“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.
Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı. “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.
Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı
zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl
önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve
fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını
söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.
Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba,
insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek
istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda
olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden
İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda
sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen
Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler
düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek,
fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu
yapıyor.
Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?
Nilay İşlek ben, yeterli midir?
Gayet yeterli...
Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her
röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya,
küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı
olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku
dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında
her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata
da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir
fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.
Alaylısınız o zaman!
Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf
stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi
işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de
ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum
dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten
sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili
insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra
durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım.
Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf
üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar
verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf
değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi
veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.
Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde
ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Gri havası...
Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok
güzel kareler çıkabiliyor...
Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok
etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama
tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım
hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl
olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan
bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize,
şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim.
Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü
alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum,
gri havasını seviyorum.
Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen
olarak yaşadığın zorluklar var mı?
Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım
olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi
biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi
durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle
konuşamadığım zamanlar oldu. Karakter
olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı
söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii
ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul
etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma
götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani
yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım
oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir
eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak
kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak
orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye
tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi
yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.
‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’
Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen,
yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki
katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın,
bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip
fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani
kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara,
kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya
da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum
ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini
empoze etmeye çalışırım.
Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu,
ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?
Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde
önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir
fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler
arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş. Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın
çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu
sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye
gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile
geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası
heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân
değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan
insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir
topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala
besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi
toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen
dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.
Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu
proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı
var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...
Artlens, art ve lens kelimelerinden
türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra,
hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı
çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim
merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye;
gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık
on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.
İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro
vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya
başladık. Hocalarımız hep akademik
altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu.
Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in
Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra
burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok
fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü
arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.
“Formasyon altyapısı önemli”
Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders
vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri
olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek
yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının
olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş
insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu
veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir
eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber
Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını
birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.
Fotoğraf üreten biri olarak ne tür
kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?
Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim,
feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John
Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir
tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz
söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela
ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf
tekniği en kolay öğrenilecek şey.
“Londra inanılmaz renkli bir şehir”
Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre
basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim.
Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir.
Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri
farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir. Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra
inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii,
burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben
o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli.
Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından
çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag
fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor.
İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.
Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi
hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?
Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları
vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir
eserleri. Ben de boş Londra sokaklarını
çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte
herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz
caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye
makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden
yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar,
günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da
sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim
ki ben bunları fotoğraflamalıyım.
“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”
Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar
ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun
on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun
istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya
1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor
musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze
fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da
olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman
başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum.
Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o
zaman bir sergi de düşünebilirim.
Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul
ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine
kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?
Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve
Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin
bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf
üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz
görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak
istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri
kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf
oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden
önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok
fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok,
görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan
fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem
ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel
birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını
fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf
çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı
gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji,
matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir
çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar
birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.
Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür
ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?
Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big
Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf
noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var.
Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde
çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı
fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek
ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele
alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz,
çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları
gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum.
Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek,
fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni
rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum.
Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de
Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür
ediyorum.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder