Bu tütün rengi, bu zeytin yeşili topraklar, ağıtlar yaktırıyor koynunda. Üç yanımız deniz, üç yanımız alabildiğine mavi iken bırakıp gitmek niye bize düşüyor? “Köprü” denmiş bu ülkeye, ondan mı? Gitmeye mi yazgılıyız; enerjimiz fazla, yola düşmesek rahat mı etmiyoruz?
Efnan Dervişoğlu
“Dönmek, mümkün mü artık
dönmek / Onca yollardan sonra / Yeniden yollara düşmek
Neresi sıla bize, neresi
gurbet / Yollar bize memleket
Al bizi koynuna ipek yolları
/ Üstümüzden geçiyor gökkuşağı / Sevdalı bulutlar uçan halılar / Uzak değil
dünyanın kapıları”
Sevmediğim bir şarkısı yoktur, “Yeni Türkü”nün. Yukarıdaki alıntı da
bir “Yeni Türkü” şarkısından. Sözler, Murathan Mungan’ın. Okuru bilir; onun şiiri,
uzaklara meyillidir, içimizdeki uzaklara da; bavulunu, içinde gezdirene;
“hadi”sini arayana, kışkırtıcı da gelebilir. “Şarkı seni dışarı uğurladıysa
eğer” diyen de Mungan’dır, bir şiirinde (Hey Joe). Şair, “eğer”in devamını
getirir, okur da boş durmaya niyetli değildir.
“GURBET O KADAR ACI Kİ”
Yıllar önceydi… Hatırlıyorum. Radyonun, en iyi öğretmenim olduğuna
inandığım yaşlardaydım; sanırım 13 – 14. Radyonun 1. kanalında - elbette TRT - “Şiirli
Dakikalar” diye bir program vardı; beyaz eşya üreticisi bir firmanın adıyla
anılır ve reklam kuşağı içinde yayınlanırdı; haftada bir, okunan şiirin şairini
bilen beş dinleyiciye kitap armağan edilirdi. Bir gün ben de kaleme kâğıda
sarılmış, şairi doğru bildiğime emin, verilen adrese mektup göndermiştim. O
yaşlardaki bir çocuğun; adını, kazananlar arasında duyması ne güzel! Bugünmüş
gibi hatırlarım. Kitabımı çok beklemedim. Onu büyükçe bir zarfta gönderdiler.
Ülkü Tamer’in hazırlamış olduğu “Varlık Şiirleri Antolojisi”, alçakgönüllü
kütüphanemin en yıpranmış kitaplarından biri şimdi. Hangi şairi mi bildim?
Biraz daha büyüyünce, en çok şu iki dizesini seveceğim Kemâlettin Kâmi Kamu’yu,
diyeceğim: “Varsın yine bir yudum su veren olmasın / Başucumda biri bana ‘su
yok’ desin de!”
Geçenlerde bir akşam, bu iki dizeyi, susuzluktan da yalnızlıktan da iyi
anlayan birine söyleyiverdim yine; İzmit’in hem en tenha hem de en kalabalık
saatinde. Çocuk aynı çocuktu ya dinleyicisi olmasaydı, hangi köşeye çekilirdi,
bilmem.
“Gurbet o kadar acı
Ki, ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı,
Hepsi başka biçimde.” (Kemâlettin
Kâmi Kamu, “Gurbet”)
İyi bir radyo dinleyicisi olan çocuk, bunu bir şarkının güftesi olarak
bellemiş, bu nedenle de tereddütsüz doğru cevabı vermişti. Yıllar sonra
Kemâlettin Kamu’nun bir başka şiirini; “Bingöl Çobanları”nı, Ankara’daki Toplum
Kitabevi’nde Metin Altıok’tan dinleyecek, onu da bir yangında yitirecekti.
Hangi yangında mı? “Kocaman bir yalnızlıktır İzmit” diyen Behçet Aysan’ı da
yitirdiğimiz o otel yangınında.
“Dizilmiş gecenin uğuldayan derinliğine,
İmamesidir dağlar bir
gurbet tesbihinin.
Kendini gizlice silen bir yolun
dönemecinde,
Başparmağımı üzerinden
acıyla geçirdiğim.
Arasında ıssız ve
karanlık köylerin
Gözüm kapalı adım gibi
bildiğim.
İmamesidir dağlar bir
gurbet tesbihinin,
Elimden kimbilir kaç kez
geçirdiğim.” (Metin Altıok, “Tesbih”)
Yönetmenliğini Tunç Okan'ın yaptığı Otobüs filminden. (1975)
RUH GURBETİ
Ummadığımız durumlarla, ummadığımız duygularla karşılaşırız bazen.
Beklediğimiz gelmez; beklentilerimiz gerçekleşmez; gerçekleşenler de içimize
sinmez. Biraz hassas, biraz kırılgan; güçlü yanını bilse de düş kırıklığına
alışık yüreğimiz, kendini her dem gurbette hissedebilir; yalnız kalmaya da
alışmıştır çünkü. Kimileri, bunu “ruh gurbeti” olarak adlandırabilir;
kimileriyse içinde hep şu dizeleri gezdirir:
“Biz her zaman gurbetteyiz
Hiçbir şey istediğimiz gibi değilse
Özlemler büyüyorsa içimizde
Ağır bir yük taşır gibi
Terlidir düşlerimiz.” (Talip Apaydın, “Bir Gurbette Yaşar Gibi…”)
İlkokul sıralarında; ülkemizin, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan
bir köprü olduğunu öğrenmiştik. Yeryüzündeki altı kıtayı ezbere sayıyorduk; haritaların
mavi bölgelerinde parmağımı dolaştırıyor; okyanusa bakan pencereler hayal
ediyordum. Ben “hayalci” olandım; annemin dikiş makinesine yerleştirdiği kâğıda
Türkiye haritası çizen, benden üç buçuk yaş küçük olan kardeşimdi. O övgüler
alırken ben kim bilir hangi “boş işler”le uğraşıyordum. Kardeşimin delikli
haritasına diyecek yoktu. Nâzım Hikmet’in deyişiyle; “Akdeniz’e bir kısrak başı
gibi uzanan” memleketimiz, haritalarda da ayrıcalıklı bir güzelliğe sahipti.
BIRAKIP GİTMEK NİYE BİZE
DÜŞÜYOR?
Yıllar boyunca taşırsınız bazı
düşüncelerinizi. Sizi, gelişmişliğinizi ölçmek için belki de gelir, aklınıza
takılır bu düşünceler. Hücrelerinizi yoklar; vücut ısınızı, tansiyonunuzu merak
ederler. Televizyondaki bir haber programı, bildik sorularla meşgul etti beni
yine. Öğrendim ki Japonya’nın Nagoya kentinde 4000 civarında Fatsalı
yaşıyormuş. Affınıza sığınıyorum: “Ulan Fatsa nere, Nagoya nere?” Ama bu güzel memleket işte, gönderiyor
çocuklarını gurbete. Bu tütün rengi, bu zeytin yeşili topraklar, ağıtlar
yaktırıyor koynunda. Üç yanımız deniz, üç yanımız alabildiğine mavi iken
bırakıp gitmek niye bize düşüyor? “Köprü” denmiş bu ülkeye, ondan mı? Gitmeye mi
yazgılıyız; enerjimiz fazla, yola düşmesek rahat mı etmiyoruz? Hadi, Almanya’yı
“acı vatan” bilmişiz de New York’ta “Türk Günü”ne, neden gerek duymuşuz? Sosyal
bilimciler araştırıp dursunlar; biz “gitme” eylemini sürdürüyoruz. Köprüyüz ya
gidiş gelişlerle “köprü”lüğümüzü kutluyoruz.
“biz bir talanla
başladık kendimize
bundan böyle acının
ekmek
ve tuz
konaklarından geçer
yolumuz
ölüm çarktır, sevda
direk
uçsuz bir gurbete bağdaş
kurduğumuzda
ve mahsus selâm diye
söylenerek
bir ağıda dürülür
mektubumuz
acı biziz, biziz yine
bozguna bağlıyız, yola
mahkûmuz” (Hilmi Yavuz, “doğunun
gurbetçileri”)
Kendi ülkemizde de yolcusuyuz gurbetlerin. Doğduğu yerde büyümeyen, iş
bulup çoluk çocuğa karışmayan milyonlarca insanımız var. Ekmeğini kazanmak için
yola düşmüş çoğumuz. Okumak için, kendi işini kurmak için; hatta türkücü olmak
için. “Muhsin Bey” filmini hatırlayınız. Uğur Yücel’in yanında; Şener Şen’in, o
her eve lazım “ağabey” yüzünü… Haydarpaşa’da hatırladığımız siyah beyaz film
karelerini…
Ne diyordu, Haydar Ergülen, “Budala” adlı şiirinde:
“ ‘Kuzu’ymuşuz daha ‘Gurbet Kuşları’na ağladığımızda!”
Ben sahiden kuzuydum; Adile
Naşit’in kuzucuğu. Evin yetişkinleri değil de iki küçüğü izlemişti bir akşam,
“Gurbet Kuşları”nı. Bunala bunala; ama istekli bir inatla… İki küçükten biri
Ankara’ya, diğeri İstanbul’a attı kendini. Doğdukları kent kadar sevseler de bu
kentleri; bırakıp başkasını seçtiler, iki yıl arayla. Yeni sevgiler, yeni
öfkeler edinmek için İzmit’e geldiler; emeklerini eksik etmediler.
“O gurbet senin bu
gurbet benim
Bir garip baş
gezdirdiğin
İşlerin gün günden beter
Bu ne hal be kardaşlık
Mehmetliğin üstünden
akar
Ezilir durur için
İkilere bükülürsün”
(Mehmet Başaran, “Durum”)
“NERESİ SILA BİZE NERESİ GURBET”
“Giden” için “gurbet”te olmak; değişik
alışkanlıklar, yeni uğraşlar gerektirdiğinden; farklı telaşlarda yaşam
sürebilir; zaman, o bildik anlamını yitirebilir. “Kalan” ya da “kalanlar” için,
işin rengi değişebilir. Sabahın köründe “Simit yiyip çay içiyoruz, peynir
getirir misin?” diye telefon açan dostunuza, “dolmuştayım” dersiniz. Ha,
dolmuşta olmasaydınız, götüreceksiniz, şöyle “tam yağlı”sından. “Niye aramadın
kaç gündür?” diye sorana, bahaneleriniz hazırdır. Tam da yemek saatinde, incir
reçeli yaptığını söyler anneniz. Bükülecek, ikiye bölüneceksiniz belki de,
Mehmet’ ten beter olacaksınız; değişik alışkanlıklar, yeni uğraşlarda bir liman
bulduysanız eğer, ne şanslısınız!
“yıllardır görmediğim ak
saçlı anam
özlem türkülerini
ezberler olmuş
bilirim çamaşırdan
delinmiş parmakları
saçlarımı okşar her gece
uykumda
‘gurbet gurbet’ diye
dizlerini dövme
onu çoktandır kardeş
bildim ben
mektuplarımda adı
torbamda ekmeği var” (Ömer Faruk Toprak, “Memleketim”)
Bir gün; evet, bir gün şarkılar üstüne bir yazı yazmak isterim. “Ah, bu
şarkıların gözü kör olsun!” dedirtmeden kimseye. Binlerce kez mırıldandığım bir
şarkıyla başlamıştım bu yazıya da. Nice yolların kesiştiği, nice yolcunun
konakladığı ülkemizin, “yol” meraklısı bir çocuğu olarak.
Eylülün ilk günleriydi.
Balıkçılarda bereket, havada yağmur tadı vardı hani. İzmit’teyim, karnımızı
doyurmaya gidiyoruz üç kişi. Yağmurun hızına yetişemiyoruz; çünkü ben durmuşum,
kaldırımın yanındaki denizatına bakıyorum. Utanmasam ağlayacağım. Denizden on
kilometre içerdeyiz. Denizatı, balık tezgâhının önünde, kaldırımın yanında. Ah,
be güzelim!
Ressam Baphiste, 1997’de bir denizatı resmi yapar; tek başına, mağrur
bir denizatı. Altına da şöyle yazar: “Hangi handa kalır denizatı?” Bizimki, hanını
yitirmiş, bir garip yolcudur ya beni hâlâ ağlatır. Sesime güvenmediğimden
içimden söylerim:
“Neresi sıla bize,
neresi gurbet / Yollar bize memleket”
Antalya’ya gideniniz,
Hamburg’dan döneniniz…
Yolunuz açık olsun!..
https://twitter.com/BisikletliGaze1
Hiç yorum yok
Yorum Gönder