Fehmiye Çelik'in Kardeş Türküler'de başlayıp, Gayda İstanbul'la da süren icralarından beri türkülerimiz (h)avasını bulmuştur. Bu (h)avayı kesecek kabadayı da kolay kolay çıkamaz artık ortaya.
Semih Savaşal
semihsavasal@yahoo.de
"İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde."
Boğaziçi denilince akla ilk zevki sefa, keyif çatma gelir. Ama
Boğaziçi'nde dert çatan, "tarifsiz kederler içinde" acı çeken bir
fakir Orhan Veli de vardır.
Neden bu kadar kederlidir Orhan Veli?
"Edalı'm,
senin yüzünden bu hâlim" deyip ipucu verse de tam olarak
bilemiyoruz.
Belki adını vermediği,
"Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
ismini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun."
diyerek sırladığı o gizil sevgili üzmektedir onu. Hani şu bir pul
parasına muhtaçken yazdığı mektupları zamanında gönderemediği sevgilisi.
Belki, gizli bahçesinde o sevgiliye vermek için büyüttüğü çiçekler
boynunu bükmüş, sararıp, solmuştur.
Belki de, özenle yeşerttiği bahçesi yemyeşilken, o yalnız kalmış; o
güzel bahçede kuruyup, yok olmaya yüz tutmuştur.
Ya da yoldaş sanıp yol düşledikleri çekip gitmiş, onu yarı yolda biçare
bırakmıştır. Ne yola düşebilmiş, ne de düşlerinden uyanabilmiştir:
"bakakalırım giden geminin ardından
atamam kendimi denize, dünya güzel
serde erkeklik var, ağlayamam."
Üstelik müdavimi olduğu meyhanede
"Sarhoş Sahir, sarhoş Sahir;
Ne anlarsın aşka dair" diye sorduğu masa arkadaşı tarafından
"Halkı aldatmaktan sanık,
Orhan Veli Kanık" yanıtıyla susturulmuştur .
Belki o, belki bu, belki şu, belki hepsi birden; bilemiyoruz. Edebiyat
tarihçileri o muteber sevgiliyi bulduğu hatta ona yazdığı aşk mektuplarını ele
geçirdiği halde Orhan Veli`nin derdinin kaynağını tam olarak bilemiyorlar.
Belki de buldular ama açıklamak için 8 Mart geçsin diye bekliyorlardır!
Bildiğimiz birşey varsa yalnızdır Orhan Veli, mahzundur, acı çekmektedir
ve bu acının ilacı yoktur.
Kalemine sarılır:
"İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde" diye yazar ama kesmez.
Urumelihisarı'na oturur ve şiirine de kazıdığı bir "İstanbul
Türküsü" tutturur. Türküler, yaraları sağaltmasa da, acıları teselli eder.
Ama türküsü, kendisinden de kederlidir. "İstanbul'un mermer taşları"
mezarlıkları anlatır, boşa harcanıp giden ömürleri...Gözlerinden `hicran
yaşları` boşanır. Sanki "İstanbul'un orta yeri (bir) sinema" dır. O
güzelim Boğaz'ın ışıltılı suları gitmiş, her yer kararmıştır. Ortada oynayan bir
film vardır ama onun bu filmde figüran olarak da olsa bir rolü yoktur. Garip,
mahzun, edilgen bir seyircidir sadece. Anasından başka onu teselli edecek
kimsesi de kalmamıştır.
Onu da üzmek istemez: "Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın
anama".
Orhan Veli'nin İstanbul Türküsü şiirinde geçen sözlerin gerçekten bir
türküde söylendiğini ve bunun bir Rumeli Türküsü olduğunu biliyor muydunuz? Ben
de birkaç gün öncesine kadar bilmiyordum. (H)emşehrim, kitapdaşım
Fehmiye Çelik bildirmese; bizim gibi Orhan Veli okuyup, Trakya'nın kitabını
yazanlar bile bilmeyecekti!
"Anadolu'nun bağrından kopup gelme" diye bir deyim
vardır. Sanılır ki kederli türküler, yiğitler hep Anadolu'nun
bağrından kopup gelmiştir. Oysa Rumeli'nin de bir bağrı vardır. Söz meclisten
içeri, o bağırdan Keşanlı Ali'den başka yiğitler de çıkmıştır! Üstelik bizim
yiğitlerimiz hep eril olmak zorunda da değildir. Fehmiye Çelik de Rumeli'nin
bağrından gelen bir yiğidimizdir. Neden mi; anlatayım:
Hayatı ti'ye almıyoruz diye bize hüzün ve keder yakıştırılmamış, en duygulu ağıtlarımız bile "aman bre Derya'lar" diye oyun havasına çevrilmiş, "Yusuf'un öldüğünü annesine kim söyleyecek" derken çiftetelli oynanmış, göbek atılmıştır. Ta ki Fehmiye Çelik, sahneye çıkana kadar. O gelmiş havayı kesmiş, "o öyle değil böyle söylenir" diyerek türkülerimizi olağanüstü yorumlamış, kültürümüzün kurtarıcısı olmuştur. Gençliğimden bilirim; düğünlerde bileğine güvenen çalgıcılara gidip müziği durdurur ve kendi (h)avasını çaldırıp, oynamaya çıkardı. Halihazırda oynayanlara posta atmak anlamına gelirdi bu. "A be neden kestin (h)avamı" deyip kavgalar çıktığına, düğünler dağıtıldığına çok şahit olmuşumdur. Fehmiye Çelik'in Kardeş Türküler'de başlayıp, Gayda İstanbul'la da süren icralarından beri türkülerimiz (h)avasını bulmuştur. Bu (h)avayı kesecek kabadayı da kolay kolay çıkamaz artık ortaya.
Sesiyle, o güzel türkülerimizi düştüğü yerden alıp kaldırdığı
yorumlarıyla tanıyorduk Fehmiye'yi. Bütün Balkan ülkelerini karış
karış gezerek hazırlayıp, sunduğu ve üç sezon boyunca televizyonda yayınlanan
“Yüzyıl da Geçse” isimli kültür – müzik programından da haberdardık.
Ama kaleminin de sesi gibi çağladığını, on parmağında on marifet olduğunu
bilmiyorduk. Ta ki "Trakya'nın Renkli Dünyası, Aşrı Memleket"
kitabında "Kendi kuş olup uçarken kalbi ağaç olup kök salanlar"
yazısını okuyuncaya dek. Ne diyelim; kurban olduğum Allah verdikçe veriyor!
Fehmiye Çelik , Makedonya'daki neneleri, dedeleriyle başlayan aile
geçmişini anlattığı; ara başlıklarını Rumeli türküleriyle, Rumeli'de söylenen
manilerle oluşturduğu o enfes yazıda, özellikle biz göçmen çocukları
için çok önemli bir sosyolojik saptama da yapar:
“…siz yakınlarınızın “memleket” dediği o toprakta doğmasanız da, o
toprağa hiç adım atmasanız da, kendinizi hiçbir yere ait hissetmeseniz de
hayatınızın belli bir döneminde o toprakların çağrısını yüreğinizin kökünde
duyarsınız. Aile içinde anlatılan hikâyeler, paylaşılan fotoğraflar, kimi
neşeli, kimi kederli ama birlikte söylenen şarkılar oralarla inanılmaz bir bağ
kurmanıza neden olur ve sizi o yerlere sürükler! Belki gövdeden kırılırsınız
ama kök içeride kalır!"
Benim direksiyonu ikide, birde Silistre'ye kırmamın nedeni de bu olsa
gerek. Keza, Viyana'da doğup dedelerinin göçtüğü Trakya'yı bile
yeterince tanımayan oğlum Tuna'nın Deliorman köyleri arasında dolaşırken
birdenbire "ben yaşlanıp, emekli olunca buralara yerleşeceğim"
demesinin de.
Fehmiye Çelik, öyküsünde belirttiği gibi, kendisini tam olarak
herhangi bir yere ait hissedemese de Trakya'nın batı ucu sayılan Makedonya'nın
çekim gücü, büyüsü altındadır. Bu büyünün etkisiyle hep oralarda
dolaşır, keşifler yapar, defineler bulur ve bunları bizlerle paylaşır.
"İstanbul'un Orta Yeri" de bu keşiflerden biridir. Belki
de en değerlisidir. O kadar değerlidir ki; paylaşmaya kıyamaz, yıllarca
sandığında saklar hazinesini. Bizim bir Orhan Veli şiiri zannettiğimiz sözlerin
bir Rumeli Türküsü olduğunu keşfetmiştir. Babası ve amcasının bu türküyü
1950'lerde Makedonya'nın Ustrumca şehrine bağlı Çanaklı Köyü'nde okuduğunu
öğrenmiştir. Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olarak Boğaziçi
Üniversitesi Folklar Kulübü (BÜFK)'da çalışmalar yaparken, daha 1990'ların
başında kayıt da etmiştir ama kendisi icra etmemiştir.
Vakit o vakit değil diyerek yıllarca
demlendirdiği "İstanbul'un Orta Yeri" çalışmasını nihayet
on gün önce yayınlamış Fehmiye Çelik. "…Ama ülke gündemindeki haberler
nedeniyle maalesef coşkuyla paylaşamadım, savaşlar, ölümler, mülteciler…sessiz
sedasız çıktı" diyor gönderdiği mesajda.
Ah be Fehmiye, bu kadar uzun saklanır mı bu güzelim türkü? Ya bu
arada biz de ölüp gitseydik!
Daha görecek günlerimiz varmış ki ulaştı bize.
Size de ömrünüz varken "İstanbul'un Orta Yeri" türküsünü
dinlemenizi öneririm:
* Bu yazı ilk defa Viyana'da çıkan ve yakın zamanda yayın hayatına son veren Öneri dergisinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder