Murat Sevinç, Hey Garson’da “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenleri ve dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor; gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.
TÜRKİYE’Yİ TERK ETME İSTEĞİ
Türkiye’den kaçıp gitmek isteği son birkaç yılda özellikle orta sınıfların ana gündem maddelerinden biri. Bu konuda yapılan akademik çalışmalarda Türkiye’nin istikrarsız politik yapısı ve kendilerini kısıtlanmış hisseden kesimlerin varlığı kadar bu kesimlerin çocuklarının geleceğine ilişkin kaygıları da göç etme nedenleri olarak öne çıkıyor. Sevinç, günümüz dünyasında geçmişe kıyasla mobilize olmanın kolaylığını vurguladıktan sonra kaçıp gitme isteğinin nedenlerini şu şekilde ifade ediyor: “Koca memleket bu niteliklerden ibaret değil kuşkusuz, ancak iyi ve güzel olan her ne varsa görünmez hâle geldi; şirretliğin, kibrin, duyarsızlığın ve kinin, tozu kiri altında. (…) Sıkıldı çocuklar. Daha fazla imkân var artık ellerinde. Burada bir gelecek görmüyorlar. Bana kalırsa hatalı ve fazla aceleci bir öngörü bu, ama hâl böyle. Yalnızca iş güç seçeneklerinden söz etmiyorum. Eğitimli orta sınıfın yaşam tarzı kaygısı, başlıca umutsuzluk nedeni. Gezi eylemlerindeki ‘bana karışma’ talebinin temsilcilerinden söz ediyorum. Türkiye’ye bakınca tarikatları ve eli palalı serserileri görüyorlar. Kaba sabalık, nobranlık, hoyratlık görüyorlar. İnşaat, top toprak görüyorlar. Trafikte kırmızı ışık yanınca duracak kadar olsun ‘uygarlaşmayı’ reddedenleri görüyorlar.” (s. 75)
Gençlerin
çareyi ülkeyi terk etmelerinde bulmalarını Türkiye’ye özgü sebeplerle
sıralayarak anlamaya çalışan yazar, kendi kişisel tarihinden verdiği örneklerle
kaçıp gitmenin bir kurtuluş olamayacağını kaçılan yerde yaşanacak olası
güçlükleri de vurgulayarak anlatıyor. Bu
yüzden daha kitabın başında şunu söylüyor: “Bugün sıklıkla dile getirildiği
gibi ‘Türkiye’den kaçmak’ için değil, aksine bir an önce memlekete dönüp
istediğim işi yapabilmek için gittim Londra’ya.” (s.12).
“MUTLAK YALNIZLIK İÇİNDE PARASIZLIK”
Zincirleme bir etkileşimle eğitimli kesimlerin bir bir ülkeyi terk etmesinin geride kalanlarda yaratacağı hayal kırıklığı ve ülkenin böylece çoraklaşacak olması kitabın izleğinde yer alan diğer bir husus. “Taş yerinde ağırdır” mesajını örtük alarak kitabın genelinden alıyor okur. Murat Sevinç, Robert Fisk’le tesadüfen tanışmasını ve Fisk’in kendisine bu minvaldeki sözlerini de kitaba konu ediyor: “Çok efendi, kibar tavırla, coğrafyamızı ve Türkiye’yi iyi tanıdığını, çok sevdiğini, şahane bir ülkemiz olduğunu, mutlaka dönmem gerektiğini anlattı. ‘Eğer burada kalırsam, her ne iş yaparsan yap eninde sonunda ikinci sınıf muamelesi görürsün ve hiçbir zaman kendini çok iyi hissetmezsin’ dedi. Şunu ekleyerek; ‘İngiltere’nin sana ihtiyacı yok, ama ülkende yararlı olabilirsin, eğitimli insana ihtiyacınız var.’” (s.72)
Bir buçuk yıllık
“göçmenlik” deneyiminin dil öğrenmek, farklı kültürlerden insanları tanımak
kadar yazara kattığı bir şey daha var, o da zor koşullarda hayatta kalmayı öğrenmek
olarak ifade edilebilir. Bu, bir bakıma göçmenliğin kısa süreli bir tatbikatını
yapmak anlamına geliyor. Dil bilmeyen, paraya çevirecek bir vasfı olmayan ve
kaçak olarak çalışmak zorunda kalan
milyonlarca göçmenin yaşadıklarının bir benzeri… Yazar bunu Türkiye’de tecrübe
edilenle kıyaslayarak “mutlak yalnızlık içinde parasızlık” olarak ifade ediyor:
“Orada deneyimlediğim parasızlık, Türkiye’dekinden farklıydı. Burada, başınız
sıkıştığında birine gider, borç bulamazsanız bile hiç olmazsa çay kahve içip sohbet
edersiniz. Yurtdışında yoksulluğun ileri bir evresi olan, ‘mutlak yalnızlık
içinde parasızlık’ duygusuyla tanıştım. İlk zamanlarda en yoğun hissettiğim
duygu buydu. Yalnızlık.” (s. 50)
“HAYATTA KALMAK İÇİN ÇALIŞMALIYIM”
Dil kursunun ücretini ve kaldığı süre içindeki masraflarını çıkarmak için neredeyse haftanın her günü çalışmak zorunda kalan yazar, bu sayede Londra’daki restoranlarda çalışanların koşullarına ilişkin gözlem ve kıyaslama yapma imkânı da buluyor. “Londra’da dokuz ayrı lokantada çalıştım. Biri Türk, diğer sekizi yabancı mutfaklardı. Yalnızca iki lokantada, akıl almaz bir biçimde emeğimin karşılığı olan bahşişler garsonlara verilmiyordu.” (s. 40). Bu kısımda üstü kapalı olarak Londra’daki Türkiyeli etnik ekonomiye de değinilmiş oluyor; çünkü etnik ekonomiler bir bakıma yeni gelen göçmenlerin hayatta kalmaları için bir sığınak görevi görürken bu ekonominin hızla gelişmesini sağlayan ucuz ve uysal emeği de kolayca bulmuş olurlar. “Orada çalıştığım beş buçuk ay boyunca, iki hafta dışında verilen yemek, pilav ya da makarnaydı. Dedim ya, adamcağız nereden sömüreceğini bilemez hâldeydi. (…) Üç beş kez et yemeği verildiğini hatırlıyorum; o da Ramazan ayındaydı. Müslüman ya bizimki, insafa gelmişti demek ki!” (s. 41).
Etnik
ekonominin içerisinde işletme sahibi olarak çalışmanın da kendine özgü
zorlukları vardır. Göçmenliğin ilk yıllarında edinilen “hayatta kalmak için
çalışmalıyım” motivasyonu bir süre sonra bir yaşam tarzı haline gelebilir.
Aslında böylece göçmen beraberinde getirdiği ne kadar yaratıcı özellik varsa
onları körlemekle meşguldür, çünkü ayakta durmaya çalışmaktan kendini
gerçekleştirmeye zaman bulamamaktadır. Bu tür özellikleri yoksa bu sefer
istikameti para kazanmaktan ibaret olan bir yaşam tarzını benimseyecek, bu defa
bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışma ve para kazanma hırsı esir alacaktır göçmeni.
Murat Sevinç’in tanıdığı restoran sahiplerinden biri de böyle biridir, onlar
sıfırdan başlayan ve belli bir servet eden göçmenler gibi yaşamlarını sürekli
ertelemekle meşguldürler. Yıllar sonra ziyaret ettiği “patronunu” yine
bıraktığı yerde bulur: “Aylarca, artık işi bırakacağını, gönlünce gezeceğini
anlattı bana. Yıllar sonra Londra’ya gittiğimde uğradım. Oradaydı. Çok sevindi
beni gördüğüne. Kahve içtik. İşi bırakacağını, gezmek istediğini söyledi! Nasıl
çok kızabilirim ki bu insana, mümkün mü?” (s. 57).
MUTLAK YALNIZLIK
Bunun bir başka yansıması ise göçmenliğin cefa döneminden sefa dönemine geçenlerin bir başka deyişle sınıf anlayıp da bilinç olarak sınıf atlayamayanların başarı öykülerini her önüne gelene bıkmadan usanmadan anlatmalarıdır. “Biz de sıfırdan başladık ve bu hallere geldik” temalı hikâyeyi defalarca dinleyen kişinin ilk defa dinlemiş gibi tepki göstermesi teamüldendir. Kitabın yazarının yolu böyle Türkiyeli bir işverenin sahibi olduğu zincir restoranlardan birine düşer. “Dedikodu gibi olacak ama bu Türk lokantasının sahibi, haftada iki üç kez çalışanlarını toplayıp hayat hikâyesini anlatıyordu. Kabul, sıfırdan başlayıp olağanüstü başarıya ulaşmış. Etkileyici bir yaşamı vardı var olmasına da, bir kez dinleyince anlaşılan bir hikâyeyi defalarca dinlemek bezdiriciydi. O da öyle tatmin oluyordu belli ki.” (s. 66).
Londra
göçmenler açısından ilk yıllarda yaşamanın bir zor olduğu bir şehir olduğu
kadar çok kültürlü yaşam tarzıyla bir o kadar da renkli bir şehirdir. “Mutlak
yalnızlık” olmasa Londra’nın yoksulluğu daha bir dayanılabilir yoksulluktur. “Orada
yaşadığım süre içinde, elimden geldiğince yararlanmak, görmek ve duymak gibi
bir hevesim vardı. Tüm bunları, ayda kırk sterline, bolca yürüyerek ve
sonrasında çalınacak bisikletim sayesinde yapabiliyordum.” (s. 42).
“Hey Garson”da yirmili yaşlarda Londra’nın çok
kültürlü dünyasına ayak basan bir gencin farklılıkların birarada yaşamasına ilişkin
deneyimine de yer veriliyor: “Yalnızca
eşya, ev, kıyafet farklılıkları değildi tabii, her ne demekse, o zihin
terbiyesine yol açan. İnsanlar. Örneğin, İstanbul’da eşcinsel arkadaşlarım
vardı ama bunu gizliyorlardı. Hele ki bizim muhitlerde açıkça o kimlikle
yaşamak ne mümkün! Adı anılamıyordu belli ki. Ben biliyordum, onlar da benim
bildiğimi biliyordu ama herkes biliyormuş gibi davranıyordu! (…) Oysa Londra’da
o yaşta ilk fark ettiğim şeylerden biri, cinsel yönelimlerin başka türlü
olabileceği, özgürce dile getirebileceğiydi. İlk karşılaşmalarımda ne
yapacağımı bilemedim. Çok yadırgadım, şaşırdım. Hatta, anlamakta zorlandım. (s.
55).
ASGARÎ NEZAKETTE BULAŞABİLMEK
Kitap, sadece “bu ülkeden gitmenin vakti geldi” diyenlere seslenmiyor. Dışarıdan bir gözle bizim halimizi bize anlatıyor. Hey Garson’da Türkiye’de sosyal hayatta gördüğümüz nezaketsizliklere dair de “karşılaştırmalı dokundurmalar” yer alıyor. Murat Sevinç, ısrarla bu kabalık meselesini gündemde tutuyor. Bir taraftan da Türkiye’de kamusal alanda şahit olduğu tatsızlıkları böylece gündeme getiriyor. “Bir de tabii, ‘lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ ifadeleri. İlk paragrafta, Türkiye’deki garsonlar kim bilir neler çekiyor, demiştim ya, işte o mevzu. Dilin ve davranışın parçası bunlar. Ben garsonlara nasıl davranılması gerektiğini ve Türkiye halkının bu konularda ne denli vahim durumda olduğunu Londra’da fark ettim. Vahametin çok önemli bir nedeni, her zaman altını çizmeye çalıştığım, karşısındakini ‘eşit kabul etmeme’ sorunundan kaynaklanıyor. (…) Türkiye’deyse ortalama bir lokanta müşterisi, garson yokmuş gibi davranır. Akıl almaz bir durum bu. Konuşmaz, teşekkür etmez, ‘lütfen’ demez, vesaire. Türkiye’de lokantaya gitmek, hele ki alışık olmadığınız bir mekânsa, pek çok açıdan eziyet aslına bakılırsa ancak beni en çok rahatsız eden ve sinirlendiren şey, müşterilerin garsonları görmezden gelmeleri. (s. 34). Türkiye’de servis sektöründe çalışan insanların görmezden gelinmesine, kamusal alanda insanların birbirleriyle eşit ilişki kuramamasına birçok yerinde değiniliyor kitabın. “Bu yazı bir öneriyle, ricayla bitsin. Hani torun tombalak AVM’ye gidiyor ve acıkınca üst kattaki atıştırmacılara oturuyorsunuz ya… Hani siz o koridorlarda köftenizi yerken, çevrenizde üniformalar içinde birileri dolaşıyor, tepsilerinizi alıp götürüyor ve sonrasında sizin döküntülerinizi temizliyor… Hatırladınız mı o üniformalı kadın ve erkekleri? İşte o kadın ve erkekler bir iş yapıyorlar ve sizlerle eşit yurttaşlar. Bir gün olsun, o insanların ‘var’ olduklarını fark edip ‘merhaba’ diyebilir, teşekkür edebilir, hâl hatır sorabilirsiniz. Hiçbir farkınız yok. Eşitsiniz. Başka işler yapıyorsunuz yalnızca.”(s. 70).
Hey
Garson, sadece Türkiye’nin yeni göç ikliminin aktörlerine seslenmiyor;
gidenlere, gitmek isteyenlere ve kalanlara bir arada yaşamak için gerekli
asgari nezaketi naif bir dille hatırlatıyor.
·
Bu yazı
Göç Dergisi’nin Ekim sayısında kitap kritiği olarak yayınlanmıştır.
Yazar : Murat
Sevinç
Kitabın
Adı : Hey
Garson!
Yayınevi : April
Yayınları
Basım Yılı : 2018
Sayfa
Sayısı : 99
Hiç yorum yok
Yorum Gönder