Tuncay Bilecen
Tuğçe Yaşar’ın, Ocak 2023’te Sözcükler Yayınları tarafından yayımlanan Kurtarılmış Zamanlar başlıklı öykü kitabı birbirinden bağımsız on öyküden oluşuyor. Öyküler her ne kadar bu şekilde kurgulansa da Kurtarılmış Zamanlar’da; göç, uyum sorunu, dil yetersizliği, göçmenlerin Fransa’daki çalışma koşulları, farklı mekânsallıklarda yaşam sürmenin aşk, arkadaşlık ve aile ilişkilerine etkisi gibi göçmenliğe dair yaşanmışlıkların öne çıkan ortak izlekler olduğu söylenebilir. Bu da bir bakıma kurgusal olmasa da izleksel olarak öyküleri birbirine teyelliyor ve okuyucuda bir bütünlük hissi uyandırıyor.
Öykülerde,
göç ve göçmenliğin ortak izlekler olması yazarın yaşamıyla da paralellik
taşıyor, zira kitapta yer alan öz yaşam öyküsünden Tuğçe Yaşar’ın lise ve
yüksek öğrenimini Fransa’da tamamladığını öğreniyoruz (s.1). Yazarın bu sırada
yaptığı gözlem ve yaşadığı deneyimlerin Kurtarılmış Zamanlar’da göze
çarpan, göç ve göçmenliğe dair yaşanmışlık hissi veren duygu durumlarının
kaynağını oluşturduğu söylenebilir.
Yetmiş
iki sayfadan oluşan kitapta yer alan on öykünün bir diğer ortak özelliği ise
her birinin çok kısa metinlerden oluşması. Detaylı tasvirlere yer vermeden, “o
an”a odaklanılması kurgusal olarak öyküleri karakterlerin geçmişinden uzaklaştırırken
okuyucuyu da dolambaçlı olmayan yollardan öykünün meramına ve şimdiye
getiriyor. Tuğçe Yaşar, sosyal medya kullanımının da etkisiyle odaklanma
süresinin saniyelerle ölçüldüğü bir dönemde, öykülerindeki karakterleri ve olay
örgüsünü çok derinleştirmeden öyküyü varacağı istikamete bir an önce ulaştırıyor.
Her ne kadar olaylar çabuk gelişip çabuk serimlense bazen de netice okuyucuya
bırakılsa da yazar bunu telaşlı bir anlatımla yapmıyor. Dolayısıyla bu kurgusal
tutum okuyucunun da anda kalma duygusunu pekiştiriyor.
Göçmenlerin
“dil yetersizliği” nedeniyle yaşadığı sorunlar Kurtarılmış Zamanlar’ın ortak
temalarından birini oluşturuyor. Örneğin “La Carte La Carte” başlıklı öyküde Hekimhan’dan
Fransa’ya göç eden, gündüzleri inşaat işçiliği, hafta sonları ise düğünlerde
zurnacılık yapan Kevî’nin Paris’teki yaşamına tanıklık ediyoruz. “Fransızcayı
kahve istemeyi ve ağrıyan yerini anlatabilecek kadar” kavrayan Kevî, dört
yıldır yaşadığı Fransa’da oturum alamadığı için halen kaçaktır. Mahkeme
tarafından sürekli ret almaktan yorulan Kevî son duruşmaya paragöz avukatı
olmadan bir tercüman yardımıyla çıkar. Kevî duruşma esnasında konuşulanları çat
pat anlar ama müziğin evrensel dili Kevî’nin dil sorununu ortadan kaldırır: “Bu
kez zurnasını çıkarıp Diyarbekir Yolunda Türküsü’nü çaldı. Salondaki Afrikalı,
Çinli, Pakistanlılar alkış tuttu. Kimisi ayağa kalkıp dans etti” (s.25). Duruşma
çıkışında arkadaşının durumuyla ilgili kötü bir haber alacak olsa da Kevî
müziğin evrensel diliyle oturum sorununu şimdilik halletmiştir.
“Renkli
Boya Kalemleri” adlı öyküde ise dil yeterliliği ve ayrımcılık ortak temalardır.
Öykü göçmen çocuklarıyla dolu bir ilkokul sınıfının anlatımıyla başlar, öykü
kahramanı dil yetersizliği yaşadığından çizerek anlatmayı daha çok sevmektedir,
bu yüzden en sevdiği ders resim dersidir. Tuğçe Yaşar, bu öyküde dil bilmemenin
verdiği çaresizliği çarpıcı bir şekilde tanımlamıştır:
Dil bilmeyen insanlar konu ne olursa
olsun sohbet esnasında sık sık güler. Hem de olur olmadık yerde. Soru
sorulduğunda anlamadığı zamanlar olur, evet ya da hayır deyip hemen gülmeye
başlarlar. O gülüş, anlamış gibi yapmak değil de, “Bir gün bütünüyle anlayacağım,
benimle sohbet etmeyi sürdür,” demek sanki (s.8).
Resim
öğretmeni Madam Veziat, öğrencilerin arkadaşları Eflâ’nın okuldan atılmaması
için verdikleri kâğıda destek imzası atmak yerine dolu olan kalem kutusuna
başka bir boya kalemini sokmaya çalışarak dolu kalem kutusu metaforunu
kullanır; “Bak Eflâ, bu kalem kutusu Fransa, bu tek kalem de sensin. (…) Ama
bak bu kalem buraya girmiyor, çünkü artık yer yok” (s.10) der. Madam Veziat’ın
bu sözleri öykü kahramanını derinden sarsar, bunu “Belki de hayatımda hiçbir
Fransızca cümleyi bu kadar çabuk ve temiz, tek seferde anlamamışımdır” diyerek
ifade eder.
Öykünün
sonunda ise mücadele ve dayanışma ruhu galip gelmiş, Madam Veziat’ın kullandığı
kalem kutusu ve boya kalemleri metaforu tersine dönmüştür: “Hayet, Eflin ve
Arthur, ‘Hepimiz göçmen çocuğuyuz!’ diye slogan atıyor. Her biri o bardaktaki
renkli boya kalemlerine benziyor. Yan yana başları dik! Ben de rengimi onlara
katıyorum” (s.10).
“Paris’in
Şölen Yeri Geceleri” adlı öyküsünde ise göçmenlerin çalışma koşullarına
tanıklık eder okuyucu, bu koşullar göç edilen ülkenin dilinin geç
öğrenilmesinin ipuçlarını da ortaya koyar. Çünkü “hoparlördeki şarkılar işçiler
diri kalsın diye hep yüksek sesteydi” (s.34). Bu da göçmenlerin kendi
aralarında konuşmalarını ve sosyalleşmelerini engellemektedir. Bu yüzden ancak
mesai bitiminde birbirleriyle konuşma fırsatı bulurlar. Hikâyenin Cezayirli ve
Türk kahramanları kendi aralarında konuşurken, Cezayirli söze girer:
“‘Birbirimizin yüzünü göremiyoruz, kaldı ki konuşacağız da dilini
geliştireceksin! Allah iyiliğini versin abi’” (s.39).
Kitabın
son öyküsü “Mavi Masa”da ise gurbette gerçekleştirilen çok kültürlü, çok dilli
buluşmalara şahitlik eder okuyucu. Burada da müzik dost sohbetlerinin ortak
dili olarak karşımıza çıkar. Sabaha eren gecenin sonunda dostlar birer birer
ayrılırken geriye Veronika dışında sadece Türkiye’den göç edenler kalmıştır. “Artık
sohbetin tek dili bütünüyle Türkçe olmuştu. Veronika da seheri bekleyenlerdendi.
Konuştuklarımızdan bir şey anlamasa da can kulağıyla dinliyordu” (s.74).
Göçmenliğe ilişkin alışageldik bu olgu başka
birçok göçmen yazarın yapıtlarında da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Menekşe
Toprak’ın Temmuz Çocukları (2011) romanında da Hangi Dildedir Aşk (2009) adlı
öykü kitabında da anadil korunaklı bir liman olma özelliğini çok kültürlü
sohbetlerde sürdürür. Toprak, bunu bir güvence ve rahatlama olarak yansıtırken
karşı tarafın tepkisine yer vermeyi de ihmal etmez;
Üstelik
ikisinin aralarında Türkçe konuşması Polonyalı yazarı da, çevirmeni de rahatsız
etmemişti. Belki de herkes ortak bir yabancı dili konuşmaktan yorulmuş, şimdi
ana diline dönerek rahatlamıştı (Toprak, 2009, s.22).
Tuğçe Yaşar’ın öykülerinde dil meselesi
sadece göçmenlerin yaşadığı dil sorunuyla sınırlı kalmaz, anadil de izleklerden
biridir. “Taksi Balıkçısı” öyküsü, Paris’te çevirmenlik yapan Çiçek’in İstanbul’da
arkadaşı Sedef’in evini ziyaretini konu alır. Çiçek, taksiyle Sedef’e giderken
taksicinin telefonda Kürtçe konuşması üzerine ilkokul anılarına geri döner. Kürtçenin
bir dil, anadili olduğunu o yıllarda yaşadığı bir olay üzerine annesinden
öğrenmiştir.
Göçmenlerin emek piyasalarındaki görünümleri
Yaşar’ın öykülerinin bir başka ortak izleğidir. “Tadeo Kalarov” adlı öyküsü
Türkiye’de ekonomik olarak zorlanan Zafer ve Yade çiftinden, “Memlekette artık
yaşanmaz” diyen Zafer’in pandemi döneminde Fransa’ya göçünü konu alır. Sahte
Bulgar kimliği olan Zafer, Tadeo Kalarov ismiyle bilinir ve çoğu yeni gelen
göçmen gibi bir inşaatta iş bulur. İşi ve odası arasında mekik dokuduğu rutin
yaşamına başlar. Göçmenlerin gündelik yaşamlarına uzun uzadıya yer vermeyen
yazar, yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi bir an önce varacağı yere varır, Zafer
inşaatta geçirdiği bir iş kazasında hayatını kaybeder. “Evleneli bir buçuk yıl
olmuştu. Biraz para biriktirdikten sonra salgına da çare bulununca ailesini
yanına aldıracaktı. Salgın gibi Zafer’in kaçakçılığı da sürerken, Tadeo’nun
kıyafetleri ve Bulgar kimliği Zeynel Ustabaşına verildi” (s.18).
“Paris’in Şölen Yeri Geceleri” başlıklı öykü
göçmenlerin zorlu çalışma koşullarına ilişkin detaylı tasvirlerle doludur. Bu
öyküde göçmen işçiler arasındaki çekişmeler ve rekabetin yanı sıra göçmen işçi
sirkülasyonu da yer alır. “Mavi yelekli ustalar her yorgunluğa, bıkkınlığa
yetişemezdi. Kimi işçinin dayanamayıp molada istifasını verip çekip gittiği de
olurdu. Sokak, okul, ev arasında öğrendikleriyle çelişip denge tutturamayan
gençlerinse yerine başkalarının geçmesi uzun sürmezdi” (s.34). Bu öykü de tıpkı
“Renkli Boya Kalemleri”nde olduğu gibi göçmenler açısından ümitvâr bir sonla
biter ve tıpkı o öyküdeki gibi bir metaforu tersine çevirir yazar. Göçmenlerin birbirleriyle
konuşmamaları ve tempolu çalışmaları için çalışma ortamında yüksek sesle
dinletilen Dans sa bulle şarkısı grev marşı olup çıkmıştır.
Kurtarılmış
Zamanlar’ın
bir başka ortak izleği ise farklı mekânsallıklarda yaşamanın arkadaş, aile ve
aşk ilişkilerine yansımasıdır. Örneğin “Ardıç Kuşu” adlı öyküde öykü
anlatıcısının Yunan sevgilisiyle yaşadığı aşk ilişkisini arkadaşı Zeynep’e
anlatması konu edilir. Sonradan Yunanistan’a gittiği anlaşılan Yunan sevgili
bir ara ortadan kaybolmuş, aylar sonra ise yeniden ortaya çıkmıştır. Ardıç kuşu
bu yönüyle bir bakıma gurbet içinde gurbeti yaşamayı, göç edilen yerde köklü
ilişkiler kuramamayı gösterir gibidir. “Ardıç Kuşu şimdi bir yerlerde gitarını
çalıp şarkı söylüyordur. Bir kadının parmaklarına dokunup hangi enstrümanı
çalabileceğini tartışıyordur” (s.45).
“Denize
Atılan Taşlar” öyküsü ise araya giren mesafelerle birlikte dostluklar yıllara
meydan okur mu? Biz ve geride bıraktığımız yıllar sonra bile aynı kişiler
midir? sorularını sordurur. Bu öyküde göçmenlerin yaşadığı aidiyet sorununun
arkadaş ilişkilerine yansıması örtük olarak kendisini hissettirir.
Tuğçe
Yaşar’ın kendine özgü üslubu ve diliyle kaleme aldığı Kurtarılmış Zamanlar,
göç ve göçmenliği çeşitli biçimleriyle aktarması ve yaşanmışlıklardan süzülen
gerçekçi anlatımıyla göç yazınına ilgi duyanların keyifli okuyacağı bir kitap
olma özelliği taşıyor.
Tuğçe
Yaşar, Kurtarılmış Zamanlar, Sözcükler, 2022, 77 sayfa
Kaynakça:
Toprak,
Menekşe, Hangi Dildedir Aşk, Yapı Kredi Yayınları, 2009
Toprak,
Menekşe, Temmuz Çocukları, İletişim, 2011
* Bu yazı Göç dergisinin Kasım - 2023 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder