Askerliğimi “sakıncalı piyade” olarak 2002’de Kartal’da yaptım. Ama ne şanslıyım ki, Türkiye’nin en berbat sürgün yeri olarak bilinen “2nci Zırhlı Tugay”da “karıştır barıştır”ın travmasını yaşarken tam karşımda yani Anadolu yakasının yüksek tepelerinde Adalar sere serpe uzanıyordu.
Tuncay Bilecen
Daha öncesinde Adalar’a gitmiş miydim? İnanın hatırlamıyorum. Ama bu sekiz ay boyunca çarşı izinlerimde neredeyse her hafta (bazen çift çarşı izni) Adalar’a mütemadiyen gittim.
“Hangisine?” diye soracak olursanız, hepsine
gitmekle birlikte en çok Burgazada’ya diyebilirim.
Peki niye?
Sait Faik’in adası olduğu için elbette…
Bütün öykülerinden ezbere bildiğim bir ada
olduğu için…
Kalpazankaya’ya yokuşunu çıkıp hangimiz izlemedi
gün batımını?
Sabahın erken saatlerinde Sait Faik Müzesi’nin
en erken müşterisi oluyor, yaşlı bir o kadar da takatsiz, topuklarına kadar çilli
olan kadının peşi sıra ama onu da yormak istemeyerek müzeyi bir çırpıda
geziyordum…
Müze dediğim Sait Faik’in evi… Ardından sırt
çantama biraları doldurur, tepelere kiraladığım bisikletim elimde tırmanır, ormanın içinde kaybolarak bira
eşliğinde kitap, dergi elimde ne varsa okur, bazen de birkaç satır bir şeyler
karalardım… Sonrasında da akşam yedideki sayıma geri yetişmek için koşturmacam
başlardı…
Kartal’daki
ismi batasıca “Kenan Evren Kışlası”na (2nci Zırhlı Tugay) yetiştikten sonra
içimdeki saat kendiliğinden Ada’ya geri dönüşümün bir haftalık geri sayımını
başlatırdı…
O ziyaretlerin birinde tam da ustanın ölüm
yıldönümünde şu notları almışım: “Sarı çiçeklerin, kuş cıvıltılarının, tatlı
tatlı esen rüzgârın ve patırtısı bir türlü kesilmeyen şu denizdeki takanın
kokularının ve seslerinin birbirine karıştığı tepedeyim yine… Burgazada’dayım…”
O vakitler akıllı telefon yoktu… Bilincimle baş
başa Adalar’da kendimle bir başıma kalırdım… Çantama koyduğum 3-4 bira, o ayki
edebiyat dergileri, okuduğum kitaplar, not defterim ve kalemim yoldaşım olurdu…
Gelsin dinginlik… Geçsin saadet dolu dakikalar…
Tam 19 yıl olmuş dile kolay… Hemen ardından
yanmıştı/ yakılmıştı Burgazada sırtları… Kel kalmıştı… Neyse ki şimdi yeniden fidan
vermiş. Doğa insanoğlu dokunmadığı müddetçe kendini yenileyebiliyor.
Dini bir mekânı tavaf eder gibi geliyordum Sait
Faik’in evine…
Sait Faik’in etten kemikten bizim gibi bir
ademoğlu olacağı aklıma gelmezdi o müzeyi gezene kadar… Çocukluk fotoğraflarından
gençlik fotoğraflarına kadar çekik gözlerinde hep o mahcubiyeti görmüştüm. Hele
o koskoca hikâyecinin küçücük bir yatakta yattığını öğrenmek daha da sarsmıştı
beni…
Bu duyguyu yıllar sonra Lizbon’da Pessoa’nın müze
evini gezerken yaşamıştım. Pessoa’nın yatağı nerdeyse bir bebek beşiği kadar
küçücüktü…
Yere göğe sığdıramadığımız yazarların gündelik
hayatlarına dahil olmanın şaşkınlığı bunlar hep…
Sonra biramı içip dergi ya da kitaplarımı
okurken aklımın bir köşesinden hep bu düşünceler geçerdi… Ben ağaçların
arasından bir sesin bana “hişt hişt” demesindense insana dair bir çaresizlik
sezerdim Sait Faik’in evini gezdikten sonra…
Bir anda içimizi sarıp sarmalayan ama yine ansızın
gelip geçen bir duygu kırıntısı gibi… Hani ben bu anı daha önce yaşamıştım dedirtecek
kadar yakın ama bir o kadar da uzak… Aynı zamanı yaşamayıp benzer duygularla
örselenmenin ruh bezginliği diyelim…
Sonra dönüş yolunda, kafam biraz da dumanlıysa koşar adımlarla müzenin kapanma saatinden önce yine orada olur… Aynı gün içinde ikinci kez ziyaret ederdim müzeyi... Bu sefer aceleyle birinci katla ikinci kat arasında duran ziyaretçi defterine ustanın sözlerini yazardım:
“Çekilecek bir köşemiz olacak. Yatağımız
olacak. Yorganı gözlerimize çekeceğiz. Belki bir deniz kenarı, bir ağaç altı,
bir rüzgâr, bir sessiz kahve, bir bardak çay, bir simit, bir dilim kaşar
peyniri, bir yarım kilo şarap bulursak dost olarak bu en iyisi. Ama insan..?
Yok kardeşim, yok, insan bulamayacağız...”
Hiç yorum yok
Yorum Gönder