latest

“Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız..."

11 Mayıs 2024

/ by Bisikletli Gazete
Askerliğimi “sakıncalı piyade” olarak Kartal’da yaptım. Ama ne şanslıyım ki, Türkiye’nin en berbat sürgün yeri olarak bilinen “2nci Zırhlı Tugay”ın  tam karşısında yani Anadolu yakasının yüksek tepelerinde Adalar sere serpe uzanıyordu.

Tuncay Bilecen




Daha öncesinde Adalar’a gitmiş miydim? İnanın hatırlamıyorum. Ama bu sekiz ay boyunca çarşı izinlerimde neredeyse her hafta (bazen çift çarşı izni) Adalar’a mütemadiyen gittim.

“Hangisine?” diye soracak olursanız, hepsine gitmekle birlikte en çok Burgazada’ya diyebilirim.

Peki niye?

Sait Faik’in adası olduğu için elbette…

Bütün öykülerinden ezbere bildiğim bir ada olduğu için…



Kalpazankaya’ya yokuşunu çıkıp hangimiz izlemedi gün batımını?

Sabahın erken saatlerinde Sait Faik Müzesi’nin en erken ziyaretçisi oluyor, yaşlı bir o kadar da takatsiz, topuklarına kadar çilli olan kadının peşi sıra ama onu da yormak istemeyerek müzeyi bir çırpıda geziyordum…

Müze dediğim Sait Faik’in evi… Ardından sırt çantama biraları doldurur, tepelere kiraladığım bisikletim elimde tırmanır, ormanın içinde kaybolarak bira eşliğinde kitap, dergi elimde ne varsa okur, bazen de birkaç satır bir şeyler karalardım… Sonrasında da akşam yedideki sayıma geri yetişmek için koşturmacam başlardı…



Kartal’ın sırtlarındaki tugaya yetiştikten sonra içimdeki saat kendiliğinden Ada’ya geri dönüşümün bir haftalık geri sayımını başlatırdı…

O ziyaretlerin birinde tam da ustanın ölüm yıldönümünde şu notları almışım: “Sarı çiçeklerin, kuş cıvıltılarının, tatlı tatlı esen rüzgârın ve patırtısı bir türlü kesilmeyen şu denizdeki takanın kokularının ve seslerinin birbirine karıştığı tepedeyim yine… Burgazada’dayım…”




O vakitler akıllı telefon yoktu… Bilincimle baş başa Adalar’da kendimle bir başıma kalırdım… Çantama koyduğum 3-4 bira, o ayki edebiyat dergileri, okuduğum kitaplar, not defterim ve kalemim yoldaşım olurdu…  

Gelsin dinginlik… Geçsin saadet dolu dakikalar…

Tam 19 yıl olmuş dile kolay… Hemen ardından yanmıştı/ yakılmıştı Burgazada sırtları… Kel kalmıştı… Neyse ki şimdi yeniden fidan vermiş. Doğa insanoğlu dokunmadığı müddetçe kendini yenileyebiliyor.



Dini bir mekânı tavaf eder gibi geliyordum Sait Faik’in evine…
Sait Faik’in etten kemikten bizim gibi bir ademoğlu olacağı aklıma gelmezdi o müzeyi gezene kadar… Çocukluk fotoğraflarından gençlik fotoğraflarına kadar çekik gözlerinde hep o mahcubiyeti görmüştüm. Hele o koskoca hikâyecinin küçücük bir yatakta yattığını öğrenmek daha da sarsmıştı beni…

Bu duyguyu yıllar sonra Lizbon’da Pessoa’nın müze evini gezerken yaşamıştım. Pessoa’nın yatağı nerdeyse bir bebek beşiği kadar küçücüktü…

Yere göğe sığdıramadığımız yazarların gündelik hayatlarına dahil olmanın şaşkınlığı bunlar hep…

Sonra biramı içip dergi ya da kitaplarımı okurken aklımın bir köşesinden hep bu düşünceler geçerdi… Ben ağaçların arasından bir sesin bana “hişt hişt” demesindense insana dair bir çaresizlik sezerdim Sait Faik’in evini gezdikten sonra…

Bir anda içimizi sarıp sarmalayan ama yine ansızın gelip geçen bir duygu kırıntısı gibi… Hani ben bu anı daha önce yaşamıştım dedirtecek kadar yakın ama bir o kadar da uzak… Aynı zamanı yaşamayıp benzer duygularla örselenmenin ruh bezginliği diyelim…

Sonra dönüş yolunda, kafam biraz da dumanlıysa koşar adımlarla müzenin kapanma saatinden önce yine orada olur… Aynı gün içinde ikinci kez ziyaret ederdim müzeyi... Bu sefer aceleyle birinci katla ikinci kat arasında duran ziyaretçi defterine ustanın sözlerini yazardım:

“Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı, bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan..? Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız...






Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan