latest

Boğaziçili profesöre Viyana’da “Yozgat” dayağı

12 Aralık 2021

/ by Bisikletli Gazete

Göç, insanı hem sarsar hem de ona öğretici bir deneyim sunar. Bu travmatik sarsılma, bazı olgular üzerinde yeniden derinlemesine düşünmemize de olanak verir. Bu yazıda, Boğaziçili profesörün Viyana'da maruz kaldığı muamale üzerinden başka bir ülkede "öteki" olmanın anlamını ve bunun ruh halimiz üzerindeki etkilerini tartışacağız. 






Ramazan Yaylalı   

Editör: Fatoş Gül Özen

Kendi evinizden kopup “ötekinin” evinde misafir (gast) olmak efendinin bakışından kendini yeniden tanımlamayı gerektirir. Onun dayattığı kurallar manzumesine boyun eğme zorunluluğu içine fırlatıldığınız dünyanın kodlarını yeniden anlamlandırmak ve en nihayetinde  sarsılmış bir benlik duygusuyla baş başa kalmak demektir.

Bu travmatik sarsılma, bizi kendi benliğimizle ilgili duygu ve düşüncelerimizi ötekinin gözüyle yeniden tanımaya iter. Yani kısacası kendi “evimizde” varlığımızı sürdürürken içselleştirdiğimiz “kimlikler” ötekinin mahallesinde yeniden gözden geçirilerek anlam kazanır.

Bu anlamlandırma süreci aynı zamanda biz ile öteki arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede bittiğine dair bilgi de verir. Bu tür “sembolik sınırların”, öteki ile etkileşime geçince gündelik hayatımızda davranışlarımızı ve duygularımızı nasıl şekillendirdiğine tanık oluruz. Böylelikle hem kendimizle hem de ötekiyle yeniden tanışmış oluruz. Goethe’nin “insan kendini yalnızca insanda tanır” sözünü bu bağlamda “insan kendini yalnızca ötekinde tanır” diye de tercüme edebiliriz.


Fakat bazı durumlarda bu karşılıklı tanıma süreci tek taraflı yani asimetrik gelişir çünkü “öteki” ukala bir karaktere bürünür ve sizi “öznel bir kategorinin” içine hapsederek söylemlerle kuşatır. Yani biraz da istatiksel bakarak ortalamayı alır ve onun üzerinden kurgusunu temellendirir. Bu aslında evrensel bir eylem biçimi olduğu kadar insana dairdir bir durumdur, çünkü olguları tek tek ayıklayıp analiz etmek zahmetli bir iştir. Zihnimiz işin kolayına kaçmayı, üst bir perdeden ikili kategorilere (iyi/kötü gibi) bölüp mührü vurmayı daha çok sever. Bu sadece öteki için değil bizim için de geçerli bir kuraldır aslında.

Dolayısıyla ötekinin bu tembelliği ya da kasıtlı yaklaşımıyla bizi onun “mahallesine” ayak basmadan çoktan kurgulanmış bir “öznellik-pozisyonu” [subjekt-position] içine soktuğunu fark ederiz ve  bu “pozisyon” pozitif olsun negatif olsun “söylemlerle” öteki tarafından çoktan inşa edilmiş bir alandır. Althusser'in “biz daha doğmadan, bir ‘kimlik’ bizim için hazır beklemektedir” saptamasını göç fenomeni açısından yorumlarsak, biz daha öteki mahalleye ayak basmadan bizim için biçilmiş bir kimlik çoktan hazır beklemektedir diyebiliriz. Daha da somutlaştırarak söylersek siz Viyana havalimanına iner inmez, kendinizi öteki tarafından önceden biçilmiş bir rol içinde bulursunuz. Bu insanın arzu ettiği bir başlangıç olmasa bile, pratikte kaçınılmaz bir deneyimdir. 

Dilerseniz yukarıdaki önermelerle örtüşecek bir şekilde gerçek hayattan bir anıyla meseleyi somutlaştıralım:



Do you want a Shish Kebap?

Hikâye Avusturya’nın başkenti Viyana'da, güneşli bir haziran ayında, üniversiteli gençlerin bütün gün oturup sohbet ettiği MQ-Meydanında geçiyor. Ortada boş bir alanı bulunan ve çevresi kafelerle çevrili bir yer burası. Bu kafelerden birinde;  Viyana Üniversitesi’nde sinema alanında doktora yapan bir arkadaş ve Boğaziçi Üniversitesi’nden Viyana Üniversitesi’ne altı aylığına misafir olarak gelmiş bir hocayla birlikte keyifli bir sohbet yapıyoruz. Bir taraftan da garsonun o kalabalık arasında bize doğru gelmesini umut ederek  siparişlerimizi vermek istiyoruz.

Yaklaşık 20 dakika sonra, orta yaşlarda bir garson nihayet bizim masaya doğru geliyor. Gerginliğini ve öfkesini sahte bir tebessümle kamufle etmeye çalışan tipik bir Avusturyalı. Tam siparişleri vermek için söz almaya başlıyoruz ki, garson öfkeli ve alaycı bir yüz ifadesiyle bize yönelerek: “Size isterseniz Nargile ve şiş Kebap getireyim, bu havada iyi gider ne dersiniz?” diye sorunca, bizler şaşkın şaşkın garsonun tam olarak ne demek istediğini anlamaya çalışıyoruz. O sırada garsonun tavrı, tonlaması ve yüz ifadesinden açıkça bu sorusunun içinde bir aşağılama niyetinin olduğunu hemen o an hissediyoruz. Bize karşı takınılan bu tavır apaçık ırkçı ve aşağılayıcı bir tavır. Masada oturan üç “Orta Doğulu” olarak hem garsonun yüz ifadesine hem tonlamasına bakarak bunun net bir şekilde bir küçümseme olduğunu anladığımızı, birbirimize bakarak teyit ediyoruz.



 “Visibility’nin” dayattığı zoraki “eşitlik!”

Maruz kaldığımız bu iğrenç tavrın hemen ardından hocamız garsona sert bakışlarla ve öfkeli bir ses tonuyla “Git bizim esas istediğimiz siparişleri getir” diyerek haddini bildirmeye çalışıyor. Hocamız daha önce Almanya’da bir süre yaşadığı için bu tür ırkçı meselelere oldukça aşina. Fakat yıllar sonra böyle bir tavırla tekrar karşılaşınca Almanya’daki günlerini hatırlıyor ve bize dönerek “işte gençler ben bu yüzden Avrupa'yı terk edip mevcut siyasal rejime rağmen Türkiye’ye dönme kararı almıştım. Çünkü Avrupa'da ikinci sınıf bir insan olarak yaşamaktan bıkmıştım” dedi. Hoca ne yaparsa yapsın ötekinin evinde hep bir küçük öteki kalacaktı, sahip olduğu kültürel sermaye ve statüye rağmen bu hiçbir zaman değişmeyecekti. Masada oturan kimliği, eğitimi, kültür seviyesi ne olursa olsun ötekinin gözünde Viyana’nın 10. Bölgesinde oturan alelâde kebap satan gurbi kebapçı muamelesi görüyordu. Onun beğenileri, zevkleri üzerinden değerlendirilip tartıya, teraziye konuluyordu.

 Habsburglar Anton’u, Anton ise biz ‘Kanakeleri’[1] dövüyordu

Yaşanan hadiseye geri dönersek, garsonun bu tavrının altındaki psikolojik nedenlere baktığımızda meselenin basit bir ırkçılıktan öte bir şey olduğunu fark ediyorsunuz. Garsonun saç stili, giyimi ve aksanından onun Viyanalı olmadığını bilakis “taşralı” olduğunu, yıllardır Avusturya’da yaşayan biri olarak anlamak pek zor değil. Gözlemime dayanarak, Viyana’nın orta ve üst sınıf kültürüne ait olmadığını söyleyebilirim. Bu sadece garson olmasıyla ilgili bir durum değil yukarıda belirttiğim gibi sahip olduğu “habitus” onu çok kolay ele veriyor. Viyana ile taşra arasındaki kültürel gerilim dünyanın birçok toplumunda olduğu gibi Avusturya’da da olağan bir gerçekliktir. Bu bir bakıma yüksek kültür ile halk kültürü çatışması gibi bir şey. Tıpkı Türkiye’de eğitimli metropol insanıyla taşra insanı arasındaki gerilim gibi. Avusturya gibi küçük bir ülkede bile kentli ve taşralı arasında bu çekişme halen mevcuttur. Örneğin ben üniversite öğrenimim sırasında sınıfta bulunan Avusturyalı taşralı öğrencilerin Viyana’da yaşadıkları eziklik duygusuna çok kez tanık olmuştum. Hatta bir keresinde Avusturya İsviçre sınırına yakın Voralberg bölgesinde bulunan bir köyden Viyana Üniversitesi’ne okumaya gelen bir sosyoloji öğrencisi Avusturyalı genç bir öğrenciyle sohbet ederken Viyana’da taşralı öğrencilerin yaşadıkları dışlanmayı bizzat kendisinden dinlemiştim.

Muhtemelen bizim taşralı garson Anton da bu gerilimi orta sınıf bir kafede çalışırken çok kez yaşamış olmalı ki bu narsist-ego yaralanmasını dengelemek için kendisinden bir tık aşağı gördüğü biz Orta Doğulu üç kişiyi aşağılayarak gururunu okşamak istiyordu. Bu tavrıyla kendinden aşağıda gördüğü öteki üzerinden, kendini yeniden tanımlamak istiyordu.

Fakat meselenin garip tarafı garsonun dış görünüşü baz alarak Boğaziçili profesöre dönerci muamelesi yapması kelimenin tam anlamıyla Boğaziçili hocanın egosunu “döner bıçağıyla” delip deşmek gibi bir şeydi. Yani Orhan Kontan’ın da dediği gibi “bu artık aşağılık bir dramdır.” Elit bir üniversitenin üyesinin şahit olduğu bu olayın onda büyük bir narsist yaralanmaya yol açtığı kesindi.



 Derde derman üç bakış, üç alkış

Yaklaşık bir iki saat kafede oturup sohbet ettikten sonra, hocanın telefonuna bir mesaj geliyor. Mesaj Viyana’da bulunan üç Boğaziçili öğrenciden. Sanırım Viyana Üniversitesi doktora öğrenimi için buradalar. Daha önceden tanıştıkları hocanın Viyana’da olduğunu öğrenip kendisiyle görüşmek için o güne bir randevu ayarlamışlar. Hoca bize dönerek mesajdaki adresi gösterip “Buradan sonra beni orada bekleyen arkadaşların bulunduğu yere götürebilir misin?” diye rica ediyor. Ricasını kabul edip oturduğumuz kafeye yakın yan sokakta bulunan “Amerlinghaus-kafeye” kadar kendisine eşlik ediyoruz. Kafenin bahçesinde oturup hocayı bekleyen üç Boğaziçili kadın arkadaş, hocayı görür görmez büyük bir saygıyla ayağa kalkıp hocalarıyla selamlaşıyorlar. Hocanın keyfi yeniden yerine geliyor, kendisine ve sahip olduğu statünün getirdiği o müthiş tatmine yeniden kavuşuyor. Hocanın birkaç saat önce yaşadığı “narsist yaralanma” eski öğrencileri tarafından büyük saygıyla karşılanması sonucunda tekrar dengelenmiş gibi görünüyor. Viyana’da sıradan bir göçmen olarak değil de koskoca bir Boğaziçili profesör olduğunu hatırlatan bu buluşma ona çok iyi geliyor. Aksi takdirde yaşadığı o dışlanma ve ayrımcılığın getirdiği öfke kolay kolay dineceğe benzemiyordu.

İnsan öteki ile var olan, dolayısıyla ötekinin tanıklığına yani ötekinin onayına (anerkennung) muhtaç bir varlık. J.Lacan’ın da çok yerinde tespitiyle “insani arzu ötekinin arzusunun arzusudur; yani insan arzulanmayı arzular”. Eğer bu durumda “efendi” sizi arzulamıyorsa, bu aslında siz yoksunuz anlamına geliyor demektir. Bir başka deyişle Boğaziçili hocamız bu ontolojik acıya dayanmayıp Almanya’dan ülkesine bütün siyasi gerilimlere rağmen temelli dönmesini gayet iyi anlamak gerekiyor. Kısacası insan kendini evinde hissettiği bir dünyada mutlu oluyor. Özetle Sivan Perwer’in bir eserinde cok güzel dile getirdiği gibi:

“…Lê bulbul kirin qefesa zêrîn

Dîsa bangkir ko ax welatêm kanî …”[2]

[Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine de vatanım nerede diye haykırmış]

 

Efendinden kaçış yok gibi

Hocamız altı ay sonra tekrar memleketine, kendi dünyasına yani kendisini evinde gibi hissettiği “habitusana” dönerek, bir nevi yaşadıklarını geride bırakıp gidiyor. Fakat geriye kalanlar, yani biz göçmenler, bu hayatımıza kaldığımız yerden devam etmek zorundayız. Efendi tarafından itildiğimiz “öznelik-pozisyonu” ya da “persona” biz göçmenlerin kaderi gibi görünüyor. Ya bu kadere boyun eğeceğiz ya da başka bir hikâye kurmak adına başka hayatlara doğru göç edeceğiz.

Dilerseniz yazının sonunu, Belçika'da doğmuş üçüncü kuşak Yönetmen Volkan Üçe`nin “CINEDERGI[3]”de verdiği bir söyleşisinden bir bölümle kapatalım:

“Mesela benim Belçika’daki gözle görülür personam Türk olmam. Sırf bu yüzden benim kişiliğime, karakterime, hayata bakış açıma, siyasi duruşuma, kadınlara, dünyaya olan bakışıma belirli bir değer biçiliyor. Ve maalesef çoğu insanla olan muhabbetler bu persona yüzünden epey sığ geçiyor, bir üstten bakış seziyorum.”

 

 

 


[1] Kanaken: Argoda Türkiyeli Göçmen

[2] Sivan Perer  Xewna Min“ Albümü, 1991

[3] http://www.cinedergi.com/2021/11/15/her-sey-dahil-mi/

Hiç yorum yok

Yorum Gönder

© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan