Londra’nın doğusunda, Hoxton bölgesinde yaşayan “Veysel Baba” ismiyle tanınan Veysel Yıldırım, binlerce sanat eserinin bulunduğu evinin kapısını sanatseverlerin ziyaretine açtı. Veysel Baba ile “Sistine Chapel London” namı diğer “Veysel Baba Sanatevi”’ni konuştuk.
Tuncay
Bilecen
Veysel Baba namıyla bilinen Veysel Yıldırım’ın Londra’nın Hoxton
bölgesindeki evini sanat galerisine çevirdiğini kendisinden aldığım bir e-posta
ile Ağustos ayında öğrenmiş, “Sistine Chapel London Sanatevi 1 Eylül’de
açılıyor” başlığıyla bu konuyu Olay gazetesinde haberleştirmiştim.
Aylar sonra kendisinden aldığım davet üzerine bu sanat evini ziyaret ettim
ve on beş bini aşkın eserin sergilendiği ve bu nedenle Guinness Rekorlar
Kitabı’na girmeye hazırlanan evinde nevi şahsına münhasır kişilik Veysel Baba’dan
“Sistine Chapel London”ın hikâyesini dinledim.
Veyse Baba, yaşadığı
evi kocaman bir galeriye çevirmiş. Tuvaletinden, banyosuna, mutfağından,
balkonuna kadar evin her yanı sanat eserleriyle dolup taşıyor. On beş bine
yakın resmin bulunduğu evde saatten, çakmağa, değişik takılardan, oyuncaklara
kadar yüzlerce obje de yer alıyor.
Ünlü
ressamların resimleri sadece duvarlara asılmamış, mutfak dolaplarının içinden evin
her odasının tavanına kadar baştan sona nizami bir şekilde evin her yerini kaplamış
durumda. Üzerimdeki şaşkınlığı biraz attıktan sonra sohbete başlıyoruz.
“Veysel Baba,
seni biraz tanıyalım. Biraz kendinden bahseder misin?”
“Ben bu ülkeye
1988'de geldim. İlk dönemim biraz sarsıntılı oldu. Londra’ya ilk geldiğimde İngiliz
kültüründe çok önemli bir yeri olan pub kültürü beni çok etkilemişti. Bir
caddede 10-15 tane pub olurdu. Bizdeki kahveler gibi insanlar orada toplanır,
sosyalleşirlerdi. Ben de buralara sık sık gider, II. Dünya Savaşı'nı yaşamış
yaşlı insanların anılarını dinlerdim. Londra'nın bombalanma dönemlerini falan
anlatırlardı. O kuşak öyle yavaş yavaş vefat edip bu dünyadan çekilince yerlerini
farklı insanlar doldurmaya başladı. İrlandalılar gibi direnenler olsa da sonra
o kültür yok oldu.
Siz de o
kültüre kendinizi kaptırdınız mı?
Kaptırdım yani.
Şöyle ki belki 1000'e yakın puba gitmişimdir. Hepsinin başka bir tarafı beni
çekerdi; bazılarının dışarıdan görünüşü, bazılarının camları, bazılarının
dekorasyonu, bazılarınınsa insanları... Otobüste olsa iner, burada da bir
şeyler içeyim havasını koklayayım derdim. Çünkü oraya insanlar 50 sene, 60 sene
boyunca gitmiş, hayatları oraya sinmiş, gittiğinizde o enerjiyi alıyordunuz
yani orada.
Peki bu sanata
olan ilgi ne zamanlarda başladı?
Ben Türkiye'de
serigrafiyi ilk yapan kişilerden biriyim. İtalyan baskı tekniği vardı. İpek
baskı. O zaman bu tip matbaalar yoktu. Önce bir rengi basıyorduk, o kuruyunca da
aynı kalıba başka bir rengi … Kartvizitler bile serigrafi ile yapılıyordu, 70'li
yıllardan bahsediyorum. Örneğin bu şekilde TRT'nin ilk amblemini ben yapmıştım.
O logoyu TRT kullandı birkaç sene.
Peki buraya gelince sanat işlerine nasıl yöneldiniz?
Sanattan hiç
kopmadım. Burada bir gazetede 2-3 sene boyunca Karacaoğlan, Dadaoğlu, Yunus
Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal, Erzurumlu Emrah gibi Anadolu erenlerinin hayatlarını
5-6 bölümlük diziler halinde yazdım. Sonra baktım çok fazla ilgi gösteren yok
vazgeçtim. Yavaş yavaş kendimi toplumdan soyutladım. Pub hevesimi de bir kenara
bıraktım tamamen koleksiyon işine yöneldim.
Ne zaman
başladı bu merak?
Bu 2000'li
yıllarda başladı. Önce kendi odamı bir sanat odası haline getirdim. Çok sık sanat
galerilerine, antikacılara gitmeye başladım. Çok özel eşyalar oluyordu, I.
Dünya Savaşı’ndan kalma madalyalar, kılıçlar, bıçaklar… Kitaplar, eşyalar,
takılar… Özellikle kitaplar… Günde 10-15 tane kitap aldığım günler oluyordu. 50
sene sonra, 60 sene sonra bu kitaplar olmayacak diyordum. Belki birkaç kişide
kalacak, alayım biriktireyim yani.
Böyle bir
biriktirme merakı vardı mı sizde? Burada birçok değişik obje gördüm.
Var tabii. Altı
yüz kırk yedi parça antikam vardı. Onlar bir defoda duruyordu. İşte o defo
soyulunca bir kısmı gitti yani. Çünkü burada güvenlik dolayısıyla eve
koyamıyordum. Çok değerli şeylerdi. Onlar öyle çalındı gitti. Sonra evim
soyuldu. Tekrar başladım biriktirmeye. Bir daha soyuldu. Tekrar başladım.
Bir süre sonra
çizim işine ağırlık verdim. Yeniden grafik işine başladım. Evi tamamen bir
sanat evine dönüştürmeye karar verdim. 15-20 senelik çalışmayla burayı böyle
bir sanat evine çevirdim. Akrilik işine yoğunlaştım. Şu anda 500-600 parça kendi
resim çalışmam var. Bunlardan 50-55 tanesi akrilik.
Peki bu kadar
çalışma nasıl sığacak bu eve?
İnan samimi
söylüyorum. Çok rahatlıkla bir stadyumu dolduracak kadar şu anda elimde materyal
var. Bununla ilgili olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na başvurduk. Guinness'ın
Türkiye yetkilisi Aydın Bey var, ilgileneceğini söyledi. Burada 15 bin resim var
şu anda, sayılması ve belgelenmesi çok masraflı. O yüzden çareler arıyoruz.
Bu evle ilgili
planınız nedir geleceğe dair?
Bir vakıf kurarsam
o vakıf aracılığıyla burayı kalıcı hale getirebilirim. Benim vefatımdan sonra o
vakıf devam ettirebilir. Belediyeden satın almak istiyorum burayı, değer mi,
değmez mi bilmiyorum, çok kararsızım bu noktada. Bazen buradaki her şeyi Tunceli’deki
köye götüreyim ve orada bir müze kurayım diyorum. Orada hem bir cemevi gibi hem
böyle müze gibi faaliyet gösterecek; insanlar kışın kar yağdığında gelecekler,
kadınlar çocuklar sobanın etrafında oturacaklar ve sanat eserleriyle, duvarları
resimlerle dolu yerde kalacaklar diye hayal kuruyorum. Vakıf aracılığıyla da burası
sürekli ayakta kalabilir.
Buradaki eserler
size ne hissettiriyor?
O kadar derin
ki bazen bir resmin karşısında saatlerce oturabiliyorsunuz. O resme daldığında
bir insanı alıp götürebilir yani. Bazı resimler var mesela, girdiğinde o resme
çok rahatlıkla bir romanı doldurabilecek konu çıkarabilirsin. Anlıyor musun demek
istediğimi? Renklerin karışımı, renklerin uyumu, oradaki şekiller… Tedavi gibi
bir şey yani. Bu çalışmalar rehabilitasyon merkezlerindeki, tedavi
merkezlerindeki kişilere iyi gelebilir, onları çok farklı bir dünyaya
götürebilir.
Peki burada
sergilenen eserler bakımından her odada farklı bir tema mı var?
Bir odayı
tamamen Michelangelo'ya adadım. Sistine Chapel Roma'ya. Biraz dinsel terimler
var yani bir odada. Orta salonda tamamen özgün türden çalışmalar var. Mutfak
30'lu yıllardan kalma poster artlarla dolu.
Gördüğünüz gibi
ayrıca birçok da eşya var. Örneğin 100’den fazla saati hediye etmişimdir. Çünkü
evde koyacak yer yok. Yatak altlarına koyuyordum. Üzülüyor, birisi yeni bir yer
açtığında ona hediye olarak götürüyordum.
Benim dünyam bu
yani. Başka bir şey bilmiyorum; ya antikacıları dolaşacağım ya kitap alacağım
ya sanat galerilerini dolaşacağım ya da evde çizim yapacağım, yazı yazacağım,
hikâyeler, derlemeler kaleme alacağım.
Sanata ilgi
duyan herkesi bu dünyaya dahil olmaya, buradaki sanat eserlerini görmeye davet
ediyorum…
Veysel Bey çok
teşekkür ederim beni burada ağırladınız.
Ben teşekkür
ederim. Çok sağ olun.
Yer: Sistine Chapel London
Adres: Flat 8 Kinder House, Cranston Estate London N1 5EJ
Telefon: 020 76 83 04 81
👉Söyleşiyi Spotify'dan dinlemek için tıklayın!
Hiç yorum yok
Yorum Gönder