latest

Gitmek niye bize düşüyor?

16 Ağustos 2022

/ by Bisikletli Gazete

 

Bu tütün rengi, bu zeytin yeşili topraklar, ağıtlar yaktırıyor koynunda. Üç yanımız deniz, üç yanımız alabildiğine mavi iken bırakıp gitmek niye bize düşüyor? “Köprü” denmiş bu ülkeye, ondan mı? Gitmeye mi yazgılıyız; enerjimiz fazla, yola düşmesek rahat mı etmiyoruz?

Efnan Dervişoğlu



         “Dönmek, mümkün mü artık dönmek / Onca yollardan sonra / Yeniden yollara düşmek

         Neresi sıla bize, neresi gurbet / Yollar bize memleket

         Al bizi koynuna ipek yolları / Üstümüzden geçiyor gökkuşağı / Sevdalı bulutlar uçan halılar / Uzak değil dünyanın kapıları”

Sevmediğim bir şarkısı yoktur, “Yeni Türkü”nün. Yukarıdaki alıntı da bir “Yeni Türkü” şarkısından. Sözler, Murathan Mungan’ın. Okuru bilir; onun şiiri, uzaklara meyillidir, içimizdeki uzaklara da; bavulunu, içinde gezdirene; “hadi”sini arayana, kışkırtıcı da gelebilir. “Şarkı seni dışarı uğurladıysa eğer” diyen de Mungan’dır, bir şiirinde (Hey Joe). Şair, “eğer”in devamını getirir, okur da boş durmaya niyetli değildir.  

“GURBET O KADAR ACI Kİ”

Yıllar önceydi… Hatırlıyorum. Radyonun, en iyi öğretmenim olduğuna inandığım yaşlardaydım; sanırım 13 – 14. Radyonun 1. kanalında - elbette TRT - “Şiirli Dakikalar” diye bir program vardı; beyaz eşya üreticisi bir firmanın adıyla anılır ve reklam kuşağı içinde yayınlanırdı; haftada bir, okunan şiirin şairini bilen beş dinleyiciye kitap armağan edilirdi. Bir gün ben de kaleme kâğıda sarılmış, şairi doğru bildiğime emin, verilen adrese mektup göndermiştim. O yaşlardaki bir çocuğun; adını, kazananlar arasında duyması ne güzel! Bugünmüş gibi hatırlarım. Kitabımı çok beklemedim. Onu büyükçe bir zarfta gönderdiler. Ülkü Tamer’in hazırlamış olduğu “Varlık Şiirleri Antolojisi”, alçakgönüllü kütüphanemin en yıpranmış kitaplarından biri şimdi. Hangi şairi mi bildim? Biraz daha büyüyünce, en çok şu iki dizesini seveceğim Kemâlettin Kâmi Kamu’yu, diyeceğim: “Varsın yine bir yudum su veren olmasın / Başucumda biri bana ‘su yok’ desin de!”

Geçenlerde bir akşam, bu iki dizeyi, susuzluktan da yalnızlıktan da iyi anlayan birine söyleyiverdim yine; İzmit’in hem en tenha hem de en kalabalık saatinde. Çocuk aynı çocuktu ya dinleyicisi olmasaydı, hangi köşeye çekilirdi, bilmem.

         “Gurbet o kadar acı

         Ki, ne varsa içimde,

         Hepsi bana yabancı,

         Hepsi başka biçimde.” (Kemâlettin Kâmi Kamu, “Gurbet”)

İyi bir radyo dinleyicisi olan çocuk, bunu bir şarkının güftesi olarak bellemiş, bu nedenle de tereddütsüz doğru cevabı vermişti. Yıllar sonra Kemâlettin Kamu’nun bir başka şiirini; “Bingöl Çobanları”nı, Ankara’daki Toplum Kitabevi’nde Metin Altıok’tan dinleyecek, onu da bir yangında yitirecekti. Hangi yangında mı? “Kocaman bir yalnızlıktır İzmit” diyen Behçet Aysan’ı da yitirdiğimiz o otel yangınında.

         “Dizilmiş gecenin uğuldayan derinliğine,

         İmamesidir dağlar bir gurbet tesbihinin.

         Kendini gizlice silen bir yolun dönemecinde,

         Başparmağımı üzerinden acıyla geçirdiğim.

         Arasında ıssız ve karanlık köylerin

         Gözüm kapalı adım gibi bildiğim.

         İmamesidir dağlar bir gurbet tesbihinin,

         Elimden kimbilir kaç kez geçirdiğim.” (Metin Altıok, “Tesbih”)


                                           Yönetmenliğini Tunç Okan'ın yaptığı Otobüs filminden. (1975)

RUH GURBETİ

Ummadığımız durumlarla, ummadığımız duygularla karşılaşırız bazen. Beklediğimiz gelmez; beklentilerimiz gerçekleşmez; gerçekleşenler de içimize sinmez. Biraz hassas, biraz kırılgan; güçlü yanını bilse de düş kırıklığına alışık yüreğimiz, kendini her dem gurbette hissedebilir; yalnız kalmaya da alışmıştır çünkü. Kimileri, bunu “ruh gurbeti” olarak adlandırabilir; kimileriyse içinde hep şu dizeleri gezdirir:

         “Biz her zaman gurbetteyiz

         Hiçbir şey istediğimiz gibi değilse

         Özlemler büyüyorsa içimizde

         Ağır bir yük taşır gibi

         Terlidir düşlerimiz.” (Talip Apaydın, “Bir Gurbette Yaşar Gibi…”)

İlkokul sıralarında; ülkemizin, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan bir köprü olduğunu öğrenmiştik. Yeryüzündeki altı kıtayı ezbere sayıyorduk; haritaların mavi bölgelerinde parmağımı dolaştırıyor; okyanusa bakan pencereler hayal ediyordum. Ben “hayalci” olandım; annemin dikiş makinesine yerleştirdiği kâğıda Türkiye haritası çizen, benden üç buçuk yaş küçük olan kardeşimdi. O övgüler alırken ben kim bilir hangi “boş işler”le uğraşıyordum. Kardeşimin delikli haritasına diyecek yoktu. Nâzım Hikmet’in deyişiyle; “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketimiz, haritalarda da ayrıcalıklı bir güzelliğe sahipti.

BIRAKIP GİTMEK NİYE BİZE DÜŞÜYOR?

 Yıllar boyunca taşırsınız bazı düşüncelerinizi. Sizi, gelişmişliğinizi ölçmek için belki de gelir, aklınıza takılır bu düşünceler. Hücrelerinizi yoklar; vücut ısınızı, tansiyonunuzu merak ederler. Televizyondaki bir haber programı, bildik sorularla meşgul etti beni yine. Öğrendim ki Japonya’nın Nagoya kentinde 4000 civarında Fatsalı yaşıyormuş. Affınıza sığınıyorum: “Ulan Fatsa nere, Nagoya nere?” Ama bu güzel memleket işte, gönderiyor çocuklarını gurbete. Bu tütün rengi, bu zeytin yeşili topraklar, ağıtlar yaktırıyor koynunda. Üç yanımız deniz, üç yanımız alabildiğine mavi iken bırakıp gitmek niye bize düşüyor? “Köprü” denmiş bu ülkeye, ondan mı? Gitmeye mi yazgılıyız; enerjimiz fazla, yola düşmesek rahat mı etmiyoruz? Hadi, Almanya’yı “acı vatan” bilmişiz de New York’ta “Türk Günü”ne, neden gerek duymuşuz? Sosyal bilimciler araştırıp dursunlar; biz “gitme” eylemini sürdürüyoruz. Köprüyüz ya gidiş gelişlerle “köprü”lüğümüzü kutluyoruz.

         “biz bir talanla başladık kendimize

         bundan böyle acının

                            ekmek ve tuz

         konaklarından geçer yolumuz

         ölüm çarktır, sevda direk

         uçsuz bir gurbete bağdaş kurduğumuzda

         ve mahsus selâm diye söylenerek

         bir ağıda dürülür mektubumuz

         acı biziz, biziz yine

         bozguna bağlıyız, yola mahkûmuz” (Hilmi Yavuz, “doğunun gurbetçileri”)

Kendi ülkemizde de yolcusuyuz gurbetlerin. Doğduğu yerde büyümeyen, iş bulup çoluk çocuğa karışmayan milyonlarca insanımız var. Ekmeğini kazanmak için yola düşmüş çoğumuz. Okumak için, kendi işini kurmak için; hatta türkücü olmak için. “Muhsin Bey” filmini hatırlayınız. Uğur Yücel’in yanında; Şener Şen’in, o her eve lazım “ağabey” yüzünü… Haydarpaşa’da hatırladığımız siyah beyaz film karelerini…

         Ne diyordu, Haydar Ergülen, “Budala” adlı şiirinde:

         “ ‘Kuzu’ymuşuz daha ‘Gurbet Kuşları’na ağladığımızda!”

 Ben sahiden kuzuydum; Adile Naşit’in kuzucuğu. Evin yetişkinleri değil de iki küçüğü izlemişti bir akşam, “Gurbet Kuşları”nı. Bunala bunala; ama istekli bir inatla… İki küçükten biri Ankara’ya, diğeri İstanbul’a attı kendini. Doğdukları kent kadar sevseler de bu kentleri; bırakıp başkasını seçtiler, iki yıl arayla. Yeni sevgiler, yeni öfkeler edinmek için İzmit’e geldiler; emeklerini eksik etmediler.

         “O gurbet senin bu gurbet benim

         Bir garip baş gezdirdiğin

         İşlerin gün günden beter

         Bu ne hal be kardaşlık

         Mehmetliğin üstünden akar

         Ezilir durur için

         İkilere bükülürsün” (Mehmet Başaran, “Durum”)



“NERESİ SILA BİZE NERESİ GURBET”

 “Giden” için “gurbet”te olmak; değişik alışkanlıklar, yeni uğraşlar gerektirdiğinden; farklı telaşlarda yaşam sürebilir; zaman, o bildik anlamını yitirebilir. “Kalan” ya da “kalanlar” için, işin rengi değişebilir. Sabahın köründe “Simit yiyip çay içiyoruz, peynir getirir misin?” diye telefon açan dostunuza, “dolmuştayım” dersiniz. Ha, dolmuşta olmasaydınız, götüreceksiniz, şöyle “tam yağlı”sından. “Niye aramadın kaç gündür?” diye sorana, bahaneleriniz hazırdır. Tam da yemek saatinde, incir reçeli yaptığını söyler anneniz. Bükülecek, ikiye bölüneceksiniz belki de, Mehmet’ ten beter olacaksınız; değişik alışkanlıklar, yeni uğraşlarda bir liman bulduysanız eğer, ne şanslısınız!

         “yıllardır görmediğim ak saçlı anam

         özlem türkülerini ezberler olmuş

         bilirim çamaşırdan delinmiş parmakları

         saçlarımı okşar her gece uykumda

         ‘gurbet gurbet’ diye dizlerini dövme

         onu çoktandır kardeş bildim ben

         mektuplarımda adı torbamda ekmeği var” (Ömer Faruk Toprak, “Memleketim”)

Bir gün; evet, bir gün şarkılar üstüne bir yazı yazmak isterim. “Ah, bu şarkıların gözü kör olsun!” dedirtmeden kimseye. Binlerce kez mırıldandığım bir şarkıyla başlamıştım bu yazıya da. Nice yolların kesiştiği, nice yolcunun konakladığı ülkemizin, “yol” meraklısı bir çocuğu olarak.

 Eylülün ilk günleriydi. Balıkçılarda bereket, havada yağmur tadı vardı hani. İzmit’teyim, karnımızı doyurmaya gidiyoruz üç kişi. Yağmurun hızına yetişemiyoruz; çünkü ben durmuşum, kaldırımın yanındaki denizatına bakıyorum. Utanmasam ağlayacağım. Denizden on kilometre içerdeyiz. Denizatı, balık tezgâhının önünde, kaldırımın yanında. Ah, be güzelim!

Ressam Baphiste, 1997’de bir denizatı resmi yapar; tek başına, mağrur bir denizatı. Altına da şöyle yazar: “Hangi handa kalır denizatı?” Bizimki, hanını yitirmiş, bir garip yolcudur ya beni hâlâ ağlatır. Sesime güvenmediğimden içimden söylerim:

         “Neresi sıla bize, neresi gurbet / Yollar bize memleket”

         Antalya’ya gideniniz, Hamburg’dan döneniniz…

         Yolunuz açık olsun!..

 



 https://www.youtube.com/c/BisikletliGazete

https://twitter.com/BisikletliGaze1

 

 

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan