Ramazan Yaylalı
Bölüm I
“İthal Damat” fenomenini ele almadan önce bu tür hikâyelere yabancı olan
okurlar için filmi biraz başa sarıp meselenin tarihçesine kısa bir giriş yapmak
istiyorum. Sonuçta sosyolojik olgular tarihsel bir arka plana sahiptirler ve bu
“backgroundu” bilmeden fenomenin kendisini ve onunla bağlantılı ilişkileri
idrak etmek pek mümkün değildir.
1960’dan beri Türkiye’nin her bölgesinden Batı Avrupa’ya bir göç söz
konusudur. Hemen hemen Türkiye’de her bir vatandaşın uzaktan ya da yakından bir
gurbetçi akrabası ya da tanıdığı vardır. Bu artık Türkiye’nin bir gerçeği… Aynı
durum Konya / Kulu ve çevre Kürt köyleri içinde geçerli. Çünkü bölge sürekli göç
veren bir konumda ve bu göç serüveni halen devam etmekte.
Bu yazı dizisinde özellikle Kululu gurbetçileri detaylı ela almak
istiyorum. Kulu’dan Avrupa’ya Göçün ön aşamasını ele aldıktan soran asıl konuya
yani Kululu “İthal damatlar”ın Avrupa’daki deneyimlerine değinmek
istiyorum. Konuyu daha kapsamlı yani “ithal gelinler”i de kapsayacak bir şekilde ele almak gibi bir
niyetim söz konusuydu, fakat bu yazı dizisini daha da uzatmamak adına şimdilik
sadece “ithal damatlarla” sınırlı kalmayı tercih ediyorum. Belki başka bir
yazıda “İthal Gelinleri” de üzerine bir yazı dizisi yazılabilir. Bu arada bu
konuda göçmen yazar Pelin Markirt’in İTHAL GELİNLER adını taşıyan kitabına
bakılabilir.
Birinci Nesil Kululu Avrupacı
Göçmenler
Kulu ilçesine bağlı birçok yerleşim mevcuttur, çoğunun Kürt köylerinde
oluşan bu bölgede, klasik taşra hayatlar yaşanmaktadır. Tarım ve hayvancılıkla
uğraşılan bu ovada, gerek kuraklık olsun gerekse sanayinin pek gelişmemesi
nedeniyle ekonomik olarak geçinmek pek mümkün değildir. Teksas çölüne benzeyen
bu coğrafyada bölge halkı yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terk etmek
zorunda kalmıştır.
Hal böyle iken, Kululular için hayatlarını garantili bir şekilde idame edecek refah düzeyi yüksek başka ülkelere veya şehirlere gitmek elzem hale
gelmişti. Yani kasacısı Teksas'tan genç issiz kovboyların şapkalarını önlerine
koyup ekmek kavgası adına yurtların terk etmeleri gerekiyordu.
Böylelikle 1960’lardan itibaren bölgeden akın akın Avrupa’ya göçler
başladı. İlk giden grup çoğunlukla genç erkeklerden oluşuyordu daha sonra bu gidişler
çeşitli bürokratik engellemelere tabi tutulmuştu. Çünkü yeterince “Gastarbeiter”
aldığını düşünen Avrupa ülkeleri bürokratik kısıtlamalar getirmeye başlamıştı.
Fakat Avrupa’ya göç durmak bilmiyordu, başka yöntemlerle (aile birleşimi,
evlilikler, iltica etmek gibi ) Kulu ve çevre köylerinden Avrupa’ya göç süreci
hızlı bir şekilde devam ediyordu. Malum memleket hep göç veren pozisyonda
siyasi ve ekonomik belirsizlik göçleri sürekli tetikliyor.
Başta birkaç sene yurtdışında çalışıp para biriktirdikten sonra tekrar
ülkeye yani köylerine dönmeyi düşünen birinci nesil zamanla bunun pek mümkün
olamadığını anlayınca süresiz şekilde oralarda kalmayı karar verdiler. Bu
süreçler içinde tabi ki temelli olarak ülkeye geri dönen Kululu gurbetçilerde
oldu fakat birinci nesil Kululu Kürt “Gastarbeiterler” artık yaşadıkları
yabancı ülkelerde "Gast"(misafir) olmadıklarını ve bu ülkelerde
temelli kalacaklarını idrak ettikten sonra “aile birleşimi” yoluyla çocuklarını
ve eşlerini getirmeye başladılar ve bu şekilde göç süreci bugüne değin devam
etti...
Bu uzun göç sürecinde, Avrupa’da düzenini yavaş yavaş kuran birinci nesil,
aileleriyle birlikte yaşam mücadelelerine kaldığı yerden devam etmeye başladı. Göçmenliğin getirdiği hasret ve özlem
duygularını 11 ay içlerine gömüp sadece yılda bir kez yaz aylarında aileleriyle
birlikte memleketlerine bir ay izine gelerek içlerinde birikmiş bu hasreti bir
nebze olsun hafifletmeye çalışırlar. Almanya, Fransa, İsveç ve Hollanda’da
yaşayan Kululu Kürt gurbetçiler neredeyse her yıl düzenli bir şekilde köylerine
izine gelirler. Bu izin aylarında Kulu’da bir sürü ecnebi plakalı taşıtlar
görürüsünüz ve nüfus izin dönemlerinde üçe katlanır. Köyle tatil köylerini
andırır, bol bol gurbetçi turiste rastlanılır. Esnaf için de büyük bir gelir
kaynağı demektir aynı zamanda bu hareketlik.
Aileleri birlikte gelen ikinci nesil çocuklar ise bir yandan köy hayatının
sadeliğini severken, öte yandan yılda bir kere olsa hem köyde yaşayan
kuzenleriyle hem de Avrupa’nın diğer ülkelerinde gelen akrabalarıyla hangi
dilde iletişime gireceklerini şaşırırlar. İkinci nesil çocuklar büyüdükleri
ülkelerin dilin daha iyi konuşan bir nesil çünkü. Şöyle bir manzarayı gözünüzün
önüne getirin: Gurbetçi bir ailenin çocuğusunuz Almanya’dan izine gelmişiniz,
en iyi bildiğiniz dil Almanca, aynı yaşta kuzeniz ise Fransa’dan gelmiş ve o da
Fransızca konuşuyor, başka bir kuzeniniz de İtalya’dan gelmiş, köyde yasayan yerli
kuzenniz ise Kürtçe konuşuyor ve hep beraber bütün kuzenlerle birlikte
köyde büyük dedenin evinde TRT’de Ninja Kaplumbağaları izliyorsunuz. İlginç bir
tablo değil mi?
Öte yandan yaşları biraz daha büyük olan “Gurbi-Gençler” için ise yaz
aylarında köy düğünleri tek eğlence kaynağıdır. Biraz zurna sesi biraz halay ve
alkol onları kısmen köyün o monoton atmosferinde uzaklaştırır. Neredeyse yedi
çeşit yabancı dilin konuşulduğu bu düğünler çok dilli Erasmus partilerini
andırır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen ikinci nesil genç gurbetçiler
düğünlerde aynı ülkeden gelen başka arkadaşlarıyla (hangi ülkeden geldiklerini
bağlı olarak) birbiriyle yabancı dilde sohbet ederek geçirirler. Yaz aylarında
bu köyler Birleşmiş Milletler’deki zirveleri andırır.
İkinci Nesil ve Evlilik mevzusu
Çok zaman sonra ikinci nesil olarak nitelendireceğimiz bu çocuklar büyüyüp
evlilik çağına gelince, feodal toplum değerleri üzerinden kimliklerini inşa
etmiş birinci nesil anne ve babalar için tedirgin edici bir dönem de başlıyordu.
Çünkü çocuklarının yabancı bir ülkede yabancı bir toplumda kendilerinden hem
ruhen hem kültürel olarak uzaklaşmalarını istemiyorlardı. Zaten yıllarca
gurbete yaşamanın getirdiği yabancılaşma duygusu onları o kadar hırpalamıştır
ki, daha fazla "ötekine" ve "bilinmeyene" doğru çemberlerini
genişletmek gibi bir niyetleri hiç yoktu. Kırsal ve feodal değerler dünyasından
post-modern bir kültüre doğru göç etmenin getirdiği belirsizlik, kaygı ve
yabancılaşma, ruh dünyalarını çok tedirgin ediyordu.
Bu sebeple çocuklarını Avrupa’da büyütürken bu gerçekleri referans alarak
tepkisel bir şekilde kendilerine dönük bir dünya inşaat ettiler. Bunun için de
ait oldukları gelenek ve aidiyet duygularını tekrar “re-tradionalisierung”
ederek kriz içinde var olmaya çalışan “benliklerini” garanti altına almaya
çalışılıyorlardı (Identitätsicherung).
Aynı şekilde “öteki” ya da “efendi” tarafından ötekileştirildiklerini
düşünen gurbetçiler, Avrupa’da etnik kimliklerini daha radikal bir şekilde
sahiplenmeye başladılar. Örneğin etnik
kimliği Türk ise daha Türkçü, Kürt ise daha Kürtçü, İslamcı ise daha İslamcı,
Alevi ise daha Alevici oldular. Bu radikal sahiplenme stratejisi tabi ki Kululu
Kürt gurbetçiler için de geçerliydi.
Yukarda da değindiğim gibi bu bir etki ve tepki meselesi, bir yandan kimlik
krizi ile boğuşurken öte yandan sahip olduğunuz “benlik” öteki tarafından
saldırı altındaydı. Ötekinin bu “sembolik şiddeti” karşısından göçmenler de
köklerine ve geçmişlerine daha çok sarılarak bir nevi sabit bir benlik
oluşturma çabasına girdiler. Öteki tarafından incinmiş narsist duygularınızı
ancak ve ancak geçmişinize sarılarak, sahip olduğunuz etnik ve dini değerleri
yücelterek işin tamir edebilirsiniz.[1]
Hatta Avrupa’ya sonradan yerleşen Türkiyeli siyasi kurumlar da bu boşluğu
çok iyi görüp göçmenlerin parçalanmış benlik yapılarını ideolojik kimliklerle
besleyerek yeni kimlik inşasına zemin hazırlarlar. Modern dünyanın kompleks
hayatlarında yönünü kaybetmiş göçmenler için bu kurumlar bir nevi “pusula”
görevi görüyordu. Bunlar kimlik krizini başka bir kimlik inşa ederek telafi
eden ontolojik sorunlara cevap veren ve adeta
bir “rehabilitasyon merkezi” gibi işleyen merkezlerdi. Bu kurumlara
gitmek istemeyen yani çemberin dışında kalan göçmenler ise kendi içlerinde kalmayı
tercih ederek, apolitik fakat son derece feodal bir ilişki ağı içinde kendi
sosyal çevrelerini oluşturdular. Belki başka bir yazıda göçmenlerin yaşadıkları
yabancılaşma ve kimlik problemlerini daha detaylı ele almak gerekir ama biz
şimdilik asıl konumuza dönelim.
Aşiret ve Kabile Milletçiliği
Birinci nesil gurbetçi Kululu Kürtlerin çocuklarını kendi dünyalarına uygun
birileriyle evlendirme arzularının bir diğer sebebi ise yaşadıkları
yabancılaşmaya ek olarak, kültürlerinin temel bir olgusu olan içe kapanmanın
olağan sonucudur. Şöyle ki Kululu Kürtler genel anlamda “Aşiret ve Kabile
Milletçiliği” yüksek bir toplumdur. Bu karakter özelliği sadece kendinden
olanı içine alan, diğerlerini dışarıda bırakan bir anlayışa sahiptir. Kendi
içinde ailelere bölünen Kululu Kürtler mümkün olduğu kadar kabile evlilikleri
ile bu düzeni devam etmeyi arzularlar. Özetle hem sılada yaşanan yabancılaşma
duygusu hem kültürel olarak aktırılan aşiret milliyetçiliği Kululu göçmenlerin
dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar hep bir kabile duygusu içinde bağ
kuramlarına yol açıyordu.
İşte bütün bu gerçeklik üzerine birinci nesil ebeveynler çocuklarını bu
kapalı dünyanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Çocukların ise ailelerinin bu duygusal
taleplerine uymak için birçok sebepleri vardı. Aileyi kökten kaybetme korkusu,
onları duygusal anlamda üzme telaşı ve bunun getireceği suçluk duygusu gibi
nedenlerden dolayı ortak bir konsensüs içinde ailelerin istek ve arzularına
göre hareket ederlerdi. Dolasıyla anne ve babalarının çizdikleri “güvenli” yolu
yürümek zorundaydılar. Bunun karşılığında aileden ve
ait oldukları toplumdan alacakları onay (Anerkennung) post-modern dünyanın
“özgür” fakat bir o kadar belirsiz gerçeğinden daha önemli gibiydi. “Özgür
birey” olma adına ailelerin önerdiği “güvenli” yoldan çıkıp serüvenli fakat bir o kadar belirsiz bir yön
de seçebilirlerdi bu çocuklar. Fakat modern bir dünyanın kaygan zemininde dans
etmek, Konya ovasının kireçli zemini üzerinde halay çekmekten daha yüksek
riskli gibi geliyordu bu çocuklara.
Sonuç olarak böylece ailelerin gönülden onayladıkları yani en iyi
bildikleri şeyi tekrarlayıp evlenme cağına gelmiş çocuklarını doğdukları
köylerdeki kabilelerle ve hemşerileriyle evlendirme girişimleri başladı ve
“ithal damatların ve gelinlerin” dönemine girildi.[2]
Yukarda belirtildiği üzere sosyolojik her olgunun (ithal damat, ithal gelin
gibi) tarihsel arka planını iyice anlamadan onun sonuçlarını analiz etmemiz
mümkün değildir. İnsan ilişkisel bir varlıktır ve her sosyolojik olgu bir öncekinin
sonucu olarak gelişir. Dolasıyla konuyu bu kadar geriden alıp yazmama nedeni
meseleyi bilmeyen okurlar için bir çerçeve çizmekti. Konunun tarihsel ve
sosyo-psikolojik çerçevesini çizdikten sonra artık bu fenomenin bir ürünü olarak ithal damat meselesine sanırım geçebiliriz.
[1] Beck, Elisabeth: „Wir und die Anderen“- Suhrkamp Verlag Frankfurt
am Main 2007. S. 23
[2] Schroedter, J. H. (2011). Transnationale Ehen als Bremsen sozialer Integration: Analysen zu Ehen von Migrantender ehemaligen Anwerbeländer in Westdeutschland. Informationsdienst Soziale Indikatoren, 46, 7-11.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder