Arşiv Humması” olarak çevrilen eserinde arşivlemeyi pek çok başlıkta irdeler. Bense Derrida’nın bu eserini “Old Fools” oyunundan hareketle, arşivlemenin hatırlamak değil unutmak üzerine de yapılan bir eylem olduğu olgusu üzerinden ele almaya çalışacağım. “Old Fools” oyunu özelinde, bir tür hafıza yaratmak için arşivleme tekniği ile yaptığım yukarıdaki girişin çıkış noktası, oyunun seyircisi olarak beni, Tom ve Viv’in ilişkilerine şahit kılmasıyla başladı. Oyunun, seyirci olarak benimle şahitlik üzerinden kurduğu interaktif iletişim aynı zamanda benim belleğimdeki çağrışımları da açmasına ve kendi kişisel tarihimdeki arşivlerin kilitlerin de aralanmasına neden oldu.

Seyirci olarak ilk kez, oyunun sahneleneceği salona geçmeden, bekleme alanı olarak adlandırılan seyirci fuayesinde tanışıyoruz Tom ve Viv ile. Tom’un fuaye alanında toplanmış oyunun başlamasını bekleyen herkesin dikkatini üzerine çekerek yaptığı konuşma sırasında artık bizler seyirci fuayesindeki seyirciler olmaktan çıkarak Tom’un müzisyen olarak sahne aldığı mekânın dinleyicileri konumuna geçiyoruz. Oyunun diğer ana karakteri Viv ise bizimle beraber Tom’u dinleyen kişilerden herhangi birisi olarak aramızda yer alıyor. Tom’un, kadın olarak Viv’den çok etkilenmesi ve ona kur yapmasına şahitlik ederken, Viv’in tüm bu kurlar karşısında utanması ve bir tür gece kulübü olarak sunulan tiyatro sahnesine kaçmasıyla biz seyirciler de Viv’in peşi sıra koşan Tom’un ardına, gönüllü şahitler olarak kendi aramızdaki konuşmalar ve yüzümüzdeki gülümsemelerle birlikte takılıyoruz. Acaba kız oğlandan hoşlanacak mı? Oğlan kızı nasıl tavlayacak? Bizi neler bekliyor? Bakalım nasıl bir oyun olacak? Merakına, kendi deli dolu zamanlarımızın ya da “ahh keşke” dediğimiz olmuş olmamış, yaşanmış yaşanmamış pişmanlıkların uyarılması da eşlik ediyor.

Hatırlamak mı Unutmak mı? Arşİvlenmİş Duyguların Peşİnde

Tom’un peşinden Viv’i bulmak için sahneye giriyoruz. Ortada mankenlerin yürüdüğü ince uzun podyum şeklinde uzanan bir platform olarak tanımlayabileceğim tiyatro sahnesinin her iki yanına yerleşmeye çalışan biz seyirciler, koltuk aralarında bizden çok önce mekâna giriş yapmış olan Viv ve Tom’u yeniden görüyoruz. Aradaki podyum gibi uzanan sahne bizlerin yerleştiği oturma alanını ikiye bölerken, yerleştiğimiz oturma alanının bir yanında Viv, diğer yanında ise Tom var. Yüksek sesli ve eğlenceli müziklerin eşliğinde birbirinden oldukça uzak mesafelerde dans eden bu iki insanın büyük aşklarının başladığı o gece kulübü, biz seyreyleyenler için pek çok farklı mekâna dönüşürken, ortadaki podyum gibi uzanan tiyatro sahnesi ise, oyunun sonunda lineer düzlem şeklindeki bir tür yaşam çizgisine evriliyor. Sahnenin her iki ucuna yerleştirilmiş olan çelik dikdörtgen kutularsa bu yaşam çizgisinin başlangıç ve bitiş çizgilerini belirliyor. Bu yaşam çizgisini genişleten alanlar; Tom ve Viv’in aramızdaki koltuklarda dolaşarak bizimle buluştuğu, zaman zaman biz seyreyleyenlerle birebir temasa geçtiği anlarda oluyor. Bu anlar, başlayan her şeyin bitişe doğru ilerlediği, tek düze bir ağır gerçeği de hafifleten, zamanı lineer bir düzlemden geniş bir alana da taşıyan anlar oluveriyor.

Dekorun sadeliği, aksesuarların seyircinin belleğinde kurulan çağrışımlı objeler bütününden oluşması, tiyatrodaki boş alanın seyreyleyenin imgelemini uyandıran bir rejiyle sahneye uyarlanması da oyunun, seyircinin belleğindeki arşivlerinin kilitlerini aralayan bir anahtar görevi üstlenmesini sağlıyor. Oyun boyunca, Viv ve Tom’un ilişkilerinin başlangıcına birebir tanıklık eden seyirciler olarak hem onların ilişkilerinin belleğinde hem onların kişisel belleklerinde, hem de kendi kişisel belleğimizde bir yolculuğa çıkıyoruz. Bu yolculuk, sahne tasarımında seçilen lineer bir izlekten çok, oyuncuların seyirci koltuk aralarında belirmesi gibi sıçrayan, değişken, bükülen ve evrilen bir dağınıklıkta oluyor. 



Hayaletler, Boşluklar ve Kayboluş: Arşİvİn Karanlık Yüzü

Oyun, Tom’un hem hayatla hem de Viv ve kızları Alice ile kurduğu coşkulu, tutkulu, kararlı, anlayışlı, eğlenceli, esprili, hareketli ve renkli ilişkisinin florasan lambalar gibi beyaz, soğuk ve renkleri yok eden, hareketsiz bir bilinmeze evrilmesi arasında gidip geliyor. Tom yaşlılığında Alzheimer hastası olarak hafızasını ve onu Tom yapan pek çok şeyi kaybediyor. Bu kayıp seyreyleyen olarak bizleri de hayatın değiştirilemez gerçekleri karşısındaki mecburi kabullenişe ve insanın ağır çaresizliğinin kollarına bırakıveriyor. Can Yücel’in şiirindeki, “Bana bir varmış de ama bir yokmuş deme, içime dokunuyor” dizeleri gibi bir hisle kalıveriyoruz.

Tom’un hafızasının derinliklerinde gezinirken Derrida’nın “Bir arşiv, teslim edilen bir yer olmadan, tekrarın bir tekniği olmadan ve belirli bir dışsallık olmadan var olamaz. Dışarısı olmadan arşiv de olmaz” tespitindeki dışarısı rolünü de üstlenen seyirciler olarak, Tom’un bellek arşivinden çıkan anılarının da dışarısı oluveriyoruz. Bu arşivlenme sırasında Tom, bazı anılarını hatırlamak istediği kadar bazılarını da unutmak istiyor.

Tom’un âşık olduğu Viv karakteri olarak tanıdığımız oyuncu İdil Sivritepe, Tom’un belleğindeki arşivlerden bazen onun eğlenceli ve duyarlı baba kimliğini görmemize vesile olan kızı Alice olarak, bazen Tom’un Alzheimer tedavisini üstlenen doktoru olarak, bazen de çocukluğunda Tom’u döven öfke sorunları yaşayan, dürtüsel annesi olarak karşımıza çıkıyor. Tom’un belleğindeki arşivlerden çıkan anıların kapısı hiç beklemediğimiz bir anda ve çok hızla aralanıyor. Tıpkı düşüncelerin tutulamaz sıçrayışları, çağrışımların öngörülemezliğinde olduğu gibi Tom’un belleğinde de kestirilemez, beklenmedik bir gezintiye çıkıyoruz.

“Arşivdeki her belge hatırlama amacıyla saklanırken, arşivdeki pek çok belge aynı zamanda geçmişte kalmış olanın, ölmüş olanın, anın içinde olan mevcut olmayanın da bir artığıdır” diyen Derrida, işte bu nedenlerden dolayı arşivlerin yapısını “çelişkili” olarak tanımlamıştır. Hatırlamak ve saklamak niyetiyle tesis edilen arşivler, aynı zamanda “unutmaya” ve “kaybolmaya” da içkindir. Derrida'ya göre arşivler; zamanla eskiyen, kaybolan, unutulan şeylerin bir yansıması olması bakımından ele alınabilir ve bu saklama eylemi bir tür ölümle de yüzleşme olarak yorumlanabilir. Tam da buradan hareketle Tom’un yaşamının en göbeğinde aşkının şahitliğinde başladığımız seyreyleme hikâyesi, Tom’un belleğindeki arşivlerin açılmasıyla bir tür ölümle yüzleşme sürecine de dönüşüyor.

Derrida’nın arşivleme üzerinde bahsettiği arşivleneni görülmez bir biçimde etkileyen hayalet kavramı ise Tom ve Viv’in ilişkisine dış dünyanın etkileri üzerinden tanımlanabilir. Viv’in mesleğindeki başarısına kıyasla, Tom’un dış dünya, para, meslek, gereklilikler üzerinden yönetmekte ve dengelemekte zorlandığı hayatı ve aileyi geçindirme noktasında maddi olarak yetersiz kalışı, onun coşkun dünyasına sızan hayaletler olarak oyunda karşımıza çıkmakta. Bu kırılganlıklar Tom için, arşivlenenin unutulmak üzere tozlu raflara kaldırılan bir hal yarattığı gerçeği, Alzheimer rahatsızlığı ile belirgin bir hal almaktadır. Tom’un “Ben hep böyle mi olacağım, iyileşemeyecek miyim?” sorusuna, Alzheimer doktorunun verdiği yanıt insana dair çok içkin bir gerçeği de ortaya koymaktadır. Doktor; “Tom’un hastalığını tanımlarken bir süre sonra beyindeki hücreler arasında iletişim tamamen durur ve hücreler yavaş yavaş dışardan bir tehdit olduğunu düşünerek kendisine saldırarak ölür”. Oyundaki, Tom’un hastalığına dair bu tanım; insanın hayatta kalabilmek, devam edebilmek, gerçeklerle yüzleşebilmek için kendisine nasıl bilinç dışında oyunlar oynayabileceğini göstermektedir. Buradan bakıldığında insan beynini bir oyun alanı olarak yorumlamak da “Old Fools” oyunu özelinde mümkün olabilmektedir. Bu yorumun etrafında Tom’un seyirci fuayesinde başlayan coşkun, yaşam dolu, renkli ve tutkulu yanına olan şahitliğimizle başlayan oyun, onun belleğindeki arşivlerde gezinirken biz seyirciler için aynı zamanda bir oyun alanına dönüşür.

Seyİrcİ Arşİvİn Dışında mı İçİnde mİ?

Tom’un yaşlanması ve hastalığı ile birlikte uçuşan anıların etrafındaki bağlantıların kesilmesiyle biz seyirciler de arşivin dışsalı olma özelliğimizden, belleğin oyun alanına sıkışıp kaybolmuş, orada ölen ve karanlıkta kalan hayaletleri oluveririz. Oyunda seçilen, ses, müzik ve ışık kullanımı da bu yok oluşu güçlendirerek hikâyenin gücünü arttıran en önemli destekçilere dönüşmekte. İdil Sivritepe ve Olgu Baran’ın oyunculuklarındaki akışkanlık, bir sörf yaparcasına duyguların ve anıların üzerinde ustalıklı gezinmeleri çok ilham verici. Londra’nın en sıcak gününde hiç bitmeyen enerjileriyle, hikâye odağını fiziki koşulların olumsuzluğuna rağmen, hiç kaybetmeden 110 dakika boyunca büyük bir tutkuyla aktaran İdil Sivritepe ve Olgu Baran’a, Tom ve Viv’in hikâyelerinin eşlikçisi ve benim yorumladığım yerden Tom’un belleğindeki arşivlerin dışsal kayıt tutucuları ve hayaletlerinden birisi olarak teşekkür ediyorum.  

“Old Fools” oyunu sonrasında ellerimin, tüm bedenimin üstünde toz varmışçasına silkeleme ihtiyacını neden duyduğunu şimdi daha da iyi anlıyorum. Bu üstümü silkeleme hareketinin anlamı belki de Tom’un hafızasında kaybolan bir hayaleti kovmak ya da Tom’un belleğinde arşivlenmiş tozlu anıları üzerimden atmak, kendi varlığımı yeniden duyumsamak içindi belki de.

“Old Fools”, Tom’un belleğinde yaptığımız gezinti sırasında, hayat dediğimiz şeyin pek çok anının bir araya gelmesinden oluşan birer arşivler bütünü olduğunu bir kere daha çok etkili bir biçimde gösterdi. Biz de Tom ve Viv ile birlikte güldük, dans ettik, yüzdük, endişelendik, güneşin tadını çıkardık, korktuk, hata yaptık, saçmaladık, üzüldük, hayal kırıklığı yaşadık yani sonunda her şey bitecek, unutulacak ve ölecek de olsa doyasıya hissettik ve yaşadık. Hani derler ya, hayat pencereden izlemek için çok kısa diye tam da böyle bir tat kalıyor Old  Fools sonrası insana. Bu etkileyici şiirsellikte sahnelenmiş ve performe edilen oyunu, bir yerlerde görürseniz kaçırmayın derim. Tiyatronun bize unuttuğumuz şeyleri hatırlatan ya da hatırlamak istediğimiz şeylere nasıl şahitlik edebileceğimize rehberlik eden yanını yine yeniden “Old Fools” ile deneyimlemek çok güzeldi. Katmanlı ve inceliklerle ördüğü rejisiyle Çağ Çalışkur özelinde tüm ekibe bu güzel oyun için çok teşekkür ederim.

 

 

Turne Arşiv Fişi

Başlık: Old Fools – Londra Turnesi
Tarih: 17-18-19 Haziran 2025
Yer: Battersea Arts Centre, Londra
Topluluk: Tiyatro Craft (İstanbul)

Yazar: Tristan Bernays

Çevirmen: Şimal Yalçın
Yönetmen: Çağ Çalışkur
Oyuncular: İdil Sivritepe, Olgu Baran

Süre: Tek Perde/ 110 Dk

Hava Durumu: Ortalama 29 derece hissedilen sıcaklık 32 derece civarı

Açıklama: İstanbul’da sahnelenen Old Fools oyunu, 17-18-19 Haziran 2025 tarihlerinde Londra’daki Battersea Arts Centre’da seyirciyle buluştu. Oyun, Tommy (Tom) ve Vivian (Viv) adlı iki karakterin ilişkilerini; tanışmalarından birlikte yaşlandıkları yıllara dek uzanan bir zaman çizelgesinde anlatır. Bellek, aşk, unutma, kariyer, başlangıçlar, sadakat gibi temalar etrafında şekillenen metin, seyirciye duygusal bir yolculuk sunar.

Belge Türü: Turne kaydı / Gösterim belgesi

Yazım Şekli: Derrida’nın “Arşiv Ateşi” fikrinden hareketle oyun incelemesi.

 

“Londoner” 12 Temmuz’da George Wood Theatre’da

No comments

Londra TV’nin sempatik sunucusu Fatma Yüksel “Londoner” oyunuyla yeniden sahnede. Yüksel, üç yıl önce “Londralı” olarak Türkçe sahnelediği tek kişilik oyununu bu kez İngilizce olarak sahneleyecek.

 




12 yaşında geçirdiği trafik kazası sonucu hafızasını kaybeden ve çocuk yaşta Londra'ya göç eden bir kadının, kendini yeniden keşfedip "Londralı" olma yolculuğunu konu alan “Londoner” 12 Temmuz, Cumartesi akşamı, saat 19:00’da  George Wood Theatre'da seyirciyle buluşacak.

Migrant Futures İnstitute - Goldsmiths, University of London tarafından gerçekleştirilen proje kapsamında, tek kişilik ve tek perdelik oyunda Fatma Yüksel, kendine özgü stand-up havasındaki performansıyla Londra’ya alışma sürecini, göçmenliğin zorluklarını mizahi bir dille aktarıyor.

 

  • Tarih: 12 Temmuz 2025, Cumartesi
  • Saat: 19:00
  • Yer: George Wood Theatre
  • Adres:  25 Laurie Grove, London SE14 6 NW
  • Bilet fiyatı: ÜCRETSİZ!

 

Bilet Bilgisi:
Ücretsiz olan etkinliğin biletleri eventbrite.co.uk. üzerinden temin edilebilir.

 





Türk Şirketlerinin İngiltere Yolculuğu: Londra’daki Panelde Stratejiler ve Fırsatlar Masaya Yatırıldı

No comments

16 June 2025

İngiltere’ye açılmak isteyen Türk şirketlerine yönelik düzenlenen etkinlikte hukuk, finans ve yatırım alanlarında önemli tavsiyeler paylaşıldı.

 


LONDRA – Türk şirketlerinin Birleşik Krallık pazarına giriş sürecine ışık tutmayı amaçlayan “Scaling into the UK” başlıklı panel  Londra’daki The Landmark Hotel’de gerçekleştirildi. Greymore ve Sistem Global iş birliğiyle düzenlenen etkinlikte, şirketlerin İngiltere’de nasıl konumlanabileceği, karşılaşabilecekleri zorluklar ve uygulanabilecek stratejiler ele alındı.

Etkinlikte moderatörlüğü Greymore Kurumsal Hesaplar Başkanı Evren Çelik üstlenirken, panelistler arasında İşbank UK Genel Müdürü Mete Uluyurt, Sistem Global UK & Global Masası Başkanı Aylin Alkan, Oleka Capital Kurucu Ortağı İlker Sözdinler ve Greymore Ortağı Çağrı Coşar yer aldı.

Diplomatik ve Kurumsal Katılım Yoğundu

Etkinlik, iş dünyasının yanı sıra diplomatik düzeyde de yoğun ilgi gördü. Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Londra Büyükelçisi Elin Suleymanov, Avrupalı Türk Markalar Birliği (ATMB) Başkanı Vehbi Keleş, Ziraat Bankası Londra Genel Müdürü Ersan Söğüt, Türkiye’nin Londra Ticaret Başmüşaviri Devlet Selim Paslı, Londra Büyükelçiliği Hazine ve Maliye Baş Müşaviri Ahmet Yalçın Yalçınkaya ve  KKTC Londra Temsilciliği’nde görevli Muavin Konsolos Mustafa Erçakıca da katılımcılar arasında yer aldı.

Vehbi Keleş, Elin Suleymanov, Selim Paslı


Kurumsal Kimlik Tanıtımı ve Açılış Konuşmaları

Greymore Law kurucu ortağı Cemal Türk, açılış konuşmasında ofisin yeni kurumsal yapılanmasını tanıtarak, bunun yalnızca bir  isim değişikliği değil, stratejik bir dönüşüm olduğunu belirtti. Türk, Türk şirketlerinin Birleşik Krallık pazarındaki büyüme yolculuklarında, sadece hukuki değil stratejik ortaklık anlayışıyla hizmet verdiklerini vurguladı.

Sistem Global’den Küresel Büyüme Stratejisi Vurgusu

Sistem Global COO’su Ülkü Şengül, şirketin 30 yıllık tecrübesiyle Türkiye genelinde 10 şehirde faaliyet gösterdiğini ve 650 kişilik bir ekiple 4.000’den fazla müşteriye hizmet sunduğunu aktardı. Vergi danışmanlığı, teşvik yönetimi, finansmana erişim, marka ve fikri mülkiyet ile uluslararası pazara giriş stratejileri gibi beş ana alanda hizmet verdiklerini ifade eden Şengül, “Özellikle teknoloji üreten KOBİ’lerin küresel ölçekte sürdürülebilir büyüme sağlayabilmesi için çok yönlü rehberlik sunuyoruz” dedi.

Yatırımcı Perspektifinden İngiltere Pazarı

Girişimci kökenli yatırımcı İlker Sözdinler, konuşmasında pazara girişte yapılan en yaygın hatalara değinerek, Türk girişimcilerin çoğu zaman stratejik planlama yapmadan hareket ettiğini vurguladı. “Önce tutunun, sonra büyüyün. Bu bir sprint değil, uzun soluklu bir maraton” diyen Sözdinler, yatırımcıların ilk olarak faaliyet alanının yalnızca Türkiye ile sınırlı olup olmadığını, gelirlerin hangi para biriminde kazanıldığını ve regülasyon uyumunu sorguladığını belirtti.

Sözdinler ayrıca, Türk şirketlerinin yurt dışına kendi ekipleriyle gitme eğiliminin sürdürülebilir olmadığını söyledi: “Biz 7 ülkede yerel yöneticilerle çalıştık. Başarıyı getiren, o ülkenin dilini, kültürünü bilen profesyonellerle sahada olmaktır.” Türkiye’de 5–20 milyon dolar aralığında yatırım boşluğu bulunduğunu belirten Sözdinler, Oleka Capital’i bu ihtiyaca yanıt vermek üzere kurduklarını ifade etti.

Hukuki Uyum ve Kültürel Farklar

Greymore Partneri Çağrı Coşar, İngiltere ile Türkiye arasındaki hukuk sistemlerinin farklarına dikkat çekti. “Anglo-Sakson hukuk sistemi, sözleşme serbestliği ilkesiyle çalışır. Bu nedenle 100 sayfalık sözleşmeler burada normdur” diyen Coşar, Greymore’un her iki ülkede baroya kayıtlı avukatlarla çalışarak müvekkillerine yalnızca teknik değil, kültürel uyum da sunduğunu belirtti. “Biz Türkiye’den gelen şirketlere ‘Türkiye’yi terk edin’ demiyoruz. ‘Türkiye’den güç alarak bu pazara açılın’ diyoruz” sözleriyle şirketin yaklaşımını özetledi.

Finansal Altyapı ve Gerçekçi Projeksiyonlar

İşbank UK Genel Müdürü Mete Uluyurt ise konuşmasında, şirketlerin küresel açılım planlarını oluştururken finansal altyapılarını sağlam temellere oturtmaları gerektiğini vurguladı. İngiltere gibi yüksek düzenlemeye sahip pazarlarda faaliyet göstermenin sadece finansal değil, kültürel bir adaptasyon süreci de gerektirdiğini belirtti. “Burada bankalar olarak bizler, Türkiye’deki ticari refleksleri buradaki sistemle uyumlu hale getiren bir adaptör görevi görüyoruz” diyen Uluyurt, Türkiye’nin 2024 itibarıyla Birleşik Krallık’a ihracatının 24 milyar doları aştığını, kısa vadede bu rakamın 50 milyar dolara çıkarılmasının hedeflendiğini ifade etti.

Pazara Girişte Stratejik Planlama Şart

Sistem Global UK & Global Desk Direktörü Aylin Alkan, şirketlerin İngiltere pazarına girmeden önce pazar araştırması, regülasyon analizi ve uzun vadeli bütçeleme yapmaları gerektiğini söyledi. “Pazara giriş planı olmadan atılan adımlar ciddi kaynak kayıplarına yol açıyor” diyen Alkan, güven inşası, yerelleşme stratejisi ve sabırlı büyümenin önemine vurgu yaptı. Sistem Global’in sunduğu entegre hizmetlerin, sadece giriş aşamasında değil, pazarda ölçeklenme sürecinde de şirketlere rehberlik ettiğini aktardı.

Etkinlik Networking ile Tamamlandı

Etkinlik, panelin ardından düzenlenen networking oturumu ile sona erdi. Katılımcılar, uzmanlarla birebir görüşme imkânı buldu, olası iş birlikleri için temaslar kurdu.

 

 

Bizim ne işimiz var burada!

8 comments

13 June 2025

Güzel kardeşim mis gibi işin, şahane maaşın var; orada düzenin kurulu, ne işin var Londra’da? Buranın havası hava değil, canım memleketimin yeşili ayrı yeşil denizi ayrı deniz, ne ararsan elinin altında, boş ver sen kal ülkende... Yıllarını göçmen olarak yurt dışında yaşamış bazı güzidelerimiz başka diyarlara göç etme niyeti olanlara böyle akıl veriyor bazen.



                                                                                                          Charlie Chapter


Öyle mi? Buyurun o zaman sizi alalım güzel yurdumuza...


Göçmenliğimin ilk günlerinde bir tanıdık vasıtasıyla Türkçe yayınlanan bir gazeteye iş görüşmesine gitmiş, çok bilmiş beyefendiye CV'mi uzatmıştım. Şöyle bir göz ucuyla bakmıştı cv'me ve sonra bana "Burası öyle bir memleket ki hanımefendi, havalimanına iner inmez şimdiye kadar yaptığınız her şeyi unutmalısınız, burada cv'nizin ne kadar iyi olduğunun bir önemi yok" demişti.

Burası bambaşka bir dünyaydı ve ben özgeçmişimle birlikte burada bir böceğe dönüşmüştüm. Usulca cv'mi önünden alıp çantama geri koyup sonra da esenlikler dileyerek yanından uzaklaşmıştım.


Izgarada bacon pişiyordu ve kafede son ses Sibel Can çalıyordu. İngiliz müşteriler “kapa artık şu müziği” diyor, patron kimseyi iplemiyor müziğin sesini sonuna kadar açıyordu. Londra'nın göbeğinde kimliğinin hakkını veriyordu abimiz. Büyük dayım bir görüşmemizde "kızım sen caaanım plazadan çık, kafede çalışmaya başla olacak iş değil" diye burun kıvırmıştı yeni kariyerime. Ben ise kafedeki mesaime doğru ilerlerken kendimi Stanley and Iris filmindeki Jane Fonda kadar güçlü ve gururlu hissediyordum.  Alnımın teriyle çalışmamın nesi tuhaftı? Değişik insanlar görüyor onları izliyor küçük notlar alıyordum arada. Her şey gayet normal ve güzeldi bence.

Bir keresinde çok sevdiğim Londra'ya turist olarak geldiğimde, caddenin birinde gecenin bir vakti mini eteğimle kendimi bir aşağı bir yukarı nedensizce koşarken bulmuştum. O zamanların sevgilisi şimdilerin çocuğumun babası yarim, deli danalar gibi koştuğumu görünce bana “ne yapıyorsun?” diye sormuştu gülerek, "ben bu ülkede kendimi çok özgür hissediyorum!" diye haykırmıştım. Gezi'den hemen sonraydı.  Özgürlüğümün kısıtlandığını daha çok hissetmeye başladığım günlerdi.  Beyaz yakalılar dünyasındaki çetrefilli ilişkiler ve etrafımdaki insanların samimiyetsiz tavırları derken her şey bir araya gelmiş, yoğun bıkkınlık hissiyle kaçmış buralara gelmiştim. Üstelik geldiğimde her şey bugünkü kadar kötü de değildi canım memleketimde. Hayatımın öngörüsüydü belki de ve göçme kararı almıştım.

İlk işim tezgâhtarlıktı. Afrika kumaşları satılan minik bir dükkândı. Siyah tenli beyaz dişli bir arkadaşımla beraber dükkânı açıp kapıyorduk. Esnaf olmuştum. Kendi kendime dükkânın önüne iki iskemle bir de tavla attık mı, bir de demlik ve çaydanlık ayarladım mı bu iş tamam, diyordum. Özgür ve mutluydum; geleceğe güvenle bakıyordum fakat tezgâhtarlık konusunda pek muvaffak olamamıştım. İnci dişli güzel kardeşim benimle iletişim kurmamış, beni biraz incitmişti ama olsundu.  Günü gelecek tüm bunları bir yerde yazacaktım. Hayatı boyunca pek fazla dibe batmamış biri olarak bunlar heybeciğime attığım bir avuç malzeme, geleceğe  manidar bir yatırım gibi geliyordu. Hem pek çok yazar çizer hep zor günlerden geçmemiş miydi; işte bunlar da benim o günlerimdi.

Evde kuru fasulye pilav pişiyor, cacıkla rakı içiliyor, Neşet Ertaş dinleniyordu.  Çok şükür bu yaştan sonra asimile olacak halimiz yoktu. Yerimiz yurdumuz belliydi. Londra'nın göbeğinde vatanımızın geleceği için oy kullanırken gözümüzden hıçkırıklı gözyaşı dökmüşlüğümüz vardı. İnsan gurbette daha farklı oluyordu. Güreş müsabakasında dünya birincisi olmuşken ve ay yıldızlı bayrağımız en yukarıya taşınırken hissedilen tüylerin diken diken olma hali gibiydi gurbette oy verme.  

Bence havalimanları bir şehir ve ülke hakkında pek çok ipucu verir. Vatanıma her gittiğimde daha havalimanında bile birçok farklılık hissetmeye başlamıştım. Orada kalan dostlarım arkadaşlarım zaten değişimin artık daha hissedilir olduğundan söz ediyorlardı. Sen uzaktan maval okuma diyenler oluyordu elbette ama hepimizin bildiği üzere bazı şeyler uzaktan daha iyi fark edilebiliyordu. Üzülüyorduk, çok üzülüyordum. Kaçıp gideceğine ülkende kalsaydın diyen dostlarımın da ülkemizde benim gibi üzülmek dışında bir şeyler yaptığına bir eyleme geçtiğine şahit olamamıştım. Olsun onlar benden daha vatanseverdi; çünkü Türkiye sınırları içindeydiler.


Sonra birçok arkadaşım bana göç etme niyetinden bahsetti. Kimseye sakın gelme demedim. Aksine herkese bildiğim kadarını anlattım, onlara elimden geldiğince cesaret vermeye çalıştım. Ben yapabildiysen siz de yapabilirsiniz dedim, dönmek isteyene gitme, dayan dedim. Bir avukat mesleğini burada yapamayacağını bile bile buralara gelmeyi göze aldıysa mutlaka bunun bir nedeni vardır. Yılların mühendisi ben bisikletle pizza dağıtıcam diyorsa bir şeyler canına tak etmiştir. Bir yazar çocuğunu alıp başka dillere doğru yollara düşüyorsa, bir marangoz bana orada daha çok değer verirler diyorsa ya da bir kız çocuğu kendini daha özgür hissetmek için, bir erkek çocuğu baskılara dayanamadığından, bir öğretmen yıllardır atanamadığı ve aç kalmak istemediği için buralara geliyorsa birilerinin gözü dönmüş ve bir şeyler ters gidiyor demektir. Birileri oralarda mutsuz demektir. Hakkettiği mutluluğu aramak isteyen canım insanlara “ne işin var buralarda ya da ne işin var oralarda?” deniyor.

Bir kız çocuğu ve bir kız çocuğunun annesi olarak ben kararımdan ötürü mutluyum. Başka bir ülkede, o ülkenin vatandaşı bile değilken daha çok saygı duyulduğunu hissediyorum. Kendi ülkemde duymadığım kadar çok teşekkür ediliyor, özür dileniyor. Ya sıradayken kuyruktayken birinin araya kaynamaması bile birini huzurlu hissettirir mi? İnşaatın altından geçerken kafama tuğla düşer mi diye endişelenmemek, yaya kaldırımdan geçerken bu araba acaba durur mu diye düşünmemek, daha birçok gündelik ve basit örnek sıralanabilir elbette... Bunlar kendimi iyi ve huzurlu hissettiriyor. Sırf bu nedenlerle bile evet bizim işimiz var buralarda. Gönül ister ki vatanımıza aynı iç huzuruyla yasayabilecek günler gelsin, hepimizin güneşli günleri olsun.


Taşraseksüel erkeklerin cenneti: Schiwago Tanz-Bar!

No comments

12 June 2025

 “Das Erotik Kapital” - II 

(Das Erotische Kapital)

 Ramazan Yaylalı







Schiwago Dans Kulübü, Avusturya’nın Graz şehrinin güneyinde yer alan, kendine has bir eğlence mekanıydı. Genellikle orta yaş ve üstü, alt sınıf Avusturyalıların vakit geçirdiği bu kulüp, göçmenler tarafından henüz keşfedilmemişti. Özellikle hafta sonları dolup taşan bu taşra kulübünde, ziyaretçilerin çoğu birbirlerini tanırdı.

Genç prenslerimiz için de hem eğlenmek hem de romantik ilişki kurmak adına ideal bir ortamdı. Schiwago Kulübü onlara sahip oldukları erotik-sermayeyi en iyi şekilde sunacakları bir "aşk-pazarı" (love market) sunuyordu. Onlar artık Schiwgo’yu keşfetmişlerdi ve neredeyse haftada üç gece bu mekanda vakit geçiriyorlardı.



Hayatları boyunca oynadıkları tek dans türü "halay" olan bu gençler birdenbire salsa, vals ve benzeri Latin ve Avrupa danslarıyla tanışmışlardı. Sahip oldukları adaptasyon ve kıvraklık sayesinde gayet hızlı bir şekilde bütün yabancı dansları öğrenmekle kalmayıp zamanla Latin dansları ve halayı birleştirerek, ortaya karışık yeni bir dans türü dahi icat etmişlerdi.

Zamanla ortamda varlıklarına alışılan ve tanıdık hale gelen bu gençler, öncesinde biraz çekinerek yaklaştıkları “potansiyel prenseslerle”’ hem dostluk hem de romantik birliktelikler kurmayı başarmışlardı. İşin boyutu sabahlara kadar süren danslı eğlencelerden tutun, sonrasında devam eden uzun duygusal sohbetlere kadar varmıştı.

Tabii Schiwago “aşk-piyasasında” sürekli talep görmek için gençlerin bakımlı olması yani kendilerine sürekli bakmaları gerekiyordu . Bunun için Anadolu Prenslerimiz günler öncesinden hafta sonuna hazırlık yapıyorlardı ve hafta içi çeşitli spor faaliyetlerinde bulunarak sürekli formda kalmaya özen gösteriyorlardı.

Kılık kıyafetleri maddi yetersizlik nedeniyle modaya pek de uygun olamamakla beraber, metroseksüellikten çok taşraseksüel bir stili anımsatıyordu. Bu tipoloji yerli Schiwago alemi için alışılmışın dışındaydı.

 Yalan da olsa mutluyum, bu bana yetiyor!

Prensesler açısından ise, genç prenslerle flört etmek ve ilişkiye girmek ilginç bir deneyimdi. Yıllar sonra delikanlılarımız tarafından gerek içten, gerekse rol icabı yapılan övgüyle dolu bu sohbetler, yüreği paslanmış prenseslerin adeta ikinci baharlarının kapısını aralıyordu. Onlar için bu gençlerle geçirdikleri vakitler kalıcı olamayacak bir ihtimal barındırsa bile, yani geçici bir rüya gibi görünse bile bu önemli değildi, Ahmet Kaya’nın bir şarkısında seslendirdiği gibi, Yalan da olsa mutluyum, bu bana yetiyor[1] havasındaydılar.

Yani özetle prensesler yakışıklı genç Anadolu prensleri sayesinde yeniden doğmuş gibiydiler. Endorfinler, serotoninler ve dopaminler havada uçuşuyordu. Ortadoğu’dan gelen bu erkeklerin kavruk teni ve şehvet dolu büyüsü kadınların üzerinde adeta bir antidepresan etkisi yaratmıştı. Aşkın gücü bütün karamsarlıkları söküp almış hatta onlara yeni bir yaşama ümidi aşılamıştı. Hafta sonunu dört gözle bekleyip bu delikanlılarla buluşacakları saatleri iple çekiyorlardı. Kısacası Schiwigo gecelerine,  gökyüzünden Erosun okları inmiş,  bütün paslanmış ve boş kalpler de bu oklardan nasiplerini almıştı.

 İhtiyar Aslanlar ve Genc Aslanlar Savaşı:

The Old Lions vs. Young Lions!

Bir yandan Eros oklarını kalplere saplarken, diğer taraftan ise yaşları altmışları aşmış olan Schiwagonun eski yerli ve milli horozları son gelişmelerden oldukça rahatsızlardı İhtiyar aslanlar yeni gelen genç aslanlar  tarafından yavaş yavaş kenara itilme sürecindeyken, bu yerli ihtiyarlar çareyi anti-göçmen yani göçmen nefreti tohumların ekmekte buluyorlardı.

Oysa daha önce göçmenlere karşı ılımlı ve barışçıl bir yaklaşım sergileyen bu ihtiyarlar, Schiwago aşk-pazarının   değişen iç dinamikleri yüzünden sağ kesime yani ırkçı bir pozisyona doğru evrilmeye başlamışlardı. Kısacası Schiwago bir kurtlar sofrasına dönmüştü. İhtiyarla ve Genç Aslanlar arasında gelişen bu “rekabet” prenseslerin çok hoşuna gidiyordu, egoları şişmişti mutluluktan…

Fakat bu olumsuz gelişmeler sonuna kadar savaşmaya hazır olan yiğitlerimizi yolundan etmedi. Dağları, yolları, belki denizleri aşıp buralara kadar gelmiş bu insanlar, kolay kolay bu kabul görme ve yer edinme savaşından vazgeçmeyeceklerdi.

 Unbefristet” Liebe” versus “Unbefristet Vatandışlık”

 Bütün bunlar yaşanırken prensesler bu rüyanın bir zaman sonra bitmesinden çok korkuyorlardı. Onlara göre bu tür ilişkiler riskli ilişkilerdi ve her an bir yerde  sorun yaşanabilir, bir şeyler ters gidebilirdi ve genç prenslerini elde tutmak zor olabilirdi. Aradaki yaş ve kültür farkı üzerlerinde tedirginlik yaratırken akıllara “dışarıda o kadar genç ve güzel kadın dururken, neden biz” sorusunu getiriyordu. Bir Orhan Gencebay tedirginliği üstlerindeydi “Ya evde yoksan![2]”, “Ya Schiwago’da yoksan!”

  Çünkü hiç kimse bu rüyanın sonunda;

 

Schwigo’nun rengine kandım

Bir Anadolu prensine aldandım boşuna yandım

onu “unbefristet[3]” benim sandım"


diye haykırmak istemiyordu. Prensler ise doğal olarak “unberifstet Liebe” karşılığında “Unbefristet Pasaport” talep ediyorlardı.

Erotik Sermaye vs. Simgesel Sermaye!

Her iki taraf için de bu ilişkilerin "win-win” dengesinde yani karşılıklı yarar sağlanan bir şekilde ilerleyebilmesi, her iki tarafın da sahip oldukları sermayeyi etik bir şekilde değiş tokuş etmeleriyle sağlanabilirdi. Bu demek oluyor ki prenseslerin sahip olduğu simgesel sermaye (Avusturya Vatandaşlığı) ile prenslerin sahip olduğu erotik sermaye etik bir şekilde takas edilmeliydi.

Bu değiş tokuş sırasında aktörlerden biri olan prensler için nikah masasında atılacak bir imza, gerçekleşmesi çok önemli olan ve belki de bu romantik hikâyede, sonun başlangıcını başlatacak olan nihai bir adımdı.

 

Yazının devamını okumak için tıklayın:

Bisikletli Gazete: Erotik Kapital: “Nikah Masası"

 

 



[1] Ahmet Kaya: “Yalan da olsa“- (1994) – “Şarkılarım Dağlara“,  albümünden-Raks Müzik Yapım.

[2]Ya Evde Yoksan”, Orhan Gencebay'ın 1989'da Kervan Plakçılık'tan yayınlanmış albümünden yer alan bir eseridir.

[3] Unbrefistet = Unlimeted = Süresiz: Avusturya göçmen kanunlara göre, göçmenler belli şartlar yerin getirdiği zaman Avusturya‘da “Unbefristet Niederlassung” (süresiz oturma izni) hakkına sahip olabilirler.

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan