Hakan Günday’ın Zamir adını taşıyan romanı, yeni bir bin yıla (2000) girmeye hazırlanan bir dünyada geçiyor. Kitapta her ne kadar o yıllarda şahit olmadığımız olaylar yer alsa da bu kurgusal dünyanın günümüze dair pek çok göndermesi bulunuyor.
Tuncay Bilecen
Kitaba
ismini veren Zamir, hayata gözlerini, acılı bir coğrafyada, Türkiye – Suriye
sınırında açar. Fakat bu acılı coğrafya, bir dizi tesadüfler sayesinde bir
bakıma Zamir’in şansı olacaktır. Mülteci kampında patlayan bir bombayla yüzünü kaybeden
Zamir uzun süren bir ameliyatın ardından hayata döndürülür. O artık medyanın da
ilgi odağında olan bir yıldızdır. Böylece hayatı kurtulan Zamir, kısa bir
sürede birçok dili konuşabilen bir dünya vatandaşı olacaktır.
“Örneğin
onlarca kamera karşısında, henüz 4 yaşındayken kendisine bir Türkiye
Cumhuriyeti kimliği uzatan Aile ve Sosyal Politikalar bakanına önce İngilizce,
sonra Arapça ve en sonunda da Türkçe teşekkür etmişti. Milyonlarca mülteci
çocuk BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden daha bir kimlik kartı bile
alamazken Zamir’e bir de İsviçre ve ABD pasaportları verilmişti. Böylece
Zamir’in üç vatandaşlığı ve elbette bir de soyadı olmuştu” (s.163).
Ancak
Zamir’in “zehirli” bir tarafı da vardır. Yaralı kimliği daha çocukluğundan
itibaren dokunduğu kişilerde derin izler bırakır. Onu uzun ve yorucu bir ameliyatın
ardından hayata döndüren Doktor Asbjörn bu operasyon sonrasında alkolik olur ve
mesleğinden uzaklaşır. “Sonra şunu fark etti: Hiçbir şey hissetmiyordu. Sanki
hayatı boyunca bir daha hiçbir şey hissetmeyecekti…” (s.15).
“İşte
o hissizlik devam etsin diye… Açtım o şişeyi, diktim kafama… Sonra bir baktım,
yıllar geçmiş ve ben günde iki litre viski içiyorum. Sonunda becerdim alkolik
olmayı. İşe de yaradı bence. Çünkü hâlâ hiçbir şey hissetmiyorum” (s.16).
Zamir,
onun ameliyatının ardından dünyası değişen, hekimliği bırakan ve alkolik olan
Asbjörn için daha sonra şunları söyleyecektir: “Sonuçta Asbjörn adalet ve
eşitliğin olmadığı bir dünyada doğduğu için aklı başında her insan gibi
depresyona girmiş ve alkolik olup sirozdan ölmüştü. Ameliyat ettiği son kişi
bendim. Son hastası… Sonra da kendisi hastalanmıştı. O gece benden ölüm
bulaşmıştı Asbjörn’e” (s.25).
Yaşadığı
talihsiz olaylar sonrasında mucize mukabilinde hayata dönen ve sembol bir isim
haline gelen, yüzü ve mimikleri olmayan Zamir artık uluslararası yardım
kuruluşlarının “reklam yüzüdür.” “Zamir’in şöhretinden yararlanarak başlatılan,
Suriye iç savaşında yaralanmış bebekler için yürütülen kampanyada kısa süre
içinde milyon dolarlar toplanmıştı” (s.157).
Yardım
kampanyaları için düzenlenen toplantılar için o ülkeden bu ülkeye koşturan Zamir
sahnedeki dokunaklı performansına rağmen yaptığı işe karşı son derece
duygusuzdur. “Belki de insanlarla
böylesine iyi anlaşmamın nedeni, aramızda ortak bir nokta olmasıydı. Benim
yüzümde de mimik yoktu. Dolayısıyla hepimiz yüzsüzdük” (s.140).
Yardım
kuruluşlarının maskotu durumunda olan Zamir, çok geçmeden bu işin bir sektör
olduğunu anlayacak, bu kuruluşların kamuoyuna sergiledikleri yüzleriyle gerçekte
yapılanların birbiriyle pek örtüşmediğini fark edecektir. Bu da onda, kendisine
ve yaşama dair derin bir sorgulama süreci başlatır. “Yoğun ve siyah bir duygu, denize dökülmüş
petrol gibi içimde yayılacak, aklımda ne varsa silinecek, geriye sadece iki
soru kalacaktı: Neden o kampta ölmedim? Neden hayatta kaldım?” (s.22).
Zamir’in
“dünya barışı” adına çalışma yürüttüğü First World Peace Foundation’ın merkezi
Cenevre’dedir, 66 başkentte bürosu ve 871 çalışanı bulunmaktadır. Bu noktada, kitabın
en önemli mesajlarından birinin de sivil toplum örgütlerine yönelik olduğunu
söyleyebiliriz. Sivil toplum örgütlerinin içindeki çekişmeler, politikacılarla
yürüttükleri gizli ve kirli ilişkiler velhasıl vitrindeki görünümleriyle dışa
yansımayan yüzleri kitabın ana izleklerinden birini oluşturuyor. Bu bakımdan Zamir’i
uluslararası sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına ilişkin eleştirel bir
değerlendirme olarak da ele almak mümkün.
“Yedi yıldır yolcu koltuğunda
oturduğu, Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluş marka araba sanki bir duvara
çarpmıştı. Ve şimdi, yardım kuruluşlarının herhangi bir şirketten farksız
olduğu gerçeği bir airbag gibi yüzünde patlamış, bu yüzden de burnu
sızlıyor, göğsü ağrıyor ve nefesi daralıyordu. Çünkü bir kuruluşun kâr amacı
gütmediğini ilan etmesi, ayakta kalmak için er geç her türlü sahtekârlığı yapabileceğinin
de ilanıydı” (s.129).
Uluslararası
alanda faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerine ilişkin bu mesafeli tutumu
kitap boyunca sürdüren Hakan Günday, bu kuruluşların “hayır işi” olarak görünen
faaliyetlerinin arkasındaki finansal, politik ve diplomatik ilişkiler üzerinden
kapitalizmin sosyal adaletini okuyucuya sorgulatıyor. Bu minvalde
kitaptaki en can alıcı ifadelerden biri de bir konuşma sırasında Zamir’in
ağzından çıkıyor: “Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur ve sizi her
kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!” (s.339).
“Buna
göre kapitalizmin başkenti olan New York hayır işi sektörünün de merkeziydi. Ne
de olsa bu sektör ancak gelir adaletinin bulunmadığı yerlerde serpilebiliyordu.
Bireyin sosyal devlet tarafından korunmadığı coğrafyalar bu iş için idealdi.
Çünkü o bölgelerde devlet aradan çekilmiş, yoksullar zenginlerin insafına
bırakılmıştı” (s.208).
Göç
konusu Günday’ın diğer kitaplarında da sıkça rastladığımız bir izlek. Zamir’i
bir “göç kitabı” olarak değerlendirmek mümkün olmasa da romanda mülteci
kamplarının içinde bulunduğu durumdan, göçün yarattığı psikolojik tahribata,
göçmenlerin karşı karşıya kaldığı ayrımcı muameleden göçü ortaya çıkaran sebeplere
kadar göçe dair birçok tasvir ve tespit bulmak mümkün.
“Savaştan önce, Şam’ın en büyük hastanesinde
yoğum bakım hemşiresi olarak çalışan kadın, kendisi için kurulmuş olan çadırda,
çok uzaktaki başka bir şehirde yeniden yoğun bakım hemşiresi olacağı günü
bekliyordu. Ama böylesi bir ihtimal hayli düşüktü. Çünkü mülteciler sadece
evlerini değil, mesleklerini de terk ederler” (s.99).
Gelelim
kitabın temel sorunsalına… Zamir, kendi kurgusal gerçekliği içinde popülist
yönetimlerin nasıl bir otoriterliğe evrilebileceğine ilişkin canlı örneklerle
dolu. Bu yönüyle kitabı, siyasal popülist bir distopya olarak değerlendirmek de
mümkün. Öyle ki sözünü ettiğimiz bu dünyada Türkiye’de “Allah var mı, yok mu?”
diye bir plebisit (referandum) yapılıyor, Almanya’da ülkede yaşayan Türkleri
kovmak için Veda Yasası çıkarılıyor, İngiltere’de göçmen topluluklarını
kontrol etmek amacıyla nüfus mühendisliği politikaları hayata geçiriliyor, güya
dünya barışı için hareket eden bir takım sivil toplum örgütleri Afrika’daki
asker diktatörlerle “barış adına” kirli işler çeviriyor.
Zamir’de siyasi
popülizm, demokrasiyi içten içe yok eden bir virüs gibi resmediliyor. Kitleler;
cinsiyetçi, ırkçı, ayrımcı sloganlarla tahrik edildikçe popülist, çoğunlukçu
rejimlerin kendilerini tahkim etmeleri kolaylaşıyor. Böylece ayrımcı
söylemlerin öznesi olan azınlıklar ve göçmenler bu politikaların ilk kurbanları
haline geliyorlar.
Zamir
bugün
“demokratik” olarak bilinen Batı dünyasında rüzgârın nasıl tersine dönebileceğine
ilişkin işaretler taşıyor. Almanya Federal Meclisi’nin çıkardığı Veda Yasası
bunlardan biri. Bu yasayla Türkler bir zamanlar kitlesel olarak göç
ettikleri Almanya’dan kovuluyor. İş bununla da kalmıyor, Türkiye hükümeti
kapalı kapılar arkasında Almanya ile bu konuda para pazarlığı yapıyor. Zamir’de
bu yönüyle bugüne ilişkin birçok gönderme yer alıyor. Örneğin bu anlaşma hemen
aklımıza 2016’da Avrupa Birliği ile Türkiye arasında Suriyeli sığınmacılar
üzerinden yapılan 6 milyar Euroluk anlaşmayı (dirty deal) getiriyor. Bu
anlaşmaya göre 20 Mart 2016’dan itibaren Yunan adalarına geçerken yakalanan her
göçmen Türkiye’ye iade edilecek, Türkiye bunun karşılığında AB’den para
alacaktı.
Aynı
dönemde Britanya’da göçmenlerle ilgili başka bir ayrımcı gelişme yaşanıyor ve
“fayda endeksi” adı altında göçmenler topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel
faydalar nispetinde puanlanıyor. Bu puanlamanın ardından azınlıkların ideal
nüfus sayısına ulaşılıyor. Günümüze gelecek olursak Brexit referandumu
öncesinde AB’den ayrılma yanlısı olanlar da benzer bir fayda maliyet hesabı
içine girmemişler miydi?
“Bir
hayvanat bahçesi kuruyorlar aslında! Hangi hayvanı alalım? Hangi kafese kaç
tane hayvan koyalım? Buna karar veriyorlar!” (s.64).
Zamir, göçmenler
ülkelerine bu şekilde bir tehcir hareketiyle kovulmasalar bile zihinlerde
çoktan kovulduklarına ilişkin örneklerle dolu. “Oysa etraflarına biraz daha
dikkatli baksalar, çoktan kovulmuş olduklarını görebilirlerdi. En azından
zihinlerinde… Çünkü çok uzun zamandır kendileriyle aynı asansöre binmemek için
çaba sarf eden ya da yüzlerini görmemek için metroda gözlerini kapatıp uyuyormuş
taklidi yapan ve elbette sokakta yan yana gelmemek için kaldırım değiştiren
milyonlarca Alman vardı” (s.113).
Son
olarak, Zamir’de insana dair birçok tespitin bulunduğunu eklemek
gerekiyor. Modern hayatın koşturmacası ve telaşı içinde insanın durup kendisine
bakamaması bunlardan biri örneğin. “Etrafımdaki herkesin acelesi vardı. Ama bir
havaalanında olduğumuz ve binecekleri uçaklara geç kaldıkları için değil. Acele
etmeye bağımlı oldukları ve acele etmeden nasıl yaşanır bilemedikleri için.
Çünkü bu çağda her şey acildi.” (s.38).
“Aslında şimdi düşünüyorum da birini
keşke aramasaydım! Bir yere gidilecekse hemen gidelim istiyorum! Bir şey
yapılacaksa hemen yapılsın! Onun için de yıllarca hiç durmadan, bir oraya bir
buraya koşturdum.” (s.98).
“…
Havalimanı’na inene kadar, yanında duran çello kutusuna baktım ve içindeki
çelloyu çaldığımı hayal ettim. Ancak aklım o kadar doluydu ki hayalimde bile
çalamadım.” (s.175).
Özetle
Hakan Günday’ın Zamir adına taşıyan romanı kurgusal bir dünyada
yaşananları anlatsa da içinde günümüz dünyasına ilişkin birçok gönderme
barındırıyor. Popülist politikaların Batı demokrasileri için taşıdığı tehdit ve
bu politikalardan kimlerin nemalanacağı kimlerin ise kurban olabileceği
bugünden bakıp Zamir’de göreceğimiz konular…
* Bu yazı, Göç Dergisi'nin 9(1), 2022 sayısında yayınlanmıştır.
https://dergi.tplondon.com/goc/issue/view/89
Hakan
Günday, Zamir, Doğan Kitap, 2021, 368 sayfa.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder