Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız.
Ramazan Yaylalı
Editör: Fatoş Gül Özen
Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.
Bu travmatik sarsılma, bizi kendi
benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya
iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz
“kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.
Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.
Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği
ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan
kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu
fark ederiz ve bu “pozisyon” pozitif
olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir
alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır
beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki
mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir
diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner
inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz.
Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir
deneyimdir.
Dilerseniz yukarıdaki önermelerle
örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:
Do you want a Shish Kebap?
Hikâye Avusturya’nın başkenti
Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup
sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle
çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde; Viyana Üniversitesi’nde
sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana
Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli
bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru
gelmesini umut ederek siparişlerimizi
vermek istiyoruz.
Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir
garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir
tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek
için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize
yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider
ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek
istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz
ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o
an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir
tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem
tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı,
birbirimize bakarak teyit ediyoruz.
“Visibility’nin”
dayattığı zoraki “eşitlik!”
Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen
ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim
esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor.
Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere
oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca
Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden
Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım.
Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca
ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu
kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada
oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın
10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun
beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.
Habsburglar Anton’u, Anton ise biz
‘Kanakeleri’[1] dövüyordu
Yaşanan hadiseye geri dönersek,
garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin
basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç
stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı”
olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil.
Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını
söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda
belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra
arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da
da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü
çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra
insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı
arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında
sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik
duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre
sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne
okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet
ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat
kendisinden dinlemiştim.
Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu
gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu
narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz
Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla
kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak
istiyordu.
Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış
görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin
tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi
bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.”
Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist
yaralanmaya yol açtığı kesindi.
Derde
derman üç bakış, üç alkış
Yaklaşık bir iki saat kafede oturup
sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da
bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi
için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip
kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek
mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların
bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip
oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine
eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın
arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla
selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip
olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç
saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük
saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da
sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu
hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve
ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.
İnsan öteki ile var olan,
dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir
varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun
arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi
arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka
deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine
bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası
insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in
bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:
“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn
Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]
[Bülbülü altın kafese koymuşlar,
yine de vatanım nerede diye haykırmış]
Efendinden kaçış yok gibi
Hocamız altı ay sonra tekrar
memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana”
dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar,
yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi
tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin
kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye
kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.
Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş
üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de
verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:
“Mesela benim Belçika’daki gözle
görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime,
hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli
bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona
yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”
Hiç yorum yok
Yorum Gönder