Türkiye'den göç eden birinci nesil Avrupa’ya ayak basar basmaz onları ömürleri boyunca takip edecek dil sorunuyla yüzleşecekti. Avrupa'da büyüyen ikinci kuşak imdada yetişene kadar bu sorun traji komik hikâyeleri de beraberinde getirerek devam etti.
Ramazan Yaylalı
Fotoğraf diaspora Turk twitter adresinden alınmıştır.
"DİL YARASI: GURBET ELDE KÖR VE SAĞIR GİBİ HİSSETMEK
Göç ettikleri ülkelerin resmi dilini doğru düzgün anlamamak ve konuşamamak,
hele ki bürokrasinin o ağır koridorlarında gezerken; iş yerinde, hastanelerde,
alışverişte, eğlence yerlerinde yani kamusal alanı kaplayan her bir durakta ve
yerde bu dilsizlik hali onların kolunu kanadını kırmakla kalmayıp özgüvenlerini
de yerle bir edecekti.
Derdini, sorunlarını, yapmak istediklerini, kısacası kendini bir türlü anlatamamak gerçekten birinci nesil düşük eğitimli "Gasrtarbeiter" için çok zor bir durumdu. Yaşanan kültürel yabancılaşma yanında bir de bu dilsizlik durumu yabancılaşma duygusunu kat be kat artırıyordu.
Ötekine kendini doğru düzgün ifade edememek, cümlelerin sadeliğine ve
basitliğine rağmen yine de eksik ve hatalı bir şekilde kurulan sözcükler içinden
konuşmak, kendini küçük birer çocuk gibi hissettiriyordu her birine. Tabii
sadece bir ifade sorunu yaratmıyordu bahsettiğimiz engel, aynı zamanda ötekinden
gelen bilgiyi idrak edememek anlamına da geliyordu. Kendilerini kör, sağır gibi
hissettiren bu durum, giderek kendi içlerine kapanmalarına, kendi içlerinde bir
dünya kurmalarına neden oluyordu. Bu kurgulanmış dünya kahvehanelerden tutun da
siyasî derneklere kadar uzanan bir çeşitlilik arz ediyordu. Belki başka bir yazıda
"kendi içine kapanma" sürecini daha detaylı ve derin bir şekilde ele
alabiliriz ama şimdilik biz asıl meselemize gelelim.
İKİNCİ NESİL ERGEN TERCÜMANLAR
“Dilsizlik süreci” boyunca zor da olsa hayatlarını Avrupa’da düzene koymaya
çalışan birinci nesil anne ve babalar umutlarını orada doğacak veya
ebeveynlerine sonradan aile birleşimi ile katılacak olan evlatlarına
bağlayacaklardı. Çocuklarının hızlı bir şekilde ikinci bir dil öğrenme kapasiteleri
sayesinde birinci nesil gurbetçilerimiz de nihayet yıllardır çektikleri bu çileden
kurtulmuş olacaklardı.
Bu çocuklar vergi dairelerinde, yabancılar polisinde, sosyal yardım kuruluşlarında, hastanelerde, veli toplantılarında, iş yerlerinde babalarına ya da annelerine küçücük yaşlarında eşlik ederek, çeviri yaparak meseleleri çözmeye çalışan amatör tercümanlardı. Aynı yaşta olan Alman, İngiliz, Fransız çocuklar zamanlarını lunaparklarda, eğlence yerlerinde geçirirlerken, bizim ikinci nesil göçmen çocukları postacı memurlar gibi bir resmî kurumdan başka bir resmî kuruma giderek babalarına ve annelerine yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Jinekoloğa annesiyle birlikte giden kız çocuklarından tutun da herhangi bir banka kredisi için babalarına eşlik eden ortaokul yaşındaki çocuklara kadar birçok örnek verebiliriz bu konuda.
DİL YÜZÜNDEN HİYERARŞİNİN YERLE BİR OLMASI
Düşünsenize veli toplantısına yabancı dil bilmemeleri nedeniyle siz de anne
ve babanızla birlikte katılıyorsunuz. Böylece kimin veli, kimin öğrenci olduğu
tam anlamıyla birbirine karışıyor.
Feodal toplumda doğmuş birinci neslin saygı ve itaat hiyerarşisinin
"yaş" üzerinde kurulduğu dünyasında siz bir çocuğun gözüne bakıp
tarihsel bir iktidar ilişkisinin ya da hiyerarşisinin nasıl yerle bir olduğuna baba
ya da anne olarak tanık oluyordunuz.
Sahiden de garip, traji-komik durumlardı yaşananlar.
Komik bir tabloydu çünkü on yaşında çocukların ağızlarına bakan pala bıyıklı
babalar, resmî kurumlardan gelen o dosyaların içeriklerinin ne anlama geldiğini
çocuklarının ağızlarına bakarak öğreniyorlardı. Bu asimetrik bir ilişkiydi, geldikleri
ülkede herhangi bir Almana karşı hissettikleri eziklik duygusunu şimdi de çocuklarına
karşı hissediyorlardı.
İsterseniz bu garip ya da komik ama gerçek yaşanmış hikâyelerden bir
tanesini sizinle paylaşayım. Bu kozmostan uzak okurların gözlerinde durumu bir
nebze canlandırabilsinler diye size birinci nesil gurbetçi abimiz olan Mehmet Abi’nin
hikâyesini anlatayım: Yıllardır Avusturya’nın turistik bir bölgesinde bir
otelin bulaşıkhanesinde çalışmış Mehmet Abi'nin hikâyesini...
MEHMET ABİ NE UMDU NE BULDU?
Mehmet Abi yine bir gün akşam üstü işten eve gelirken posta kutusunu açıp içinde
önemli bir mektup ya da evrak olup olmadığını kontrol eder, Finanzamt yani vergi
dairesinden bir evrakın geldiğini görür, hemen ikinci katta bulanan dairesine çıkıp
aceleyle zarfı açar ve okumaya başlar. Malum vergi dairesinden gelen evraklar Avusturya’da
her vatandaş için mühim evraklar sınıfındandı.
Heyecanla gelen zarfın içinde bulanan evrakları çıkarır ve telaşla okumaya başlar. Tabii Mehmet Abi’nin Almancası hiç iyi olmadığı için, hele de kurumsal dilde yazılmış bir evrakı doğru düzgün anlaması pek mümkün değildir. Teker teker kelimelere sözlükten bakmak saatler alacak bir iştir, bütün kelimeleri bir araya getirse bile cümleler yine de anlamsız kalacaklardır. Ama vergi dairesinden her sene gelen bu evraklara aşinaydı Mehmet Abi o yüzden sayfaları hızlıca çevirip en son sayfada bulunan en sondaki rakamlara odaklandı her zamanki gibi. Son rakam sizin borçlu mu yoksa alacaklı mı olduğunuzu gösteriyordu.
Tablonun sonunda kalın bir şekilde birkaç bin küsur Euro bir rakam görür ve
çok sevinir, çünkü bunun yıllık vergi iadesi olduğunu düşünür. Tam da o sıralar
ekonomik sorunlar yaşamakta olan Mehmet Abi için harika bir haberdir bu. Eşiyle
mutluluğunu paylaşan Mehmet Abi bir kaç saat sonra okuldan gelecek olan çocuklarıyla
da bu mutluluğu paylaşmak için sabırsızlanır.
Birkaç saat sonra lise çağındaki çocukları da eve gelir. Çocuklar daha ayakkabılarının
bağını çözmeden Mehmet Abi gülerek: “Gelin gelin çocuklar, maliyeden bize 8000 Euro
vergi iadesi gelmiş, söz bu sefer sizin o çok istediğiniz pahalı atari aletini
(playstation) alacağım” der.
Ne ki yaklaşık yarım saat sonra çocuklardan biri tam emin olmak için
maliyeden gelen evrakları bir de kendisi okumaya çalışır. Tabii iyi Almanca
bilen çocuklar, evraklarda geçen rakamın vergi iadesi değil bilakis vergi borcu
olduğunu söyleyince Mehmet Abi büyük bir hayal kırıklığına uğrar, yıldırım çarpmışçasına
bir hüzün, bir acı hisseder o an. Çocuklara bir daha okuyun der, çocuklar
defalarca okur, hatta daha da emin olmak için Avusturyalı ev sahibine de
okuturlar. Çocuklar haklıdırlar, bu vergi iadesi değil, bilakis vergi borcudur.
Mehmet Abi, iki kere şoka girmiştir hem borçlu çıkmış hem de borcu yüksek
çıkmıştır. Gerçekten de 1600 Euro aylıkla çalışan bir bulaşıkçı için yüksek bir
rakamdır bu.
Buna benzer hikâyelerle doludur göçmenliğin hayatları… Hele ki birinci neslin
yaşadığı traji-komik olayların haddi hesabı yoktur. Dil bilmemenin getirdiği o çocuksu
tedirginlik ve eziklik filmlere konu olacak kadar geniş bir yer kaplar.
Başka bir hikâyede buluşmak üzere şimdilik bu kadar :)
Hiç yorum yok
Yorum Gönder