Koşullarımız ne olursa olsun, yaşıyoruz ya! Hem bakmayın; kazma kürek yaktırdığına, Mart’a da yakışan bu değil miydi? Önümüz bahardır. Bezdiren, bunaltan bir yanı varsa kışın; melankolik bir hava çökmüşse üstümüze, geçecektir.
fotoğraf: Tuncay Bilecen |
Yaşadığı sürece taklidimi yapacak annem. Ağzına
türlü şekiller vererek, ellerini iki yana açarak, beni çocukluğuma; daha doğrusu
hatırlamadığım yıllara götürecek; böylece gençliğine dönecek o da; uykucu bir
sabahımı bulduğunda, “Annane sobayı yaktı, kalk!” diyecek. Erkenci
çocukmuşum, böyle uyandırırmışım bizimkileri. Kış demek, kızarmış ekmek kokusu
demekti; o keyif nerede şimdi? Ekmeğimizi kazanır olduk, ekmeğin tadı değişti. Anneannem
mangalın üzerindeki maşaya iki dilim ekmek yerleştirir; sarıdan kırmızıya, ondan
da kahverengiye geçen ekmeklere tereyağı sürerdi; yemeden önce seyrederdim,
öyle güzeldi ki renkleri.
Sobalı evlerin zahmeti çoktur; ama sobalı evlerde
büyüyen çocuklar, yanan ve üzerinde kestane kavrulan bir sobanın getirdiği saadeti
hiçbir zaman unutmazlar. Zaten bu kestane merakı da değil mi, beni İzmit’e
getiren? Yıllar önceydi. O zamanki görevim gereği İzmit’e de yolum düşmüştü. İki
arkadaş gün boyunca sınıflara girmiş çıkmış, anlatmış, dinlemiş, çokça yorulmuştuk;
yine de bir
“Ocağı yakıp küle
Bir
patates gömüyorum;
Çocukluğumu diriltmeye…
Şaşıyorum,
Donmuş çamaşırların
Hiç
su bırakmadan
Çözülmesine;
Kar
getirmesine
Güneşin.
Yeniden
Kuş
peşine de düşebilirim,
Belki de.” (Güven Turan, “Kış ve
Düş”)
Sait Faik’in bir hikâyesini hatırladım şimdi. “Kış
Akşamı, Maşa ve Sandalye” adlı hikâyede şöyle diyordu yazar: “Odanın
sessizliği, bir sandalyenin duruşu, duvardaki saatin tik tak’ı sinirime
dokunuyor. Dışarıda kar artıyor. Pencereden görülen manzara dondurucu. İçimden
bir şeyler yapmak geçiyor. Ama biliyorum ki, hiçbir şey yapamayacağım.”
İnsanın çok şey yapmak isteyip de kendini miskin
miskin otururken bulduğu günleri olur. Geçtiğimiz hafta sonu öncesi, bunun
kaygısını taşıdım ben de. Sait Faik’in kalemi elimize geçmiş mi ki oturup hikâye
yazalım? Hem Metin Eloğlu ne diyordu bir şiirinde: “Hadi git azıcık İstanbul
iste”. Sıcaklık 15 derece düşecekmiş, kar yağışı etkileyecekmiş; kimin
umurunda? Yeter ki saatin tik tak’ları sinirimize dokunmasın. Cumartesi
Üsküdar’da hava aydınlık, karda bir naz bir niyaz, uyarılara kulak asmadan
düşmüşüm ya yola; soğuk, kulaklarımdan çekiyor. Karşıda bekleyenim var; uzun
yılların dostluğu, benimle var edenim var. Ertesi günün soğuğu daha da beter,
tipi bu; elimde, kitapçıda torbalara konulan, rica ile koliye yerleştirilen bir
yığın kitap ve dergi, üzerinde adımın yazılı olduğu bir notun iliştirildiği
fotokopiler, armağan kitaplar… Sanki hemen okunacaklarmış gibi, kişi kendini
bilmez mi? Yükü paylaşmanın hafifliği; yoksa yarısı bir süreliğine orada da
kalabilirdi. Yine vapur, yine yol; üstelik “gitme” diyenler, bu kez “dönme, kal”
diyor telefonda. Hissetmediğim ellerimle yüzümü yokluyorum, yerinde olduğunu
anlıyorum. Dıranas’ın bir şiirini hatırlıyoruz; unuttuğumuz mısraları
birbirimizde arıyoruz; sahi, şiiri kaç kişi okuyoruz?
“Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın
uğultusuyla birlikte
Ve
dörtnala, dümdüz bir mavilikte
Kar
yağıyor üstümüze, inceden.
Sesin nerde kaldı, her günkü sesin,
Unutulmuş güzel şarkılar için
Bu
kar gecesinde uzaktan, yoldan,
Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan
Sesin nerde kaldı? Kar içindesin.” (Ahmet
Muhip Dıranas, “Kar”)
Pazar gecesi, oturduğum apartmanın önündeyim. Bütün gün kimse dışarı
çıkmamış, kimse zile basmamış gibi. Ah, inatçı bir çocuk, şöyle avaz avaz
bağırarak, apartmanı birbirine katarak kardan adam yapmak istemedi mi!? Yazık
değil mi? Apartmanın kapısına zor varıyorum; bazı Amerikan filmlerinde olur ya
hani; onlara yakışan bir görüntü: Yakası kürklü ekose montlarıyla yüzlerinden
sağlık fışkıran beyler kar kürerler. Dalgalı sarı saçlarıyla mütemadiyen
gülümseyen bir eş, elmalı turta yapmıştır mutlaka; mutfaktadır. Tam fırını
kapatacakken elinin yanması, yanan elini; yüzündeki ifadeyi bozmadan sallaması
da muhtemeldir. Güzel bir çocuk, merdivenlerden yuvarlanır gibi iner ve aşağıda
kuyruğunu sallayıp duran parlak tüylü köpeğin başını okşar. Böyle alaycı
durduğuma bakmayın, böylesi filmleri severim; hem pazar sabahları iyi gider,
John Wayne belinde silah dolaşmıyorsa eğer. Bu filmlerde, cebinde konyak
şişesi; yüzünde yara izi taşıyan adamlara, tedirgin bakışlarıyla “Jim, az önce
buraya seni arayan bir adam geldi.” diyen kadınlara pek rastlanmaz.
Rastlanmaması, “Amerikan Rüyası”nın; bankadaki para miktarının artmasıyla
sınırlı kalmayışının göstergesidir.
İstanbul dönüşü, pazar gecesi kar altında buldum
İzmit’i. Doğrusu, bu kadarını beklemiyordum. Ankara’da geçirdiğim nice kışın
birinde; bir ay yerden kalkmamıştı kar, ona öylesine alışmıştık ki… Sonra bir
gün bozacı sokağımızdan geçmedi; birdenbire de bahar geldi.
“Kalıcı olan hiçbir şey yok diyordun
An’lar var yalnız ömrü karşılayan
Şimdi sımsıcak bir kar yağıyor yine
Yüreğimin
üstüne yağıyor hiç durmadan
Ellerin nasıl da üşüyor, bozacının
Karlı sesi doluyorken odamıza
Hava
gittikçe kirleniyor bu kentte
Ve
aralıksız kar yağıyor kar yağıyor (Ahmet Telli, “Sıcak Bir Kış”)
Karın
yağması iyidir, hoştur da kış mevsimine “kara kış” dememizin bir nedeni de odur.
Biz ilkokulda okurken “mevsim şeritleri” olurdu sınıflarımızda; bu adla olmasa
da hâlâ varlar, sanıyorum; en çok kış resmini severdim ben; bütün içtenliğiyle
gülen ve çocukları çevresinde birleştiren “kardan adam”ı kim sevmez? Resimdeki
çocuklar neşeli ve sağlıklı çocuklardı; “Kibritçi Kız” masalını sanki hiç
okumamışlardı. Yıllar geçmekteyken bir şarkı değdi kulağımıza: “Gelme kış,
gelme / Yağma kar, yağma / Köylümü, kentlimi / Soğukta koyma!” Kar ve kış, öyle
pek de arzu edilecek bir şey değildi. Sonra, Adamo’nun yıllara meydan okuyan
şarkısı bizi de buldu; Türkçe sözlerini Fecri Ebcioğlu’nun yazdığı şarkı, “Her
yerde kar var / Kalbim senin bu gece” diyordu; birini gerçekten sevmiş gibi
dinliyorduk; ama ülkemizde, kışa hâlâ “kara kış” deniyordu. Haberler değişti;
haber spikerleri değişti; bazı haberlerse hiç değişmedi: “Türkiye kara teslim
oldu”; “yoğun kar yağışı nedeniyle okullar tatil edildi”; “kar yağışı ulaşımda
aksamalara yol açtı”, “iki kişi donarak öldü”…
Koşullarımız ne olursa
olsun, yaşıyoruz ya! Hem bakmayın; kazma kürek yaktırdığına, Mart’a da yakışan
bu değil miydi? Önümüz bahardır. Bezdiren, bunaltan bir yanı varsa kışın;
melankolik bir hava çökmüşse üstümüze, geçecektir.
Elinize yüreğinize sağlık efnan hocam💐🤌
YanıtlaSil