Bu yazıda, 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrine uzanıyoruz ve Türkiyeli ikinci nesil bir genç kız olan Lezgin’in ilginç hikâyesine tanıklık ediyoruz.
İçine fırtlatıldığımız toplumsal alan
(sozial raum) yani aile, toplum ve sınıfın içinde “anlam-dünyamız” (sinnwelt)
inşa edilir. Bu süreçte benliğimiz, arzularımız, beğenilerimiz, davranış
kalıplarımız, ideolojilerimiz, hatta flört ve aşkı anlamlandırma ve
deneyimlerimiz bile aynı paralellikte inşa edilir. Yani hangi ‘mekâna’ yazılmış
ise kaderimiz, o ‘hakikat’ ile kuşatılır ‘anlam ve kimlik’ dediğimiz şey...
Bu inşa sürecinin bir diğer önemli
ayağını “zeitgeist” yani “zamanın ruhu” oluşturur. Zeitgeist anlam dünyamıza rengini
veren, ona ayrı bir biçim kazandıran, mühim bir olgudur. Zamanın ruhu anlamın
kalbidir desek abartmış olmayız...
Fakat iki zamansallık ve mekân
arasında bir bölünme söz konusu olduğunda yani geist ya da özne iki farklı
“zeit” ve “mekân” arasında sıkışmış ise bu durumda anlam evrenimiz ve sahip
olduğumuz benlik kelimenin tam anlamıyla bölük pörçük parçalanmış halde
bulunur…
Böylece benlik, bir bölünmüşlük
içinde olgulara anlam verme ve onu simgesel dünyaya oturtma konusunda kendini
ikili bir evrende bulur... Olguları anlamlandırma boyutu bundan sonra tekli bir
mekâna ve zamansallığa sığmayacak kadar bir “fazlalılığa” dönüşür. Çünkü
deneyimlenen “şey” artık “kurgunun” ötesindedir.
İşte göç deneyimi
(Fremdwelterfahrung) bu “fazlalığın” daha doğrusu bu “çoklu gerçekliğin”
(multiple realities) en somut örneğidir. Bir evrenden başka evrene geçmekle birlikte “Sinnwelt” kompleks bir hal alır, artık eskisi gibi sabit ve tek düze
değildir, Weberci bir bakış ile ifade edersek artık büyü bozulmuştur ve kurgu
özneyi artık “avutacak” kadar inandırıcı değildir.
Biraz daha da somutlaştırarak ifade
edersek, örneğin “zihin haritaları” on altıncı yüzyılı değerler dünyasına göre
şekillenmiş taşralı Anadolulu bir göçmenin ‘anlam dünyasından’ uzak başka bir mekâna
ve “zeistgeist’a” göç etmesi tam da böyle bir parçalanmaya, kopuşa ya da
“fazlalığa” örnektir.
Göçmen için “kökten” yani kendi
“öz-zamansallığından ve mekânından kopuş ve ötekine zoraki tutunuş derin bir
ontolojik kriz içerir. Böyle bir durumda geriye doğru bir kapanışa yani “asr-ı
hazır’ın” dayattığı hakikaten kaçarak geçmişi “muhafaza” ederek bu krizin
üstesinden gelinmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla “ötekinin evreninde” kendi “öz
evrenini” muhafaza ederek bu “fazlalılığını” dışarıda tutmayı arzulayacaktır. Kısacası
Jacques Lacan’nın da çok güzel ifade ettiği gibi ''özne artık kendinle ne
yapacağını bilemediği zaman, arkasında kendini koruyacağı bir şey arar” ve bu
koruma ruhsal bir gereksinim olarak kaybolmuşluk hissini minimum düzeyde tutmak
için başvurulan bir savunma mekanizmasıdır.
Fakat bazen bütün bu çabaya rağmen
kurguyu ayakta tutmak pek mümkün olmayabilir, çünkü evin içinden bir SES bu
“fazlalığı” dışarıya kusarak bütün bir kurguyu yerle bir eder ve kelimenin tam
anlamıyla birey kendisini ansızın “gerçekliğin çölünde” bulur ve o çölde “gerçeğin”
dayanılmaz ağırlığı öznenin varoluşsal mekânını olan bedeni kızgın bir güneş
ile kavurur…
İşte o sese ve o itiraza bir örnek
olarak sizinle Lezgin’in hikâyesini paylaşmak istiyorum.
Lezgin bir direnişin sesi..!
Dönem 90’lı yılların Avusturya’sının
küçük bir şehrinde Türkiyeli ikinci nesil bir genç kızın hikâyesi, yani Lezgin’in
hikâyesi…
Lezgin Avusturya’da feodal ve
geleneksel bir ailede yetişmişti, o geleneksel değerler dünyası içinde
benliğini ve kimliğini inşa etmiş, aynı anda iki farklı kültürde iki farklı
dilde farklı anlam dünyasında hayatı yorumlamaya çalışmış tipik ikinci nesil
göçmen bir kızımız.
Bütün bu karmaşık ruh hali içinde,
bir gün çalıştığı Fast-Food şirketinde yeni işe girmiş iş arkadaşı Polonya asıllı
Natalia’yla tanışır. Natalia ise Lezgin’e göre daha liberal bir ailede yetişmiş
ve hayatını kendi öz kararlarıyla ailesinden bağımsız şekillendirme şansına
sahip yine ikinci nesil bir göçmendir.
Hemen hemen aynı yaşta olan iki iş
arkadaşı, uzun bir arkadaşlık döneminden sonra aralarındaki arkadaşlık bağının
bundan daha fazla olduğunu fark ederler ve bu bağ duygusal yani tutkulu bir aşk
ilişkisine dönüşür.
Kaçış Zamanı
Lezgin küçük bir şehirde
yaşamaktaydı, herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bu şehirde gerek ailesi
olsun gerek o şehirde yaşayan feodal göçmen Türk ve Kürt toplumu olsun Lezgin
için bir handikaptı. Çünkü Natalia’yla yaşadığı ilişki o toplum ve aile için
kabul edilecek bir ilişki biçimi değildi. Dolayısıyla sürekli gizli bir şekilde
ilişkisini yaşamakta olan Lezgin uzun zaman sonra ansızın Natalia’ya açılarak
yaşadıklarını anlatır ve o şehirden ayrılıp başka bir ülkeye kaçmayı teklif
eder.
Natalia için şehirde yaşamak ve
ilişkisini sürdürmek sorun değildir, çünkü hem ailesi hem çevresi daha ılımlı
görüşlere sahip olduğu için Lezgin gibi bu ilişkiyi gizli yaşamak zorunda
değildi. Fakat söz konusu Lezgin olduğu için onunla birlikte başka bir şehre
taşınmaya da razıydı. Natalia ailesine açılarak Lezgin’le birlikte başka şehre
taşınacaklarını iletir, aile bu kararına saygı duyduklarını ve istediği zaman
geri dönebileceğini, kapılarının ona her zaman açık olduğunu belirtir.
Mayıs ayında Lezgin ve Natalia
gizlice evden bavullarını hazırlayıp trene biner ve başka bir şehire kaçarlar. Kaçış
gününden bir gün sonra Lezgin’in ailesi kızlarından haber alamayınca iş yerlerini
ararlar. Kızlarının işyerine gelmediğini duyunca aile telaşlanır, etrafta kim
var kim yoksa kızlarının nerde olduğunu sorarlar.
Birkaç gün sonra ise polise
başvururlar. Fakat hiçbir ses seda yoktur. Aile gittikçe telaşlanır, tam o sırada
Lezgin’in annesi çekmecede bir mektuba rastlar. Mektupta Lezgin açık açık iş
arkadaşı Natalia ile ilişkilerini deşifre eder ve beraber başka bir ülkeye göç
ettiklerini bildirir.
Aile tam bir şok içindedir. Kendi
kültür dünyasında anlamlandıramadıkları bu ilişki türüne ve onun birlikte
kızları Lezgin’in hiç kimseye haber vermeden evini terk edip gitmesine şok
olmuşlardır. Aile bir yandan çocuklarının kendilerini habersiz terk etmelerine
üzülürken, diğer taraftan onu bu kaçışa iten sebebin hakikatiyle ayrı bir hüzün
içindeydiler.
Kaç yüzyıllık heteronormatif dünyalar,
böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Avrupa’da bu tür yaşam biçimlerini
duymuş ve uzaktan olsa da tanık olmuşlardı. Fakat bu tür hayat stilinin kendi
dünyalarında asla var olmayacağına inanmışlardı. Bunun evrensel bir hakikatten çok,
kültürel bir hakikat olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla bunu ötekinin bir
meselesi olarak adlandırıyorlardı. Fakat o hakikat ansızın kendilerine de
çarptığında, onunla nasıl baş edeceklerini hiç mi hiç bilmiyorlardı ve bu onlar
için sarsıcı, trajik deneyimdi.
Bu “trajik hakikat” o mektupla
birlikte evin içine bomba gibi düşmüştü, öyle bir yankılanıyordu ki ses, dört
duvar içinde muhafaza edilen geçmiş ve tarih yerinden oynuyordu. “Anlam”
pusulası kendini kaybetmiş bir şekilde şaşkın halde oradan oraya savruluyordu.
Bu sarsılma hem aile için hem Lezgin için zor bir sürecin habercisiydi.
Bütün Aşiret Tedirgin!
Bir yandan bu krizler yaşanırken,
ailelerin yaşadığı o küçük kentte olayla ilgili dedikodular hızlıca kulaktan
kulağa yayılmıştı bile. Biraz gerçek biraz
kurmaca hikâye ağızdan ağıza aktarılıyordu. Aileleri ister istemez bir utanç
duygusu sarmıştı, uzun bir süre kimselerle görüşmemeye karar verdiler. Çünkü
meseleyle ilgili sorgu ve sorulara cevap verecek durum da değillerdi. Ne de
olsa onlar da bütün yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ve bir süre eve kendi
içine kapanır aile.
Bu sancılı süreç devam ederken olayla
ilgili dedikodular sadece yaşadıkları şehirde değil, çok geçmeden doğduğu
topraklarda yani memleketlerine de ulaşmıştı. Ailenin yarası köyde yaşıyordu,
haber memlekette duyulunca doğal olarak bütün bir aşiret olaydan haberdar
olmuştu. Son derece feodal ve geleneksel değerler biçimlenmiş, aşiret üyeleri
de anlamdırılması zor bir olayla karşı karşıyalardı.
Ama belki de bu meselenin en saf
yerinde duran Lezgin’in babaannesi yani aşiretin yaşça en büyüğü Xalti
Naze’ydi.
Yaşça aşiretin en büyüğü olan
babaanne yani Xalti Naze’nin kulağına bu dedikodular gelince o da neye uğradığını şaşırmıştı. (Xalti Kürtçede teyze demektir ve Halti diye okunur). Çok geçmeden Xalti Naze
torununun hakkında söylenen bu söylentilerle ilgili bilgi almak için Lezgin’in
babasını arar. Babaanne torunu Lezgin için çok endişelidir. Xalti Naze ve Oğlu
arasında telefonda geçen o konuşma:
Xalti Naze: Oğlum bu söylentiler
nedir? Lezgin nerededir, nereye gitmiştir?
Baba: Başımıza maalesef böyle bir
olay gelmiştir, biz de çok üzgünüz. Lezgin evi terk etmiştir, gitmiştir.
Xaltı Naze: Torunum neden kaçtı?
Sebebi nedir?
Baba: Bilmiyoruz. Gavur bir kız ile
kaçmışlar.
Xalzti Naze: Ya oğul keçik keçikê çı
mo direvînin? (Kız kızı niye kaçırsın ki …?)
Baba: Nizanım dayê (bilmiyorum anne)
Judith Butler gelse Xaltı Naze’yi ikna
edemezdi!
Hem aile, hem aşiret hem de Xaltı
Naze için aynı cinsten iki insanın birbirini sevmesi ve bunun uğruna ailelerini terk
edip kaçmalarına anlam veremiyorlardı. Yani onların “heteronormatif”
dünyalarında böyle bir kategorinin varlığı söz konusu bile değildi. Erkeklerin
sevdiklerini kaçırmaları, o yörede yıllarca var olan bir husustu. Yani buna
zaten aşinaydı aşiret, ancak aynı hem cinsten iki kadının birbirlerini sevmesi
ve ilişkiye girmesi onlar için çok tuhaf bir gerçelikti. Babaannenin en son oğluna
telefonda şaşkın bir şekilde “Ma keçik keçikê paçî dike?” (Kız kızı öper mi?)
sorusu bu şaşkınlığın en somut haliydi belki.
Babaanne Naze bir türlü bu hakikati
“simgesel dünyasına” oturtmayı beceremiyordu. Herhangi bir simgesel gerçeğe
uymayan bu hakikat Xaltı Naze’yi çok tedirgin ediyordu. Dolayısıyla ya bu
hakikatle barışacaktı ya da onu büküp kırıp kendi simgesel dünyasına
oturtacaktı. Nitekim ikincisi tercih
edilmişti. Hakikat bükülüp kırılıp var olan simgesel kurguya entegre
edilecekti.
Lezgin’in bu sıra dışı eylemi
“ruhsal” bir bozukluk olarak anlamlandırılacaktı. Xaltı Naze ve aşirete göre,
Lezgin kendini şaşırmıştı. Belki de ona büyü yapılmıştı. Dolayısıyla onun bir
an önce iyileşmesi ve doğru bir hayat seçmesi için dua etmekten başka çare kalmamıştı.
Kurgulanan bu sonuç onları bir an olsun rahatlatmıştı. Neden sonuç ilişkisi
kurulmuştu ve hakikat bükülerek kendi özüne “sinnwelte” yani sembolik dünyasına
uygun bir şekilde entegre edilmişti.
Eve Geri Dönüş
Uzun bir zaman sonra Lezgin ile Natalia
ayrılma kararı alırlar ve ilişkilerini sonlandırırlar. İlişkilerinin bitmesiyle
birlikte tekrar ailelerinin yanına geri dönerler.
Lezgin’in tekrar eve dönmesiyle aile
derin bir nefes almıştı. Hem anne hem baba için çocuklarının kendilerinden
uzak, habersiz yaşadıkları süre onları çok yıpratmıştı. Sonunda kızları eve
döndüğü için çok mutlu olmuşlardı.
Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti.
Çünkü aileyle yaşanan olayların bir an önce unutulması arzu dışındaydı. Yani
aileler meseleyi bir an önce gündemden düşürmek niyetindeydi ve topluma da
cevap niteliğinde olacak bir plan yürütmeye kararlıydılar. Bunun için ise
Lezgin’in anne babasının uygun gördüğü toplumsal normlara göre evlendirilmesi
şart olmuştu. Çünkü ait oldukları toplumsal değerlere göre yapılacak
heteronormatif bir evlilikle birlikte yaşanan bütün olayların unutulacağına
eminlerdi. Böyle bir evlilik sayesinde Lezgin’in “normal” bir hayata döneceğine
dair inançları tamdı.
Lezgin ise yapılacak olan o formalite
evliliğine başta çok dirense de sonrasında bu durumu kendi adına avantaja
çevireceğini düşünerek ailesinin evlilik kararına itiraz etmeyi bıraktı ve tam
da ailesinin arzusuna göre bir evlilik yapmaya karar verdi. Fakat asıl bombayı
Lezgin sonraya bırakacaktı.
Kurban Seçilmişti: The Pismom Sevko!
Peki bu nasıl olacaktı? Bu planın
daha doğrusu bu oyunun kurbanı kim olacaktı? Bu konuda önceden yani
çocukluğundan beri Lezgin için düşünülen Şevko’dan daha iyi bir aday olamazdı.
Şevko Lezgin’in öz amca oğlu yani
“Pismomu” (Pismom Kürtçede amca oğlu demektir), kendisine birkaç yaş büyük,
aşiretin genç delikanlılarından biri. Bütün bir yaşamını köyde geçirmiş,
kültürel benliği o “Lebensraum’da” içinde inşa edilmiş, zeki ve dürüst bir
genç. Kısa bir zaman önce teskeresini almış, geleneksel bir dünyanın önemli
prosedürü olan evlilik kurumuna adım atmaya çoktan hazırdı. Daha da önemlisi
Şevko o sıkıcı köy hayatından bezmiş ve bir an önce başka dünyalara yelken
açmaya can atıyordu...
Kısa bir zaman sonra Lezgin ve ailesi
köye izine gelirler. Amca kızı Dotmam (Dotmam Kürtçede amca kızı demektir)
Lezgin köye ayak basar basmaz ertesi gün Şevko’nun ailesine haber salarlar,
kızımızı istemeye gelebilirsiniz diye.
Birkaç gün sonra Sevko ve ailesi
Lezgin’i istemeye gelirler. Söz alınır ve Lezgin Şevko ile sözlenir. Aile
arasında, köyde küçük bir kutlamayla bu ilişki resmi olarak tasdiklenmiş
olur.
Bir hafta sonra Lezgin ve ailesi
tekrar Avusturya’ya geri dönerler. Plan hem aile açısından hem Lezgin açısından
tıkır tıkır işliyordur. Artık aile derin bir nefes almıştı. Yaşanan olaylar
yavaş yavaş unutulmaya başlıyordu. Artık toplum içinde rahat, alınları ak
çıkabilirlerdi. Geçmişte yaşanan olaylar unutulmuştu. Anne ve baba kızları
Lezgin’in mürüvvetini görmeye sabırsızlanıyorlardı.
O süre içinde Lezgin birkaç kez nişanlısı
Sevko’yu görmek adına köye gidip geldi. Gayet olması gereken gibi davranan
Lezgin bir yandan da bütün bir oyunun bir an bitmesini sabırsızlıkla
bekliyordu.
İthal Damat adayı Şevko ise bütün
olaylardan habersiz, amca kızı yani Dotmam Lezgin ile sözlenmekten çok mutlu olmuş,
hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Gelecek yaz yapılacak düğünden sonra
Avusturya’ya “ihtal damat” olarak göç edecekti. O vakit gelene dek evde Almanca
öğrenmeye bile başlamıştı. Arada sözlüsü Lezgin ile telefonda konuşurken Almanca
romantik cümleler kurarak (İch liebe dich Dotmam gibi) Ortadoğu’nun o romantik duygusunu
Lezgin’e yaşatmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu tür romantik konuşmalar ve
tavırlar Lezgin’in hoşuna gitse de ortada bir gerçek vardı, Lezgin karşı cinse yani bir erkeğe ne duygusal ne de
seksüel anlamda bir şeyler hissediyordu. Hele ki bu öz be öz kuzeni ise. Fakat
rol icabı Lezgin bu kurguya devam etmek zorundaydı, çünkü buna mecburdu…
10 ay sonra
On ay sonra yani düğün zamanının
yaklaşmasıyla birlikte Lezgin artık tedirgin olmaya başlamıştı. Bu formalite
icabı ilişkinin bir an önce bitmesi ve hayata kaldığı yerden devam etme
arzusundaydı. Bu formalite sözlenme sayesinde bir süreliğine hem ailesini hem
el alemi susturmuştu.
Lezgin düğün gününe birkaç hafta kala
Sevko’ya uzunca bir mektup yazar. Mektupta bütün bu tiyatroyu deşifre eder,
neden bu tiyatroyu oynamak zorunda kaldığını uzunca anlatır. Ailesini kırmamak
adına bu oyunu oynamak zorunda kaldığını, Sevko’yu da bu oyuna alet ettiği için
çok özür diler. Mektubun devamında Lezgin ilginç bir şekilde Sevko’dan yine de
şimdilik bu tiyatroya devam etmesini rica eder. Aralarındaki formalite ilişkinin
devamında her ikisinin de kazançlı çıkacağını belirtir. Lezgin’e göre hem
kendisi hem Şevko aslında bir özgürlük arayışındadır, Sevko da kendisi de o feodal toplumdan kurtulmak
arzusundadır. Dolayısıyla bu formalite evlilik sayesinde Şevko o köyden kurtulup
Avrupa’ya yerleşebilecekti, Lezgin ise ailesini ve toplumu bu evlilik sayesinde
susturduktan sonra bir sonraki plan olan o toplumdan kopup kendine özgür, yeni
bir dünya kuracaktı. Böylelikle Lezgin’e göre hem kendisi için hem Şevko için
bir Win-WiN söz konusuydu.
Şevko mektubu okuduktan sonra uzun
bir süre kendi dünyasına çekildi. Ne çevresi ne ailesi bu suskunluğa bir anlam veremedi.
Çünkü Lezgin’in ricası yüzünden, olayı ailesiyle de paylaşamıyordu.
Şevko uzun süre düşündükten sonra Lezgin’i
aradı ve teklifini kabul ettiğini belirtti. Söz verdiği gibi bu formalite
ilişkiye devam edeceğini, Avusturya’ya yerleştikten sonra da boşanacağını söyledi.
Lezgin Şevko’nun bu cevabıyla çok mutlu oldu. Şevko’nun bu tiyatroyu oynamayı
kabul edeceğini hiç beklemiyordu. Çok şaşırtmıştı ama aynı zamanda çok mutlu
olmuştu. Kendisini anlayışla karşıladığı için Sevko’ya minnettardı.
Özgürlüğe Bir Adım Kala
Şevko ile Lezgin formalite icabı o
yaz köyde düğünlerini yaptılar. 6 ay sonra Lezgin Sevko’yu Avusturya’ya getirmeyi
başardı. Bir sene evli kaldıktan sonra tek celsede boşandılar. Aileler tabii bu
karara çok üzülürler ama yapacak bir şey yoktur. Çünkü Lezgin için hiçbir şey
özgürlükten daha değerli olamazdı. Lezgin kısa süre içinde Sevko’ya bir iş de
bulur. Kaldıkları evi eşyalarıyla birlikte Sevko’ya bırakır. Ardından kendisi
de yaşadığı şehre çok uzak bir kasabaya taşınır. Orada kendine yeni bir hayat
kurar, fakat ailesiyle yine de arada bir görüşmeyi ihmal etmez.
Lezgin evlenip boşandıktan sonra ne ailesi
ne de toplum tarafından eskisi gibi
yeni seçtiği hayat yüzünden yargılanır. Çünkü o artık özgür bir dul
kadındı.
Şevko ise Avusturya’daki yeni
hayatına alışmış ve köyün o baskıcı ve sıkıcı hayatından kurtulmanın getirdiği
mutlulukla aynı şekilde Lezgin gibi yeni bir hayat kurmuştu.
Özetle
Göç hadisesini sadece
makro-sosyolojik düzeyde ele almak bazen içerden yani daha derinden göçmen
açısından bakıldığında, göçün trajik yapısını anlamak adına yetersiz kalabilir.
İstatistiki veriler, kurumlar üzerinden yazılan raporlar, soğuk ekonometrik
veri analizleri vesaire göçün birey üzerinde mikro dinamik çatışmalarını derin
bir açıdan görmemizi sağlamaz.
İnsan dediğimiz varlık istatistik bir
veriden daha fazlasını barındıran bir “Da Sein’dır”. Sabit bir “anlam dünyası”
için doğan, sonraki süreçlerde hayatın dayattığı zorluklar yüzünden bam başka
bir evrende kendini bulan taşralı Anadolu göçmenlerinin yaşadığı kültürel krizleri
ancak ve ancak onların hikâyelerine daha yakından baktığımızda kavrayabiliriz.
Yani Göçün yarattığı sarsıcı
fırtınaları görmek ve anlamak için bazen Lezgin gibi göçmenlerin ait olduğu dünyaya
inerek hadiseyi kavramak gerekir. İki “zamansallık” içinde sıkışmış ruhların
tedirgin edici yaşanmışlıklarını ancak bu şekilde daha net görebilir ya da hissedebiliriz.
Belki bu yüzden Lezgin gibi göçmen
bir yönetmen olan Fatih Akın’ın “Gegen die Wand” (Duvara Karşi) filmini izlediğimizde
Sibel ile hissettiğimiz empati duygusunu daha derin hissetmemizin nedeni budur.
Dolayısıyla yukarıda anlattığımız yaşanmış olan gerçek hikâyede olduğu gibi tam
da bu derin dünyanın çıkmazlarını, çatışmalarını ve çelişkilerini deşifre
ederek, yani hem Lezgin’in hem ailesinin mikro dünyasına odaklanarak, bu
dünyaya hiç tanık olmamış okurlara bir ışık tutmak istedim.
Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında
geçtiği gibi herkesin haklı olduğu bir hikâyede, suçlamak yerine her bir
bireyin duygu ve düşünce dünyasının arka planını oluşturan “Lebenswelt” ve onun
üzerinden inşa edilen “anlam dünyasını “hesaba katmadan, bireyleri modern dünyanın
daha doğrusu kendi dünyamızın normatif değerleri üzerinden yargılamak pek doğru
bir yaklaşım değildir. Her özne tarihsel bir sürecin sonucudur.
Her birey nesnel hakikati kendi öznel
bakışına göre bükerek içselleştirir. Dolayısıyla binlerce yıl alan bu süreç
öyle iki günde yeni normlar sunarak değiştirilecek basit bir şey değildir.
Lezgin’in şanssızlığı belki de iki dünyanın en kırılgan noktasında olmasıydı.
Bir yandan eski dünyanın pençesinden kurtulmak isteyen diğer tarafta ise yeni
dünyanın bir parçası olmak için can atan, parçalı bir ruh hali. Tıpkı bugüne
kadar süregelen Batı-Doğu çatışması gibi …
Bir başka göç hikâyesinde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...
Harika bir Yazı
YanıtlaSil